29 Kasım 2017 Çarşamba

MEVLİD KANDİLİ 29 11 2017 SALARHA 5




Kavuşup hasret giderelim
Habîbin yattığı "Gül Kubbe" de
Gelin düğün-bayram edelim
"El-Mer'ü Me'a Men Ehabbe" de






MEVLİD KANDİLİ 29 11 2017 SALARHA 4





MEVLİD KANDİLİ 29 11 2017 SALARHA 3




Kavuşup hasret giderelim
Habîbin yattığı "Gül Kubbe" de
Gelin düğün-bayram edelim
"El-Mer'ü Me'a Men Ehabbe" de



MEVLİD KANDİLİ 29 11 2017 SALARHA 2



Kavuşup hasret giderelim
Habîbin yattığı "Gül Kubbe" de
Gelin düğün-bayram edelim
"El-Mer'ü Me'a Men Ehabbe" de



MEVLİD KANDİLİ 29 11 2017 SALARHA 1




Kavuşup hasret giderelim
Habîbin yattığı "Gül Kubbe" de
Gelin düğün-bayram edelim
"El-Mer'ü Me'a Men Ehabbe" de



28 Kasım 2017 Salı

MEVLİDİ’N-NEBEVİ=PEYGAMBER SEVGİSİ (MEVLİD KANDİLİ)




Kavuşup hasret giderelim
Habîbin yattığı "Gül Kubbe" de
Gelin düğün-bayram edelim
"El-Mer'ü Me'a Men Ehabbe" de






MEVLİDİ’N-NEBEVÎ = PEYGAMBER SEVGİSİ
(MEVLİD KANDİLİ)
MEVLİD KANDİLİ: 20 Nisan 571 pazartesi günü sabaha karşı Mekke’de doğdu. Ay takvimine göre Rebiü’l-Evvel ayının 12. gecesidir. Efendimiz’i sevgiyle ve şefaatini dileyerek andığımız doğum günündeki geceye “Mevlîd Kandili” denir.
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
(O Rahmân Ve O Rahîm Olan Allâh-ü Te’âlâ’nın Adıyla.)
أَلْحَمْدُ لِلّٰهِ وَكَفٰى
Övülmeye lâyık olarak Allâh-ü Teâlâ bize yeter...
(Hamd=Övgü Allâh-ü Teâlâ Hazretlerine mahsûstur…)
وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَى النَّبِىِّ الْمُصْطَفٰى
Salât-ü selâm seçilmiş olan O Nebî’ye olsun…
وَعَلٰٓى أٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْكِرَامِ الشُّرَفَا
Ve Salât-ü selâm O’nun yûce ve şerefli Âl-i’ne ve Eshâbı’na olsun…[1]
Ezelden ebede kadar her hamd edenin hamdi, mahlûkâtı yoktan yaratan, hareket ettiren Allâh-ü Te’âlâ içindir. Bundan sonra salât; önderlikte seçilmiş olan zât üzerinedir. Hamd âlemlerin Rabbine, Salât ve Selâm –kıyâmet gününe kadar devâmlı olarak- Efendimiz, Hz. Muhammed (aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)’e O’nun Âl ve Eshâbı’nın üzerine olsun.
وَجُودِكَ، وَكَرَمِكَ، يَا اَكْرَمَ الْاَكْرَم۪ينَ. وَ صَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَأٰلِه۪ وَصَحْبِــه۪ وَسَلَّمَ.
Ey kerem sâhiblerinin en yûcesi olan Allâh’ım! İşlediğim günâhları, ihsânınla, lütfunla, cömertliğinle, kereminle bağışla. Efendimiz Muhammed’e, âilesine ve ashâbına salavât getir, rahmetini ihsân eyle.

“Şüphesiz Allâh ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar.[2] Ey îmân edenler! Siz de O’na salât edin, selâm edin.”[3]
“ANAM BABAM CANIM SANA FEDÂ OLSUN YÂ RASÛLELLÂH"
  
“Ey velâdet-i (doğumu) yeryüzünün bahârı, insanlığın bayramı olan, gönüller sultânı, canda cânân yûce Rasûl! Sizi tanımış ve size îmân etmiş olmaktan dolayı biz, erişe bilecek en büyük ni’mete ermenin idrâkiyle rabbimize sonsûz hamd ve senâ ediyoruz. Rûh-u Tayyibe’nize gönül dolusu salât ve selâm olsun.
ALLÂHÜMME SALLİ ‘ALÂ SEYYİDİNÂ VE NEBİYYİNÂ MUHAMMED.”
٨ قُلْ اِنْ كَانَ اٰبَآؤُ۬كُمْ وَاَبْنَآؤُ۬كُمْ وَاِخْوَانُكُمْ وَاَزْوَاجُكُمْ وَعَش۪يرَتُكُمْ وَاَمْوَالٌۨ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَآ اَحَبَّ اِلَيْكُمْ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِه۪ وَجِهَادٍ ف۪ى سَب۪يلِه۪ فَتَرَبَّصُوا حَتّٰى يَاْتِىَ اللّٰهُ بِاَمْرِه۪ۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِى الْقَوْمَ الْفَاسِق۪ينَ۟ ٧ [سورة التوبة: ٩/٢٤]
(EY MUHAMMED HABÎBİM!) DE Kİ: “EĞER;
1-       Babalarınız,
2-       Oğullarınız,
3-       Kardeşleriniz,
4-       Eşleriniz,
5-       Aşîretiniz (akrabâlarınız),
6-       Kazandığınız mallar,
7-       Kesâda uğramasından korktuğunuz ticâretLERiniz,
8-       VE Beğendiğiniz meskenler (evleriniz),
®             Allâh’dan,
®             Peygamberinden ve
®             O’nun yolunda Cihâd-dan;
Size; Daha sevgili ise, artık Allâh’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allâh, fâsık topluluğu doğru yola erdirmez.”[4]

﴿ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ى رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ [سورة الأحزاب:٣٣/٢١]                
Yüce Rabbimiz, “Andolsun, Allâh’ın Rasûlü’nde sizin için; Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allâh’ı çokça zikreden kimseler için güzel örnekler vardır.”[5] Buyurmuştur.

وَأخرج الديلمي أَنه قَالَ: "أَدِّبُوا أَوْلَادَكُمْ، عَلٰى ثَلَاثَ خِصَالٍ: حُبٌّ نَبِيِّكُمْ، وَحُبٌّ أَهْلِ (اٰلِ) بَيْتِه۪، وَقِرَآءَةُ (تِلَاوَةُ) الْقُرْاٰن."[6]
Çocuklarınıza üç esâsı öğretin… Üç esâs üzere çocuklarınızı yetiştiriniz…
1-   (Nebî) Peygamber sevgisi verin evlâd-ü ‘ıyâlinize…
     Bütün Nebî ve Rasûlleri=Peygamberleri Hâssaten bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafâ (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’i sevmeyi öğretin evlâd-ü ‘ıyâlinize…
2-   Ehl-i Beyt-i (Peygamberin eşini, çocuklarını, âilesini) sevgisini verin evlâd-ü ‘ıyâlinize…
     Hz. Âmine annemizi, Ezvâc-ı Tâhirât’ı=Peygamberimiz s.a.v. ’in tertemiz zevcelerini, Hz. ‘Âişe annemizi, Hz. ‘Ali efendimizi, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin efendilerimizi, Hz. Fâtıma annemizin sevgisini verin evlâd-ü ‘ıyâlinize…
3-    Kur’ân-ı Kerîm’i okuma öğrenme sevgisini verin evlâd-ü ‘ıyâlinize…
 
            Hükümlerine uymayı, O’na sımsıkı sarılmayı O’nun ahlâkıyla ahlâklanmayı emirlerini tutup nehiylerinden kaçmayı öğretin evlâd-ü ‘ıyâlinize… O’na hürmet edip baş-tâcı yapmayı öğretin evlâd-ü ‘ıyâlinize…
١٢٦- (٢٣٥٥) وَحَدَّثَنَا إِسْحَاقُ ابْنُ إِبْرَاهِيمُ الْخَنْظَلِيُّي، أَخْبَرْنَا جَرِيرٌ، عَنِ الِاَعْمَشِ، عَنْ عَمْرِو ابْنِ مُرَّةَ، عَنْ أَبِي عُبَيْدَةَ. عَنْ أَبِي مُوسَى الْاَشْعَرِيِّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ : كَانَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُسَمِّي لَنَا نَفْسَهُ أَسْمَاءَ، فَقَالَ: "أَنَا مُحَمَّدٌ، وَأَحْمَدٌ، وَالْمُقَفِّى، وَالْحَاشِرُ، وَنَبِيُّ التَّوْبَةِ، وَنَبِيُّ الرَّحْمَةِ."[7]
126- (2355) … “Bize İshâk b. İbrâhîm El-Hanzalî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Cerîr, A'meş-den, o da Amr b. Mürre'den, o da Ebû Ubeyde'den, o da Ebû Mûse'l-Eş'arî-den naklen haber verdi. (Şöyle demiş): Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)   bize kendisinin isimlerini söyler de:

--- “Ben Muhammed'im, Ahmed'im, Mukarffî'yim, Hâşir'im; Tevbe-nin Peygamberiyim ve Rahmetin peygamberiyim.”  buyururdu.[8]

1-   مُحَمَّدٌ --- MUHAMMED (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Pek Çok Tekrar Tekrar Övülmüş, Medh-edilmiş. (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)
2-   أَحْمَدُ  --- AHMED (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Daha Çok Hamd eden. Çok Övülmeğe Ve Medh edilmeğe Lâyık. Çok Sevilen.
3-   مُقَفّ۪ى --- MUKAFFÎ (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Peşine Düşüren. -Çünkü Onu Dünyanın Hiç Bir Şeyi Allâh (c.c.)’a Tâbî Olmaktan Ayıramamıştır.-
4-   حَاشِرٌ  --- HÂŞİR (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Toplayan.
5-   نَبِىُّ التَّـوْبَةِ   --- NEBİYYÜ’T-TEVBE (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Ümmetinin Tevbe lerinin Kabûl Edileceğine İşâreten Bu İsim Verilmiştir.
6-   رَسُولُ الرَّاحَةِ --- NEBİYYÜ’R-RAHMET (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Çünkü Bütün Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilmiştir. “Rahmeten Li’l-Âlemîn”

--- Allâhım!
§  -ح-(Hâ) sı rahmet,
§  İki م- م-- (Mîm) i mülk-hükümrânlık
§  Ve د-- (Dâl) harfinde işâret edilen bütün yaratılmışların sığınağı,

M-u-Ha-M-M-e-D-’e;

SEYYÎD, bütün fazîletlere sâhib,
KÂMİL, nûru ilk yaratılan olmakla,

--- Âlemlere rahmet ve nübüvveti tamamlayan efendimiz Muhammed’e;

®     ‘Ilminde bulunanların sayısınca,
®     Zikredenlerin Seni ve O’nu zikrettiği,
®     Gâfillerinse Senin ve O’nun zikrinden gâfil kaldıkları sürece,
®     Yûce zâtın ebedî devâm ettikçe bâkî kalacak,
®     Yeter olduğuna senin hükmetmen hâriç sona ermesi söz konusu bile olmayacak salâtla salât eyle.
®     Şüphesiz sen her şeye güç yetirensin. Şüphesiz sen her şeye güç yetirensin. Şüphesiz sen her şeye güç yetirensin.

اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَىْكَ يَا رَسُولَ اللّٰهِ، اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَىْكَ يَا حَبِيبَ اللّٰهِ، اَلصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَىْكَ يَا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ.
Salât ve Selâm Senin Üzerine Olsun Ey Allâh’ın Rasûlü! Salât ve Selâm Senin Üzerine Olsun Ey Allâh’ın Habibi! Salât ve Selâm Senin Üzerine Olsun Ey Âlemlere Rahmet Nebi!

DOĞDUĞU GECE MEYDÂNA GELEN OLAYLAR:

1-       Ka’be-deki putların hepsi yüzüstü baş-aşağı yere yıkıldı.  

         Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allâh'ın evi olan Kâbe'yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Rasûl-i Kibriyâ’nın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.

2-   Teşrif ettikleri gece bir yıldız doğdu.

        Yahûdî ler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allâh Rasûlü’nün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı.

        Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahûdî âlimler bu yıldızdan Ahir zaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı. Bunu gören Yahudi âlimleri, Tevrat’ta belirtilen paygamberin doğduğunu anladılar. Ashâb-ı Kirâm’dan Hassan bin Sabit (r.’a.) anlatır:

"Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahudi’nin biri; "Ey Yahudiler!" diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudiler; "Ne var, bu bağırman nedendir?" diyerek yanına toplanınca, o; "Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi..." diye cevap verdi.

3-   İran’da Medâyin'deki Kisrâ’nın sarayından 14 burç çatırdayarak yıkıldı.

        Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi... Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi. Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti.

4-   İstahrabat'ta Mecûsîlerin bin yıldır söndürmeden taptıkları ateşleri sönüverdi.

        Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi. Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.

5-   Takdîs edilen meşhur Sâve (Taberiyye) gölü bir anda kuruyuverdi.
Bu da, gelen zâtın, doğan kişinin Allâh'ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.

6-   Semâve vadisi taşan seller altında kalıp, suya gark oldu.

        Rasûl-i Kibriyâ Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ'ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.

7-   Gök kubbeden salkım salkım yıldızlar döküldü.

        Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü. Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur. "Madem Rasûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'setten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara son verildi.

“BEN! … ”

1-        Atam İbrâhîm (‘aleyhi’s-selâm)’in duâsı,
2-        Kardeşi ‘Îsâ (‘aleyhi’s-selâm)’ın müjdesi,
3-        Annemin gördüğü rüyâyım…” Hz. Muhammed (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem).

