Serây-i din esâsıdır şerîat
Tarîk-i Hak hedâsıdır ş
erîat
Budur evvel kapu dergâh-ı Hakk’a
Ki yolun ibtidâsıdır şerîat
Dahi bununla hatm olur bu yollar
Bu râhın intihâsıdır şerîat
Sırat-ı müstakîm’e davet eden
Münâdîler nidâsıdır şerîat.
Şeriat enbiyânın sünnetidir,
Kamûnun ihtidâsıdır şerîat.
Hüdâ’nın leyle-i Mi’râc içinde,
Habîbine atâsıdır şerîat.
Yirmiüç yıla dek Cebrâîlin
Ana vahy-i Hüdâ’sıdır şerîat.
Cihânda çoktur envâ-i ulûmun
Kamûsunun hümasıdır şerîat
Bu nefs-i kâfiri katletmek için
Hakk’ın hükm-i kazâsıdır şerîat.
Cihâd-ı ekber eden ehl-i diller,
Kulûbunun safâsıdır şerîat.
Tarîkat kârbânının önünce,
Delil-ü muktedâsıdır şerîat.
Hakîkat gerçi Sultanlıktır ammâ,
Önünde anın livâsıdır şerîat.
Şerîattan velî yâd olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır şerîat.
Şerîatle durur arz-u semâvat
Bu bünyânın binâsıdır şerîat.
Ne bilsün şer’i pâki ehl-i ilhad
Ol a’dânın a’dâsıdır şerîat.
Hemen anlar da aklınca sanır kim
Nizam için olasıdır şerîat.
Sakın cânâ sakın anlara uyup
Deme sen de n’olasıdır şerîat.
Şerîatsız hakîkat oldu ilhad
Hakîkat nûr ziyâsıdır şerîat.
Ziyâ olmaz ise nûru da yok bil
Hakîkatla kıyasıdır şerîat.
Cihâna bir velî hiç gelmez illâ,
Elinde anın âsâsıdır şerîat.
Dahî başında tâcı, şâl-u kisve
Hem eğninde abâsıdır şerîat.
Hakîkat cânıdır ancak velînin,
Canından mâadasıdır şerîat.
Çıkıcak can beden öldüğü gibi
Çıkıcak sır kalasıdır şerîat.
Karâr etmez beden olmayıcak can
Hakîkatın bekâsıdır şerîat.
Hakîkat dilber-i ra’nâ gibidir
Anın zerrîn libâsıdır şerîat.
Sakın soyma anı na-mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır şerîat.
Hakîkat arş-ı âlâdır muhakkak
O arşın üstüvâsıdır şerîat.
Cem-i Enbiyâ vü Evliyânın
Niyâzî rehnümâsıdır şerîat.

Serây-i din esâsıdır şerîat
Tarîk-i Hak hedâsıdır şerîat
Din sarayının temelidir şerîat
Hakk yolunu hediyesidir şerîat

“Her biriniz için bir yol ve şeriat kıldık” [1] ayetinde, her asrın müceddidinin kendisine has özel bir yolunun olacağına dair bir işaret vardır. Tasavvuf büyükleri arasındaki zikir ve virdlerin farklı olması da bundandır. Onlar, asıl konularda ittifak içinde olup, meşreplerine göre Kitap ve Sünnet’ten çıkardıkları vuslat yolları farklı farklıdır.

Budur evvel kapu dergâh-ı Hakk’a
Ki yolun ibtidâsıdır şerîat
Hakk dergâhına birinci kapı budur
Yolun başlangıcıdır şerîat

[Şeriat ile hakikat arasında olan nispet, nübüvvet ile velâyet arasında olan nispet gibidir. Kul için iki yön vardır:
Velâyet, nübüvvet. Nübüvvet vasıtasıyla umumi insanlara tebliğ olunan, şeriat hükümleridir. Şeriat, umumi insanların hakikatlerinin neticesidir. Şeriat bir kapıdır ki, bu kapıdan niceleri hakikat sarayına girip marifet dayanaklarına kavuştular. Yine bir kısım insanlar, şeriat kapısından hakikat sarayına girdikleri halde, habersiz kaldılar; marifete kavuşamadılar. Ve niceleri hakikat sarayına dahi giremeyip şeriat kapısında kaldılar. Bundan anlaşılan odur ki, nübüvvetin bidayet ve nihayeti kurb-ı velâyet olduğu gibi, şeriatın dahi bidayet ve nihayeti, hakikat ve marifet olur.][2]

“Şeyhim mülk ve melekût da bulunan şeylerin tamamı size keşf olunsa şer’a uydurmaya gücünüz yetiyorsa ne âlâ. Yok, eğer yetmiyorsa o keşfi terk edin, fakat şeriatı terk etmeyin derdi.” [3]
“Keşfi terk edin” sözünün mânâsı, sâlikin şeriatla telif ve tevfik etmeye muktedir olacağı zamana kadar keşfinden bahs etmemesi, onunla amel etmemesi, bu esnada tevhidle meşgul olup şeriata riayet etmesidir. Zira tevhid sayesinde mertebe yükselir ve sâlik o keşfin aslında şeriata uygun olduğunu müşahede eder.[4]
Ebu’l-Hasen eş-Şazelî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurur ki;
“Kitabın ve Sünnetin getirdiği esaslarda bize hatasızlık garantisi verilmiştir; fakat keşifler ve ilhamlar için böyle bir garanti yok…” [5]

Dahi bununla hatm olur bu yollar
Bu râhın intihâsıdır şerîat
Bu yollar bununla son bulur
Bu yolun sonudur şerîat
[Muhyiddin İbnu’l-Arabî, şerîat kavramının nasıl anlaşılması gerektiğini, şeriatın hakîkatla olan ilişkisini şöyle izah etmektedir:
“Şerîat; fiilin sana nisbetiyle birlikte, kulluğu iltizâm etmektir.
Şerîat bir sınırdır yoktur eğrisi
Tırmandı ona yüksek makamlar ehli,
Akıl ve himmetlerle yüksek merdivenleri,
Girdiler fakat çıkmadılar, bir huzur ki,
Geldiler bir emirle, yücedir kadri,
Değildir onlara zorluk, getirdikleri.
Şerîat; rasûllerin Allah’ın emriyle getirmiş olduğu zahir bir sünnettir. Cenâb-ı Hakk’ın “îcad ettikleri ruhbâniyet” [6] diye buyurduğu, (insanlar tarafından) Allah’a yakınlık için bid’at olarak icad edilen sünnetler ve Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Kim iyi bir çığır açarsa..”  [7] hadisinde ifade ettiği sünnetler de bir şeriattır. Zira Hz. Peygamber (s.) bu hadisinde, bizlere, güzel olan bir şeyi ortaya koymayı caiz görmüş, bunu icad edene ve onunla amel edene mükâfat olacağını bildirmiştir. Yine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem içtihadının sonucuyla Allah’a ibadet eden bir kişinin, Allah Teâlâ katından belirlenmiş bir şerîata göre olmasa da, Kıyamet gününde tabi olacağı bir imamı olmaksızın, tek başına bir ümmet olarak haşredileceğini bildirmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk celle celâlühû Hz. İbrâhîm aleyhisselâm hakkında;
“Hiç kuşkusuz İbrâhîm, Allah’a itaat içinde, tekbaşına bir önder idi.” [8] şeklinde buyurmaktadır ki, bu, Hz. İbrahim aleyhisselâm henüz vahiy gelmeden önceydi. [9] Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” [10] buyurmuştur. O halde kim güzel ahlak sahibiyse, o bunu bilmese de, Rabbi’sinden bir şeriat üzere demektir. Böyle bir durumu Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de hayır olarak isimlendirmiştir. Nitekim Hakim b. Hizam radiyallâhü anh hadisinde, onun cahiliyye döneminde, köle azat etme, sadaka, sıla-ı rahim ve cömertlik gibi yapmış olduğu iyi amellerin hükmünü sorması üzerine Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Sen geçmişte işlediğin hayırlar üzerine müslüman oldun.” [11] buyurmuş ve bunları bir hayır olarak isimlendirmiştir. Yani Cenâb-ı Hakk (c. c.) onu bunlar nedeniyle (islâmla) mükâfatlandırmıştır.][12]
Allah Teâlâ din olarak gönderdiği câmi’ olan esasların hepside İslâm şeriatı içinde mevcuttur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin getirdiği bütün esaslar diğer nebilerin getirdiklerini de kapsar.
(Kur’an-ı Kerim’de) her sonra gelen (nebi) evvelkini câmi’dür lâsiyyemâ[13] hatmun ma’nası odur ki, cemi peygamberleri ve velileri câmi’dür. Her birinün sırrı onda bulunur dimekdür. kurân-ı ‘azimde cemi’ kıssas-ı enbiyâ hatmun hâlidür. Her bir hâlini bir nebinün yüzünden beyan etmişdür. [14]

Sırat-ı müstakîm’e davet eden
Münâdîler nidâsıdır şerîat.
Doğru yola davet eden
Çağıranların nidâsıdır şerîat.

Hakikâtsiz şeriat gösteriş, şerîatsız hakikât de riyadır. Bunların birbiriyle ilişkisi, bedenin ruhla olan ilişkisi ile kıyaslanabilir.
Ruh bedenden ayrılınca, canlı beden bir ceset haline gelir. Ruh, bir rüzgâr gibi yok olur.
İslâm’ın kelime-i şahâdeti her ikisini de içine alır. ‘Allah Teâlâ’dan başka ilah yoktur’ sözleri hakikât, ‘Muhammed O’nun resulüdür’ sözleri de şerîattır. Her kim, hakikâti inkâr ederse kâfir, her kim de, şerîatı inkâr ederse mülhiddir.”  [15]
Hz. Ömer radiyallâhü anh şöyle diyor: “Şeriatın edeplendirmediğini, Allah Teâlâ edeplendirmemiştir.” [16]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki; “Tek bir fakih, şeytana bin âbidden daha yamandır.” [17]
Şerîatın muhafazasının gerekliliği muhakkaktır. Ancak burada sorun aynîlik ve gayrılığın nasıl olduğu nerede hata yapıldığını bilmektir.

Menkabe, Hallac-ı Mansur’un, eşi-dostu tarafından kendine tevcih edilen
“Niçin tövbe etmiyorsun?” sualine:
“Biz şeriatın duvarından bir taş düşürdük, oraya başımızı koymamız gerekdir” deyi cevap verdiğini nakleyliyor.[18] Hakîkatde Mansur oraya başını koyabildi mi ki? Bu garîb sofiden sonra asırlar boyu şerîatin duvarına tecâvüz ahvâl-i âdiyeden[19] oldu, ne var ki; Nesîmî müstesna, kimse­nin kafasını kesmediler.
Tasavvuf-şerîat münâsebeti büyük sofîler tarafından içice ve yekdiğerinin ayrılmaz tamamlayıcısı olarak gös­terilmesine rağmen, hakikatde tekke-mescid, derviş-zâhid ikilisi olarak belirmiş, imkânsız bir uyuşmazlık hâlinde de­vam ede gelmiştir. Bu ikilik ve zıddiyet bilhassa edebiyatda kendini göstermektedir: Şerîat neyi haram kılmışsa veya süflî mekruh kabul etmişse, tasavvuf onu sembolize ederek kelimeyi aynen alıp ma’nâ ve mâhiyetini değiştire­rek öğmüş, amele ve itikada dâir birçok hususlarda yeni ve çok defa başka istikâmetlerde yorumlamalara giriş­miştir.[20] Şüphesiz bu ihtilâfda, başta İslâm düşünürlerinin dinin bütün uygulanma kabiliyetini ve berraklığını bozu­cu neticesiz münâkaşaları olmak üzere, bir yandan şerîat adamlarının sertlik ve müsamahasızlığının, diğer yandan mutasavvifenin en ciddî ve hayatî din kaidelerini ciddi­yetle talâkkî etmeyişlerinin de te’siri vardır. Garîb olan, şaşırtıcı olan şurasıdır ki, bütün bu çekişmelere rağmen, Mâhir İz Bey’in (hyt: 1950) ifadesiyle
“Bin yıldır, yani Türk’ün İslâmiyeti kabulünden itibaren kurulmuş olan Müslüman — Türk devletlerinde ve Türk’ün gayrı bütün islâm memleketlerin­de hemen her şehirde cami ile beraber bir tekkenin, bir zaviyenin kuruluşuna şahit oluyoruz” ve kimse bu zahirî beraberliği görerek içbirliğini de sağlamağa teşebbüs et­miyor. Öyle ki, bugün bile Mehmed Akif Ersoy gibi birisi için bile “Maalesef tasavvuf neşvesi yok” deyip dolayısiyle “Geç onu!” demek isteyen tarîkat mensubu ciddî, münev­ver kimseler görüyoruz. Diğer tarafdan Muhyiddin ibn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz hakkındaki münakaşalar Kemalpaşazâde gibi “Müfti-üs-sakaleyn” unvanı verilen bir büyük âlimin fetvasına rağmen durmamış, Vânî-zâde’nin Mevlânâ ve bütün mutasavvife aleyhindeki hükümleri zamanımızda dahi münâ­kaşa edilegelmiştir.
Yenişehirli Avni Bey:

Hakîkat-i cihet-i kalb-gâhı bilmezler
Namaza hâzır olurlar huzura bakmazlar
derken kimlerden yakınıyor ve neyi ifâde etmek istiyordu?

Zâhid bu bürûdetle eğer dûzaha[21] girsen
Bir lüle duhan[22] yakmağa âteş bulamazsın
diyen şairin da’vâsı ne? Diğer taraftan:

Irz ehli olan sarhoşa meyhane yakışmaz
Hatırlı şişe râf u dolabında gerekdir
diyen şâir ve;

Gel seninle edelim ehl-i fesadı taksim
Baba Sultânı sana vü koca şeytanı bana
diyen şâir kimleri kasdetmektedir?
Aslında bu dört beyitin muhtevası da şeriatın hudutları içinde bulunmaktadır. Bütün mesele bakış zâviyesindedir ki, bu zaviye iki olup biri tekke diğeri mesciddir. Ma­hir İz, bu ikisinin bir olması gerektiğini, aslın­da da bir olduğunu ileri sürmüş, büyük sofilerden deliller getirerek onları âyetlerin ve hadîslerin muvacehesinde değerlendirmiştir. Hakîkatde, Muallim Naci’nin:

Bir harfimizin mahreci ta’yîn olunurken
Ma’nâ yerine arbede[23] çıkmışdı içinden
beytinde ifâde edildiği gibi, tasavvufun ve şerîatin mahre­cinde ittifak yerine bir kuru gürültü asırlarca devam et­miş, şüphesiz bundan zarar gören ümmetin şeriat ve ta­savvuf anlayışı olmuştur.
Ötedenberi “Sünnî tasavvuf” diye adlandırılan bir cereyanın yanında sünnî ve hattâ bir kısım Şi’î-Caferî ulemânın bile reddettiği bir tasavvuf cereyanı daha var­dır ki, hiçbir kayıt tanımayışı ve telkin ettiği meşreb ve hükümler bakımından şairane oluşu dolayısıyla edebî muhitlerde tutunmuş ve bütün klâsik edebiyatımızı büyük nisbette etkilemiştir. Bu ikincisi bâtinîliğin mahsulüdür. Usûl bakımından tam ma’nâsiyle zevzekliği, mübâlatsızlığı[24]; tatbikat cihetinden de kayıt tanımazlığı, bütün şerî mües­seselere dolaylı olarak ve bâzan da açıkdan açığa tecâ­vüzü, tehzili [25] belirtici vasıf edinmiştir. Bâtınî cereyanla­rın en büyük özelliği olan te’vil, bu cereyanın bilhassa edebiyatta arkasına saklandığı husus olmuştur. Gide gide bütün târikatlere nüfuz eden bâtınî tasavvuf onlardan bâzılarının hüviyetini tanınmaz hâle getirmiş, bâzılarına da bambaşka hüviyet kazandırmıştır. [26]
İslâm’da hakîkat, hikmet ve şerî’at ayrımı yapanlar, İslâm’ı parçalama peşinde olanlardır. Bunu Allah Teâlâ adına yapanlar ise düpedüz İslâm’a ihânet etmektedirler. Zira İslâm’da hakîkat- şerî’at, akıl şerî’at, din-düşünce, ilim ve bilim ayrımı yoktur.[27]
Bu söylenen sözler hakikatin kendisidir. Hiçbir ehl’ullah bunun dışında bir mana tevehhüm edecek söz söylememiştir. Belki söylenen zahirin aldatıcılığıdır.
“Size gerçek fakihin/alimin kim olduğunu haber vereyim mi?” sualini sorarak başlayan Hz. Ali kerreme’llâhü veche, gerçek fakihin/alimin bariz husu­siyetini şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
“İnsanları Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümitsizliğe sevketmeyen, Allah Teâlâ’nın aza­bından onları emin kılmayan, ilâhî yasaklar konusunda onlara ruhsat kapısını açmayan ve Kur’an-ı Kerimi bırakıp da başka bir şeye rağbet etmeyen kimsedir. Haberiniz olsun, anlayış ve kavrayışın olmadığı bir ilimde hayır yoktur. Dikkat edin, düşünüp ibret dersi çıkarılmayan bir Kur’an-ı Kerim okuyuşunda hayır yoktur. Yine tefekkürün olmadığı bir kullukta da hayır yoktur” [28]
En büyük felâket, Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bilmemektir. Bu sebeple müslümanın birinci derecede vazifesi cehaletini yok etmek ve özellikle fıkıh bilgisinde kuvvetli olmaktır. Şeytanın en büyük düşmanı, Allah Teâlâ’dan korkan âlimlerdir. Bir âlimin yaşaması şeytana karşı bin âbidin yaşamasından daha tehlikelidir. Çünkü şeytan, insan­lara küfür yolunu, Allah Teâlâ’ya taat çizgisinden dışarı çıkmayı, sapık yolları emreder. Fıkıh bilgini imam ise, Allah Teâlâ’ya itaati emr eder, in­sanları şeytanın yolundan uzaklaştırıp Allah Teâlâ’nın yoluna yönelmeleri­ni emr eder. Cahil olan âbîdde, bu sayılanlardan hiçbiri görülmez. Cahil olan âbid bunlardan hiçbirini yapamaz.
Velilik derecesine ulaşsa da, bir fıkıh bilgini böyle cahil bir âbid­den daha üstündür. Şeytan cahil sofuyu yoldan çıkarmakta zorluk çekmez.
Rivayet edilir ki, biri âlim diğeri cahil olan iki adam cahil bir şeyhe intisab ederek ondan ders aldılar, ibadet ettiler ve veli­lik derecesine ulaştılar. Bir gün şeytan, âlim olana havada bir cen­net gösterdi ve: “Bu cennet senindir. Yalnız bir şartla. Şeyhini, nebilerden daha üstün tutacaksın.” dedi, O da şöyle cevap verdi: “şüphesiz hiçbir veli nebiler derecesine ulaşamaz. Belki bir nebi, bütün velilerden üstündür.” Bu söz üzerine şeytan, o âlimden ümidini kesti. Sonra ayni cenneti cahil olan veliye gös­terdi. Ona söylediğinin aynısını arkadaşına da söyledi. Cahil olan arkadaşı ise, o cenneti elde edebilmek için şeyhini nebilere üs­tün tutarak, mertebesinden düştü. Sonra şeytan şeyhinin yanına giderek aralarında geçenleri anlattı. Şeyhi abide: “ilim öğren, zira ve­lilik bir kimsede ilimsiz olarak yerleşmez,” dedi.[29]
Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa,[30] tasavvufsuz bir fıkıh fasıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zahir ve batın beraber olunca hakiki ilim meydana gelir.”
Ahmed Rifâi kuddise sırruhu’l-azîz der ki; “Tarîkat, ayn-ı şeriat, şeriat ayn-ı tarîkattır. Aralarındaki fark lafızlardan ibarettir.”
“Şeriât, illâ lâzımdır. Şeriat olmadan Tarîkat olmaz.”  [31]
Et-tarîkatü ve’l-hakîkati hâdimân-ı şeriâh” Tarîkat ve hakikât şeriatın hizmetçisidir.[32]
İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyuruyor: “Tasavvuf bilme­yenler zındık olur, şerîat bilmeyenler kâfir olur.” [33]
Hacı İsmail Hakkı İhrami kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz Sivasî şeriat ve tarîkat hakkında buyurdu ki;
“Şeriatı gözetmeyenin tarîkatı olmaz.”
“Bu yolun evveli şeriat, ortası tarîkat, sonu yine şeriat.”
“Gardaşlarım! Bizim tarîkatımız ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar incelirse incelsin, şeriattan kıl kadar ayrılmasına imkân yok­tur”
“Şeriatta kıl kadar noksanı olanın, havada uçtuğunu görürseniz, vurup kanadını kırın. İstidraçtan [34] başka bir şey değildir.” [35]
Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdu ki; “İnsanlar, dünya hayatlarını geliştirme adına dinlerinin esaslarından bir şey terk edecek olurlar ise Allah Teâlâ, yaşadıkları şartların daha beterini onlara mu­sallat eder” [36]