                        عن العرباض بن سارية عن رسول الله صلى الله عليه وسلم أنَّه قال: (إني عند الله مكتوب خاتم النبيين، وإنَّ آدم لمنجدل في طينته، وسأخبركم بأول أمري، دعوةُ إبراهيم، وبشارة عيسى، ورؤيا أمي التي رأت حين وضعتني، أنه خرج لها نور أضاءت لها منه قصور الشام) رواه في (شرح السنة)، (١)

وقد أخبرنا الله أنَّ خليل الرحمن إبراهيم وابنه إسماعيل كان يبنيان البيت الحرام ويدعوان، ومن دعائهما ما قصه علينا في سورة البقرة 

﴿ وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِن ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُّسْلِمَةً لَّكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَآ إِنَّكَ أَنتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولاً مِّنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنتَ العَزِيزُ الحَكِيمُ ﴾ [سورة البقرة:٢/١٢٧-١٢٩]

وقد استجاب الله دعاء خليله إبراهيم وابنه نبيّ الله إسماعيل، وكان محمد صلى الله عليه وسلم هو تأويل تلك الاستجابة. ولا تزال التوراة الموجودة اليوم – على الرغم مما أصابها من تحريف – تحمل شيئاً من هذه البشارة، فنجد فيها أنَّ الله استجاب دعاء إبراهيم في إسماعيل، فقد ورد في التوراة في سفر التكوين في الإصحاح السابع عشر فقرة (٢٠): (وأمّا إسماعيل فقد سمعت لك فيه، ها أنا أباركه وأثمره، وأكثره كثيراً جداً، اثني عشر رئيساً يلد، وأجعله أمّة عظيمة كبيرة). وهذا النصُّ ورد في التوراة السامرية بألفاظ قريبة جداً مما أثبتناه هنا، والترجمة الحرفية للتوراة العبرانية لهذا النص: وأمّا إسماعيل فقد سمعت لك فيه، ها أنا أباركه وأكثره (بمأد مأد)  (٢). وقد ذكر  ابن القيم أنَّ بعض نسخ التوراة القديمة أوردت النص كما أثبتناه هنا.
Ashâbı nın bir sorusu üzerine Hz. Muhammed (s.a.v), kendini şöyle anlatır:
--- "Ben, atam İbrahim'in duâsı, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annem Âmine'nin rüyâsıyım. Annem rüyâsında içinden çıkan bir nurun Şam diyarı saraylarını aydınlattığını söylemişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyâlar görürler."[9]
“Hani İbrahim, İsmail ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” diyorlardı.” (127) “Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.” (128) “Rabbimiz! İçlerinden onlara bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları her kötülükten arındırsın. Şüphesiz, sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (129)[10]
﴿ وَاِذْ قَالَ عِيسَىابْنُ مَرْيَمَ يَا بَنِى اِسْرَائِلَ اِنِّى رَسُولُ اللَّهِ اِلَيْكُمْ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَىَّ مِنَ التَّوْرَيةِ وَمُبَشِّرًا بِرَسُولٍ يَاْتِى مِنْ بَعْدِى اسْمُهُ اَحْمَدُ فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ ﴾ [ سورة الصف:٦١/٦]
İsa Peygamber'in müjdesi de şöyleydi: Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrâîoğulları! Şüphesiz ben, Allâh’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti. Fakat (‘Îsâ) onlara apaçık mucizeleri getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler.”[11]
٢٢٢٦١- حَدَّثَنَا أَبُو النَّضْرِ، حَدَّثَنَا الْفَرَجُ، حَدَّثَنَا لُقْمَانُ بْنُ عَامِرٍ قَالَ: سَمِعْتُ أَبَا أُمَامَةَ قَالَ: قُلْتُ: يَا نَبِيَّ اللّٰهِ، مَا كَانَ أَوَّلُ بَدْءِ أَمْرِكَ؟ قَالَ: "دَعْوَةُ أَب۪ي إِبْرَاه۪يمَ وَبُشْرٰى ع۪يسٰى، وَرَأَتْ أُمّ۪ي أَنَّهُ يَخْرُجُ مِنْهَا نُورٌ أَضَآءَتْ مِنْهُ قُصُورُ الشَّامِ."[12]
Peygamberimiz (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) de: --- “Ben Hz. İbrâhîm’in duâsı, Hz. Îsâ’nın müjdesi ve annemin rüyâsı sonucu olarak dünyâya geldim,”  buyurmuştur.[13]

Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem), kendi doğumu hakkında şöyle buyurmuştur: --- “Ben atam İbrâhîm’in duâsı, ‘Îsâ (‘aleyhi’s-selâm)’ın müjdesi ve annemin gördüğü rüyâyım. Annem rüyâsında içinden çıkan bir aydınlığın Şam diyârı saraylarını aydınlattığını belirtmişti. Peygamber anneleri hep böyle rüyâlar görürler”[14]

Hz. Âmine’nin rüyâsını kendisi bize şöyle anlatmaktadır: --- “Ben ona hâmileyken doğuları ve batıları ay­dınlatan bir nûr gördüm. Hattâ Şam şehirlerin­den olan Busrâ’daki köşkleri gördüm.”

SU KASÎDESİ

Suya virsün bağ-bân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su!

“Bahçıvan gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zîrâ), bin tane gül bahçesi sulasa (yâ Rasûlellâh, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!” Fuzûlî
EBÛ LEHEB’İN AZÂBI!
Rasûlüllâh –sallellâh-ü ‘aleyhi ve sellem-’in velâdetine bütün Mekke halkı sevinmişti. Hattâ Ebû Leheb, mübârek yeğeninin doğduğunu müjdeleyen câriyesi Süveybe’yi, âzâd ederek mükâfatlandırmıştı.[15]

        Bu hâdiseyle alâkalı olarak daha sonra Abbâs –radıyallâh-ü ‘anh- şunları anlatır:

Ebû Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyâmda gördüm. Kötü bir hâlde idi: --- “Sana nasıl muâmele edildi?” diye sordum.

Ebû Leheb: --- “Muhammed’in doğumuna sevinerek Süveybe’yi âzâd ettiğim için pazartesi günleri azâbım biraz hafifletilmektedir. O gün başparmağımla işâret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim.” cevâbını verdi.[16]

MENKÎBELER


1-         ÜMM-Ü SÜLEYM ANNEMİZ!
Ümm-ü Süleym annemiz oğlu Enes’i (Mâlik) hediye verecek başka bir şeyi olmadığı için Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)‘e hediye verir...
Ümm-ü Süleym (r.’anhâ) dinine son derece bağlı ve sabırlı bir kadındı. “Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-selâm)’ı çok severdi. Evinde pişirdiği yemekten, mutlaka ona ayırırdı. Daha Resûlullah efendimiz, Medine’ye yeni hicret etmişlerdi. O sırada Hazreti Ebâ Eyyûb el-Ensârî’nin evinde, kalıyordu. Bir hizmetçisi de yoktu. Müslümanlardan her biri, gücü yettiği miktarda, “Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-selâm) hediyeler takdim etmişlerdi. Ümm-ü Süleym de (r.’anhâ); o sırada elinde hediye edecek bir şey bulunmadığı için henüz 12 yaşlarında olan oğlu Enes’i (r.’a.) Ebû Talha ile beraber elinden tutarak, “Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-selâm)’ın huzûruna getirdi ve: “Yâ Rasûlellâh! Enes, terbiyeli bir çocuktur, zekîdir. Müsaade ederseniz, size hizmet etsin! Haddim olmayarak size hediye ettim. Benim oğlum ve Sizin de hizmetkârınızdır” dedi. Hazreti Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Peygamberimiz Medine’ye gelişlerinden vefâtlarına kadar, hazarda ve seferde kendilerine hizmet ettim. Yaptığım herhangi bir işten dolayı bana: (Bunu neden böyle yapmadın? Veya yapmadığım bir iş için de, bunu böyle yapmasaydın!) demedi.” Hatta bir gün Enes bin Mâlik’i (r.’a.), Resûlullah efendimiz bir yere gönderdiğinde eve geç gelmişti. Annesi Ümm-ü Süleym (r.’anhâ) “Eve niçin geç geldin?” dedi. Hazreti Enes de: “Peygamberimiz (‘aleyhi’s-selâm) beni bir işe gönderdi” dedi. Annesi, “Nedir o iş?” deyince: “O, aramızda gizli sırdır” diye cevap verdi. Bunun üzerine annesi: “Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-selâm)’ın sırrını iyi muhâfaza et!” dedi.

2-         “NESÎBE”  ÜMM-Ü ÜMÂRE ANNEMİZ!

-Uhud- Sıhhiye Mağarasın’da Ümm-ü Ümâre “Nesîbe”  (r.’anhâ) annemizin Hz. Peygamberimiz (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’i kahramanca koruması…
Medineli Müslümanlar, Peygamberimize ve ona iman edenlere kucak açmış­lardı. Onları bağırlarına basmak için sabırsızlanıyorlardı. 2’si kadın 75 kişi, Rasûlüllâh ile görüşmek, onu Medine’ye davet etmek gayesiyle Akabe’ye geldiler. İşte, bu iki kadından birisi, asıl ismi “Nesîbe” olan Ümm-ü Ümâre idi (r.’anhâ). Ümm-ü Ümâre (r.’anhâ), Peygamberimizin Medine’ye İslamiyet’i öğretmek için gönderdiği Mus’ab bin ‘Umeyr (r.’a.) vasıtasıyla Müslüman olmuştu. Kuvvetli bir imana sahipti. Allah ve Rasûl’ü yolunda hayatını ortaya koymaktan çekin­mezdi. Nitekim Uhud Savaşı’nın en şiddetli ânında vücudunu Rasûlüllâh’a (s.a.v.) siper etmiş, örnek kahramanlığıyla ismini tarihe altın harflerle yazdır­mıştı. Hadiseyi kendisinden dinleyelim:
“Uhud’a gitmiştim. Müslümanlar ne yapıyor bir bakayım, diye düşünmüş­tüm. Yanımda su da vardı. Rasûlüllâh’ın yanına kadar yaklaştım. Sahâbîlerin arasındaydı. Gali­biyet Müslümanlardaydı. Fakat çok geçmeden mağlup duru­ma düştüler. Rasûlüllâh’ın etrafındaki Sahâbîler ya dağılıyorlar veya şehit olu­yorlardı. Etrafında çok az kimse kal­mıştı.
“Rasûlüllâh’a bir zarar gelmesinden endişe duydum! Hemen yetiştim. Müş­riklere karşı savaşmaya başladım. Kılıçla, okla müşrikleri Rasûlüllâh’dan uzaklaştırıyordum. Bu arada yaralandım.
“Rasûlüllâh’ın yanında 10 kişi kalmıştı. Ben, oğullarım ve beyim, Rasûlüllâh’ın önünde müşriklerle çarpışıyor, onları uzaklaştırmaya çalışıyorduk. Re­sû­lul­lah yanımda kalkan olmadığını gördü. Kalkanı olan birine, ‘Ey kalkan sahibi, kalkanını savaşana bırak!’ buyurdu. Ben o kalkanı alıp kendimi korumaya başladım.
“Derken, bir süvari bana vurdu. Kalkanımla korundum. Hemen ardından atı­nın ayaklarına kılıçla vurdum. At, sırtının üzerine yıkıldı. Adam düştü. Re­sû­lul­lah bunu görünce oğluma, ‘Ey Ümm-ü Ümâre’nin oğlu, annene yardım et!’ buyur­du.”
Savaş bu minval üzere devam ediyordu. Nesîbe Hatun, Rasûlüllâh’ın etrafın­da âdeta bir pervane olmuştu. Dönüp duruyordu. Peygamberimiz savaş sonra­sında, “Uhud Günü sağıma soluma döndükçe hep Ümm-ü Ümâre’yi yanı başım­da çarpışırken görüyordum.” buyurarak onun bu fedakârlığını takdir etmişti.
Bir ara Ümm-ü Ümâre’nin (r.’anhâ) oğlu yaralanmıştı. Buna çok üzüldü. Fakat bu­nun sebebi oğluna olan şefkati değil, onun Rasûlüllâh’ı korumasından geri kal­masıydı. Oğlunu da üzen sebep buydu. Hemen ciğerparesinin yanına gitti. Ya­rasını sardı, sonra da, “Kalk yavrucuğum, müşriklerle çarpışmaya devam et!” dedi. Onun Rasûlüllâh’ı korumaktan geri kalmasına gönlü razı olmuyordu. Pey­gamberimiz (s.a.v.), Nesîbe Hatun’un (r.’anhâ) bu fedakârlığı karşısında, “Ey Üm­m-ü Ümâre, senin katlandığın, dayanabildiğin şeye herkes katlanabilir, dayana­bilir mi?” buyurarak ona iltifat etti.
Ümm-ü Ümâre’nin (r.’anhâ) oğlu hemen ayağa kalktı, müşriklerle çarpışmaya de­vam etti. Bir ara oğlunu yaralayan müşrik oradan geçiyordu. Peygamberimiz (s.a.v.), “İşte, oğlunu vuran adam şu!” buyurdu. Bu büyük İslam mücahide si he­men harekete geçti. Bir kılıç darbesiyle adamın ayaklarını kesti. Peygamberi­miz, mübarek dişleri görününceye kadar bu manzaraya tebessüm etti.
3-         SÜMEYRÂ BİNT-İ KAYS (R.’ANHÂ) ANNEMİZ! أَيْنَ رَسُل اللّهْ
§  Babası,
§  Kocası,
§  Kardeşi
§  Ve oğlu!