Şeriat enbiyânın sünnetidir,
Kamûnun ihtidâsıdır şerîat.
Şeriat nebilerin sünnetidir,
Hepsinin hidayetidir şerîat.
Ehlu’llâh’ın, âlimlerin gittikleri yol Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yolu olduğu gibi, hidayet vesilesi oldukları husustur.

“Âlimler nebilerin varisleridir.” [37]
Muhyiddin ibn’ül Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;
[Ey kardeşim! Allah celle celâlühû aşkına, sana söylediklerim konusunda, bana karşı insaflı ol! Hiç kuşkusuz sen, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cenâb-ı Hakk’a celle celâlühû ait olarak rivayet edilen; sevinmek (el-ferah), gülmek (ed-dıhk), hayrete düşmek (et-te’accub), neşeli olmak (et-tebeşbuş), kızmak (el-gadab), tereddüt etmek (et-tereddud), hoşlanmamak (elkerâhe), sevmek (el-mahabbe), arzu etmek (eş-şevk) ve benzeri sıfatlardan sahih olanları bir araya getirdin ve bunlara iman ve tasdikin vacip olduğunu kabul ettin.
Nitekim Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden rivayet edildiği şekliyle, velilerin kalblerine, bu ilâhî makamdan (elhadratu’l-ilâ hiyye), sadece Allah Teâlâ’nın bildirmesi ile bilecekleri ve Allah Teâlâ’nın müşahede ettirmesiyle müşahede edecekleri ilâhî bir tarif, tecellî ve keşif olarak bazı lutuflar (nefehât) esmiş olsa, bunların hepsine sen de, ben de inanırız. Fakat benzeri bir şeyi, bir veli söylediğinde, el-Cüneyd’in de söylediği gibi, ona zındık demez misin? Ona, bu puta tapan müşebbihedendir, demez misin? O, Cenâb-ı Hakk’ı celle celâlühû mahlûkların sıfatlarıyla nasıl tavsif eder demez misin? Ali b. el-Huseyn’in radiyallâhü anhın dediği gibi, o puta tapanlardandır, diyerek onu öldürmez misin? Veya İbn Abbâs’ın radiyallâhü anhın dediği gibi, onun katline fetva vermezmisin?
O halde sen Allah celle celâlühû hakkında (rivayet edilmiş olan sıfatları), her ne kadar el-Eş’arî, kendi zannınca çeşitli tenzih yönleriyle te’vîl etse de, aklî delillerin muhal görerek te’vil’ini kabul etmediği konuları Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem işittiğinde, hangi kuralla onlara iman edip, kabul ediyorsun? Burada insaf nerededir? Hâlbuki ilâhî kudret’in, nebilere verdiği sır ilimlerini, bu velî’ye de verecek kadar geniş olduğunu kabul etmelisin! Çünkü bu, nübüvvetin hususiyeti eriyle ilgili değildir. Ayrıca kanun koyucu (durumunda olan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bunu ümmetine yasaklamamış ve bu konuda bir şey söylememiştir. Aksine; “Muhakkak ki (eski) ümmetler içinde muhaddesler (ilhamlı kişiler) vardı. Eğer ümmetim içinde bunlardan bulunacaksa (ki şüphesiz bulunacaktır);onlardan birisi de, Ömer’dir.” [38] buyurmuştur. Bununla Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ümmetinden, nebi olmadığı halde ilham alacak olan kişiler olacağını isbat etmiştir. Bu şekilde ilhama mazhar olmuş olan kişi, helal veya haram olarak hüküm verme yetkisinin dışındadır. Çünkü kanun koyma yetkisi, nübüvvetin özelliklerindendir. Hâlbuki ilâhî ilimlerin inceliklerine vakıf olmak, sadece kanun koyucu nübüvvetin özelliklerinden değildir. Aksine bu, rasûl, veli, tâbi olan ve tabi olunan tüm kullar için geçerli olan bir husustur.
Ey dostum! Senin insafın nerede? Allah Teâlâ’nın salih kullarının deccalları ve velilerin fir’avnları olan fukahâ ve fikir erbabında böyle şeyler yokmu? [39] Hâlbuki Cenâb-ı Hakk celle celâlühû aramızda bulunanlar içerisinde şeriatıyla amel edenler ve iyi amellerinin sonucu olarak, onlara öğretmeği üzerine aldığı ilimlerle ilgili;
“Allah Teâlâ’dan sakının! Zira size Allah öğretiyor. Ve Allah her şeyi bilir.”  [40] “Allah Teâlâ’dan sakınırsanız, O size iyiyi kötüden ayırdeden bir ölçü (furkan) verir.” [41] buyurmuştur. Ömer b. el-Hattâb radiyallâhü anh ve Ahmed b. Hanbel radiyallâhü anh bu makamın kutuplarındandır. Nitekim Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cenâb-ı Hakk’ın  celle celâlühû Ömer b. el-Hattâb radiyallâhü anha vermiş olduğu bu gücü hatırlatmak üzere şöyle buyurmuştur:
“Ey Hattab oğlu! Nefsim elinde bulunan Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Şeytan, senin gittiğin bir yolda, asla karşına çıkmazda, senin yolundan başka bir yola yönelir.” [42] Bu, masum olan Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şehadetiyle, Hz. Ömer radiyallâhü anhın ismetine delalet etmektedir. Ve biz kesin olarak biliyoruz ki, şeytan bizi yalnız batıl bir yola götürür. Ve bu yol da, Hz. Ömer radiyallâhü anhın girmediği bir yoldur. Hz. Ömer radiyallâhü anhın girmiş olduğu hak yollar ise, ancak nas ile (sabit) olan yollardır. Zira o, hakk uğrana atıldığı ve girmiş olduğu yolların hiç birinde, Allah celle celâlühû için, hiç kimsenin kınamasına da aldırış etmeyenlerdendi.[43] Nefislerin tahammül ve kabul etmediği, reddettiği ve itici olduğundan; her hususta hakk’ı gözetmek zor ve nefislere kabul ettirmek güçtür. İşte bu sebebten Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Hz. Ömer radiyallâhü anh hakkında şöyle buyurmuştur:
“Allah celle celâlühû Ömer’e rahmet etsin. Acıda olsa, daima hakkı söyler. Nitekim Hakk ona dost bırakmadı.” [44] Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem hem zahiren, hem de bâtınen doğru söylemiştir. Hz. Ömer radiyallâhü anhın bir dostunun olamamasının zahirî sebebleri;
İnsafsızlık,
Baş olma sevdası,
Kişinin Cenâb-ı Hakk’a kulluğu bırakması,
Kendisiyle ilgili olmayan şeylerle meşgul olması,
Kendisine emrolunanları bırakması,
Kendi kusurları yerine İnsanların kusurlarıyla meşgul olmasıdır.
Hz. Ömer radiyallâhü anhın bir dostunun olamamasının bâtını yönü ise, Hz. Ömer radiyallâhü anhın kalbinde, Cenâb-ı Hakk celle celâlühû’den başka bir dostun kalmaması ve Cenâb-ı Hakk celle celâlühû’den başka hiç bir kimseyle ilişkisinin kalmaması demektir.] [45]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Acı da olsa gerçeği söyle.” [46]

Hüdâ’nın leyle-i Mi’râc içinde,
Habîbine atâsıdır şerîat.
Hüdâ’nın Mi’râc gecesin içinde,
Habîbine ihsanıdır şerîat.

Yirmiüç yıla dek Cebrâîlin
Ana vahy-i Hüdâ’sıdır şerîat.
Yirmiüç yıla yakın Cebrâîlin
Ona Hüdâ vahyidir şerîat.

Cihânda çoktur envâ-i ulûmun
Kamûsunun hümasıdır şerîat
Cihânda çoktur ilmin sınıfları
Hepsinin saadetidir şerîat
Şeriat hukukî meseleleri haizde olduğu için dünyanın düzeninin sağlanmasında etkin rolü vardır. Adalet ve hukuk sistemi cezayıda içinde barındırsa da huzuru sağlaması açısından elzemdir.
Bu nefs-i kâfiri katletmek için
Hakk’ın hükm-i kazâsıdır şerîat.
Bu kâfir nefsi öldürmek için
Hakk’ın hükm-ü kazâsıdır şerîat.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Nefsini kötüleyen kişiye ne mutlu” [47] kötülemekten murat onu terbiye etmek için gayret göstermektir. Nefis mücadelesi neticesinde bir bedel ödenir oda nefsin ölmesi demek olan ruha tabiyetidir.
وَلَكُمْ فِى الْقِصَاصِ حَيَوةٌ يَا اُولِى  اْلاَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“Ey temiz akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir ki, korunursunuz.[48]

Nefs

İslâm filozof ve mutasavvıfları insan şahsiyetini üçlü bir sistem ola­rak ele alıp, inceliyorlar: Zihin, Kalp ve Nefis. Kur’ân-ı Kerîm’in onlara ışık tuttuğunu açıkça görüyoruz. Batı felsefesi, insan şahsiyetinin merke­zine zihni koymuş, kalp ve nefis unsurlarını ihmâl etmiştir. Böyle bir yol izlediğindendir ki, insan “zihin”i hakkında, doyurucu neticelere ulaşa­mamışlardır.[49]
Nefs, Arapça bir bir kelime olup kökü “ن ف س” harflerinden oluşmaktadır. “Ne-fe-se” kelime kökünden türetilmiştir. Bu kelimeye şu anlamlar verilmiştir: “Nefs; bir şeyin zatı, varlığı, kendisi, ruh”  anlamlarında kullanılmıştır. Ayrıca nefs kelimesi “bir şeyin hakikati, bütünlüğü, ruh anlamındadır.”   Bu temel anlamların yanı sıra bu kelimeye verilen diğer anlamlar ise “kan, kardeş, dabağlama kazanı”  dır.
Nefs kelimesi Türkçeye nefis şeklinde geçip geniş bir kullanım alanı kazanmıştır. Türkçede nefis kelimesine verilen anlamlar ise “öz varlık, insanın yeme içme gibi ihtiyaçlarının bütünü, isteklerine uymak, günah işlemek” tir.
Felsefe literatüründe ise nefs “insanın varlığının bedensel ya da daha çok biyolojik ihtiyaçlarının bütününe verilen ad, insanı dünyadaki geçici varlıklara, gösterişe, maddeye tutkulara yönelten, bundan dolayı da her zaman iradenin kontrolü altında tutulması gereken bir iç eğilim olarak tanımlanmıştır.”
Arapça sözlüklerde gördüğümüz nefs kelimesine verilen ruh anlamı mecazi bir anlamdır ve sonradan bu kelimeye yüklenmiştir.
Nefs kelimesi insanın varlığını, hakikatini, kendine haslığını ifade etmektedir. Bizzat insanın kendisi anlamındadır. Nefs kavramının ıstılahi anlamına bakıldığında ruh ve nefs özdeşliği ile karşılaşılmaktadır. Ancak bu görüş daha sonradan nefs kelimesine yüklenen bir anlamdır. Bu görüşün oluşmasında düalist insan anlayışının benimsenmesinin büyük etkisi vardır.
Kur’an-ı Kerim’de nefs kelimesi ruhtan ayrı bir anlamda kullanılmış olmasına rağmen tarihi süreçte bu kullanım dikkate alınmamıştır. Özellikle bu iki kavramı özdeş olarak kullananlar kelamcılardır. “Ruh, neseme ve nefs aynı anlamda müşterek isimlerdir. Bununla, bedene üflenen ve bedeni yöneten şey kastedilmektedir.”
Kelamcılara göre genel olarak ruh ve nefs kelimeleri aynı anlamda kullanılmıştır. Ancak filozoflara göre bu iki kavram birbirinden farklıdır. “Ruh cisimdir, nefs cisim değildir. Ruh bedenin içerisinde, nefs ise bedenin içinde değildir. Ruh bedeni terk ettiğinde yok olur, nefsin ise bedendeki faaliyetleri yok olur fakat onun özü yok olmaz. Nefs bedeni hareket ettirir ve onu hislere ulaştırır, ruh bunu his olmadan yapar. Nefs, bedene ve hayata ruh vasıtasıyla ulaşır, ruh ise bunu aracısız yapar.”
Gazali ruh ve nefs konusunda kelamcıların görüşünden ziyade filozofların görüşünü benimsemiştir. Gazali’ye göre nefs ve ruh kavramlarının iki anlamı vardır: “Bu kavramlarla insanın ruhu kastedildiği gibi, kalp ve göğsün sol yanında bulunan et parçası, ruh ile cismani kalbin boşluğundan doğan latif cisim, nefs ile insandaki gazap ve şehvet kuvvetlerini içerisine alan yani insanın kötü sıfatları kast edilir.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Bilin ki beden içinde bir et parçası vardır. Bu et parçası sıhhatli olursa beden de sıhhatli olur: O bozulursa beden de bozulur. Bu et parçası kalptir” [50]
Ruh ve nefs kavramlarının birbirinden farklı olduğu görüşünü savunanlardan bir grup ise sufilerdir. Genelde nefsi kötülüklerin kaynağı olarak görürlerken ruhu iyiliklerin kaynağı olarak kabul etmektedirler.  Sufilere göre şehvetin ve kötü arzuların kaynağı beden yani nefs iken, ruh insani erdemlerin kaynağıdır. Bu anlayışın sonuçlarından biri de ruhun yüceltilip üstün görülmesi, bedenin ise aşağılanması ve isteklerinin yerine getirilmemesi gerektiği anlayışıdır. Nefsin eğitimi, ancak isteklerinin yerine getirilmemesi ile mümkündür. Doğrusu bu anlayışa Eflatun’un ruhu ide kabul etmesinin ve Hint felsefesindeki ruhun üstünlüğünün kaynaklık ettiği görülmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de Nefs Kavramı

Kur’an’da “ن ف س” kökünden türetilmiş iki fiil kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi
“Ağarmaya başlayan havaya and olsun ki” [51] ayetinde sabahın olmasını, havanın ağarmasını ifade eden “teneffese” kalıbı, diğer kullanım ise
“iyi şeylerde yarışanlar, bunun için yarışsınlar”[52]
ayetinde geçen “yetenafese” fiilidir ki bu fiil insanların yarışması anlamında kullanılmıştır. Kur’an’da nefs kelimesinin geçtiği ayetler dikkate alındığında ve bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde görülmektedir ki Kur’an’da nefs kelimesine insan, birey, kimse, o veya onlar zamiri olarak cins, zihin anlamları yüklenmiştir.
“Her nefis ölümü tadacaktır.” [53]
“Her nefsin kazandığı kendisinedir.” [54]
“… Allah Teâlâ’nın yasakladığı nefse haksız yere kıymayın…” [55]
Yukarıdaki ayetlerde geçen “nefs” kelimesinin anlamı insan, birey, insanın varlığını ifade etmektedir. Bu ayetlerde geçen nefs, düalist insan anlayışına hâkim olan nefs-beden ikiliğini ifade eden tarzda anlaşılmaktadır. Çünkü bu anlayışta nefs ölümsüzdür. Oysa Kur’an-ı Kerim ısrarla nefsin ölümlü olduğunu, ölümü tadacağını vurgulamaktadır. Fakat Razi bu ayette geçen nefs kelimesini filozofların anladığı tarzda düalist bir yaklaşımla ele almaktadır. Ayette geçen nefs kelimesinin beden olduğunu iddia etmektedir. Ruh ise bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirmektedir.
Kur’an’da nefs kelimesinin dönüşlü zamir olarak kullanıldığı ayetlerde bulunmaktadır.
“Onlar fena bir şey yaptıklarında veya nefslerine zulmettiklerinde Allah Teâlâ’yı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler…” [56]
“…Fakat onlar bize değil sadece nefislerine kötülük ediyorlar.” [57]
“Allah Teâlâ onlara zulmetmiyordu. Fakat onlar nefislerine zulmediyorlardı.” [58]
Yukarıda örnek verdiğimiz ayetlerde geçen ‘nefislerine’ kelimeleri dönüşlü zamir olarak kullanılmıştır. Ancak bazı ayetlerde geçen nefs kelimesi
“Allah”a izafe edildiği için müfessirler arasında görüş ayrılıklarına neden olmuştur. Bu ayetler şunlardır: “Sen nefsimde olanı bilirsin, fakat ben senin nefsinde olanı bilmem.” [59]
“Seni kendim için elçi seçtim.” [60]
“Rabbiniz kendine rahmeti yazdı.” [61]
Nefs kelimesinin kullanıldığı bir diğer anlam ise zihin, akıl, şuurdur. Bu anlamı ifade eden ayetlere örnek ise: “Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar.” [62]
“Onlar nefislerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklardır.” [63]
“Biliniz ki Allah nefislerinizde olanı bilir.” [64]
Yukarıda ifade ettiğimiz ayetlerde geçen nefs kelimesi insanın zihnini, düşünce gücünü, bilinçliliğini ifade etmektedir. Nefs kelimesinin bir diğer anlamı ise cins, türdür. Aşağıda örnek olarak vereceğimiz ayetlerde geçen nefs kelimesi insan cinsinin, yaratıklar arasında ayrı bir tür olduğunu ifade etmek için kullanılmıştır.
“Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üretip yaratan Rabbinizden sakının.” [65]
“O sizi bir tek nefisten yaratandır.” [66]
“Sizi bir tek nefisten yaratan ondan da yanında huzur bulsun diye eşini yaratan O’dur.” [67]
Bu ayetler, Havva’nın Âdem aleyhisselâmdan yaratıldığına dair bir anlayışı ifade etmez. Bilakis onların aynı cinsten yaratıldığını yani insan cinsine, türüne has olarak yaratıldıklarını ifade eder. Razi bu konuda iki görüşün olduğunu bildirir. Bu görüşlerden ilki Havva’nın Âdem aleyhisselâmdan yaratıldığı, ikincisi ise Âdem aleyhisselâmın cinsinden Havva’nın yaratıldığıdır.