--- Uhud’a vardığında babasının, kardeşinin, kocasının ve oğlunun paramparça olmuş cesetleriyle karşılaştı. Ama yine O أَيْنَ رَسُل اللّهْ diyordu!
Uhud Savaşı’nda Müslümanların mağlubiyeti ve “Rasûlüllâh’ın şehit edildiği” ha­beri Medine’ye ulaştığında, cepheye giden kadınlardan biri de Sümeyrâ Bint-i Kays idi (r.’anhâ).
Uhud Savaşı’na Hz. Sümeyrâ’nın babası, kocası, kardeşi ve oğlu da katılmıştı. Fakat o bunlardan ziyade Rasûlüllâh’ı merak ediyordu. Uhud’a vardığında baba­sının, kar­deşinin, kocasının ve oğlunun paramparça olmuş cesetleriyle karşı­laştı. Hepsi de şe­hit olmuştu. Sahâbîler, Hz. Sümeyrâ’ya baş sağlığı diliyorlar, sabır tavsiyesinde bulunuyorlardı. Sümeyrâ (r.’anhâ) ise ısrarla Rasûlüllâh’ı soru­yordu. “Re­sû­lul­lah ne yapıyor, na­sıldır?” diyordu. “Allah’a hamd olsun o iyidir!” dediler. Ama onu inandıramadılar. Peygamberimizi gözleriyle görmek istiyor­du. Onun bulunduğu yeri bildirdiler. Sü­mey­râ (r.’anhâ) koşa koşa oraya gitti. Rasûlüllâh’ın sağ olduğunu görünce büyük bir sabır ve teslimiyet içerisinde şöyle de­di:
“Anam babam size feda olsun, yâ Resûlullah! Siz sağ olduktan sonra her türlü musi­bet hiç gelir bana.”
Evet, Hz. Sümeyrâ, babasını, kardeşini, kocasını ahirette görebileceğine ina­nıyordu. Çünkü onlar Allah yolunda şehit olmakla büyük bir makam kazanmış­lardı. Onlar için üzülmeye değmezdi. Gerçi, eğer şehit edilmiş olsaydı, Rasûlüllâh’ı da orada görebilirdi. Fakat onu dünya gözüyle daha fazla görmek, ondan daha fazla feyizlenmek istiyordu.
Diğer taraftan, onlar olmadan da İslamiyet gönülleri nurlandırmaya devam ederdi. Onların yerini başkaları alırdı. Fakat Rasûlüllâh’a bir zarar gelse, Müslümanların hâli ne olurdu? Rasûlüllâh’ın sıhhatini merak etmesinin sebebi buy­du. İşte onlar Rasûlüllâh’ı böyle seviyorlardı. Zaten onları yücelten ve erişilmez yapan sır da bu değil miydi?[17]

4-         CENNET’E İLK GİRECEK KADINI (FÂTIMA ANNEMİZ’İN) ZİYÂRET ETMESİ
Hz. Fatıma bir gün Efendimiz ‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm’a: --- "Babacığım, kadınlardan cennete ilk önce girecek olan kimdir?" diye merakla sordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: --- "Falan mahallede falan evde oturan bir kadın var." buyurdular. Hz. Fatıma anamız hayretle: "Babacığım, o kadın bendende mi evvel girecek?" diye tekrar sordu. Peygamber Efendimiz: "evet! Sendende evvel girecek." buyurdu. Ve şayet isterse, gidip o kadınla tanışabileceğini söyledi. Hz. Fatıma’nın o kadın hakkındaki merakı iyice artmıştı. Bu kadın ne yapıyor, nasıl bir amel işliyordu ki, cennete ilk girmeyi hak ediyordu. Bir gün o kadınla görüşüp tanışmak ve onunla konuşmak için evinden çıktı. Kadının evini sora sora buldu ve evini tıklattı. İçeriden yaşlı bir kadın: "kim o?" diye seslendi. Hz Fatıma anamız da kendisini tanıtarak onunla görüşmek istediğini söyledi. Kadın, Peygamber kızının kendisiyle görüşmeye geldiğini duyunca çok sevindi. Kapıyı açmadan içeriden seslendi: "Ey Rasûlüllâh’ın kızı! Hoş geldin sefalar getirdin! Canım sana feda olsun! Aslında ben de sizinle görüşmeyi çok arzu ediyordum; fakat dışarı çıkmadığım için maalesef ziyaretinize de gelemedim. Şimdi sizin gelmeniz beni çok memnun etti. Fakat kocamdan izin almadan bu güne kadar ben kimseye kapıyı açmış değilim. Onun için sizden çok özür diliyorum. Ben sizin içeri girmeniz için bu akşam eşimden izin alayım ve yarın görüşelim, ne olur, yarın tekrar buyurun." dedi. Bunun üzerine Hz. Fatıma geri döndü. Akşam olunca kadın meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. Ve ertesi gün Hz. Fatıma o kadınla görüşmek için tekrar geldi. Bu sefer yanında oğlu Hz. Hasan da vardı. Hz. Hasan o sıralar henüz küçük bir çocuk olduğu için rahat durmamış, annesi mecburen yanında getirmek zorunda kalmıştı. Kadının evine geldi ve kapısını çaldı. Tabii kadın içeriden Hz. Hasan’nın sesini duymuştu. Hz. Fatıma’nın yanında bir çocuk bulunduğunu fark edince çok üzüldü. Hz. Fatıma’ya: "ey Fatıma! Ben kocamdan yalnız sizin için izin almıştım. Çocuk için izin almadığımdan dolayı onu içeri alamam. Ne olur beni affedin. İsterseniz siz buyurun, çocuk dışarıda kalsın. İsterseniz yarın gelin; bu akşam onun içinde izin alayım." dedi. Hz. Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Ve üçüncü gün tekrar kadına gitmek üzere çıktı. Hikmet-i ilahi bu sefer Hz. Hüseyin’i de yanına almak zorunda kalmıştı. Tabii kapıyı çaldığında, kadın Hz Hüseyin’inde olduğunu öğrenince Hz. Fatıma yine dünkü durumla karşılaştı. Kadın kocasından onun için de izin alması gerektiğini söyledi. Hz. Fatıma bir önceki gün gibi hiç ısrar etmedi. Ve çocuklarıyla beraber geri dönmek zorunda kaldı. Bir sonraki gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü için de izin almıştı. Kapı açıldı ve içeri girdiler. Kadın binlerce kez özür diledi, affını istedi ve Peygamber çocuklarını en güzel şekilde ağırladı. Hz. Fatıma içeriden gelen sese göre kadının gayet yaşlı bir nine olduğunu zannetmişti. Fakat bir de baktı ki, kapıyı açıp kendisini karşılayan kadın ham çok genç hem de çok güzel bir hanımdı. Hz. Fatıma hayretle sordu: "sizinle dışarıdan konuşurken sesiniz çok değişik geliyordu. Oysa sesiniz hiçte öyle değilmiş, bu nasıl oluyor?" dedi. Kadın: "sizinle konuşurken sesim dışarı çıktığı için sesimi yabancı bir erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma küçük bir taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım." dedi. Hz. Fatıma (r.’a.)a, bu cennetlik kadının sözlerinden dolayı çok memnun olmuştu. Namahrem-den sesini bile böylesine sakınan, kocasına da böylesine itaat eden bu kadının neden cennete evvela gireceğini anladı. Onunla bir müddet sohbet ettiler. Bazı konuları konuştular. Bir ara kadın Hz. Fatıma’ya: "ey Rasûlüllâh’ın kızı acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? Onun bendeki hakları sebebiyle Allah Teâlâ kocama itaatsizlikten dolayı beni hesaba çeker mi? Bundan korkuyorum." dedi. Hz. Fatıma bu suali tebessümle karşıladı ve babasının yani Peygamber Efendimizin müjdesini kendisine bildirdi: "hayır! Sen bilakis babamın, "cennete ilk girecek kadın" diye müjdelediği kimsesin." dedi. Hz. Fatıma (r.’a.)a, Rasûlüllâh’ın cennetle müjdelediği bu mübarek kadınla bir müddet daha sohbet ettikten sonra müsaade istedi ve oradan ayrıldı.
5-          NÜBÜVVET MÜHRÜ’NÜ ÖPEN TEK SAHÂBE: HZ. UKKÂŞE (R.’A) -ÖGGEŞ-
Türbesi bugün Gaziantep-Nurdağı’nda bulunan Hz. Ukkâşe’nin asıl adı Ukkâşe b. Mihsan el-Esedi (r.’a.)’dır. Hazreti Ukkâşe, kimi zaman Ökkaşe ve Ökkeşiye Hazretleri olarak da anılmaktadır.

Hz. Ukkâşe ashabın ileri gelenlerindendir. Hicrete katılmış; Bedir, Uhud ve Hendek Savaşlarında bulunmuştur. Bedir Savaşı’nda kılıcının kırılması üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) ona bir hurma dalı vermiştir ve bu hurma dalını kılıç yerine kullanmıştır. Hz. Ukkâşe hayatı boyunca İslam Dinine hizmet etmiş ve yılmadan mücadelelerde bulunmuş bir sahabedir.

Hz. Ukkâşe, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in cennet ehlinden olması için dua ettiği ve yaşarken cennetle müjdelenen Sahâbelerden olma şerefine nail olmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir gün; “Ümmetimden yetmiş bin kişi tertemiz olarak cennete girecektir” diye buyurmuşlardır. Hz. Ukkâşe de; “Ey Allah’ın elçisi Allah’a dua et de ben onlardan olayım.” demiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v) de “Sen onlardansın.” diyerek Hz Ukkâşe’yi cennet ile müjdelemiştir.

Ayrıca Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e olan sevgisinden dolayı Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in iki kürek kemiğinin arasında bulunan peygamberlik mührünü gören ve öpen tek sahabedir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v), Fetih Suresi nazil olunca dünya hayatının sonlarına geldiğini anlamıştır.  Kendisi, Cebrail (a.s)’e: “Ey Cebrail öleceğimi anladım.” demiştir. Cebrail (a.s) da, Peygamber Efendimiz (s.a.v)’e: “Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır, Rabbin sana (istediğini) verecek sen de razı olacaksın.” (Duha:4-5) demiştir. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v) müezzini Bilal-ı Habeşi’ye, insanları cemaatle namaz kılmak ve onlardan helallik istemek üzere toplanmaları için çağırmasını emretmiştir.

Bütün Muhacir ve Ensar bu çağrıya cevap vererek Mescid-i Nebi’de toplandı. Peygamber Efendimiz (s.a.v) onlara namaz kıldırdıktan sonra minbere çıktı ve orada bulunan insanlara hitap etti. Orada bulunanlara nasıl bir peygamber olduğunu sordu. Orada bulunanlarda Peygamber Efendimiz (s.a.v) hakkında oldukça güzel olan düşüncelerini dile getirdiler. Bunun üzerine Efendimiz sahabelerinden helallik istedi.

“Ey Müslümanlar! Boynuzsuz koçun boynuzlu koçtan hakkını isteyeceği o dehşetli günde hesaplaşmamak için şimdi kimin üzerinde hakkım varsa ve kimin bende hakkı varsa söylesin. Şimdi hesaplaşmak isterim.” dedi. Bu isteğini üç kere tekrarladıktan sonra Hz. Ukkâşe sahabenin arasından ayağa kalkarak ilerledi ve Efendimiz’in önüne gelerek şunları söyledi:

“Anam babam sana feda olsun ya Allah’ın Elçisi, eğer ısrar etmeseydin sana söylemeyecektim; fakat ısrar etmen üzerine sana söylemek istedim. Bir savaş sonrası ben sizin devenizin yanına yaklaştığım sırada sırtımdan kırbaç yemiştim. Devenizi kırbaçlamak isterken bana vurmuştunuz.” dedi.

Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bunun yanlışlıkla olduğunu ama yine de bunun bir hak olduğunu belirtti. Bilal-ı Habeşi’yi evine gönderdi ve o kırbacı, kızı Hz. Fatıma’dan alarak mescide getirmesini istedi. Bunun üzerine Bilal-ı Habeşi kırbacı getirip Efendimiz’e verince Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer hemen ayağa kalkarak:

– “Ey Ukkâşe! İşte önündeyiz Hakkını bizden al. Peygamberden alma!” deyince Peygamber Efendimiz (s.a.v):

– “Ey Ebubekir, Ey Ömer, yerlerinize oturun. Şüphesiz ki Yüce Allah (c.c.) sizin bu iyi niyetinizi mükâfatsız bırakmayacaktır.” dedi.

Bunun üzerine Hz. Ali ayağa kalkarak: --- “Benim hayatım Allah’ın elçisinin hayatının önündedir. İşte sırtım ve karnım nereye ne kadar vurmak istersen vur.

– “Ey Ali, otur yerine! Yüce Allah (c.c.) senin bu iyi niyetini mükâfatsız bırakmayacaktır.” dedi.

Bundan sonra da Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin atılarak: --- “Ey Ukkâşe, biliyorsun ki biz Allah Resulünün torunlarıyız, hakkını bizden aldığında O’ndan almış sayılırsın. Ne olur bize vur?” dediler. Peygamber Efendimiz (sav) onlara da:

– “Yerlerinize oturun, ey benim göz bebeğim torunlarım” dedi.

Sonra Peygamber Efendimiz (s.a.v) Ukkâşe’ye dönüp: --- “Ey Ukkâşe! Vuracaksan vur!” deyince Ukkâşe:

-“Ey Allah’ın Resulü!” dedi. “Siz bana vurduğunuzda ben çıplaktım. Şimdi ben de size vururken çıplak olmanız gerekmez mi diye sordu ve sizin de çıplak kalmanızı rica ediyorum.”

Peygamber Efendimiz (s.a.v) hiç duraksamadan elbisesini çıkardı ve “Buyur, hiç çekinmeden dilediğin kadar vur.” dedi.

Bu sırada Müslümanlar yüksek sesle ağlıyorlardı ve Hz. Ukkaşe hızla Efendimiz’in peygamberlik mührünü öptü ve şunları söyledi:

“Anam babam sana feda olsun. Kim sana kıyabilir? Benim amacım senin mübarek vücudunu öperek senin yüzün suyun hürmetine Rabbimin rızasını kazanmak ve Cehennem azabından kurtulmaktır.”