Cihâd-ı ekber eden ehl-i diller,
Kulûbunun safâsıdır şerîat.
Büyük cihâd eden gönül ehilleri,
Kalplerin safâsıdır şerîat.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
Ümmetim hakkında endişe ettiğim hususların en korkunç olanı;  hevâ ve hevese uymak ve tûl-i emeldir. Nefsin arzularına uymak insanı hak yoldan sapıtır. Tûl-i emel ise âhireti unutturur.” [68]
“Küçük cihattan büyük cihada dönmüş bulunuyoruz” sözüne karşılık büyük cihadın ne olduğu sorulunca; Dikkat edin o, nefis mücadelesidir” buyurdu.[69]

Tarîkat kârbânının önünce,
Delil-ü muktedâsıdır şerîat.
Tarîkat kervanının önünce,
Uyulacak delililidir şerîat.

Tarikatın şeriatın zahirinden ayrı olması gibir vasfı olmadığı gibi, tarikat şeriatı yaşmada hakikisine ulaşmayı ve ihlâsı sağlaması açısından vucüdün kolları gibidir. Şeriatsız tarikat çolak insan gibidir.
Hakîkat gerçi Sultanlıktır ammâ,
Önünde anın livâsıdır şerîat.
Hakîkat gerçi Sultanlıktır ammâ,
Onun önünde sancağıdır şerîat.
Savaşta kazanılma işareti sancağın göğe çekilmesidir. Hakikat sultanlık olmasına rağmen şeriat sancağını indirenler için devlet olma nasibi yoktur. Devletin gücü sancağın duruşunda gizlidir.

Şerîattan velî yâd olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır şerîat.
Şerîattan velî ayrı olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır şerîat.
Hemen bu husûsda lâzım olan budur ki onlara mürîd ve onlardan sâlik olmayıp teslîmle onlardan irşâd olamayalar. Zîra bu mukarrerdir ki şerîat ve tarîkatle amel etmeyip ve sâbikan zikr olunan üç alâmet-i velî bulunmayan kimesneden derviş hâli irfanla behremend (nasibi olan) ve ber-murâd olamayıp a’mal-i sâliha ve ibâdât-i zahireyi bulunmakla el-ıyâz-ü billâh giderek delâlete ve ilhâda ve yanlış i’tikada düşmek havf-i vardır. Zîra tarîk-i Hakk’da ukûbât veya kalacak yerler çokdur. Kalb bir kere meyl etdikten sonra defi müşkil olup değme mürşîd-i kâmil onu ol vartadan kurtaramaz. Ve eğer tahsîl-i ma’rifetullah ederse de o âdabı şerîat ve tarîkate riâyet etmeyip nefsin sıfât-ı zemîmeleri mücâhede ile gitmediği için tahsîl ve tekmîl-i kuvett-i nefsâniyye ile olup kuvvet-i hâliyesi ve rûhaniyyesi olmaz. İmdi hal böyle olacak ma’rifetinin ve hâlinin kuvveti ve safâsı ve bünyâdı ve bakâsı dahî olmaz. Ve bir tâlib ki sâdık ve ehl-i istikâmet ve âlim ve ehl-i gayret olup bir mürşîd-i kâmil ve âlim-i âmil-i ârif-i billâh azîzden teslîm-i tamla irşâd etse zahir ve bâtını ma’mûr olur ve balı yağa katıp ve (nurun alâ nûr) haliyle zümre-i kâmilînden olur. Ve zahir ve bâtın iki ilimle âlim ve arif olmağın iki kanatlı olup ve bu iki kuvvetle makâmât-ı âliyeye pervaz edip gün gibi her şeye nef i ve ziyası olur.[70]

Şerîatle durur arz-u semâvat
Bu bünyânın binâsıdır şerîat.
Şerîatle durur yer ve gökler
Bu esas binâsıdır şerîat.

Ahkâm ve hukuksuz düzenin sağlanması mümkün değildir. Kıyametin kopması için belirtilen hadisi şeriflerde dinî yaşayışın bitişinden haber verilmiştir.
Kıyamet kopacağı zaman hakikate yani maddî alem manevi boyuta çok yaklaşmış durumdadır. Bu dönemde insan ilâh olma duygularının esiri olarak haddini aşıp Allah Teâlâ ile boy ölçüşmeye varacak kadar sınırlarını zorlayacaktır. Bu minvalde şeriatını kaybeden insanlık dünyasının yıkılmasına sebep olacak fesadı yayacaktır.
Ne bilsün şer’i pâki ehl-i ilhad
Ol a’dânın a’dâsıdır şerîat.
Temiz İslamı ne bilisin dinsizler
Ol düşmanın düşmanı şerîat.
Tasavvufun dinler üstü olduğuna inanmak en büyük yalnışlardan biridir. Dinî şeriatı olmayan bir sufi zındıklığa, tasavvufsuz bir dini inanışsa fasıklığa götürdüğü bir gerçektir. Din ve tasavvuf, zahir ve batın gibi beraber olunca hakikat meydana gelir. Mülhit ve zındık marifetle hakikâti fark edemediğinden Hakk’ı anlayıp bilmek ile bazı Marifeti hakikât zannederler. Yani sözü öz zannetmektedir. Dini noksan olanın hakikâti de noksan olmaktadır. Hak din İslamı bulamamış bir sufi neticede şeytanın kandırdığı sarhoş ve divane yolunda oynayan mecnundan başkasıda olmaz.
“Heva ve hevesini tanrı edinen kimseyi gördün mü?” [71]
“Sakın kıyamete inanmayıp, kendi heva ve hevesine uyan kimse seni, ona iman etmekten alıkoymasın; sonra helak olursun.” [72]

Hemen anlar da aklınca sanır kim
Nizam için olasıdır şerîat.
Hemen onlar da aklınca sanır kim
Düzen için gereklidir şerîat.

Sakın cânâ sakın anlara uyup
Deme sen de n’olasıdır şerîat.
Ey sevgili! Sakın sakın anlara uyup
Sen de gereksizdir deme şerîat.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Nefsimi elinde tutan Allah Teâlâ’ya andolsun ki siz, ya iyiliği emredip kötülük­ten menedersiniz, ya da Allah Teâlâ, kendi nezdinden sizin üzerinize bir azap gönde­rir. Sonra dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez”[73]
Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin şu sözü, emir bi’l-ma’rûf nehiy ani’l-münker vazifesinin değerini ortaya koymaktadır:
“Ya iyiliği emreder ve kötülükten menedersiniz ya da Allah size kötüleri­nizi musallat edecektir. Sonra iyileriniz dua ederler de onların dualarına icabet edilmez” [74]

Şerîatsız hakîkat oldu ilhad
Hakîkat nûr ziyâsıdır şerîat.
Şerîatsız hakîkat oldu dinsizlik
Hakîkat nûrun ışığıdır şerîat.
Fakîh, âlim İzzeddin b. Abdisselâm (hyt.660/1261)’ın İbnü’l-Arabî’yi ta’n ettiğini, “O zındıktır” dediğini duydum. Bir gün bazı dostları ona:
“Bize kutbu göstermeni istiyoruz,”dediler. İzzeddin b. Abdisselâm İbn Arabî’ye işâret etti. O’na, “Sen İbn Arabîye ta’n ediyordun ya.” diye sorunca, İzzeddin: “Şerîatin zâhirini koruyordum” ve buna bezer şeyler söyledi.
Muhakkik İbn Kemâl Paşa’nın (1468-1534) fetvasında İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizi övdüğü gayet açıktır:

“Ey insanlar! Biliniz ki, büyük şeyh, şerefli önder, âriflerin kutbu, muvahhidlerin imamı, Endülüslü, Hâtem Tayy kabilesinden Muhyiddin İbn Arabî kâmil bir müctehid ve fâzıl bir mürşid, taaccüp edilecek hayat hikâyeleri ve olağan dışı hâdiseleri ve çok talebesi olan bir zattır. Âlimler ve ileri gelenler katında kabule mazhar olmuştur. Onu inkâr eden hata yapmış olur. İnkârında ısrar ederse sapıtmış olur. Sultanın, onu terbiye etmesi ve onu inancından çevirmesi gerekir. Çünkü sultan doğruyu yaptırmak ve kötülükten men etmekle memurdur. Onun birçok eseri vardır. Bunlar içinde Füsûsü’l hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye bulunur. Bunlardaki meselelerin bir kısmının sözü ve manası belli, ilâhî buyruğa ve şer’-i Nebevî’ye uygundur. Bir kısmı da zâhir ehlinin anlayışına göre gizli olup, keşf ü bâtın ehlinin anlayışına göre açıktır. Meramını anlamayana bu durumda susmak lazımdır. Zira Allah Teâlâ:
“Bilgin olmadığı şeyin peşine düşme, çünkü kulak, göz ve kalbin her biri bu davranıştan sorumludur.” [75] buyurmaktadır. [76]