Bunun üzerine Peygamberimiz Efendimiz (s.a.v): --- “Ya hakkını alman için gerekeni yap ya da affet, deyince Hz. Ukkâşe: --- “Kıyamet gününde Allah’ın beni affetmesini umarak sizi affediyorum.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v):

– “Kim cennetteki arkadaşımı görmek isterse bu adama baksın.” dedi.

Tüm günahları işlemeden affedilmiş olan Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in bu kadar dikkat ettiği bir husus olan kul hakkına layıkıyla dikkat etmemiz dileğiyle…

6-         HZ. FÂTIMA ANNEMİZ’İN, A’MÂ-YA KAPI AÇMASI
7-         MERYEM ANNEMİZ 18 YIL CAMİİ TEMİZLİĞİ YAPAR
8-         MESCİT ÂŞIĞI; ÜMM-Ü MİHCEN (R.’ANHÂ)
Peygamberimiz (sallelâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in mescit âşığı; Ümm-ü Mihcen (r.’anhâ)’e verdiği değer!
72- Mescidi Süpürmek. (Ötesine Berisine Düşmüş) Paçavraları. Çöpleri ve Ağaç Kırıntılarını Toplamak Bâbı

458 --- ... (Ebû Hureyre -r.’a.- şöyle demiştir): Bir zenci adam, yâhud zenci kadın, mescidi süpürür idi. Vefât etti. Peygamber (sallelâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) onun hâ­linden sordu. Öldü dediler. --- “Bana haber vermeli değil miydiniz? O adamın -yâhud- o kadının- kabrini bana gösteriniz" buyurdu. Müteakiben o adamın veyâ kadının kabrine vardı ve üzerine namaz kıldı.”[18]

Ve İbn Abbâs: --- "İmrân'ın karısı: Karnımdakini âzâdlı bir kul olarak sana adadım. Benden de bunu kabûl et." (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/35) âyetindeki "Muharraran" sözü, mescide tahsîs edilmiş, ona hizmet edecek bir azâdlı demektir, demiştir.
460 ---  … Bize Hammâd, Sâbit'ten; o da Ebû Râfi'den; o da Ebû Hüreyre’den tahdîs etti (o, şöyle demiştir): Bir kadın yâhud bir adam mescidi süpürür idi. Ebû Râfi': Ben Ebû Hüreyre’nin "bir kadın" dediğini kuvvetle zannediyorum, demiştir. Sonra Ebû Hureyre (iki bâb önce) geçen hadîsi zikredip: Peygamber (sallelâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) onun kabri üzerine namaz kıldı, demiştir.

PEYGAMBERİMİZ (SALLELÂH-Ü ‘ALEYH-İ VE SELLEM)’İN MESCİT ÂŞIĞI; ÜMM-Ü MİHCEN(R.’ANHÂ)’E VERDİĞİ DEĞER!
72- Mescidi Süpürmek. (Ötesine Berisine Düşmüş)Paçavraları. Çöpleri ve Ağaç Kırıntılarını Toplamak Bâbı
458--- ... (Ebû Hureyre -r.’a.- şöyle demiştir): Bir zenci adam, yâhud zenci kadın, mescidi süpürür idi. Vefât etti. Peygamber (sallelâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) onun hâ­linden sordu. Öldü dediler. --- “Bana haber vermeli değil miydiniz? O adamın -yâhud- o kadının- kabrini bana gösteriniz" buyurdu. Müteâ­kiben o adamın veyâ kadının kabrine vardı ve üzerine namaz kıldı.”
٤٥٨- حَدَّثَنَا سُلَيْمَانُ بْنُ حَرْبٍ، قَالَ: حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ زَيْدٍ، عَنْ ثَابِتٍ، عَنْ أَبِي رَافِعٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ: أَنَّ رَجُلًا أَسْوَدَ أَوِ امْرَأَةً سَوْدَاءَ كَانَ يَقُمُّ المَسْجِدَ فَمَاتَ، فَسَأَلَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْهُ، فَقَالُوا: مَاتَ، قَالَ: "أَفَلاَ كُنْتُمْ آذَنْتُمُونِي بِهِ دُلُّونِي عَلَى قَبْرِهِ - أَوْ قَالَ قَبْرِهَا - فَأَتَى قَبْرَهَا فَصَلَّى عَلَيْهَا."[19]
Medine’de Allâh Rasûlüne gönülden bağlı, Ümm-ü Mihcen isminde bir hanım sahabî vardı. Medine’nin kenar mahallelerinden birinde ikâmet eden bu sahâbî, her gün Allâh rızâsı için gelir ve Mescid-i Nebevî’nin temizliğini yapardı. Peygamberimiz (sallelâh-ü ‘aleyh-i ve sellem), onun bu fedakârlığını takdîr eder ve kendisine derin bir muhabbet duyardı. Bir ara ondan haber alamayan Efendimiz (sallelâh-ü ‘aleyh-i ve sellem), onun nerede olduğunu sordu. Sahâbe, bu fedakâr kadının vefât ettiğini ve defnedildiğini söyleyince Efendimiz çok ama çok üzüldü. Kutlu Nebi, --- “Keşke bana haber verseydiniz?” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Ve hiç yapmadığı bir şey yaptı. Ümm-ü Mihcen’in kabrine gitti, kabri başında cenâze namazı kıldı ve ona duâ etti.”[20] 

9-         HÂRUN REŞİD’İN EŞİ ZÜLEYHA (EZANA SAYGI, SAÇINI KAZIMASI, BEHLÜL DÂNE (RH’A.)’DEN CENNET SATIN ALMASI)
Zübeyde Hatunu kurtaran küçük amel

Harun Reşid’in hanımı Zübeyde Hatun çok saliha bir kadındır. Mekke-i Mükerreme’den Arafat’a kadar su kanalları döşetmiş, o mukaddes beldeyi çeşmelerle donatmış ve Rahman’ın misafirlerinin su ihtiyacını karşılamak için yüz bin altın harcamıştır. Osmanlıların tamir edip yeniden kullanıma hazır hale getirdiği o kanallar ve çeşmeler yakın zamana kadar da milyonlarca insanın ihtiyaçlarını gidermiştir. Zübeyde Hatun, hicaz suyolunun yanı sıra han, hamam, imarethane ve şifahane gibi daha pek çok hayır müessesesi yaptırmıştır.

Bütün hayatı hayır ve hasenât peşinde geçen bu mualla kadıncağız vefat ettikten sonra, birisi onu rüyasında görmüş ve ona demiş ki: “Dünyada Allah için bu kadar büyük hayırlar yaptın, kim bilir Hak Teâlâ sana Cennet’te ne yüksek bir makam bahşetti!” Zübeyde Hatun’un cevabı şöyle olmuş: “Evet doğru, Rabb-i Rahîm bana gerçekten de yüce bir makam ihsan eyledi; fakat bu yüce makamı yaptırmış olduğum hayır müesseseleri nedeniyle vermedi. Bir gün, bulunduğum mecliste ilahiler okunuyor, kasideler söyleniyordu. Sâzendelerin sazlarına vurdukları bir sırada minarelerden ezan-ı Muhammedî’nin yükseldiğini duymuştum. Hemen “Susun, ezanı dinleyelim!” deyip oradaki herkesi susturmuştum. ışte, sorgu-sual anında, amellerim birer birer sayılıp döküldü. Arafat’a kadar su kanalları döşeme de vardı onlar içinde. Fakat bana denildi ki: “Seni ezana karşı göstermiş olduğun o saygından dolayı bağışladık.”

Onca amel arasında, ezana saygı gibi zâhiren küçük bir iyilik rahmet deryasının coşmasına vesile oluyor. Cenâb-ı Hak, küçük bir hayrı kulunun kurtuluşuna vesile kılıyor. Bazen Müslümanlığın alameti sayılan ezan gibi Allah’ın değer verdiği bir şeye değer vermesinden dolayı, bazen de O’ndan ötürü mahlûkattan birine karşı şefkat göstermesi sebebiyle kulunu yüce makamlara yükseltiyor.

10-    MAŞİTE ANNEMİZ
Firavunun hazine işleriyle görevli bir veziri, bunun da Maşite adında bir hanımı vardı. Firavunun kızının dadılığını yapıyordu. Kendisi Musa aleyhisselamın dinine inandığı halde imanını gizliyor, ibadetlerini de gizli yapıyordu.
Maşite hatun bir gün hamamda Firavunun kızının saçını tararken, tarak yere düştü. Tarağı yerden gayri ihtiyari besmele çekerek aldı. Firavunun kızı bu söze kızarak dedi ki: -Ey dadı! Bu nasıl sözdür. Benim babamdan başka tanrı mı vardır? Babamın adını değil de, bir başkasının adını nasıl söylersin? -Evet, yavrum Allah vardır. Hem yeri, göğü ve içindekileri yoktan var eden, seni beni, babanı ve bütün varlıkları yaratan bir Allah vardır.
Firavunun kızı bu sözlere daha da kızarak dedi ki: -Seni babama şikâyet edeceğim. Hak ettiğin cezaya çarptırılacaksın. 
Durumu babasına söyledi. Firavun Maşite hatuna dedi ki: - Sen benden başka bir tanrıya inanıyormuşsun. Söyle, benden başka yeryüzünde tanrı var mıdır? - Ey Firavun sen de biliyorsun ki sen ilâh değil, âciz bir kulsun. Seni de yaratan Allah'tır. Sen fânisin, yok olacaksın. Fakat Allah ebedidir. Fâni değildir. Musa aleyhisselam da Onun Peygamberidir. 
Bu sözlere çok kızan Firavun onu hemen öldürmektense, her gün bir uzvunu keserek başkalarına da bir ders olmasını istedi. Önce tırnaklarını çektirdi. Saçından tavana asıldı. Kamçılarla vücudundan kan çıkıncaya kadar kırbaçlandı. Bunlara rağmen dininden dönmeyince, Firavunun kini günden güne fazlalaşıyordu. Maşite hatunu bir ağaca bağlattı. Biri 5 yaşında, diğeri de 5 aylık olan iki kız çocuğundan büyüğünü karşısına getirerek şöyle söyledi: -Ey Maşite, beni tanrı olarak kabul edersen seni serbest bırakacağım.
Maşite, yavrusunun acıklı hâline, bir de Firavunun hâline baktı. Sonra dedi ki: - Ben ancak bir olan Allah'a inanıyorum. 
Firavun eline geçirdiği bıçakla 5 yaşındaki yavrunun gırtlağını annesinin gözü önünde kesti. Kanını da Maşite'nin ağzına yüzüne sürdürdü. Sonra tekrar hiddetlenerek şöyle sordu: -Söyle, benden başka tanrı var mıdır? - Allah birdir, Allah'tan başka ilâh yoktur.
Bu sefer Firavun 5 aylık kundaktaki yavruyu getirmelerini istedi. Getirilen yavruyu annesine yaklaştırdıklarında saatlerdir süt emmeyen yavru, meme aramaya başladı. 
Maşite hatun önceki yavrusunun uğratıldığı akıbetini düşündü. İkinci yavrusunun da hunharca kesilmesine bir anne olarak dayanamayacaktı, kararını verdi. Firavuna Rabbim sensin diyecek, fakat kalben inanmayacaktı. Tam ''Rabbim sensin'' diyeceği sırada küçük yavru dile gelerek dedi ki: - Hayır anne, hayır! Sabreyle! Rabbim sensin deme! İmanından asla dönme. Firavuna inanma! Benim için, ablam için, senin için, Allah'ın Cennette hazırlamış olduğu makamı görüyorum. O makamı, etrafında sana hizmet etmek için pervane gibi dönen hurileri de görüyorum. 
Firavun ve orada hazır olanlar bu sözü duydular. Tevbe edeceklerine daha da hiddetlenen Firavun, 5 aylık yavruyu da hemen boğazlattı. Fakat Maşite hatun ağlamıyor, gülüyordu. Kızının gördüklerini artık o da görüyordu. Ölümünün bir an evvel gelmesini arzuluyordu. Firavun, kocasıyla beraber Maşite hatunu ve yavrusunu kaynar kazanın içine attı. Fakat kini hâlâ yatışmamıştı.
MAŞITA ANNEMİZİN KISSASI

***---Übey İbnu Ka'b (r.’a) anlattığına göre: "Resûlullah (sav) : Mi’râc gecesinde çok hoş bir koku hissetti. "Ey Cibril bu güzel koku nedir?" diye sordu. O da anlattı: "Bu Mâşıta (berber) kadının, iki oğlunun ve kocasının kabirlerinin kokusudur. Bunların hikâyesi şöyledir: Hızır aleyhisselâm, Benî İsrail'in ileri gelenlerinden biriydi. Onun yol güzergâhında manastırda oturan bir rahip vardı. Hızır oradan geçtikçe rahip önüne çıkar, İslâm'ı öğretirdi. Hızır buluğa erince babası onu bir kadınla evlendirdi. Hızır İslâm'ı hanımına öğretti ve bunu kimseye haber vermemesi hususunda söz aldı. Kendisi kadınlara yaklaşmazdı. Bu sebeple bir müddet sonra kadını boşadı. Aradan zaman geçince babası, Hızır'ı bir başka kadınla evlendirdi. Hızır ona da İslâm'ı öğretti ve kimseye söylememesi için söz aldı. Bu sırrı o iki kadından biri tuttu, diğeri ifşa etti. (Böylece onun İslâm'ı yaydığı ortaya çıktı.) Bunun üzerine Hızır oradan kaçtı. Deniz ortasında bir adaya geldi. Odun kesmek için iki kişi oraya geldi ve onu gördüler. Bunlardan biri Hızır'ı gördüğünü gizledi, diğeri ifşa etti ve: "Ben Hızır'ı gördüm!" dedi. Ona: "Seninle beraber onu başka kim gördü?" denildi. O: "Falan kimse!" dedi. Ona soruldu ise de gördüğünü söylemedi. Onların dininde yalan söyleyen öldürülürdü. Zamanla bu sır tutan adam, öbür sır tutan kadınla evlendi. Bu kadın, Firavun'un kızının başını tararken tarak elinden düştü. Kadıncağız: "Firavun helak olsun!" dedi. Kız bunu babasına haber verdi. Kadının kocasından başka iki de oğlu vardı. Firavun, onları da çağırttı. Bunları dinlerinden çevirmek için Firavun ısrar eni. Onlar direndiler. O zaman Firavun: "Öyleyse sizi öldüreceğim!" dedi. Karı-koca: "Bu, tarafınızdan bize bir ihsan olur!" diye merdane cevap verdiler ve: "Madem öldüreceksin hiç olsun bizi bir kabre koy!" dediler. O da öyle yaptı. Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm, Mi’râc’da iken güzel bir koku duydu, Cibril aleyhisselâm'a bunu sordu. O da bu hâdiseyi anlattı."