Ziyâ olmaz ise nûru da yok bil
Hakîkatla kıyasıdır şerîat.
Işık olmaz ise nuru da yok bil
Hakîkatla kıyasıdır şerîat.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdu ki:
“Sen şahısları hak ile tanı, hakkı şahıslarla tanıma. Yeter ki sen hakkı ta­nı, onun ehlini de tanırsın” (İ’rif er-ricâle bi’l-hakkı velâ ta’rif el-hakka bi’r-ricâli i’rif el-hakka ta’rif ehlehû) [77]

Cihâna bir velî hiç gelmez illâ,
Elinde anın âsâsıdır şerîat.
Bir velî cihâna hiç gelmez ancak,
Elinde onun âsâsıdır şerîat.
İnsan-ı kâmil, “Şeriatla âreste (süslenmiş), tarikat ve hakikatla pîreste (bezenmiş)şeklinde tarif edilmiştir. Allah Teâlâ dostları bir an dahi şeriatın ahkâmından âzade ve ayrı kalmamışlardır.

Dahî başında tâcı, şâl-u kisve
Hem eğninde abâsıdır şerîat.
Dahî başında tâc, şâl ve kisve
Hem omuzunda abâsıdır şerîat.

Hakîkat cânıdır ancak velînin,
Canından mâadasıdır şerîat.
Hakîkat cânıdır ancak velînin,
Canından daha ilerisidir şerîat.
Şeriatı koyan Allah Teâlâ’dır. Allah Teâlâ din için yeri gelir, savaşmayı emreder. Bu ise şeriatı yaşamanın candanda kıymetli olduğunu gösterir.

Çıkıcak can beden öldüğü gibi
Çıkıcak sır kalasıdır şerîat.
Beden öldüğü gibi çıkıcak can
Çıkıcak sırrın kalesidir şerîat.

Karâr etmez beden olmayıcak can
Hakîkatın bekâsıdır şerîat.
Beden olmayacak can Karâr etmez
Hakîkatin bekâsıdır şerîat.

Hakîkat dilber-i ra’nâ gibidir
Anın zerrîn libâsıdır şerîat.
Hakîkat güzel sevgili gibidir
Onun altından elbisesidir şerîat.

Sakın soyma anı na-mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır şerîat.
Mahrem olmayan içinde sakın soyma onu
Yüzün suyu ve hayâsıdır şerîat.
Hallac-ı Mansur’un idam edilmesinin sebebi hakikatin giydiği şeriat elbisesini cahillere soymasıdır. Cahiller soyulmuş hakikati uryan görünce ona tecavüz etmeye kalktılar. Bunun misali kadının çıplak olunca uğradığı taciz gibidir. Örtülmesi emredilen bir şey izinsiz uryan kılınırsa bedeli ödemekten gayri bir çare yoktur. Mahremiyette asıl olan saklı tutmaktır.

Hakîkat arş-ı âlâdır muhakkak
O arşın üstüvâsıdır şerîat.
Muhakkak Hakîkat arş-ı âlâdır
O arşın direkleridir şerîat.

Cem-i Enbiyâ vü Evliyânın
Niyâzî rehnümâsıdır şerîat.
Bütün nebilerin ve Evliyânın
Niyâzî kılavuzu şerîat.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdu ki,”Nimetin tamamına erişmek, İslâm üzere ölmektir” [78] (Temâmu’n-ni’meti el-mevtü ale’l-islâm)
Evzâî de, ( 707 – 774) buyurdu ki;
“Kendisine tâbî olunmaya ve sünnetine uyulmaya en çok layık olan kişi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir.” [79]
Niyâzî-i Mısrî, burada kendisi hakkında şeriata muhalif bir hal olmadığı var gibi görülenlerin ise yanlış anlama olduğu beyanıyla kılavuzunun şeriat ve ahkâmı olduğu bildiriken, diğer veliler ve enbiyanında bu şekilde olduğunu haber vermektedir. Bu nedenle bu söylenen sözlerin dışında kimse kalmaz, sende şeriata sahip çık demektedir.
Şeriatı olmayanın tarikati, tarikati olamayanın hakikati, hakikati bulmayanında vuslatı yoktur. Kılavuzu olmadan yola çıkanlar hayatında ve seyr-i sulukunda bir girdaba maruz kalacakları aşikar görülmektedir.







TAHMİS-İ AZBÎ

Kamu derdin devâsıdır şerîat
Tarîki dost devasıdır şerîat
Fenânın hem bekâsıdır şeriat
Serây-i din esâsıdır şerîat
Tarîk-i Hak hedâsıdır ş
erîat
Kul eylerim gedâyı şahı Hakk’a
İletir kullarını hergâh Hakk’a
Yakîn eyler dil gümrâhi[80] Hakk’a
Budur evvel kapu dergâh-ı Hakk’a
Ki yolun ibtidâsıdır şerîat
Bununla geçilir bir yüce eller
Bununla aşılır bir yüce yollar
Bununla pür[81] ziyadır paslı diller
Dahi bununla hatm olur bu yollar
Bu râhın intihâsıdır şerîat
Aziz olsun azize izzet eden
Müdâmı [82]kesret içre vahdet eden
Fakiri lutfa layık devlet eden
Sırat-ı müstakîm’e davet eden
Münâdîler nidâsıdır şerîat.
Bizi çalmış [83] mehakke [84] merviyetidir[85]
Hüda’nın nehyi münkeri hikmetidir
Günahkâran[86] sezâyı[87] cennetidir
Şeriat enbiyânın sünnetidir,
Kamûnun ihtidâsıdır şerîat.
Gânîdir ismi her muhtaç içinde
Yazılmış noktası sirâc[88] içinde
Iyandır [89] Hakk yüzü emvâc içinde
Hüdâ’nın leyle-i Mi’râc içinde,
Habîbine atâsıdır şerîat.
Elinde zü’l-fekârı hak Ali’nin
Yezidin katlidir kârı velinin
Atâsı bu kerim zü’l celilin
Yirmi üç yıla dek Cebrâîlin
Ona vahy-i Hüdâ’sıdır şerîat.
Çü efâli nebi’dir lutfu hilmin
Hıtâb-ı erini dinle kelîmin
Selâmet ol oku ismin selîmin
Cihânda çoktur envâ-i ulûmun
Kamûsunun hümasıdır şerîat
Bu erkânı mükemmel gütmek[90] için
Büyüklük varlığına yetmek için
Sırat-ı müstakime gitmek için
Bu nefs-i kâfiri katletmek için
Hakk’ın hükm-i kazâsıdır şerîat.
Gülistan içre müştak ona güller
Bu remzi anlamaz illâ ki iller
Maarif kapısın hal ehli bekler
Cihâd-ı ekber eden ehl-i diller,
Kulûbunun safâsıdır şerîat.
Hakikat serveri [91]sultan olunca
Bulunur ona bende bend olunca
Maariften olur hisse duyunca
Tarîkat kârbânının önünce,
Önünde onun livâsıdır şerîat.
Mecâzi aşkla mecnun u şeyda[92]
Müsemma[93] oldu ona ismi Leyla
Metânetlik[94] içre saklı mevlâ
Şerîattan velî yâd olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır şerîat.
Hakikatten urur dem cümle zerrât[95]
Sakın ilerisini lücâc[96] zen mât
Nice yüz gördü iş bu künhü[97] merrâtı[98]
Şerîatle durur arz u semâvat
Bu bünyânın binâsıdır şerîat.
Uyup nefse dinini etme berbad[99]
Pişman olma sonra etme feryad
“Etîullah”[100] remzin anla ol şad
Ne bilsün şer’i pâki ehl-i ilhad
Hakîkat nûr ziyâsıdır şerîat.
Safayı cevri bir sebak [101] bil
Eden bir, eyleyen bir, işi çok bil
Gözün ne görürse onu Hakk bil
Ziyâ olmaz ise nûru da yok bil
Hakîkatla kıyasıdır şerîat.
Muhammed olmasa olmazdı dünya
Muhammed olmasa olmazdı ukba
Ona gel bende ol kıl emrin icra
Cihâna bir velî hiç gelmez illâ,
Elinde onun âsâsıdır şerîat.
İtaat eyledi Hakk’tan her emre
Bitirdi âdeme tâş taze meyve
Oluptur zahir ve batında cennet
Dahî başında tâcı, şâl-u kisve
Hem eğninde abâsıdır şerîat.
Budur kavli Ali’nin Kümmelinin
“Nefahtü fîhi min ruhi” [102] delilin
Budur pendi Hüdâ şîrî [103] Ali’nin
Hakîkat cânıdır ancak velînin,
Canından mâadasıdır şerîat.
Bu macun mürettep[104] olmaz iz’ân[105]
Sıfat-ı âdem var rûhu hayvan
Anâsır şeş cihetle etse tuğyan
Karâr etmez beden olmayıcak can
Hakîkatın bekâsıdır şerîat.
Bu râzı[106] fehm eden ankâ gibidir
Tarikat kâmil halva[107] gibidir
Maarif kenzi la-yefnâ [108] gidir.
Hakîkat dilber-i ra’nâ gibidir
Onun zerrîn libâsıdır şerîat.
Çün âlem gizlidir âlemler içre
Ki hoş sohbet nihandır bir dem içre
Demiyle âlem ile âdem içre
Sakın soyma anı na-mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır şerîat.
Sana nazır çü mevlâdır muhakkik
Görünen çünkü eşyadır muhakkik
Ki cazib ruy-i mevlâdır muhakkik
Hakîkat arş-ı âlâdır muhakkak
O arşın üstüvâsıdır şerîat.
Bu eşârî okuyup hem yazanın
Fakiri kemteri her mübtelânın
Bu ben Azbî fakiri bi-nevânın[109]
Cem-i Enbiyâ vü Evliyânın
Niyâzî rehnümâsıdır şerîat.