11-    ALKAME (R.’A.)’NİN ANNESİ
Devr-i saadette Alkame isminde gayretli çalışkan ve sehâvetli bir genç vardı. Hastalandı ve rahatsızlığı şiddetlendi.
Karısı vaziyeti Rasûl-i Ekrem sallellâh aleyhi ve sellem efendimize bildirdi: Ya Rasûlellâh, kocam çok hasta, ölüm halinde, dedi.
Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem, vaziyeti öğrenmek için Bilal Habeşî, Ali, Selman ve Ammâr (r.’anhüm) hazeratını, Alkame’nin evine gönderdi. Gittiler, Alkame ağır hasta idi. Lâ ilâhe İllallah, Muhammedü’r-Rasûlüllâh demesini söylediler. Bir türlü söyleyemedi. Üzüldüler.
Vaziyeti bildirmesi için Bilal (r.’a.)'ı Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimize gönderdiler. Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimiz ana ve babasının hayatta olup olmadıklarını sordu.
Babasının öldüğünü, ihtiyar anasının hayatta olduğunu öğrendiler.
Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimiz, ihtiyar kadına oğlu ile vaziyetinin nasıl olduğunu sordurduğunda, ihtiyar kadın:
O hep karısını dinliyor, hep beni tersliyor, hiç bir dileğimi yerine getirmiyor, cevabını verdi. Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem, Bilal Habeşî (r.’a.)'a: Git bir yığın odun topla, onu ateşle yakalım, buyurdu. Bu sözleri duyan Alkame'nin annesi: Ya Rasûlellâh! O benim oğlum ve gönlümün meyvesidir. Onu benim gözlerimin önünde yakacak mısın? Buna yüreğim nasıl dayanır, dedi. Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurdu: Ey Alkame'nin annesi, Allah'ın azabı daha şiddetli ve daha devamlıdır. Sen içinden Allah'ın onu mağfiret etmesini diliyorsun. O halde ona kırgın olmadığını açıkla. Hakkını helal et. Varlığım Kudret elinde olan Allah'a yeminle söylerim ki, sen ona kırgın oldukça, onun ne namazı, ne orucu ne de diğer iyilikleri kendisine fayda vermez.
Alkame'nin annesi ellerini göğe kaldırdı ve: Ya Rasûlellâh! Allah'ı, seni ve burada bulunanları şâhîd tutuyorum ki, ben Alkame'den razıyım, haklarımı ona helal ettim, dedi. Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimiz:
Ya Bilal! Git bak, Alkame Lâ ilahe İllallah diyebiliyor mu? Buyurdu. Bilal hemen gitti. Alkame'nin evine vardı. Daha kapıdan girerken onun, Lâ ilahe İllallah, Muhammedun Rasûlüllâh demekte olduğunu işitti. Aynı gün Alkame (r.’a.) vefat etti. Yıkandı, kefenlendi. Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimiz namazını kıldırdı ve defnetti. Definden sonra Fahr-i Kâinat efendimiz, kabri başında durarak halka şunları söyledi: Ey Muhâcirler! Ey Ensarlar! Kim karısını annesinden daha üstün tutarsa Allah'ın laneti onun üzerindedir. Onun diğer ibadet ve iyiliklerinin de kendisine hiçbir faydası yoktur, kabul olunmaz, buyurdu.
Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimiz buyurur: Kim Kur'an okur, öğrenir ve onunla amel ederse kıyamet günü anne ve babasına nurdan (yapılmışçasına parlak ) bir tâc giydirilir. Onun ziyası güneş ışığı misalidir. Onun ebeveynine iki hülle giydirilir ki dünya ( malı ) onlarla boy ölçüşemez. Onlar ne karşılığında bunlar bize giydirildi derler."
"Çocuğunuzun Kur'an ahkâmını tutması sebebiyle" denilir.[21] Musâ aleyhisselam bir defâsında şöyle dedi:
Ya rabbi! Bana öğüt ver. Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri buyurdu: Rabbinin hukukuna riayet et. Musâ aleyhisselam tekrar etti: Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri buyurdu: Ananın hakkını gözet. Musâ aleyhisselam tekrar sordu: Allah Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri tekrar buyurdu: Ananın hakkını gözet.
12-            HANZALA İBN-İ EBÎ ÂMİR (R.’A)’EŞİ VE CİHÂD
Hanzala İbni Ebî Âmir (r.’a.) şehitlik hasretiyle yanan bir yiğit… Uhud savaşı öncesinde yenidünya evine giren ve o günün sabahında Uhud’a koşup müşriklerle çarpışan bir kahraman… Na’şını meleklerin yıkadığı bir şehîd…
O, Evs kabilesinin ileri gelenlerindendi. Son derece kuvvetli, dirayetli ve yüksek bir ahlâka sahipti. Müslüman olmadan önce insanlardan uzak kalarak ibadetle meşgûl olurdu. Hanif dini üzere yaşardı. İnziva hayatını severdi. Putlara ibadet etmekten nefret ederdi.

Hanzala İbni Ebî Âmir, Rasûl-i Ekrem sallellâh-ü aleyhi ve sellem efendimizin Medine-i Münevvere’ye teşrifinden sonra İslam’la şereflendi. Babası Ebû Âmir ise İki Cihan Güneşi efendimize düşman olanlarla beraber oldu. Efendimiz Medine’ye teşrif edince o da Mekke’ye gitti ve müşriklerle ayni safta yer aldı. Bu yüzden ona fâsık lakabı verildi.

Hanzala (r.’a.) bütün akranı arasında “Takî” lakabıyla meşhurdu. Yüksek ahlaklı bir zattı. Kalbinde iman günden güne coşuyordu. İki Cihan Güneşi efendimizin yanından ayrılmıyordu. Babası ise, küfür ve tuğyan içerisinde kendi kabilesinden elli kişilik bir grupla Mekke’li müşriklerle bir olmuş Fahr-i Kâinat (s.a.v.) efendimize karşı cephe oluşturmuştu.

Hanzala (r.a) Bedir ve Uhud Gazvelerine iştirak edip büyük kahramanlıklar gösterdi. Bedir Gazvesine katıldığında henüz bekârdı. Savaştan bir müddet sonra Abdullah İbni Übey İbni Selül’ün müslüman olan kızı Cemile ile nikâhlandı. Düğünleri Uhud savaşı öncesine rast geldi. Düğünün olduğu günün akşamı Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) efendimiz ashabıyla Uhud’a hareket edecekti. Geceyi evinde geçirmek üzere Fahr-i Kâinat (s.a.v.)’den izin istedi. Efendimiz de müsaade buyurdu.

Yeni-dünya evine giren Hanzala (r.’a) o geceyi ailesinin yanında geçirdi. Sabahleyin erkenden evinden çıktı. Uhud’da İki Cihan Güneşi Efendimize yetişti. Sevgili Peygamberimiz harp için safları düzeltirken o da Ashâb-i kiram’in arasına katildi. Uhud günü büyük kahramanlıklar sergileyen Hanzala (r.’a) diğer Sahâbîler gibi can-siperâne bir şekilde müşriklere hücum etti. Şehitlik arzusuyla sağa-sola atıldı. Hiç durmadan dinlenmeden kılıç salladı. Gün boyu ok atarak kılıç sallayarak savaştı. Müşrikler bozguna uğrayıp kaçmaya başlamıştı. Müşrik ordusu komutanı Ebû Süfyân ise yalnız kalmıştı. Hanzala (r.’a.) onu görünce hemen kılıcını çekti ve atinin bacaklarını uçurdu. Atıyla birlikte Ebû Sofya’nı yere düşürdü. Korkudan ne yapacağını şaşıran Ebû Süfyân avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı. Etrafına: “Ey Kureyş ben Ebû Süfyanın Hanzala beni öldürecek yetisin.” diye seslendi: O hengâmede herkes can derdine düşmüştü. Aldırış eden pek yok gibiydi. Hanzala (r.’a) ona doğru hücum etmeye hazırlanırken birdenbire arkasından yaklaşan Şeddat İbni Esved, hain mızrağı ile onu sırtından vurdu. Hanzala (r.’a) mukabele etmek istediyse de pesinden ikinci bir darbe daha aldı ve şehadet şerbetini içti.

Uhud Savaşını Bedir’in intikamını almak için gerçekleştiren Ebû Süfyân, Hanzala (r.’a)’in şehîd edilmesini Bedir’de öldürülen oğlu Hanzalaya karşılık olarak kabul etti. Onun yerine öldürülmüş gibi saydı. Savaş meydanında müşrikler intikam duygusuyla şehitlerin organlarını kesiyordu. Hanzala (r.’a)’in müşrik babası Ebû Âmir onun cesedine eziyet edilmesine engel oldu.

Hanzala (r.’a) şehîd olunca İki Cihan Güneşi Efendimiz onun hakkında: --- “Ben Hanzala’yı meleklerin gökle yer arasında gümüş bir tepsi içinde yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm.” buyurdu. Ebû Useyd Said (r.’a) diyor ki: “Gidip Hanzalaya baktım. Başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm bunu Rasûlüllâh (s.a.v.)’e haber verdim: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) de hanımına haber gönderip bunun sebebini sordu. Ailesi, Hanzala (r.’a)’in Uhud’a yetişebilmek için çok acele çıktığını ve gusül abdesti alamadığını söyledi.” O, bu hadiseden sonra “Gasîlü’l-melâike = Melekler tarafından yıkanmış kimse” lakabıyla anıldı. Evs kabilesi onunla iftihar ederdi. “Melekler tarafından yıkanan Hanzala (r.’a) bizdendir.” derlerdi.

Hanzala (r.’a)’in ailesi Cemile düğün gecesi bir rüya görmüştü. Sabah olunca kavminden dört kişi çağırdı ve Hanzala ile evlendiklerine onları şahit tuttu. Çocuk olursa Hanzala (r.’a)’e ait olacağını söyledi. Oradaki şahitler: “Buna ne lüzum vardı?” diye sorunca Cemile (r.’anhâ) gördüğü rüyayı anlattı ve: “Rüyamda semanın açıldığını, Hanzala’nın içeri girdikten sonra kapandığını gördüm.” dedi. Rüyası hakikat olup Hanzala (r.’a) Uhud’da şehîd oldu. Abdullah isminde bir oğulları oldu. Abdullah İbni Hanzala olarak tanınan bu çocuk Yezîd İbni Muâviye’ye karşı Medine halkının biat ettiği Abdullah’tır. Yezid’in zamanında şehîd edilmiştir.

Cenâb-i Hak’tan baba-oğul her iki yiğit sevgilinin şefaatlerine erebilmeyi niyaz ederiz. Âmin.

13-           LİMONA İĞNE SOKAN EVLİYÂNIN HANIMI VE SU KIRBASINI DELEN ÇOCUK
“İstanbul'un Vefa semtinin ismi kendisinden kalan za­manın manevi erlerinden Şeyh Vefa Hazretlerinin bir oğlu vardı. Bu çocuk, o zaman henüz İstanbul'a çeşmeler yapılmadığı için evlere hayvan sırtında su taşıyan sakaların kırbalarını delerdi. (Kırba, eti yenen hayvanın derisinden tabak­lanarak elde edilen tulum) Hazreti Fatih Devri meşayihlerinden olan Şeyh Vefa Hazretlerinin çocuğu bu kötü hareketini uzun zaman devam ettirdiği halde, sucular Şeyhin hatırına çocuğa bir şey demedikleri gibi, gelip durumu Hazreti Şeyhe bile anlatmaya cesaret edemezlerdi."

"Sakalardan (Sucu) bir tanesi artık dayanamayıp durumu çocuğun babasına açmaya karar verdi. Şeyhin huzuruna gele­rek: "Ya Şeyh! Ne zamandan beri sizin çocuk bizim kırbalarımızı elindeki iğne ile delmekte ve akan suları ağzını dayayıp içmektedir. Biz bu zamana kadar bir şey söylemedik ama artık dayanılmaz oldu, siz bir tembihte bulunsanız da çocuk bu halinden vazgeçse" dedi." "Oğlunun böyle çirkin bir iş yaptığını öğrenen Şeyh Vefa Hazretleri, çok üzüldü. Ne kadar kırbası delinen sucu varsa hepsini çağırıp zararlarını ödedi ve gönüllerini alarak "bir daha olmaz inşallah, suç çocukta değil, mutlaka bizdedir. Ya anası bir hata işledi yahut bende bir kabahat var" diyerek sucu­ları gönderdikten sonra, hanımını çağırıp meseleyi anlattı:

Hanım kabahat ya sende ya bende… İyi düşün çocuğa hamile iken veya emzikli iken haram bir şey yedin mi?" diye sordu. Şeyhin hanımı gayr-i meşru hiçbir şeyi yemediğini yalnız, çocuğa hamile iken komşunun bahçesindeki nardan canı çektiğini ve iğne ile delerek bir damla emdiğini söyleyince Şeyh sevindi: "Elhamdülillah hastalık teşhis edildi" diyerek gidip komşudan helallik dilemesini ve ne isterse vermesini söyledi. Kadın gitti, evin kadınını buldu, durumu anlatıp hakkını helal etmesini rica etti. N arın sahibi: "Helal olsun komşu, bir damla nar suyunun ne kıymeti olur, keşke koparıp yeseydin" diyerek hakkını helal etti. Ve bu mesele hallolduktan sonra Hazreti Şeyh oğlunu çağırıp tembih etmek lüzumunu bile hissetmedi. Hakikaten ondan sonra çocuk, değil elindeki iğne ile sucuların kırbasını delmek, dönüp onlara bakmıyordu bile. Sucular keşke daha evvel durumu Şeyhe· anlatsaydık. Şeyh Oğlunu terbiye etmiş" diyorlardı.[22] 

14-    HZ. PEYGAMBER’LE MÜCÂDELE EDEN HAVLE ANNEMİZ
KURAN-I Kerim’deki 4. surenin adı "Nisa" Suresi’dir. Nisa, kadınlar anlamındadır. Kadınlar Suresi demek. Kuran-ı Kerim’de "Rical", yani erkekler anlamında herhangi bir sure yoktur.

Kuran-ı Kerim’de, bazı peygamberlerin isimleri surelere verilmiştir. Yusuf, Yunus, İbrahim veya Lokman (peygamberliği tartışmalıdır) sureleri gibi. Peygamber olan erkekler sureye isim olabilmiştir. Bu genel kuralın tek istisnası "Meryem" Suresi’dir.

Hz. İsa’nın annesi, peygamber olmamakla beraber bir sureye isim olabilmiştir. Peygamber olmayan tek kişiliktir. Kuran-ı Kerim her fırsatta kadını onurlandırmış, ön plana çıkarmıştır. Toplumun gündeminde kalsın diye.

* * *
Kuran-ı Kerim’deki en manidar surelerden biri de 58. sırada yer alan "Mücadele “Suresi’dir. Medine’de inen bu surenin kadınlar açısından anlamlı bir hikâyesi (sebeb-i nüzulu-iniş gerekçesi) vardır. Mücadele, peygamberle tartışan kadın anlamına da gelir. Olay şöyle gelişti:

"Hz. Havle" iman eden bir kadındı. Evs (r.’a.) isimli, sert tabiatlı bir adamla evliydi. Bir gün Evs (r.’a.), karısını boşadı. Bu boşanmayı gerçekleştirirken de eskiden Araplar arasında yaygın olarak yapılan ve "zihar" olarak adlandırılan bir yöntemi kullandı.

Araplar, eşlerinin bazı hassas noktalarını, anneleri-bacıları gibi evlenmeleri yasak olan akrabalarına benzetirlerse bu boşanma sebebi sayılırdı. Evs (r.’a.) de eşine, "Sen bana anamın sırtı gibisin" diyerek aralarındaki akdini sona erdirmek istedi.

İşte bu olaya muhatap olan Hz. Havle, soluğu Hz. Peygamber’in (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) yanında aldı. Hz. Havle tepkiliydi. Hz. Havle yorgundu. Hz. Havle bezgindi. Hz. Havle mağdurdu. Hz. Havle çaresizdi. Çareyi Hz. Peygamber’de (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) bulacaktı.

Havle (r.’a.), Peygamber’in (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) evine geldi. Efendimiz (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) dinliyordu. İsyan edercesine kocasını, Peygamberimize şikâyet etmeye başladı. Şöyle diyordu: "Ey Allah’ın elçisi! Evs, benim malımı-mülkümü yedi. Gençliğimi tüketti. Onun için çocuklar doğurdum. Şimdi ise yaşlandım. Çocuk doğuramaz hale geldim. O da zihar yaparak beni boşadı. Beni ortada bıraktı. Ya Rabbi, halimi sana arz ediyorum. Bu halimi sana şikâyet ediyorum."

Havle’
yi büyük bir dikkat ve saygıyla dinleyen Hz. Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) bir an duraksadı. Sonra, "Bu tür boşamalarla ilgili Rabbimden bana herhangi bir ölçü gelmiş değildir" cevabını verdi. Çünkü O (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem), Yüce Allah’tan vahiy gelmedikçe kendi heva ve arzusuna göre konuşmazdı. Yüce Allah’ın kendisine müsaade ettiği konular hariç, mutlaka vahiy beklerdi.

Ama çok geçmeden Yüce Rabbimiz, "Halimi sana iletiyorum" diyen bu mağdur kadının yakarışına cevap verdi. Ötelerden, ötelerin de ötesinden cevap geliyordu. Yüce Allah’ın, "Senin sesini, yakarışını, isyanını duydum. Yalnız değilsin, sözün duyulmuştur, gökte yankılanmıştır Havle! Arzu ettiğin konuda sana cevap verilecek ve sen rahatlayacaksın" anlamında ayeti inecektir.

Yüce Rabbimiz, Havle’ye cevap veriyordu. Öylesine bir cevap ki Medine’de yankılanmadık, konuşulmadık ne sokak ne ev bırakacaktı. Günlerce her mekánda Havle’nin yakarışına verilen cevap konuşulacaktı. Havle gibi mazlum ve mağdur bütün kadınlar, bir anlamda "erkeği cezalandıran" bu ayetleri gururla okuyacaklar.

Yüce Allah, karısını bu şekilde boşamak isteyen erkeğe bu işin çirkin olduğunu ilettikten sonra, ya köle azadı, ya iki ay üst üste oruç veya 60 fakiri doyurma cezası verecektir. Eşine dönmenin bedeli olarak. Tekrar eşine yaklaşmak istersen bunu ödeyeceksin. Kadın değil, erkek bunu ödeyecek. Çünkü kadın mağdur oluyordu. Rabbimiz, mağdurun yanında, mazlumun yanında.

"Mücadele" Suresi’nin ilk ayetleri indiğinde yüzü sevincinden ay gibi parlayan Peygamberimiz (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem), Havle’yi çağıracak ve "Seni müjdelerim Havle! Allah senin sesini duymuştur" dedikten sonra ilk ayeti okuyacaktır: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikáyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir."[23]

Hz. Havle 
bugün bile horlanmış, zorlanmış, terk edilmiş, önemsenmemiş, gençliğinden sonra kenara itilmiş bütün kadınların ortak isyanı olmuştur. Sembol olmuştur. Önemsenmediklerini zanneden kadınlara, "Hayır, Rabbiniz sizi önemsiyor. Rabbiniz sizin adınıza zulmeden erkeğe dünyada cezalar getirdiği gibi ahirette de hesap soracak". Üzülmeyin, sesinizi Rabbiniz duyuyor, halinizi görüyor cevabıdır Mücadele Suresi.
* * *
Yıllar geçer. İki büklüm bir kadın Medine çarşısında Hz. Ömer’in önüne geçer. Bir şey sorar. Uzun boylu Hz. Ömer eğilir, diz çöker. Ellerini kadının omzuna koyar. Söyle nine der. Kadın dakikalarca konuşur, Hz. Ömer dinler. Medine’nin lider kadrosu ise hayret içindedir. Bu ihtiyar nineye bu kadar zaman feda edilir mi(!). Nihayet kadın anlatacağını anlatır ve gider. Hz. Ömer doğrulur.

Orada bulunanlardan biri, "Ey müminlerin emiri! Şu Kureyş’in liderlerini şu nine için o kadar bekletmeye değer miydi" diye sorunca Hz. Ömer hışımla döner. Herkesin duyacağı bir ses tonuyla: "Ne diyorsun! Yazık sana. Bu kadın Havle’dir. Allah (CC) yedi gök ötesinden onu duydu, hakkında ayet indirdi de Ömer mi onu dinlemeyecek. Vallahi bütün bir gün beni tutsaydı, öylesine duracaktım. Problemini halletmeden gitmeyecektim."




BUGÜN;

1-     Kuşu ölen çocuğun evine taziyeye giden,
2-     Anne ve yavru köpekler için koskoca ordunun yolunu değiştiren, bir merhamet abidesinin doğum günü.
3-     "Benim çocuğum yok, ardımdan okuyacak kimse olmayacak" diye ağlayan Hz. Bilal’i, "Üzülme! Ümmeti Muhammed her ezandan sonra sana okuyacak" diye teselli eden bir sevgi adamının doğum günü.
4-     Oturarak namaz kıldığını gören birinin "hasta mısın?" sorusuna, "Hayır, açım!" diyen bizden birinin doğum günü.
5-     Kızına düğün hediyesi olarak gül veren, kızı "Beni nasıl seviyorsun?" diye sorduğunda, "kördüğüm gibi" cevabını veren... Ve zaman zaman "kördüğüm ne âlemde?" sorusuna, "ilk günkü gibi" diyen bir kız babasının doğum günü.
6-     On sekiz aylık oğulcuğu kucağında can verirken, gözyaşlarıyla onu öpüp koklayıp, "O, meme emen bir süt kuzusudur, ama Allah'ın takdiri karşısında, elden ne gelir?" diyen bir yüreğin doğum günü.
7-     Yanında, kucağındaki çocuğuna sarılan, öpüp koklayan arkadaşına gülümseyerek, "yavruna nasıl şefkat duyuyorsan, Allah da senin şefkatinden daha çok sana şefkat duyar" diyen bir zarafetin doğum günü.
8-     İnsanlar ona saygıda kusur etmezken; kızının her yanına gelişinde, ayağa kalkarak karşılayan "hoş geldin kızım" diye öpen, elinden tutup yanına oturtan bir ruhun doğum günü.
9-     Torunları sırtında iken namaz kılan, eve girer girmez, "küçük adam orada mı? Küçük adam orada mı?" diye seslenen, badi-badi koşarak gelen torunlarını kucaklarken, onlara "Ey Allâh’ım! Ben onları seviyorum, sen de onları ve onları sevenleri sev" diyen bir dedenin doğum günü.
10- Bir bayram sabahı, hüzünle kenarda oturan, eski elbiseli yetim bir çocuğu elinden tutup evine götüren, yıkanıp yemek yedirilen, para verilip sevindirilen çocuğun yüzünü avuçlarının içine alarak, "Benim baban, Ayşe'nin annen, Hasan ve Hüseyin'in kardeşlerin olmasını ister misin?" diyebilen bir hassasiyetin doğum günü.
11- Sokağa kaçan çocuğunu eve getirebilmek için, "gel bak sana ne vereceğim" diyen anneye, "dikkat et, çocuk sana gelir ve ona bir şey vermeyecek olursan, senin için bir yalan günahı yazılır!" diyen bakış açısının doğum günü.
12- Meydanlık bir yerde, önünden bir cenaze alayı geçerken, ayağa kalktığında, arkadaşlarının şaşkın: "Ama bu bir Yahudi’dir" dediklerinde, "Fakat aynı zamanda bir insandır" Diyen insanlık abidesinin doğum günü.
13- Bir Müslüman, sarhoş bir şekilde, huzuruna getirildiğinde, yanındakilerden biri sarhoşa "Allah sana lanet etsin" deyince, kaşlarını çatarak "ona lanet okumayın, ben onu tanıdığımdan beri, o Allah ve Rasûlünü sever" diyebilecek tevazuun doğum günü.
14- Başı eşinin kucağında, ruhunu Allah'a teslim etmek üzereyken, Rabbinin huzuruna tertemiz çıkmak için, misvakla dişlerini temizleyen adamın doğum günü.
15- "Sizden biriniz, ağaç dikerken kıyamet kopuyor olsa, ağacı dikmeye devam etsin" diyen bir çevrecinin doğum günü.
16- "Akarsu başında bile olsanız, suyu israf etmeyin" anlayışında bir sosyal anlayışın doğum günü.
17- Kâbe'yi işaretle, "Bu ev, saygın, mübarek ve kutsaldır. Ama varlığını elinde tutan kudrete yemin ederim ki, insan onuru ve kişiliği daha kutsaldır!" diyebilen bir erdemin doğum günü.
18- "İşçinin alın teri kurumadan karşılığını verin" prensibinin kurucusu bir emekçinin doğum günü.
19- Yaratıcının huzurunda "İste! Ne isteğin varsa vereyim" dendiğinde, secdeye kapanıp, gözyaşlarıyla "Senden ümmetimi istiyorum" diye seslenen bir sevgilinin doğum günü.
20- Ve Rabbimizin, "Andolsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O'na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” (Tevbe-128) tanımının doğum günü.
21- Ve Rabbimizin, "Şüphesiz ki, Allah ve melekleri, Peygamber'e çokça salât ederler (överler, yüceltirler). Ey müminler! Siz de O'na salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin." (Ahzab-56) buyruğunun odağının doğum günü.

Doğum günün kutlu olsun ya Rasûlellâh. Salat ve selam Sana olsun.
MEVLİD KANDİLİNİZ MÜBÂREK OLSUN… SELÂM VE DUÂ İLE… Ş.G.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hayâtı (Özet)

BABASI: Abdullah, Kureyş Kabîlesinden, Hâşim oğulları soyundan. (Abdülmuttalî’b’in oğlu)

ANNESİ: Âmine, Kureyş kabilesinden, Zühre oğulları soyundan. (Vehbi’n kızı)

DEDESİ: (BÜYÜK-BABASI): Abdülmuttalib, Mekke’nin ileri gelenlerinden. Zemzem suyu’nun kaynağını yeniden yaptırmıştır.

MEVLİD KANDİLİ

20 Nisan 571 pazartesi günü sabaha karşı Mekke’de doğdu. Ay takvimine göre Rebiü’l-Evvel ayının 12. gecesidir. Efendimiz’i sevgiyle ve şefaatini dileyerek andığımız doğum günündeki geceye “Mevlîd Kandili” denir.