[1] Maide, 48
[2] (ÜNAL, 2006 ), s.10
[3] (HÜDAYİ), c.I, v.18b
[4] (BAHADIROĞLU, 2003), s.92; (HÜDAYİ), c.I, v.18b
[5] Takıyyuddîn Ahmed b. Abdulhalîm b. Teymiye, Külliyat, çev. Kurul, Tevhid Yayınları, İstanbul 1986, 2/91. 2/238.
[6] Hadid, 27
[7] İyi veya kötü çığır açan veya hayra delâlet eden kimsenin mükâfatı ile ilgili olan bu hadis değişik lafızlarla Ebû Hureyre (r.), Cerîr b. Abdillah (r.), Huzeyfe (r.). Bilâl b. el-Hâris (r.), Enes b. Mâlik (r.), Ebû Mes’ûd el-Bedrî (r.), Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.), İbn Mes’ûd (r.), Hassan b. Atiyye (r.) ve Bureyde el-Eslemî’den (r.) rivayet edilmiştir. Ebû Hureyre (r.) rivayeti için bak: Müslim, İlim (47), 6. 16, hd. no: 674. Tirmizî, İlim (42), 15. hd. no: 2674. Ebû Dâvûd, Sunne (34), 7, hd. no: 4609. Neseî, îmân (47), 16, hd. no: 4971-4973. Dârimî, 1, 130-131, Mukaddime, 44. Musned. 2, 397. 505, 520-
[8] Âyet için bak: Nahl,  120. Bu âyetin tefsiri için ayrıca bak: Futûhât. 1, 722, (Thk. O. Yahya, 10, 446-448.)
[9] Îbnu’l-Arabî’nin bu görüşünü, Nahl, 120. âyetinin siyakı olan 121. ve Enbiyâ, 51. âyetler de isbatlamaktadır. Bu âyetin tefsiri için bak: İbn Kesîr, 4, 530-531; 5, 341-342. Bidâye, 1, 168-169.
[10] Hadis değişik lafızlarla Ebû Hureyre’den (r.) rivayet edilmiştir. Bak: Muvatta, Husnu’l- Huluk (47), 1, hd. ho: 8. Musned,2, 381. Şuab, 6, 230-231, hd. no: 7978. Câmiu’s-Sagîr, 2, 257-258. Hafâ, I, 211-212.
[11] Hadis için bak: Buhârî, Zekât (24). 24, Buyu’ (34), 100, Itk (49), 12, Edeb (95). 16. Müslim, İmân (1), 55, 194-196, hd. no: 123. Musned, 3, 402.
[12] (ATAÇ, 1993), s. 524-525
[13] Lâsiyyemâ: bilhassa, hususan, özellikle.
[14] (MISRÎ, 1223), v. 60b
[15] NİCHOLSON, a.g.e. s.65
[16] İbn-i Haldun, Mukaddime, trc. Halil KENDİR, İst, 2004, s.168
[17] İbn-i Mâce-Tirmizî, İlim
[18] Şeriat kim, saray-ı Kibriya’dır
Hakikât mülküdür, muhkem binadır
Anın bir taşını her kim koparsa
Yoluna başını koymak revâdır.
Binayı dine mebnâdır şeriât
Şeriatsız Tarîkat sabit olmaz
Onu Hakk ile icradır Tarîkât
Tarîkatsız dahi irfan bulunmaz.
Şeyhülislâm ibn-i Kemâl kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
[19] Şeriata teccavüz basit olaylardan oldu
[20] Şöyle bir soru aklına gelebilir ve dersen:
Tasavvuf ehli şeriatta haram olan bazı şeylerin helal olduğuna zahib olmuş gibi geliyor.  Zira övüyorlar.
Mesela; şarap ve meyhaneyi,  kadehi ve kadeh veren mahbubu,  o mahbubun zülfünü,  halini ye yanağını methederler Hatta yüzündeki hatları Kur’an-ı Kerim’e teşbih ederler… Bunlar nedir ve ne demektir?  Cevabımız şudur:
“Bu sofiler zümresi; taklidi imandan,  tahkiki imana geçmişlerdir. Bu sebeple onlar,  eşyanın zahirinden batınına,  suretinden manasına geçmişlerdir.  Cümle eşyayı aslında olduğu gibi görmüşler bilmişlerdir.   Bu sebeple çoğu sözleri mana âleminden gelir.
Şarap, demekten muratları; marifetullahtır.   Bunun sonu mahabbetullaha gider.  Yani irfan duygusudur ve aşktır. Aşk ve mahabbet aynı manaya gelir.
Meyhaneden murad,  kâmil mürşidin gönlüdür.   Zira orası Allah Teâlâ sevgisinin hazinesidir.
Kadehten murad ise; Hak talibine yaptığı ism-i Celal telkinidir.   Ya da dilinden dökülen marifet-i ilahiye’ye dair sözlerdir.
Salik onları dinledikçe verdikleri,  zevkle mest olup,  aklı bir şeye ermez olur…
Mahbuba gelince; mürşidi kâmil’in kendisidir.
Gönül; onun manevi halini tam ve her bir nakşını yerli yerinde bulduğundan mahabbet eder.  Salike; mürşid-i kâmilin derununda saklı maairif-i ilahiye yüz gösterip her bir işini,  ayrıca batıni sıfatlarını iyice bilip anlayınca,  kendisine,  zahirde ki sevgiliden bin kat üstün görünür.  Zira bu,  candır; öbürü ise ten.
Zülf ise,  mürşidin talip mertebesine inişi ona cazip kelamlar etmesidir.
Hal ise; mürşidin,  bazı bazı,  istiğna âlemine geçişi ve oradaki misal denizine dalışıdır.   O anda mürşid,  irşaddan müstağni olur.
Yanaktan murad ise; mürşidin talibe göründüğü zaman,  iki cihan fikrini içinden söker hatta kendi vücudunu dahi yok gösterir.   O da budur.
Yüzündeki hatları Kur’ana teşbih etmelerine gelince; şöyle anlatabiliriz:
Burada yüzden murad; dıştan görünen yüz değildir,  mürşidin gönül yüzüdür.   Kur’an-ı Kerim’den murad ise ahlak-ı ilahiyedir.  Ki o mürşid:
“Ahlak-ı İlahiye ile ahlaklanınız” Hadis-i Şerifinin manasında özünü bulmuştur.
O büyük zatların yukarıda geçen işaretli sözlerden muradları; işte bu ahlak derecesini bulmaktır. (Niyâzî-i Mısrî, Risale-i Esile ve evcibe-i Mutasavvıfâne, ONUNCU SUAL VE CEVABI)
[21] Düzah: f. Cehennem. Tamu.   Mc: Keder. Külfet.
[22] Duhan: Duman. Tütün.
[23] Arbede: Cidal, kavga, patırtı.
[24] Mübalat: Kayırmak.   Dikkat etmek. İtina göstermek
[25] Tehzil: (c.: Tehzilât) Zayıflatma.   Alaya alma. Alay şekline sokma.
[26] (ÇAVUŞOĞLU, 1981), s. 120-123
[27] (ATAY, 1 : 2 2003), s. 37
[28] Küleynî, age., I, 86. Ayrıca bkz. İbn Abdilberr, age., II, 811; Suyûtî, age., s. 211. (GÜLER)
[29] İmam Burhanüddin Ez-Zernûcî, Ta’lim ve Müteallim, trc. Y. Vehbi Yavuz, İst, 1993, s.19
[30] Zındıklık: Mani’nin Zerdüştün kitabı Avastayı kendi görüşüne göre yorumladığı (Zendi Avesta) için zındık denilmiştir. İslâmî dönemde ise Zend kelimesi zındık olarak dönüştürülmüş ve İslam öncesi kitapları kendi görüşlerine göre yorumlayan Maniheistlere denilmiştir. Terim Emevîlerin son zamanlarından itibaren belirginleşmeye başlamıştır. Önce Maniheistler için kullanılmış, daha sonra Mazdekileri ve diğer İran dinlerini de ihtiva edecek şekilde genişlemiştir; Marsiyoncu, Mazdekçi, Deysanî ve özellikle Maniheist olanlara deniyordu. Fakat VIII. ve IX. yüzyıllarda Abbâsîler zamanında zındıklık ile özel olarak Manihesistler kasdedilmiştir. (Bkz.Cahız, el-Hayavan, I, 55). Bu konuda çok değerli çalışmalar yapılmıştır. bkz. Ghulam Huseyn Sadighi, Les Mouvements Religieux Iraniens au II’e et III’e Siécel de l’Hicre, Paris 1938, s. 84-85; Abdurrahman Bedevi, el-İlhad fi’l-İslam, Kahire 1945, s.32-34; Ahmet Yaşar Ocak, Zındıklar ve Zındıklık, İstanbul 1998, s. 6 vd; Melhem Chokr, Zındıklık ve Zındıklar, trc: Ayşe Meral, İstanbul 2002, 71-99.
[31] Mustafa İsmet Garibullah, Risale-i Kudsiyye Tercümesi, İstanbul, 2003, c.1, s.291
[32] Muhammed Hikmet Efendi, Marifet-i İlahiyye Tarîkat-ı Aliyye, İst, s. 17
[33] İNANÇER, Ömer Tuğrul, Sohbetler, İst, 2006, s.116
[34] Allah Teâlâ’nın dinsizlerin küfrünü artırmak için verdiği harikulâde işler.
[35] (ALTUNTAŞ, 2007), s. 265-270
[36] Hz. Ali’ye nisbet edilen bu söz için bkz. Ebû Hibetillâh İsmail el-Hasenî el-Ezherî, Tahzîru ehli’l-îmân ani’l-hukmi bi gayri mâ enzele’r-Rahmân (Mecmûatü’r-resâili’l-münîriyye içinde), nşr. Muhammed Emîn, Beyrut 1970,I,155. (GÜLER)