DOĞDUĞU GECE MEYDÂNA GELEN OLAYLAR:

1-       Ka’be-deki putların hepsi yüzüstü baş-aşağı yere yıkıldı. 

         Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allâh'ın evi olan Kâbe'yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı. Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Rasûl-i Kibriyâ’nın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler.

2-   Teşrif ettikleri gece bir yıldız doğdu.

        Yahûdî ler arasında birçok âlim vardı. Bunlar, kitaplarında Allâh Rasûlü’nün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi. Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı.

        Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahûdî âlimler bu yıldızdan Ahir zaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı. Bunu gören Yahudi âlimleri, Tevrat’ta belirtilen paygamberin doğduğunu anladılar. Ashâb-ı Kirâm’dan Hassan bin Sabit (r.’a.) anlatır:

"Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahudi’nin biri; "Ey Yahudiler!" diye çığlık atarak koşuyordu. Yahudiler; "Ne var, bu bağırman nedendir?" diyerek yanına toplanınca, o; "Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyaya geldi..." diye cevap verdi.

3-   İran’da Medâyin'deki Kisrâ’nın sarayından 14 burç çatırdayarak yıkıldı.

        Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi... Saatler, doğum anlarını gösteriyordu. Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı. Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı. Manzara korkunçtu ve telaş verici idi. Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti.

4-   İstahrabat'ta Mecûsîlerin bin yıldır söndürmeden taptıkları ateşleri sönüverdi.

        Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi. Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi. Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş'alesiyle aydınlatacaktı.

5-   Takdîs edilen meşhur Sâve (Taberiyye) gölü bir anda kuruyuverdi.
Bu da, gelen zâtın, doğan kişinin Allâh'ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi.

6-   Semâve vadisi taşan seller altında kalıp, suya gark oldu.

        Rasûl-i Kibriyâ Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi. Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı. Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu. Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ'ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler.

7-   Gök kubbeden salkım salkım yıldızlar döküldü.

        Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü. Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur. "Madem Rasûl-i Ekrem ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâib-den haber verenlerin ve cinlerin ihbârâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi'set-ten evvel kâhinlik çoktu. Kur'ân, nazil olduktan sonra onlara son verildi.

ADI: Muhammed: çok çok övülen, çok övülmüş, güzel huyları olan kişi demektir. Bu ismi o’na dedesi Abdülmuttalî’p vermiştir. Umarım O’nu yerde halk, gökte Hakk över demiştir.

DİĞER İSİMLERİ: Ahmed, Mahmûd ve Mustafa’dır.

7-      مُحَمَّدٌ --- MUHAMMED (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Pek Çok Tekrar Tekrar Övülmüş, Medh-edilmiş. (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)
8-      أَحْمَدُ  --- AHMED (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Daha Çok Hamd eden. Çok Övülmeğe Ve Medh edilmeğe Lâyık. Çok Sevilen.
9-      مُقَفّ۪ى --- MUKAFFÎ (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Peşine Düşüren. -Çünkü Onu Dünyanın Hiç Bir Şeyi Allâh (c.c.)’a Tâbî Olmaktan Ayıramamıştır.-
10-  حَاشِرٌ  --- HÂŞİR (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Toplayan.
11-  نَبِىُّ التَّـوْبَةِ   --- NEBİYYÜ’T-TEVBE (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Ümmetinin Tevbe lerinin Kabûl Edileceğine İşâreten Bu İsim Verilmiştir.
12-  رَسُولُ الرَّاحَةِ --- NEBİYYÜ’R-RAHMET (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): Çünkü Bütün Âlemlere Rahmet Olarak Gönderilmiştir. “Rahmeten Li’l-Âlemîn”

SÜT-ANNESİ: Halime, Sa’d-oğullları Kabîlesin’nden fakir bir kadındır. Kocasının adı Hâris, Peygamberimiz’in süt-kardeşi (ablası) olan kızının adı Şeymâ’dır.

        PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.);

v  Sekiz aylıkken konuşur,
v  İki yaşına bastığında da gösterişli bir çocuk olur.
v  Dört yaşına kadar süt-annesi Halime’nin yanında kaldı.
v  Beş yaşına bastığında annesi Âmine’ye teslim edildi.
v  Altı yaşında iken annesiyle berâber babasının kabrini ziyâret etmek ve dayılarıyla tanışmak için Medîne’ye gitti. Dönüşte annesi Âmine, Ebvâ denilen kasabada hastalandı ve henüz kervan yola koyulmadan da vefât etti. Hizmetçileri Ümm-ü Eymen o’nu alarak Mekke’ye getirdi ve dedesi Abdülmuttalî’b’e teslim etti.
v  Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalî’b’le kaldı. Abdülmuttalî’p ölüm döşeğindeyken sevimli torununu, merhamet ve şefkatine çok güvendiği fakir oğlu Ebû Tâlib’e emânet etti.

Ebû Nü’aym Delâilü'n-Nübüvve adlı eserinde Zührî tarîkından ve Esmâ Bint-i Rehm’den, O da annesinden rivâyet ederek diyor ki:
--- “Ben Hazret-i Muhammed (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)'in annesi Hz. Âmine'yi vefât ederken gördüm. Muhammed (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) yeni boy atmış beş yaşlarında bir çocuktu. Annesinin vefâtı esnâsında başucunda idi. Hz. Âmine oğlunun yüzüne bakarak;


ŞUNLARI SÖYLEDİ
1-      "Ey mübârek çocuk! (yavrum=evlâdım!) Ey dünyâya bulaşmadan bir konup, sonra güvercin -misâli- uçup giden (Abdullâh)'ın oğlu!

(Dünyânın ni’metlerinden iyisiyle veyâ kötüsüyle yararlanmadan gençlik ve yiğitliğine doyamadan güvercin misâli erkenden ölen -Abdullâh’ın- oğlu!) 

2-      “Ey oklarla “Kur’a” çekildiği günün sabâhı, dehşetli bir ölüm korkusu çekilirken -her şeyin sâhibi ve her şeyi bilen Allâh'ın yardımıyla-,

3-      Yüz güzel Deve “Yemîn Fidyesi” karşılığında kurban edilmekten kurtulan -Abdullâh-’ın oğlu! Eğer gördüğüm rüyâ ta’bir ettiğim gibi çıkarsa; Sen hem bütün İnsanlığa ve Cinlere, gönderilecek, helâl ve harâmı öğreteceksin.

4-      Ve hem Sen Celâl ve İkrâm sâhibi (Allâh-ü Te’âlâ) tarafından bütün mahlûkâta Peygamber olarak gönderileceksin.

5-      İnsanları -kötülüklerden- sakındıracak ve dünyâ-âhiret işlerini hall ve âsân edeceksin! -Bütün yaratılmışları- Hakk’a, hakîkate ve İslâm'a ulaştırıp, tahkîk ve tasdîk için Peygamber olacaksın.
5-
6-      -Büyük- Baban Hz. İbrâhîm (‘aleyhi’s-selâm)'in dîninde olacaksın ve Allâh-ü Te’âlâ’nın ibâdetinde kavî ve sâdık olup dâimâ ihsân eyleyeceksin. Hz. Allâh Seni -kavimlerle birlikte devâm edip gelen- putlara tapmaktan nehyetti.”
6-
--- Senin dâvân insanlık durdukça devâm edecektir.---
Hz. Âmine vâlidemiz, bu beyitleri terennüm ettikten sonra;

ŞUNLARI SÖYLEDİ
1-   Her canlı (diri) ölür.
2-   Her yeni -olan şey- eskir.
3-   Her ihtiyar -yaşlanan- fânî olur. -Dünyâdan ayrılıp gider.-
4-   Şüphesiz ki işte ben de ölüyorum.
5-   Fakat adım (nâmım) ebediyyen anılacaktır.
6-   Çünkü arkamda -dünyâya- hayırlı bir evlat bırakıyorum.
7-   Ter-temiz bir oğul doğurdum."
7-
Diyerek mübârek Rûh-u Şerîfi-ni teslîm etti.”
---Hz. Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)'in hayâtından anlamlı, bir o kadar da hasret dolu tablo---
---Hz. Âmine (‘aleyhe’s-selâm) annemiz’in biricik oğlu peygamberimiz Hz. Muhammed (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e îmân ve hasret dolu son derece zarîf ve mânidâr sözleri---
AÇIKLAMA: Hazret-i Âmine (’aleyhe’s-selâm) Annemiz, Hazret-i Abdullah (’aleyhi’s-selâm)'ın câriyesi Bereke (’aleyhe’s-selâm) Annemiz ile berâber küçük oğlu Hz. Peygamber efendimiz Muhammed Mustafâ (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)'i altı yaşlarındayken yanına alıp babasının kabrini ziyâret ettirmek için Yesrib (Medîne-i Münevvere)'ye götürür. Yolculuk esnâsında aynı zamanda dayılarını da ziyâret ettirmiş, dönüşte Ebvâ Köyü’ne vardıklarında eceli gelmiş ve orada vefât etmiştir. Hazret-i Âmine (’aleyhe’s-selâm)'nin son sözlerini çerçeveleyen kûfi yazılarda bu sebeple sağda "Âmine", sol tarafta da "Bereke", Âmine kelimesinin Elif'inin içinde de "Muhammed" isimleri yazılmıştır. Âmine isminin üzerinde ince kûfî hat ile "Vehb'in kızı Âmine" anlamına "Bintü Vehb" yazılıdır. Bereke'nin künyesi Ümm-i Eymen (r.’anh) dir. Bu fedâkâr kadın Hz. Âmine (’aleyhe’s-selâm)'nin vefâtından sonra 6 yaşlarında bulunan Hz. Peygamber efendimiz Muhammed Mustafâ (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)'i Mekke-i Mükerreme'ye kadar selâmetle götürmüş ve dedesi ‘Abdü’l-Muttalib (rahmetüllâh)’e teslim etmeyi o çetin şartlar içinde başarmıştır. Bu sebeble Hz. Peygamber efendimiz Muhammed Mustafâ (sallellâh ‘âleyh-i ve sellem) Bereke Ümm-i Eymen'e dâimâ sevgi ve hürmet göstermiş! 
"Ümm-ü Eymen annemden sonra annemdir."[24] Buyurmuştur. Bereke Ümm-i Eymen annemizin adı bu sebeble Âmine annemizin adıyla berâber yazılmış.[25]

GENÇLİĞİ:

On iki on üç yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib le bir ticaret kervanına katılıp Suriye’ye yola çıktı. Busrâ denen yerde Bahîra adında bir papaz o’nun son peygamber olacağını verdiği cevâb lar ve sırtında bulunan et beni şeklindeki iki kürek kemiği arasında bulunan Nübüvvet Mührü’nden (Peygamberlik Mührü) anladı. Suriye (Şam)’deki Yahudilerden endişe eden Ebû Tâlib, alış-verişi Busra’da yaparak Mekke’ye döndü.

MUHAMMEDÜ’L-EMÎN: Hiç yalan söylemediği için ve doğruluktan ayrılmadığı için “Güvenilir Muhammed” anlamındaki bu lâkapla çağırılmaya başlandı.

v  On yedi yaşında iken Güney’e yemen tarafına bir ticâret kervanıyla gitti ve ticareti öğrendi.

EVLİLİĞİ VE PEYGAMBER OLANA KADAR GEÇEN HAYATI

Yirmi beş yaşında iken amcası Ebû Tâlib ve Hz. Hadîce’nin kölesi Meysere’nin aracılığıyla iki kez evlilik yapmış ve her defâsında kocası ölmüş olan güzel olmasından öte çok güzel ahlâkı olan kırk yaşındaki Hz. Hadîce ile evlendi.

HZ. HATİCE’DEN 2’Sİ ERKEK, 4’Ü KIZ TOPLAM 6 ÇOCUĞU OLDU.

Bu Çocukların İsimleri;

Kızları;

1-  Rukiyye,
2-  Ümm-ü Gülsüm,
3-  Zeynep,
4-  Fâtıma;

Oğulları;

5-  Kâsım,
6-  Abdullah’tır.
7-  Yedinci çocuğu olan oğlu İbrahim, Habeşistan Kralı Necâşî’nin kendisine hediye ettiği câriye (bayan köle) Mısırlı Mâriye (Maria)’den olmuştur.

Kızı Hz. Fâtıma, Efendimiz (s.a.v.)’dan 6 ay sonra vefât eder. Evli veyâ bekâr olarak değişik yaşlarda ölen diğer 6 çocuğu kendisinden önce ölür.

Hz. Fâtıma, Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Ali ile evlenir ve Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin dünyaya gelir. Bugün Efendimiz’in soyu kızı Hz. Fâtıma’dan devâm etmektedir.

Kâbe’de bulunan ve Hacerü’l-Esved (Kara Taş) denen taşı yerine koymada ihtilâfa düşen insanlara hakemlik yaptı. Buna “Kâbe hakemliği” denir. Bugün Kâbe’nin içinde yer aldığı câmiye de Mescid-i Harâm denilmektedir.


Hılfü’l-Fudûl (Erdemliler Birliği)’e katılarak bir mazlumun hakkını bir zâlimin elinden alan insanlarla çalıştı.

PEYGAMBERLİĞİ

Mekke yakınındaki Cebel-i Nûr (Nûr Dağı)’da Hira Mağara’sında 610 yılının Ramazan ayında ilk vahiy geldi ve son peygamber olduğu kendisine müjdelendi. Kur’ân-ı Kerîm, Kadir Gecesi indirilmeye başlandı.

Korkmuş, ürpermiş ve heyecanlanmış olduğu halde evine döndü. Hz. Hadîce ilk inanan kişi oldu.

İLK MÜSLÜMANLAR:

1-  Eşi Hz. Hadîce,
2-  Çocuk yaştaki Hz. Ali,
3-  Yakın arkadaşı Hz. Ebû Bekir,
4-  Hürriyetine kavuşturduğu (âzatlı) kölesi Hz. Zeyd,
5-  O zaman köle olan Hz. Bilâl-i Habeşî.

İslâm’a dâvet önce gizli gerçekleşti, sonra yakın akrabalarını İslâm’a dâvet etti. Açık dâvet başlayınca işkenceler de başladı. Ammâr’ın annesi Sümeyye ve babası Yâsir işkencelere maruz kaldılar ve İslâm’ın ilk şehitleri oldular.

Peygamber Efendimiz’in kendisine inananlara ders verdiği, berâber ibâdet ettiği, bu şekliyle İslâm’ın ilk medresesi (üniversitesi) sayılan ev Mekke’de Erkam bin Ebi’l-Erkam’a âittir.

İslâm’a inanan 40’ıncı müslüman Hz. Ömer oldu. Habeşistan kralı Necâşî Müslümanları iyi karşıladı ve gizlice de Müslüman oldu. Müslüman olarak da öldüğü için, Efendimiz tarafından Medîne döneminde gıyâbî cenâze namazı kılındı.

Müşrikler peygamberliğin 7. Yılında Peygamberimiz, Müslümanlarla ve akrabalarıyla olan bütün ilişkilerini kesme yâni boykot kararı aldılar. Onlarla konuşmadılar, ticâret yapmadılar, onları şehrin kenar bir mahallesine sürdüler. Önemli kararları Ka’be duvarına astıkları için bu kararı da Kâbe’nin duvarına astılar. Üç yıl sonra boykot metninin böcekler tarafından yenildiğini görünce korktular ve boykotu kaldırdılar. Ancak sıkıntılarla geçen bu üç yıl Efendimiz’in sevgili eşi Hz. Hadîce başta olmak üzere Müslümanları çok zorda bıraktı. Hz. Hadîce rahatsızlanarak vefât etti. Daha sonra da İslâm’ı kabûl etmemekle berâber sevgili yeğenini bir an olsun yalnız bırakmayan Ebû Tâlib öldü. Oğlu Kâsım da aynı tarihte öldü. Tarihte bu yıla hüzün yılı denir.

İnsanları Allâh’ın dînine dâvet etmek için yardımcısı Zeyd ile gittiği Tâif şehrinde taşlandı. Bir gece Mescid-i Harâm’dan alınıp Mescid-i Aksâ’ya götürüldü ve Rabbi’nin huzûruna göğe çıkarılarak Mi’râc denilen hadîseyle acılarını unuttu ve rahatladı.

Medine’den Mekke’ye gelenlere İslâm’ı anlattı ve ilk yıl 6 kişi müslüman oldu. Ertesi yıl peygamberliğin 12. yılında gelen 12 kişilik bir grup, Mekke yakınlarında bir vâdide gizlice buluşup müslüman oldu ve o’na ömür boyu sahip çıkacaklarına söz verdiler. Söz verme demek olan bu biata, Birinci Akabe Biatı (söz verme, sözleşmesi) denir.

Mus’ab bin Umeyr’i Medîne’ye hoca olarak gönderdi. Peygamberliğin on üçüncü yılında Medine’den Mus’ab’ın gayretleriyle müslüman olan 75 kişi geldi ve Peygamberimiz’e bağlılıklarını ilân ettikleri İkinci Akabe Biatı gerçekleşti. Efendimiz’i ve bütün Müslümanları Medîne’de koruyacaklarına söz verdiler.

HİCRETİ

Mekke’de işkenceler artınca Mekkeli Müslümanlar Medine’ye hicret etti. Peygamberimiz de yatağına Hz. Ali’yi yatırarak yanında bir rehber ve Hz. Ebû Bekir ile birlikte 622 yılında Medîne’ye hicret etti.

622 Milâdî yılı, hicrî takvimin başlangıcı kabûl edildi. Medîne’ye hicret ederken Sevr Mağarası’na sığındı. Mağaranın ağzına bir örümceğin ve güvercinin yuva yapması onları müşriklerden korudu.

Kubâ Beldesi’ne geldiğinde küçük bir mescit yaptırdı ve Cum’â’ namazı kıldırdı. Kubâ mescidi yapılan ilk câmidir.

Medîne’de, bugün kabri İstanbul’da Eyüp İlçesi’nde bulunan Ebû Eyyüb el-Ensarî’nin evinde 7 ay kaldı.

Mekkeli hicret eden Müslümanlara “Muhacir”, Medîneli yardım eden Müslümanlara da “Ensâr” denilmiştir. Mekkelilerle Medîneliler arasında “Muâhat” denilen ve tarihte bir benzeri daha olmayan kardeşlik gerçekleşmiştir.

Medîne’de ilk iş olarak kendisinin de inşaatında bizzat çalıştığı bir câmi yaptırdı. Daha sonra yenilenen ve bugün kabrinin de içinde yer aldığı caminin adı “Mescid-i Nebî” veyâ diğer adıyla “Mescid-i Nebevî” dir.

Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde Peygamberimiz’in evinin yanında kendilerine “Ashâb-ı Suffa” denilen Mekke’den gelen gençlerin bulunduğu Suffa yâni odalar da bulunuyordu. Bu genç Sahâbîler Kur’ân ve Sünneti yazıyorlardı. İhtiyaçları zengin Müslümanlar tarafından giderilen bu gençlerin tek işi ilim öğrenmekti.

Peygamberimiz Medîne’de kurduğu İslâm Devleti’nin başkanıydı.

Allâh’a ve Peygamber’ine kalbiyle îmân etmediği halde diliyle îmân ettiğini söyleyen ve iki-yüzlü anlamında kendilerine “Münâfık” denilen insanlar da Medîneliler arasında bulunuyordu. Münâfıklar Hz. Ayşe’ye iftira da attılar ve bu olaya “İfk Hâdisesi” denir.

Namaz kılınırken önceleri bugün Filistin devletinin sınırları içinde yer alan Mescid-i Aksâ’ya dönülürdü. Gelen bir Âyet’le Müslümanların yeni kıblesi “Kâbe” oldu.

Peygamberlerin peygamberliklerini ispatlamak için gösterdiği olağanüstü olaylara “Mu’cize” denir ve Efendimiz (s.a.v.)’in mu’cizelerinden biri olan ve “Şakk-ı Kamer” denilen Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesini gerçekleştirmiştir.

“Aşere-i Mübeşşere” (müjdelenen on kişi) denilen ve dünyada iken Cennet’le müjdelenenlerin isimlerini açıkladı.

624 yılında müşriklerle Müslümanlar arasında olan, Peygamberimiz’in de katıldığı ilk savaş “Bedir Savaşı” dır. İslâm Dîni’ nin en büyük düşmanı olma konusunda sembolü olan Ebû Cêhil bu savaşta öldürülmüştür.

625 yılında Müslümanların müşrikler karşısında zor anlar yaşadığı, onlarca şehit verdikleri ilk kanlı savaş “Uhud Savaşı” dır. Hz. Hamza, daha sonra müslüman olacak olan Vahşî bin Harb tarafından bu savaşta şehit edilmiştir.

Hudeybiye Anlaşması 628 Yılında gerçekleşti.

On bin kişilik bir orduyla 630 yılında “Mekke’nin Fethi” gerçekleşti.

Rum (Bizans) kralı Heraklius, Habeş kralı Necâşî, İran Kisrası Hürmüz ve Mısır, Gassan, Yemâme gibi bâzı devlet başkanlarına İslâm’a dâvet mektubu gönderdi.

Yüz on dört bin kişinin katıldığı, ölümüne yakın tarihte gerçekleşen ve ömrünün ilk ve son haccı olan “Vedâ Haccı” nı yaptı. “Vedâ Hutbesi” diye bilinen meşhûr hutbesini de burada okudu ve Müslümanlara Allâh’ın Kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’i ve “Hadîs” de denilen “Sünnetini” bıraktığını söyledi.

Peygamberimiz’i sağlığında gören ve o’nun sohbetine katılmış, acı ve sevinçleri paylaşmış olan Müslümanlara “Sahâbe”, “Sahâbî” veyâ “Ashâb” denmektedir. Hz. İsa’yâ sağlığında inanan on kişiye de “Havarî” denilmektedir.

Genç komutan Üsâme bin Zeyd’in komuta ettiği bir orduyu Bizans üzerine gönderdi.

8 Haziran 632 Pazartesi günü öğleye doğru 63 yaşındayken (Mîlâdî yıla göre 61 yaşında) Medîne’de Mescid-i Nebî’nin bitişiğinde bulunan Hz. Âişe’nin odasında vefât etti. (Refîk-i Â’lâ-yâ ulaştı.)[26]

Hz. Ömer: --- “Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla parçalarım” diye üzüntüsünü dile getirdi. Orada yıkanıp cenâze namazı kılındıktan sonra yine aynı odada defnedildi. Türbesi aynı yerdedir. Bu sırada Bilâl-i Habeşî Ezân okumuştur.

"Ben sözlerimle, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i methetmiş olmadım, Lâkin Hz. Muhammed (s.a.v.)’le makalemi (sözlerimi) methetmiş oldum."

Şaban GÜNBEY -Em. İmam-Hatib-





 
















[1] قطر الندى و بل الصدى ــ ابن هشام ــ بيروت ــ  (Katru’n-Nedâ ve Bellü’s-Sadâ), S: 5, İbn-i Hişâmi’l-Ensârî, 1. Baskı, Beyrut, 2002.
[2] Peygambere Allâh-ü Teâlâ’nın salât etmesi, rahmet etmesi; meleklerin salât etmesi, şânının yüceltilmesini dilemeleri; mü’minlerin salât etmesi ise, duâ etmeleri anlamını ifâde eder.
[3] Ahzâb Sûresi, 33/56.
[4] Tevbe Sûresi, 9/24.
[5] Ahzâb, 33/21.
[6] الكتاب: الفتح الكبير في ضم الزيادة إلى الجامع الصغير، المؤلف: عبد الرحمن بن أبي بكر، جلال الدين السيوطي (المتوفى: ٩١١ هـ)، المحقق: يوسف النبهاني، الناشر: دار الفكر - بيروت / لبنان، الطبعة: الأولى، ١٤٢٣ هـ - ٢٠٠٣ م، عدد الأجزاء: ٣، رقم الحديث:٤٨٧.
[7] صحيح مسلم، كتاب الفضآئل (٤٣)، باب: في أسمآئه ﷺ (٣٤) رقم الحديث: ١٢٦ (٢٣٥٥)، ص:٩٥٨.
[8] Bu Hadîs-i Şerîf’in Cübeyr b. Mut'ım rivâyetini Buhârî -Kitâbü'l-Menâkıb- ile -Kitâbü't-Tefsîr-de; Tirmizî -İsti’zân- ve -Şemâil- bahislerinde; Nesâî de -Kitâbü't-Tefsir- de muhtelif râvîlerden tahric etmişlerdir.
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/127-128.
[10] Bakara Sûresi, 2/127-129.
[11] Saff Sûresi, 61/6. --- Bu âyet şu şekilde de tercüme edilebilir: “Fakat İsa’nın müjdelediği peygamber onlara apaçık âyetleri getirince, “Bu apaçık bir sihirdir, dediler.”
[12] الكتاب: مسند الإمام أحمد بن حنبل، المؤلف: أبو عبد الله أحمد بن محمد بن حنبل بن هلال بن أسد الشيباني (المتوفى: ٢٤١ هـ)، المحقق: شعيب الأرنؤوط - عادل مرشد، وآخرون، إشراف: د عبد الله بن عبد المحسن التركي، الناشر: مؤسسة الرسالة، الطبعة: الأولى، ١٤٢١ هـ - ٢٠٠١ م، ص:٥/٦٢٢، رقم الحديث:٢٢٢٦١.
[13] Ahmed b. Hanbel, 5/262.
[14] Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 127, 128.
[15] Halebî, I, 138.
[16] İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125; Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hz. Muhammed Mustafa 1, Erkam Yayınları.
[17] Hilye, 2: 71.
[18] Hadîsteki zamirlerin müzekker ve müennes sûretinde şekk ile söylenmesi, o zâtın zenci bir adam veyâ zenci bir kadın olduğunun şüpheli olarak rivâyet edil­mesinden dolayıdır. Şeksiz olarak rivâyet edilen hadîslerde zamir yalnız müennes söylenmiştir. Bu şekk gâlib İhtimâlle aradaki Râvî olan Sabit İbn Eşlem el-Bunânî'dendir. Buhârî'nin iki bâb sonraki diğer rivâyetinde bir zenci kadın ol­ması ihtimâline, kuvvet verildiği gibi, Beyhakî, isminin "Ümm-ü Mihcen" ol­duğunu tasrîh eylemiştir. Bu zenci kadını hakîr görüp, vefâtını Peygamber'e haber vermeğe lüzum görmemişlerdi. Bu zenci kadının kazandığı fazîlet ve ni'met, mescide olan bu hizmeti mukabelesindedir gibi anlaşılıyor. Hakîkaten bu gibi hizmetler ufak-tefek görülse de, büyük ecri mûcibdir. Peygamber'in bizzat mescidi süpürdüğü de rivâyet edil­miştir.
[19] صحيح البخاري.
[20] Buhârî, Salât, 72, 74.
[21] et-Terğîb c.2 355.
[22] Büyük Dini Hikâyeler, Osmanlı Yayınevi.
[23] Mücadele 58, 1.
[24] Kütüb-i Sitte, İ. CANAN, 13/51.
[25] Hat ve Tasarım: Ali Hüsrevoğlu, Tezhib: Hatice Algün’ün de tasarımından yararlanılmıştır.
[26] Refîk-i Â'lâ: Cennet'in yüksek makâmında bulunan peygamberler meclisidir.