[37] Buhârî. İlim. 10: Ebu Davud. İlim. 1: İbn. Mâce. Mukaddime. 17; Darimi. Mukaddime. 32; Aclunî kütüb-i sitte imamlarının Ebu Derda’dan rivayet ettiklerini belirtir. Ayrıca îbn. Hibban ve Hâkm’in sahih savdıklarını Kattanî nin de “Hasen” kabul ettiğini söyler. Bkz. Acluni, II/64
[38] Hadis değişik lafızlarla Hz. Aişe (r.), Ebû Hureyre (r.) ve Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.) rivayet edilmiştir. Hz. Aişe (r.) rivayeti için bak: Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe (44), 23, hd. no: 2398. Tirmizî, Menâkıb (50), 18, hd. no: 3693. Musned, 6, 55. Ebû Hureyre (r.) rivayeti için bak: Buharı, Fedâilu Ashâbi’n-Nebi (62), 6. Hadisin Ebû Saîd el-Hudrî (r.) rivayeti için bak: Zevâid, 9, 69. Ayrıca bak: Şerhu Nehci’l-Belâğa, 12, 177. Bir rivayette Hz. Ali (r.); “Mümin, muhaddes tir.” demiştir. Bak: Şerhu Nehci’l-Belâğa, 20, 320.
[39] Bu sözün açıklaması için bak: Futûhât, I, 272, (Thk. O. Yahya, 4, 224-227.) Ayrıca bak: Kelimât, 36-38.
[40] Bakara, 282
[41] Enfal, 29
[42] Hadis farklı lafızlarla Ebû Hureyre (r.) ve Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.) rivayet edilmiştir. Ebû Saîd el-Hudrî (r.) rivayeti için bak: Buhârî, Bed’ul-Halk (59), 11, Fedâilu Ashâbi’n-Nebi (62), 6, Edeb (78), 68. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe (44), 22, hd. no: 2396. Musned, 1, 171, 182, 187. Hadisin Ebû Hureyre (r.) rivayeti için bak: Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe (44), 22, hd. no: 2397.
[43] Nitekim Hz. Ömer’in (r.) ilk defa getirmiş olduğu yeniliklerin sayısının 150 civarında olduğu söylenmektedir. Bak: [Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemi Anlamak: Seçmeci ve Eleştirel Yaklaşım veya Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellemi Anlamak, Doç. Dr. İ. Hakkı ÜNAL, I.A.D. Hadis-Sünnet Özel Sayısı (M. Tayyip Okiç ve A. Ebû Gudde Armağanı), c. 10, sy. 1-2-3, sh. 42-58, Ankara, 1997.]s. 49.
[44] Hadis Hz. Ali’den (r.) rivayet edilmiştir. Bak: Tirmizî, Menâkıb (50), 20, hd. no: 3714.Ayrıca bak: Hafâ, II, 183.
[45] (ATAÇ, 1993), s. 469-470
[46] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 159; İbn Hıbbân, Sahîh, II, 76 (361); Ebû Nu’aym, Hılyetü’l-evliyâ, I, 168; İbn Asâkir; Târihu Dimeşk, XXIII, 278; Kudâ’î, Müsnedü’ş-şihâb, I, 378 (422, 651) Ebû Zerr’in merfû olarak rivayet ettiği hadisin şâhitleri de bulunmaktadır. Bilgi için bkz. Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 884 (1890). (UYSAL, 23 Bahar 2007 )
[47] Beyhâki Şuabu’l İman. III/225: Sehâvi. 443: Deylemi Enesten merfu olarak. Bezzar da Hasen olarak rivayet etmişlerdir. Bkz Aclûnî. 2/46
[48] Bakara, 179
[49] (BAYRAKLI, 2002), s. 19
[50] Buhârî. İman. 39: Müslim. Musâkat. 107: İbn Hanbel. IV/271.275:
[51] Tekvir, 18
[52] Mutaffifin, 26
[53] ÂI-i İmran, 185
[54] 6 En’am, 164
[55] En’am, 151
[56] ÂI-i İmran,134
[57] Nisa, 57
[58] Ankebut, 40
[59] Maide, 16
[60] Tâ-Hâ, 41
[61] En’am, 54
[62] Nisa, 113
[63] Maide, 52
[64] Bakara, 235
[65] Nisa, 1
[66] En’am, 98
[67] A’raf, 189
[68] Suyuti. Camiu’s – Sağir. I/50: Aclûnî. I/68-89: İbn. Adiy Cabirden farklı bir ifadeyle rivayet etmiştir. Taberânide Kebirinde Avf b. Mâlikten nakletmiştir.
[69] Suyûtî. Câmi’us-Sagîr. II/253: İbn. Hacer. İbn. Aliyenin sözü olarak rivayet ederken. Irâkî ve Beyhakî zayıf bir senedle Cabirden rivayet etmişlerdir.; bkz. Aclunî. I/424. 425
[70] (FUADÎ), v. 15b
[71] Casiye, 43
[72] Tâhâ, 16
[73] Ebû Dâvud, Melâhim, 16; Tirmizî, Fiten, 9; İbn Mâce, Fiten, 20; Ahmed b. Hanbel, V, 388.VI, 159
[74] Zeyd b. Ali, Müsned (el-Mecmû el-fıkhî), Beyrut, ts. s. 374.
[75] İsrâ, 36
[76] (YÜCER, yıl: 9 [2008], sayı: 21), s. 342; s. 351
[77] Kâsımî, Muhammed Cemâleddîn, Kavâıdü’t-tahdts min funûni mustalahı’l-hadîs (thk. Mu­hammed Behcet el-Baytâr), Beyrut 1407/1987, s. 291. (GÜLER)
[78] Beydâvî, Nâsıruddîn Ebû Saîd eş-Şîrâzî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, İstanbul, ts., I, 95. (GÜLER)
[79] Ebû Yûsuf, er-Redd alâ Siyeri’l-Evzâî, tahkik, Ebu’l-Vefa el-Efganî, Lecnetu İhyâi’l-Maârifi’n Numaniyye, Mısır 1357, s.131.
[80] Gümrahî: f. Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma.
[81] Pür: f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır)  Sâhib, mâlik
[82] Müdamî: Devamlı olarak şarap içen.
[83] Çalma: vurma
[84] Mahakk: Mehenk. Ayar taşı.
[85] Merviyat: (Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler
[86] Günahkârlar
[87] Sezâ: f. Lâyık, münasip
[88] Sirac: Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil.   Şevk veren şey.   Güneş ve ay mânâsına veya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme “Nur saçan” meâlinde verilen bir isimdir..
[89] İyan: (Bak: Ayân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği.
[90] Önüne katıp sürmek için
[91] Serverî: f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk
[92] Şeyda: f. Tutkun. Divane.   Çok sevgiden hâsıl olan hal
[93] Müsemmâ: isimlendirilen, isim sâhibi.
[94] Metanet: Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması.
[95] Zerrat: (Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller.
[96] Lücc(e): Engin sular.   Gümüş.   Ayna.   Kalabalık cemaat
[97] Künh: Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi.   Vakit, zaman
[98] Merrat: Kerrât. Kerreler. Birçok def’alar.
[99] Berbad: f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş.
[100] قُلْ اَطِيعُوا اللهَ وَالرَّسُولَ فَاِنْ تَوَلَّوْا فَاِنَّ اللهَ لا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ “De ki: “Allah’a ve Peygambere itaat edin”. Yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah inkâr edenleri sevmez.” (Âl’i İmran, 32)
[101] Sebak: (C.: Esbâk) Ders.   Yarış.   Koşu yapanların aralarında koydukları ödül
[102] “onu düzenlediğim – insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın” Hicr, 29
[103] Şir: f. Aslan.   Süt.
[104] Müretteb: Tertib edilmiş, dizilmiş, yerli yerine konulmuş, sıralanmış.   Kasden uydurulmuş.   Tayin edilmiş. Bir şey, bir yer için ayrılmış.   Sonradan kurulmuş
[105] İz’an: Basiret. Anlayış.   Teslim olup itaat etmek.   Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ)
[106] Raz: f. Gizli sır, saklı şey.   Mimar.   Marangozların işini tanzim eden
[107] Helva: Şeker, yağ, un veya irmikle yapılan tatlı.
[108] Lâyefna: Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz
[109] Bî-neva: f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz