30 Aralık 2016 Cuma

MİLADİ SENE BAŞINI YILBAŞI KUTLAMAK!





Nevruz ve Noel Kutlaması


NOEL       
 Nevruz: Farsçada yeni gün anlamına gelmektedir. Nevruz, eski Türklere ait bir bayram değil, ateşe tapan eski İranlıların inançlarından dolayı kutsadıkları bir gündür. Eski Türkler Şamanist ve Budist de değildir. Orhun Abidelerindeki yazıtlarda (yerleşik hayata geçen eski Uygurların bazıları hariç), Türklerin tek Tanrı inancına sahip olduğunu görmekteyiz.
Nevruz günlerinde mecusilerin kutlamaları gibi, nevruzu kutlamak bir Müslüman için İslam’dan sapmadır. Peygamber(s.a.v.) efendimiz şöyle buyurdular:
“Kim bir topluluğa benzemeye çalışırsa, o kimse onlardan olur.”(Tirmizi ve Müslim)Nevruz, mart ayının 21. günüdür. Acemler bu günü bayram olarak kabul ederler. İran’da ilk hükümeti kuran Cemşit, Zerdüşt’ün kurduğu Mecûsîlik (Ateşe tapma) dinine mensup idi. Mart’ın 21. günü tahta çıktığı için, o güne Nevrûz diyerek, yılbaşı ve dinî bayram yapmıştır. Bugün, İran’da hâlâ kutlanmaktadır. İslâmiyetten önce çıktığı için, müslümanlıkla hiç bir ilgisi yoktur.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, (Mektûbat)ında buyuruyor ki:
“Hindûların bayram günlerine (ve ateşe tapanların Nevruz günlerine ve Hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına) hürmet etmek ve o zamanlarda onların âdetlerini onlar gibi yapmak asla Müslümana yakışmaz.”
Piyango bileti ve toto, loto gibi bahis için verilen paralar kumara yatırılan paralardır. Bunlardan çıkacak paralar asla helal değildir. Peygamber(s.a.v.) efendimize Eshabı-ı Kiram:
– “Ey Allah’ın Rasulu bir kimse haram para ile hayır hasenat yapabilirmi?”diye sorarlar.
Allahın Rasulü:
– “Bu iş, bir şeyi  idrarla yıkamaya çalışmak gibi olur.”
diye buyurarak, haram mal ile yapılan işlerin asla hayra geçmeyeceğini beyan etmişlerdir.
Yılbaşı Gecesini karşılamak sayılan; o gece için çam süsleyip hindi kesmek, papaz kıyafetine girip çocuklara hediye dağıtmak, İslam dininden çıkma alametidir. O geceyi kutlamak maksadı ile içki sofrası hazırlayıp, içki içmek de bunun gibi İslam’dan ayrılma alametleridir. (Bakınız; Elfâz-ı Küfür Bölümü)
 Büyük islam alimi İbn-i Abidin hazretleri kafirlerin yaptıkları ve kullanmakta oldukları şeylerin iki kısım olduğunu bildiriyor:
“Birincisi her memleketin adet olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan haram olmayan şeyleri yapmak ve kullanmak günah değildir. Pantolon, fes, ve çeşitli ayakkabı,  masada yemek yemek, çatal ve kaşık kullanmak gibi. Örnek olarak Rasulullah (s.a.v.) efendimiz papazlara mahsus bir ayakkabıyı giymesidir.”
İkinci kısım ise, İmam-ı Birgivi’nin Vasiyetname adlı eserinde şöyledir: “Kafirlerin kullandıkları ve yaptıkları haram olan ve küfür alameti bulunan şeyleri müslümanların yapmaları  durumunda harama ve küfre düşüreceğidir.” Bunların haricinde:
Ölüm ile tehdit, bir uzvu kesmek, malın tamamını telef etmek, hapis ve şidetli dayak gibi ciddi bir tehdit olamadan, o tür şeylerin kullanılması asla doğru olmayacağıdır. Bilmeyerek veya şaka olarak herkesi güldürmek için yapan küfre girer. Büyük Kostantin’in hırıtiyanlık dinine karıştırdığı Noel gecesini ve cemşid’in uydurduğu Nevruzu milli bayram olarak tanıtıyorlar. Müslümanlar bunlara aldanmamalıdır. Bilgisizlik özür değildir. Farzları ve haramları öğrenmek Allah’ın emridir. Bunları öğrenmeyenler ayrıca bu yüzden günaha girerler.”Hadis-i Camiüssağır’da ki bir hadis-i şerifte Peygamber(s.a.v.)efendimiz şöyle buyurdular:
Zenbun âlimi zenbun vâhıd ve zenbul-câhili zenbâni(Câmiu’s-sağîr)”. Yani; “İşlenen bir günahta alime bir misli, cahile iki misli yazılır.” diye haber verince Sahabeler meraklarından sordular:
– “Ey Allah’ın Rasulü niçin böyledir?”
Rasulullah onlara:
“Günahı öğrenmemekte bir günahtır” buyurdular.

 
 

"Yılbaşı kutlamaları!" ve İslâmî kimliğin muhafazası

İslâmiyet; iman, ibadet-amel ve ahlâk esaslarıyla bir bütündür... Özellikle inanç mevzuunda parça-buçuk kabul etmez... İnanılması gereken esaslara bütün hâlinde inanmak zarûridir.



İslâm dîninin inanç, ibâdet ve muamelelerle alâkalı emir ve yasaklarına uyulmasının yanı sıra, tatbik edilmesi gereken bazı temel ahlâkî düsturları da vardır. Meselâ bunların en önde gelenlerinden biri; Müslüman’ın ferdî, âilevî ve ictimâî hayatın her safhasında bâtıl ve muharref (hükmü kalkmış, aslından uzaklaştırılmış) dinlerin mensuplarının, kısacası gayr-i müslimlerin örf, âdet ve an’ânelerine benzemekten şiddetle sakınıp uzak durmasıdır.

İslâmiyet, ferdî-âilevî ve ictimâî hayatın hiçbir safhasında çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasına müsâade etmemiş... Kur’ân-ı Kerim’de, bizlere bütün yönleriyle tanıttığı ehl-i kitâba, diğer bâtıl ve muharref dinlerin mensuplarına, müşriklere, budistlere, ateistlere benzenilmesine ruhsat vermemiştir. Onun içindir ki Müslümanlar’ın; Yahûdi, Hıristiyan, Budist ve dinsizlerle kaynaşmalarına sebep olacak taklitlerden, benzeşmelerden kaçınmaları ve her hâlükârda İslâmî hüviyetlerini muhâfaza etmeleri emredilmiştir. Zira en basitinden en mühimmine; âdetlerden, ibâdet ve i’tikat esaslarına kadar herhangi bir noktada benzeşme, daha büyük benzeşmelere vesîle olmaktadır.

Gayr-i müslimlere benzemenin sebep olacağı tehlikeli neticelere dikkatimizi çekmek içindir ki, Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “(Tasvip ederek) bir kavme (bir topluluğa) benzemeye çalışan kişi, o (benzemeye çalıştığı) kavimdendir.”(1) “(İnanç ve amelde) bizden başkasına benzeyenler, bizden değildir.”(2)

Başka bir hadîs-i şerifte de, “Siz karış karış, adım adım sizden öncekilerin (Yahûdi ve Hıristiyanlar’ın) yoluna uyacaksınız. O kadar ki; onlar bir keler deliğine girecek olsalar, siz de (modadır düşüncesiyle) onları tâkip edeceksiniz...”(3) buyurularak Müslümanlar’ın, başta Yahûdiler ve Hıristiyanlar olmak üzere gayr-i müslimleri taklit etmek, onlara benzemek felâketine düşecekleri mu’cizevî bir şekilde bildirilmiştir.

Yine Efendimiz (s.a.v.), kişinin iman, amel ve ahlâk za’fını olanca çıplaklığıyla ortaya koyan bu örf-âdet ve an’ânelerde gayr-i müslimlere benzeme şaşkınlığının, ne kadar hayâsızca ve çirkin hadlere ulaşacağını da, şu mübârek sözleriyle haber vermişlerdir:

“Onlardan biri hanımıyla yolda cinsî yakınlıkta bulunsa, siz de aynısını yapacaksınız!”(4)

Bugün, Batı’dan ithal edilmiş âdet, merâsim ve kutlamaları ile; içki, kumar ve fuhuş gibi şeytânî tuzakları ile; bâtıl mesajlarla yüklü basını-medyası ve gayr-i İslâmî kılık-kıyâfetleri ile Müslüman cemiyetler –maalesef– Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.v.), tehlikesine işâret buyurduğu ölçülerde yabancılara benzeme felâketiyle karşı karşıyadır. Ancak bütün bu menfî gelişmelere rağmen biz mü’minler, İslâmî usûl ve esaslara dönerek gayr-i müslimlere benzeme akımına reaksiyon göstermeye mecburuz. Bu kudsî mükellefiyetimiz sebebiyledir ki; öncelikle bâtıl ve muharref din mensuplarına benzemenin, onları taklit etmenin dinimiz açısından hükmünün ne olduğunu bilmemiz lâzımdır. Bunu da iki grupta inceleyebiliriz:

1. Mubah olan yani mes’ûliyeti gerektirmeyen benzemeler...

2. Mekruh veya haram olan, dolayısıyla mes’ûliyeti de beraberinde getiren benzemeler...

Meselâ ilim ve teknikte kullanılan metodlardaki taklitler-benzeşmeler... O alandaki gelişme ve değişmeleri tâkip etmek... Bunlar günah değil mubahtır, hatta teşvik edilmiştir.

Canlı resimler ihtivâ eden duvar halıları, süs yastıkları ve tablolarla evlerin tefrîş edilmesi veya canlı varlıkların resimleri ile motifli elbiseler giyilmesi mekruhtur, günahtır. Zira bunlarda putperestlere benzeme durumu vardır.(5)

İbn-i Hibbân’ın (rh.) rivâyetine göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, duvarların kumaşlarla örtülmesini yasaklamıştır.

Âlimlerimiz de; duvarların ipekli kumaşlarla örtülmesi tahrîmen, ipeksiz kumaşlarla meselâ yün halılarla örtülmesi ise tenzîhen mekruhtur; zira gösterişten ibârettir, demişlerdir.

Birtakım âdet ve an’ânelerde Yahûdi ve Hıristiyanlar gibi ehl-i kitâbın mensuplarına uymak... Yahut diğer gayr-i müslimlere hâs olup İslâm’ın emir ve yasakları ile çatışan hususlarda onlara benzemek ise haramdır. Bu gibi günahlar, kendisinde küfür sıfatı bulunan günahlardır ki, şiddetle kaçınılması gerekir. Zira bunun temizliği, ancak cehennem ateşiyle mümkündür.

Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, Müslüman olmayan milletlerin bayramlarının ve kutsal kabul ettikleri günlerin onlar gibi kutlanmasını yasaklamıştır. Binâenaleyh gayr-i müslimlerce değer verilen Milâdi yılbaşı gecesini çamlarla, hindilerle, içkilerle (ki zaten haramdır) veya âile toplantılarıyla kutlamak... Yahut bu maksatla televizyonlardaki sözüm ona kutlama proğramlarını seyretmek... Ya da bu yapılanları kabul ve tasvip ederek Müslüman kardeşleriyle “yeni yıl kutlamaları”nda bulunmak, hediyeleşmek dînî ölçülerimize göre son derece tehlikelidir!
Hüküm bakımından haram olan bu amelî-ahlâkî taklit ve benzemeler, fâilini günahkâr kılar. Muvakkat da olsa onu âhirette azâba dûçâr eder... Şayet bu benzeme i’tikatla alâkalı hususlarda ise, sahibi cehennemin ebedî azâbına müstehak olur. Çünkü Rabbimiz buyuruyor ki, “Kim (meşru’ görerek) Allâh’a ve Resûlü’ne karşı gelir, Allâh’ın koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî olarak kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır.”(6)

Hulâsa, İslâm’ın bir vicdan meselesi olduğunu söylemek, Müslüman’ın hayatının onun ölçülerine göre düzenlenmesi gerektiğine inanmamak ve böylece gayr-i müslimlerin örf, âdet ve an’ânelerini, bayram ve merâsimlerini, töre ve törenlerini paylaşmak –Allah korusun– mü’mini mânevî uçurumlara sürükler!..

O bakımdan Müslüman olarak doğan bizler, Müslüman olarak yaşamaya ve Müslüman olarak ruhumuzu teslim etmeye gayret göstermeliyiz.

Rabb’imizin lûtuf ve ihsânı olan bu İslâm nimeti ve Ümmet-i Muhammed’den olma nimetinin kıymetini bilmeliyiz ki, Müslüman olmayanlara benzemekten sakınarak dünyamızı izzetle, âhiretimizi de saâdetle yaşayabilelim.

Bunun için de İslâm’ı iyi öğrenmeli, sünnetlere tâbi olup bid’atlerden kaçınmalıyız... Her türlü haram, mekruh ve şüphelilerden, hele de “yılbaşı kutlamaları”ndan mutlaka uzak durmalıyız. Aksi takdirde âkıbet husrân olur!

Yazımızı, Cenâb-ı Mevlâmız’ın mübârek kelâmından iki âyet meâli ile noktalayalım:

“Rabb’imiz Allah’tır’ deyip sonra da (bütün hâl ve hareketlerinde Allâh’ın emirlerini, Resûlü’nün sünnetini esas alarak) dosdoğru yaşayanlara; (evet) onlara (kıyâmet gününde) hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. (Çünkü) onlar, cennet ehlidirler. Yapmakta oldukları (güzel amel ve hareketlerine) mükâfat olmak üzere, orada ebedî kalacaklardır.”(7)

DİPNOTLAR
(1) Mişkâtü’l-Mesâbîh, 4347.
(2) Tirmizî, Sünen, H. No: 2696.
(3) Mişkâtü’l-Mesâbîh, 5361.
(4) Câmiu’s-Sağîr, 2, 122.
(5) Bedâiu’s-Senâi‘ fî Tertîbi’ş-Şerâi‘, Kitâbü’l-İstihsân, 5, 226.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 14.
(7) Kur’ân-ı Kerim, Ahkaf, 13-14.
Gayr-i Müslimlerin Örf-Âdet ve Geleneklerine Uymanın Vebâli


Nakşi yolu silsilesinin 23. halkasını teşkil eden hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmâm-ı Rabbâni (k.s) hazretleri, mürşidi Muhammed Bâkibillah'ın (k.s.)oğulları Hace Abdullah ile Hace Ubeydullah'a (k. sırrahüma) yazdıkları bir mektupta, bu mevzûda dikkat çekici şu önemli açıklamalara yer vermektedirler:

“(Malum olduğu üzre) Cehennem azâbının sonsuz oluşu, küfrün cezâsıdır.’ Bu söze mukabil eğer şöyle bir sual sorulursa;


– “Bir kimse, imânı olmakla beraber, küfür merâsimini icrâ eder veya küfür ehlinin merâsimine saygı gösterirse; âlimler, onun kâfir olduğuna hükmeder... Fiilinden dolayı onu, mürtedlerden sayar. Hint Müslümanlar’nın ekserisi ise bu belâya müptelâdır (kâfirlerin töre ve törenlerine düşkündür)! Binâenaleyh âlimlerin fetvâları gereğince o kişinin, âhirette, ebedî bir azap ile cezalandırılması lâzımdır. Halbuki sahih haberlerde bildirildiğine göre, ‘Kalbinde zerre kadar bir imanı olan kimse, ebedî olarak azapta kalmaz, cehennemden çıkar.’ Peki, size göre bu mes’elenin hakikati nedir?

Cevaben derim ki:

– “Eğer o şahıs, sırf kâfir ise yani zerre miktarı da olsa bir imana sahip değilse, onun nasîbi ebedî azaptır!.. Allah sübhânehû bu azaptan bizleri korusun! Şayet bu küfür merâsimlerini yapmasına rağmen, kalbinde zerre kadar bir iman varsa, gene cehennemde azap olunur; lâkin, bu zerre miktarı imanın bereketi ile cehennemde ebedi kalıp orada yerleşmekten kurtulması ümit edilir...

“Bir kerresinde hasta bir kimsenin ziyaretine gitmiştim. Ölümü yaklaşmıştı... Hâline teveccüh (mânevî durumunu kontrol) ettiğimde, kalbinin şiddetli zulmetler içerisinde olduğunu gördüm... Ve bu zulmetlerin kalkması için ne kadar teveccüh (mânevî gayret sarf) ettiysem de kalkmadı!..  Ancak nice teveccühten sonra anlaşıldı ki, bu zulmetler, kendisinde gizli bulunan küfürden neş’et etmektedir. Bu küdûratın menşei (bulanıklığın kaynağı) de, küfür ehli ile olan karşılıklı sevgi ve dostluklardır. Ve anladım ki, bu zulmetlerin giderilmesi için teveccüh etmek uygun değildir. Çünkü, onun bu zulmetlerden temizlenmesi cehennem azabına bağlıdır ki, bu da küfrün (ve kendisinde küfür kokusu, sıfatı bulunan günahların) cezasıdır.

“Ve yine anlaşıldı ki, o kişi, sâhip olduğu zerre miktarı imanın bereketi ile cehennemde ebedî kalmaktan kurtulacaktır.

“Bu hâli onda gördükten sonra hâtırıma geldi: Bunun namazını kılmak câiz midir, değil midir? Teveccühten sonra (bu sorunun cevabı da) belli oldu ki, onun namazını kılmak câizdir. Yani, imanları olmakla beraber ehl-i küfrün âdetlerini icrâ eden, onların muayyen günlerine saygı gösteren Müslümanları, bugün olduğu gibi, kâfirler arasına ilhak etmek doğru olmaz; münasip olan, onların namazlarını kılmak ve işin sonunda, ebedî azaptan kurtulmalarını ümit etmektir.

“Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşıldı ki, kâfirlere af ve mağfiret yoktur, onlar bağışlanmazlar. ‘Şüphesiz Allah Teâlâ, kendisine şirk koşanları bağışlamaz.’(1)

“Kişi, şayet katıksız kâfir ise, küfrünün cezası cehennemde sonsuz azaptır. Eğer günahlarına rağmen, zerre miktarı da olsa bir imanı varsa, onun cezası muvakkat (geçici bir süre) azaptır. Diğer büyük günahları ise, Allah Teâlâ dilerse bağışlar, dilerse azap eder.

“İleride mâhiyeti-hakikati anlatılacağı üzere, Fakîr’in (İmâm-ı Rabbâni) kanaatine göre; cehennem azâbı ister muvakkat, isterse ebedî ve devamlı olsun, küfre ve küfür sıfatlarına mahsustur.

“Büyük günah sahiplerine gelince...

“Günahlarının bağışlanması için tevbeye muvaffak olamadıkları gibi, şefaate, mücerret af ve ihsâna da kavuşamamış kimselerin günahlarına, dünyevî elem ve ıztıraplarla, ölüm sarhoşluğunun şiddetli sıkıntıları da keffâret olamıyorsa; bunun gibi  kimseler için şöyle ümit olunur: Onlardan bir kısmına kâbir azabı ile iktifâ edilir. Diğer bir kısmı ise, günahlarına karşılık, kabir azabı ile birlikte kıyâmetin korku ve şiddetlerine dûçar kılınır!.. Böylece, bunlar için de cehennem azâbına ihtiyaç kalmamış olur.

“Allah Teâlâ’nın, ‘O kimseler ki, imân ettiler, imanlarına da zulmü karıştırmadılar. İşte onlar için emniyet vardır.’(2) âyet-i kerîmesi şu anlatılan mânâyı te’yid eder. Bu âyet-i celiledeki ‘zulüm’den maksat, şirktir (yani imanlarına şirki karıştırmadılar demektir). Bütün işlerin hakikatini en iyi bilen Allah  sübhânehûdür.
***

“Eğer denilirse ki:

– “Küfür dışında bazı günahların cezası hakkında, ebedî cehennem azâbı tehdidi geldi. Niktekim Allah Teâlâ buyurdu ki, ‘Bir kimse, bir mü’mini taammüden öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere cehennemdir.’(3)
“Bir hadîs-i şerifte de şöyle gelmiştir:
‘Taammüden (bilerek-kasten) bir kimse, bir vakit namazını kazaya bıraksa, cehennemde 80 bin sene kalacaktır.’
“Bütün bu mânâlar gösteriyor ki, cehenmem azâbı sadece kâfirlere mahsus değildir.

“Bu suâle de şöyle cevap veririm:

– “Katil hakkında gelen mânâ, bu öldürmenin helâl sayılması durumuna göredir. Müfessirlerin de anlattıkları gibi, haram olan bu katli helâl sayan kâfir olur (ve cezâsı da ebedî olarak cehennemde azap olunmaktır).

“Cehennem azâbıyla tehdit edilen, küfür dışındaki diğer günahlara gelince; bunlar da küfür sıfatı şâibelerinden (eser ve nişanlarından, kir ve lekelerinden) uzak ve temiz olmayanlardır. Meselâ o günahı hafife almak, küçük görmek ve aldırış etmeden yapmak, şer’î emir ve yasakları hakir görmek gibi.

“Şefâatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.’(4) ‘Şu ümmetim, rahmete nâil olmuş bir ümmettir. Onlara âhirette azap yoktur. Onların azabı dünyadadır; fitneler, zelzeleler ve katl (öldürme)’(5) meâlinde gelen hadîsi şeriflerle ‘O kimseler ki iman ettiler, imanlarına da zulmü (şirki) karıştırmadılar. İşte onlar  için emniyet vardır’ meâlindeki âyet-i kerîme, izah edilen mânâyı te’yid eder, kuvvetlendirir...”(6)

bilgicagi.net

DİPNOTLAR
(1) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 48.
(2) Kur’ân-ı Kerim, En‘âm sûresi, 82.
(3) Kur’ân-ı Kerim, Nisâ sûresi, 93.
(4) Tirmizî, Sünen, Kıyamet, 12.
(5) Ebu Davud, Fiten, Hadis No: 4277.
(6) el-Mektûbat, 1, 266.
BİR RÂHİBİN İTİRAFLARI...

Râhip Samuel Zwemmer şöyle diyor:

“Müslümanlar'ı vaftiz etmek için boş yere çabalayıp durmayalım. Başka yollar, başka çareler deneyelim. İslâm memleketlerinde girişeceğimiz faâliyetlerde; onlara, önce Hıristiyan âdet ve an‘ânelerini, Hıristiyan bayramlarını, Hıristiyan kültürünü, Hıristiyan ahlâkını aşılayalım...”

Demek ki Hıristiyanlık, bazılarının dediği gibi, dinî motiflerden arındırılmış sadece sevgi ve “hoşgörü”ye dayalı bir inanç sistemi değilmiş. Bilakis bu sözler, İslâm âleminin benliğini tahrîbe yönelik, ahlâkî ve dinî dejenerasyon faâliyetlerinin itici gücü olup, saf insanları kandırmak için anlatılan masaldan ibâretmiş. Bu sebeple, dünya ve âhiret yıkımına uğramamamız için, akıllıca hareket edip, sözde yılbaşı kutlamalarını, Noel babaları, Noel anneleri, baba hindileri, çam ağaçlarını biraz daha dikkatlice incelememiz gerekiyor herhalde...

Bakınız; Ayasofya yıllardır mahzûn ve mazlûm beklerken, eloğlu torun “vaftiz ettirmek” için, taa nerelerden Fener Rum Patrikhaneleri'ne geliyor. Aynı zihniyet İstanbul'u Kostantinopolis olarak görüyor ve hâlâ da başkenti kabul ediyor...
O bakımdan, “Aman dikkat!” diyoruz...

Batı taklitçiliğinin topuzunu kaçırmayalım. Aksi takdirde maddî ve mânevî geleceğimizi ipotek altına sokmuş oluruz.


Halis ECE.
mollacami.com
EHL-İ KÜFRE BENZEMEKTEN SAKINMAK

Teşebbüh; taklit etmek, benzemek mânâlarına gelir. Bu benzeme, inanç ve îtikâdî esaslarda olacağı gibi, fikir, söz ve fiilde de olabilir. Benzeme, küfre olursa, küfür; mâsiyete olursa, mâsiyet; hayra ve güzelliğe olursa makbul ve muteberdir. (Avnu’l-Mâbûd Şerh-i Sünen-i Ebû Dâvûd, 11/95)
Müsâmahayı esas alan İslâm dîni, başkasına benzeme ve bilhassa kâfirleri ve fâsıkları taklit etme husûsunda, çemberi iyice daraltmıştır. Adam öldürmek, zinâ etmek, içki içmek gibi fiiller çok büyük günâh olmasına rağmen küfür sayılmazken, küfür alâmeti sayılan sözler ve fiillerde ve gerekse âdet ve yaşayışta ehl-i küfrü taklit etmek, küfür sayılmıştır. Dinin direği olan namaz ibâdeti dahi, güneşe tapanlara benzememek için, kerâhat vakitlerinde yapılmaz.
Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde meâlen şöyle buyurur: “Ey îmân edenler. Yehûd ile Nasârâyı dost edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin (Yahûdiler, yahûdilerin, Hiristiyanlar hiristiyanların) yârânıdırlar ve siz müminlerden her kim, onları dost tanır, velî tutarsa, şübhe yok ki o da onlardandır. (Onlara temessül etmiş, onların huyunu kapmıştır. O artık Hakk’a değil onlara ve hevâsına hizmet eder. Netîce îtibâriyle onlardan sayılır. Âhirette onlarla berâber haşrolunur...)” (Mâide, 51 Elmalılı, 3/1712), “Mü’minler, mü’minleri bırakıpta kâfirleri evliya ittihaz etmesin (dost edinmesin)...” (Al-i İmrân, 28 )
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de ehl-i küfre teşebbühten tahzîr (benzemekten korkutmak) için; “Kim bir kavme benzemeye azmederse, o ondandır.” (Feyzü’l-Kadir)
Diğer bir hadîs-i şerîflerinde; “Bir kişi diğer bir kişinin ameline, yoluna ve âdetine râzı olursa, muhakkak ki o onlardandır.” buyur- muşlardır. (Kenzü’l-Ummal, 9/10)
Naklolunduğuna göre Hâris bin Muâviye, Medîne’ye, Hz. Ömer’in yanına geldiğinde, aralarında şöyle bir konuşma geçer:
– Şam’da durum nasıl?
– Allâh’a hamdolsun, iyi.
– İhtimal ki müşriklerle de oturup kalkıyorsunuzdur?
– Hayır, ey müminlerin emîri.
– Sizler, müşriklerle hemhâl olursanız, bunun netîcesinde, çok sürmez onlarla berâber yemek de yer, meşrûbât da içersiniz. Onlarla oturup kalkmadığınız müddetçe dâimâ hayır içinde olursunuz. (Hayâtü’s-Sahâbe, 3/259

Muhterem Mü’minler!
Yüce dinimiz, biz mü’minlere dini esaslara bağlı kalıp, mukaddesatımıza sahip çıkıp, hiç bir zaman için bizim inançlarımıza ters düşen her türlü hal ve harekata meyl etmememizi emretmiştir. Hal böyleyken, malesef yüce dinimizin mensubu olduğunu ve müslümanca yaşamaya çalıştığını söyleyen nice insanların
müslümanlarla alakası olmayıp temamen başka dinlere mensup insanların adeti olan NOEL, PASKALYA ve benzeri adetlere kendilerini kaptırıp büyük günah bataklıklarına düştükleri bir hakikattir. İşte yukarıda bahsi geçen adetlerden biriside, birkaç gün sonra bütün hıristiyan alemince ve memleketimizde de birçok gafil insan tarafından kutlanacak olan noel ve miladi yılbaşı eğlenceleri-dir. O noel ve yılbaşı ki; Müslümanlıkla uzaktan yakından hiçbir alakası olmayıp bilakis hıristiyanlığın küfür kokan bir adeti olduğu için hem dinimize hemde özünü dinimizden alan örf ve adetlerimize zıttır.


İbn-i Ömer (r.a) teşebbüh hakkında şöyle buyururlar: “Bir kimse müşriklerin arzına ev binâ edip, onların bayramlarına katılmak sûretiyle onlara benzerse, o kimse kıyâmet günü onlarla berâber haşrolunur.” (Feyzü’l-Kadir, 104)
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de; “İki dîni tasdik eden dahi, şirk ehlinden sayılır. İslâm hükümleri ile küfrü bir araya getirmeye teşebbüs eden dahi müşriktir. Halbuki küfürden teberrî etmek (uzaklaşmak), şirk şâibelerinden sakınmak tevhiddir.’ buyurarak, şöyle devâm eder: Hindûların büyük bildikleri günlere tâzîm, Yahûdîlerce bilinen âdetlere uymak, küfrü îcâp ettirir. Nitekim ehl-i İslâm’ın câhilleri, bilhassa kadınlar, küffârın belli günlerindeki küfür merâsimini icrâ etmektedirler. Bunları, kendileri için de bayram kabul edip, kızlarının ve
kardeşlerinin evlerine onlar gibi hediyeler yollarlar... Böylelikle o merâsîme tam mânâsı ile îtinâ ederler.” (Mektubât-ı Şerife, 3 /41)
İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Hazretleri, böyle merâsimleri icrâ ile ehl-i küfre benzeyenlerin acıklı sonunu şu ifâdeleriyle haber verirler:
“Bir defâsında, bir hastanın ziyâretine gittim. Ölümü yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğim zaman gördüm ki kalbi, şiddetli zulmet içinde. Her ne kadar bu zulmetin kalkması için teveccüh ettiysem de kalkmadı. Çokça teveccühten sonra bilindi ki, bu zulmetler, kendisinde saklı duran küfür sıfatından nâşîdir. Bu sıkıntıların menşei dahi, küfür ehli ile dost geçinip durmasıdır. Bundan sonra belli oldu ki bu zulmetlerin def’i için teveccüh, yerinde bir iş değildir. Zîrâ onun bu zulmetlerden temizlenmesi cehennem azâbına kalmıştır. Ki küfrün cezâsı da odur. Ve bana mâlum oldu ki, onda îmandan bir zerre miktarı mevcuttur ve bunun bereketiyle cehennemde ebedî kalmaktan kurtulacaktır.
(Mektubât-ı Şerîfe, 1/266)


Noel ve yılbaşı; içki ve fuhşu teşvik edip, yeşeren küçük çam fidanlarının yok edilmesine sebebiyet verdiği, insanları rezalete, sefalete, cinnete ve cinayete teşvik ettiği, israfın ve iflasın amili olduğu için, insanı insanlık tahtından indirip hayvani bir seviyeye düşürdüğü ve süfli bir hayatın zebunu kıldığı için, insanı mümtaz vasıflardan ayırıp Hakk’ın ve halkın nazarında kötü kıldığı için, yine içkinin kontrolü altına giren insana herkesin gözü önünde hertürlü bayağılığı işlettiği, edep ve haya duygularının yok olmasına, birçok fazilet müesseselerinin yıkılmasına sebebiyet verdiği için ve daha bizim bildiğimiz bilmediğimiz nice nice rezaletin işlendiği bir gece olması hasebiyle yüce dinimizin esaslarına, ictimai hayata, akla ve mantığa, edep haya ve ahlak müesseselerine tamamen zıttır.
Yılbaşı neyimiz olur? Ramazan Bayramımız mı? Kandilimiz mi, Kurban Bayramı'mız mı? Biz muharremlerle, martlarla başlayan yıllar da biliriz... ki, hiçbiri böyle şımarıklıkla, böyle ayyaşlıkla, böyle kumarbazlıkla açılmazdı. Hepsi efendi yıllardı.

Memleketimize, herhalde, Beyoğlu'ndan giren, Haliç'i atlayarak Fatih'lere, Aksaray'lara, sonra Rumeli'ye ve Boğaz'ı aşarak önce Kadıköy'lere, Moda'lara ve sonra Üsküdar'lara ve oradan Anadolu'ya geçen bu bunak neyimiz olur: Babamız mı, dedemiz mi, amcamız mı, yoksa Avrupalılıktan pirimiz mi?

İstanbul'un Tepebaşı'ndan Adana'nın Tepebağı'na kadar her yeri bilen, her yere uğrayan bu moruk kimdir, necidir? Bir resmine bakarsanız Havarilere, öteki resmine bakarsanız Rasputin'e benzeyen bu iskambil papazı, aramızda nenin nesidir... Bunu hiç merak ettiniz mi? Siz bırakın da ben söyleyeyim onun kim olduğunu: O Haçlı Seferlerinden kalma bir kılıç artığıdır. O zaman silahla giremediği yerlere, şimdi beyaz sakalıyla saygılar ve sevgiler toplayarak girebiliyor. O evimize girerken eşeğini kapımızın halkasına bağlayan bir Piyer Lermit'tir... Kardeşlerini Mukaddes savaşa hazırlamaktan geliyor.

O, adıyla sanıyla bir misyonerdir ki, şu memlekette ocağına incir dikildikten sonra, kılığını değiştirmiş... Ve bizi avlamaya, kucağında getirdiği oyuncaklarla en can alıcı noktamızdan; çocuklarımızdan başlamıştır.

Bu cömertliğinin karşılığını istemeyecek mi sanıyorsunuz, fedakârlığının sebebini düşünmediniz mi? Bırakın onun hakkından ben gelirim: İşte sakalını çekince gördünüz... Sakalı elimde kaldı ve altından Lüsifer çıktı. Bilirsiniz ki casuslar da kıyafetlerini ekseriya böyle değiştirirler. Bu, mezar beğenmeyen hortlağa ya mezarını gösterin yahut bırakın: Haç'ında çarmıha gereyim onu. Tehlikeyi sezer de kendiliğinden gitmeye kalkarsa çıkarken ceplerini yoklamayı unutmayınız: Muhakkak bir şeyimizi çalmıştır.

Arif Nihat Asya

Rabbim cümlemizden razı olsun..

...

Yılbaşı hakkında elimizdeki bilgileri paylaşmaya çalıştık.

Peki o gece müslümanlar ne yapmalı?

El cevap:Erkenden uyumalı..
Bu cevaba binaen bazı müslümanlar:

Eğer o gece her zaman yapmadığımız birşeyi yapıp,erken uyursak o geceye ayrı bir şey tahsis etmiş olmuyor muyuz?

şeklide bir sua yöneltiyorlar..

Bu konuda bizleri aydınlatacak arkadaşlardan bilgi rica ediyoruz.


http://www.sadakatforum.com/noelyilbasi-kutlamalari-ve-islami-kimligin-muhafazasi-t14354.0.html
 
 
 
 
 
 
 

3 Aralık 2016 Cumartesi

BÜLUĞ ÇAĞINA GELMEMİŞ ÇOCUĞU ÖLENLER...

BÜLUĞ ÇAĞINA GELMEMİŞ ÇOCUĞU ÖLENLER...
١٣٠٣- حَدَّثَنَا الحَسَنُ بْنُ عَبْدِ العَزِيزِ، حَدَّثَنَا يَحْيَى بْنُ حَسَّانَ، حَدَّثَنَا قُرَيْشٌ هُوَ ابْنُ حَيَّانَ، عَنْ ثَابِتٍ، عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ: دَخَلْنَا مَعَ رَسُولِ اللَّهِ عَلَى أَبِي سَيْفٍ القَيْنِ، وَكَانَ ظِئْرًا لِإِبْرَاهِيمَ عَلَيْهِ السَّلاَمُ، فَأَخَذَ رَسُولُ اللَّهِ إِبْرَاهِيمَ، فَقَبَّلَهُ، وَشَمَّهُ، ثُمَّ دَخَلْنَا عَلَيْهِ بَعْدَ ذَلِكَ وَإِبْرَاهِيمُ يَجُودُ بِنَفْسِهِ، فَجَعَلَتْ عَيْنَا رَسُولِ اللَّهِ تَذْرِفَانِ، فَقَالَ لَهُ عَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ عَوْفٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ: وَأَنْتَ يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ فَقَالَ: "يَا ابْنَ عَوْفٍ إِنَّهَا رَحْمَةٌ"، ثُمَّ أَتْبَعَهَا بِأُخْرَى، فَقَالَ : "إِنَّ العَيْنَ تَدْمَعُ، وَالقَلْبَ يَحْزَنُ، وَلاَ نَقُولُ إِلَّا مَا يَرْضَى رَبُّنَا، وَإِنَّا بِفِرَاقِكَ يَا إِبْرَاهِيمُ لَمَحْزُونُونَ." رَوَاهُ مُوسَى، عَنْ سُلَيْمَانَ بْنِ المُغِيرَةِ، عَنْ ثَابِتٍ، عَنْ أَنَسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، عَنِ النَّبِيِّ ." صحيح البخاري، كتاب الجنآئز (٢٣)، باب: قَوْلِ النَّبِيِّ : "إِنَّا بِكَ لَمَحْزُونُونَ." وَقَالَ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا: عَنِ النَّبِيِّ : "تَدْمَعُ العَيْنُ، وَيَحْزَنُ القَلْبُ، رقم الحديث:١٣٠٣، ص: ١٧٥.

 

İbn-i Ömer (r.’a.) Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)'den olmak üzere: "Göz ağlar ve kalb mahzûn olur” demiştir.

 

1303--- … Mûsâ İbn-i İsmâîl, Süleyman İbnü'l-Mugîre'den; o da Sâbit el-Bunânî'den; o da Enes ibn Mâlik (r.’a.) şöyle rivâyet etmiştir. Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) ile demirci bir san'atkâr olan Ebû Seyf in yanına girdik. Ebû Seyf, (Peygamber -sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem-'in çocuğu) İbrâhîm'in süt-babası idi. Rasûlüllâh, İbrâhîm'i aldı, onu öptü ve kokladı. Bundan sonra bir kerre daha Ebû Seyf in evine gittik. Bu defâ İbrâhîm can veriyordu. Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’ın iki gözü yaş dök­meye başladı.

 

Bunun üzerine Abdurrahmân İbn-i ‘Avf: --- “Yâ Rasûlellâh! Halk musîbet zamânında sabr etmeyebilir; fa­kat sen de mi?” diye ta’accüb ifâde etti.

 

Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): --- “Ey Avf oğlu! Bu hâlet, bir rahmet ve şefkattir" buyurdu. Sonra bu göz-yaşını diğer bir gözyaşı ta'kîb etti. Bu defâ da;

 

Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem): --- “Şüphesiz göz ağlar, kalb de mahzûn olur. Biz ise, Rabb'imizin râzı olacağı sözden başka söz söylemeyiz. (Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz.) Yâ İbrâhîm! Bizler senin ayrılığınla pek mahzûn ve kederliyiz" buyurdular. (Buhârî, Kitâbü’l-Cenâiz (23), Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)'in: "(Yâ İbrâhîm!) Bizler senin ayrılığın sebebiyle çok kederliyiz" Kavli Bâbı (43), Hadîs no:1303, s:175; Ebû Dâvüd, Hadîs no:3126; Müsned-i Ahmed, Hadîs no:13014.)       

١٠٢١- حَدَّثَنَا سُوَيْدُ بْنُ نَصْرٍ قَالَ: حَدَّثَنَا عَبْدُ اللَّهِ بْنُ المُبَارَكِ، عَنْ حَمَّادِ بْنِ سَلَمَةَ، عَنْ أَبِي سِنَانٍ، قَالَ: دَفَنْتُ ابْنِي سِنَانًا، وَأَبُو طَلْحَةَ الخَوْلَانِيُّ جَالِسٌ عَلَى شَفِيرِ القَبْرِ، فَلَمَّا أَرَدْتُ الخُرُوجَ أَخَذَ بِيَدِي، فَقَالَ: أَلَا أُبَشِّرُكَ يَا أَبَا سِنَانٍ؟ قُلْتُ: بَلَى، فَقَالَ: حَدَّثَنِي الضَّحَّاكُ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ بْنِ عَرْزَبٍ، عَنْ أَبِي مُوسَى الأَشْعَرِيِّ، أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: "إِذَا مَاتَ وَلَدُ العَبْدِ قَالَ اللَّهُ لِمَلَائِكَتِهِ: قَبَضْتُمْ وَلَدَ عَبْدِي، فَيَقُولُونَ: نَعَمْ، فَيَقُولُ: قَبَضْتُمْ ثَمَرَةَ فُؤَادِهِ، فَيَقُولُونَ: نَعَمْ، فَيَقُولُ: مَاذَا قَالَ عَبْدِي؟ فَيَقُولُونَ: حَمِدَكَ وَاسْتَرْجَعَ، فَيَقُولُ اللَّهُ: ابْنُوا لِعَبْدِي بَيْتًا فِي الجَنَّةِ، وَسَمُّوهُ بَيْتَ الحَمْدِ." سنن الترمذي، كتاب الجنآئز (٧)، باب: فضل المصيبة إذا احتسب (٣٦)، رقم الحديث:١٠٢١، ص: ١٨٢.

1021--- … Ebû Sinân (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Oğlum Sinân’ı defnettim. Ebû Talha el Havlânî kabrin kenârında oturuyordu kabirden çıkmak istediğimde elimden tuttu ve şöyle dedi:

 

--- “Ey Ebû Sinân sana bir müjde vereyim mi?”

 

Bende: --- “Evet” dedim.

 

Dedi ki: --- “Dahhâk b. Abdurrahmân b. ‘Arzeb, Ebû Mûsâ el Eş’ârî-den bana rivâyet ettiğine göre, Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) şöyle buyurdu:

 

--- “Bir kulun çocuğu vefât ettiğinde,

 

Allâh- (ü Te’âlâ) Meleklerine şöyle buyurur: --- “Kulumun çocuğunun rûhunu kabzettiniz mi?” Buyurur.

 

Melekler: “Evet” derler.

 

Sonra Allâh- (ü Te’âlâ) şöyle buyurur: --- “Onun gönlünün meyvesini mi kopardınız?”

 

Melekler: “Evet” derler.

 

Allâh- (ü Te’âlâ) şöyle buyurur: ---   “Kulum ne dedi?” Buyurur.

 

Melekler: --- “Hamd-Etti ve İnnâ Lillâh-i Ve İnnâ İleyh-i Râci’ûn=Biz Allâh (-ü Te’âlâ-dan geldik ve yine O’na döneceğiz” dedi. Derler.

 

Bunun üzerine Allâh- (ü Te’âlâ) şöyle buyurur: --- “Bu kuluma Cennet’te bir ev yapın ve adını “HAMD EVİ” koyun.”

 

(Tirmizî, Kitâbü’l-Cenâiz (7), Cennet’teki “Hamd Evi” Kimlere Verilecektir? Bâbı (36),  Hadîs no:1021, s:182.) Ş.g.

 

١٨٧٦- أَخْبَرَنَا مُحَمَّدُ بْنُ إِسْمَعِيلَ بْنِ إِبْرَاهِيمَ ابْنِ عُلَيَّةَ، وَعَبْدُ الرَّحْمَنِ بْنُ مُحَمَّدٍ، قَالَا: حَدَّثَنَا إِسْحَقُ وَهُوَ الْأَزْرَقُ، عَنْ عَوْفٍ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: "مَا مِنْ مُسْلِمَيْنِ يَمُوتُ بَيْنَهُمَا ثَلَاثَةُ أَوْلَادٍ لَمْ يَبْلُغُوا الْحِنْثَ إِلَّا أَدْخَلَهُمَا اللَّهُ بِفَضْلِ رَحْمَتِهِ إِيَّاهُمُ الْجَنَّةَ"، قَالَ: " يُقَالُ لَهُمْ: ادْخُلُوا الْجَنَّةَ، فَيَقُولُونَ: حَتَّى يَدْخُلَ آبَاؤُنَا، فَيُقَالُ: ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ."

Ebu Hüreyre (r.a)’den rivâyete göre, Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) şöyle buyurdu:

 

--- “Üç çocuğu, buluğa ermeden; kendisinden önce ölen hiçbir Müslüman yoktur ki Allâh, o çocuklara olan merhamet ve lütfu dolayısıyla o anne ve babayı Cennete sokmuş olmasın.”

 

Rasûlüllâh (s.a.v) şöyle devâm etti: --- “O çocuklara Cennete girin denilir de onlar, “anne ve babamız girinceye kadar girmeyiz” derler. Bunun üzerine sizler ve anne ve babanız girin Cennete denilir.” (Buhârî, Cenâiz: 6; Nesâî, Kitâbü’l Cenâiz (Cenazeler Bölümü) (21), Üç Çocuğu Ölen Kimsenin Ahiretteki Mükâfatı (25), Hadîs no:1876;  Muvattâ', Cenâiz: 13) Ş.g.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

١٥٤- (٢٦٣٥) حَدَّثَنَا سُوَيْدُ بْنُ سَعِيدٍ، وَمُحَمَّدُ بْنُ عَبْدِ الْأَعْلَى - وَتَقَارَبَا فِي اللَّفْظِ - قَالَا: حَدَّثَنَا الْمُعْتَمِرُ، عَنْ أَبِيهِ، عَنْ أَبِي السَّلِيلِ، عَنْ أَبِي حَسَّانَ، قَالَ: قُلْتُ لِأَبِي هُرَيْرَةَ: إِنَّهُ قَدْ مَاتَ لِيَ ابْنَانِ، فَمَا أَنْتَ مُحَدِّثِي عَنْ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِحَدِيثٍ تُطَيِّبُ بِهِ أَنْفُسَنَا عَنْ مَوْتَانَا؟ قَالَ: قَالَ: نَعَمْ، "صِغَارُهُمْ دَعَامِيصُ الْجَنَّةِ يَتَلَقَّى أَحَدُهُمْ أَبَاهُ - أَوْ قَالَ أَبَوَيْهِ -، فَيَأْخُذُ بِثَوْبِهِ - أَوْ قَالَ بِيَدِهِ -، كَمَا آخُذُ أَنَا بِصَنِفَةِ ثَوْبِكَ هَذَا، فَلَا يَتَنَاهَى - أَوْ قَالَ فَلَا يَنْتَهِي - حَتَّى يُدْخِلَهُ اللهُ وَأَبَاهُ الْجَنَّةَ" وَفِي رِوَايَةِ سُوَيْدٍ، قَالَ: حَدَّثَنَا أَبُو السَّلِيلِ. وحَدَّثَنِيهِ عُبَيْدُ اللهِ بْنُ سَعِيدٍ، حَدَّثَنَا يَحْيَى يَعْنِي ابْنَ سَعِيدٍ، عَنِ التَّيْمِيِّ بِهَذَا الْإِسْنَادِ. وَقَالَ: فَهَلْ سَمِعْتَ مِنْ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ شَيْئًا تُطَيِّبُ بِهِ أَنْفُسَنَا عَنْ مَوْتَانَا؟ قَالَ: نَعَمْ."

154- (2635) --- … Bize Süveyd b. Saîd ile Muhammed b. Abdi'l-A'lâ rivayet ettiler. Lâfızları birbirine yakındır, (Dediler ki): Bize Mu'temir babasından, o da Ebu's-Selil'den, o da Ebû Hassân'dan naklen rivayet etti. (Şöyle demiş): Ebû Hüreyre'ye;

 

  Gerçekten benim iki oğlum öldü. Bana Resûlülâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) den nasıl bir hadîs rivâyet edeceksin ki, onunla ölenlerimizden dolayı kalblerimizi ferahlandırasın! Dedim,

 

Ebû Hüreyre: --- “Evet  (söyleyeyim) dedi  (Ve şu hadîsi rivâyet etti):

 

--- “Onların (vefât eden) küçükleri cennetin kurtlarıdır. Birisi babasına -yâhut annesine, babasına demiş-, rastlar da, benim şu senin elbisenin kenârından tuttuğum gibi elbisesinden tutar -yâhut elinden,- demiş. Bir daha kendisini Allâh babasıyla birlikte cennete koyuncuya kadar bırakmaz.”

 

Süveyd'in rivayetinde hadîs şöyledir: Dedi ki: Bize Ebu's-Selil rivayet etti. (Dedi ki) : Bana bu hadîsi Ubeydullah b. Saîd de rivayet etti. (Dedi ki): --- “Bize Yahya (yâni İbni Saîd) Teymî'den bu isnâdla rivâyet etti. Ve şöyle dedi: --- “Sen Resûlülâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’den ölenlerimizden dolayı bizim kalblerimizi ferâhlandıracak bir şey işittin mi? Ebû Hüreyre: --- “Evet!” cevâbını verdi.” (Müslim, İyilik Ve Âdâb Bâbı (45), Çocuğu Ölüp de Bundan Sevab Bekleyenin Fazileti Babı (47), Hadîs no:154- (2635.) Ş.g.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


١٣٨١- حَدَّثَنَا يَعْقُوبُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ، حَدَّثَنَا ابْنُ عُلَيَّةَ، حَدَّثَنَا عَبْدُ العَزِيزِ بْنُ صُهَيْبٍ، عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: "مَا مِنَ النَّاسِ مُسْلِمٌ، يَمُوتُ لَهُ ثَلاَثَةٌ مِنَ الوَلَدِ لَمْ يَبْلُغُوا الحِنْثَ، إِلَّا أَدْخَلَهُ اللَّهُ الجَنَّةَ بِفَضْلِ رَحْمَتِهِ إِيَّاهُمْ."

 

1381--- … Enes İbn-i Mâlik (r.’a.) şöyle demiştir: Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) şöyle buyurdu:

 

--- "Günâh işleme çağına ermemiş üç çocuğu ölen hiçbir Müslüman (ana baba) müstesnâ olmamak üzere, Allâh muhakkak onu, bu çocuklara ihsân eylediği geniş rahmeti ile cennete girdirir." (Buhârî, Kitâbü’l-Cenâiz  (24), (Henüz Buluğa Ermeden Ölen) Müslüman Çocukları Hakkında Söylenmiş Hadisler Bâbı (91), Hadis no: 1248-1249, 1381; Nesâî. 1873-1876.) Ş.g.

"اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَمَيِّتِنَا وَشَاهِدِنَا وَغَائِبِنَا وَذَكَرِنَا وَاُنْثَانَا وَصَغِيرننَا وَكَبِيرنَا. اَللَّهُمَّ مَنْ اَحْيَيْتَهُ مِنَّا فَاَحْيهِ عَلَى اْلاِسْلاَمِ وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلَى اْلايمَانِ. اَللّهُمَّ اجْعَلْهُ لَنَا فَرَطًا  اَللّهُمَّ اجْعَلْهُ لَنَا اَجْرًا وَذُخْرًا. اَللّهُمَّ اجْعَلْهُ لَنَا شَافِعًا وَمُشَفَّعًا."

“Allâhümme’ğfir li-hayyinâ ve meyyitinâ ve şâhidinâ ve ğâibinâ ve zekerinâ ve ünsânâ ve sagýrinâ ve kebîrinâ. Allâhümme men ehyeytehû minnâ fe ehyihî ‘ale’l-islâm. Allâhümme’c’alh-ü lenâ feradan, Allâhümme’c’alh-ü lenâ ecran ve zühran, Allâhümme’c’alh-ü lenâ şâfi’an müşeffe’an.”

 

“Allâh-ım! Dirimizi, ölümüzü, burada bulunanlarımızı bulunmayanlarımızı, erkeğimizi kadınımızı, küçüğümüzü büyüğümüzü mağfiret buyur, bağışla. Allâh-ım! Aramızdan yaşatacaklarını İslâm üzere yaşat.

 

Allâh-ım! Sen onu bizim için önden gönderilmiş bir sevap vesîlesi yap, ecir vesîlesi ve âhiret azığı eyle, onu bize şefa’ati kabûl edilen bir şefaatçi eyle Allâh-ım!” Ş.G.

 

 

 

 

 

 

 

 

Ölen kişi çocuk gibi mükellef olmayan bir kimse ise, duâdaki “ve men teveffeytehû minnâ fe teveffehû ale’l-îmân” (öldüreceklerini îmân üzere öldür) cümlesi yerine…

اَللّهُمَّ اغْفِرْ لِحَيِّنَا وَمَيِّتِنَا وَشَاهِدِنَا وَغَائِبِنَا وَذَكَرِنَا وَاُنْثَانَا وَصَغِيرنَا وَكَبِيرنَا. اَللَّهُمَّ مَنْ اَحْيَيْتَهُ مِنَّا فَاَحْيهِ عَلَى اْلاِسْلاَمِ وَمَنْ تَوَفَّيْتَهُ مِنَّا فَتَوَفَّهُ عَلَى اْلايمَانِ وَخُصَّ هذَا الْمَيَّتَ بِالرَّوْحِ وَالرَّاحَةِ وَالْمَغْفِرَةِ وَالرِّضْوَانِ اَللّهُمَّ اِنْ كَانَ مُحْسِنًا فَزِدْ فِى اِحْسَانِه وَاِنْ كَانَ مُسيئًا فَتَجاوَزْ عَنْهُ وَلَقِّهِ اْلاَمْنَ وَالْبُشْرى وَالْكَرَامَةَ وَالزُّلْفى بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمينَ.

“Allâhümme’ğfir li-hayyinâ ve meyyitinâ ve şâhidinâ ve ğâibinâ ve zekerinâ ve ünsânâ ve sagýrinâ ve kebîrinâ. Allâhümme men ehyeytehû minnâ fe ehyihî ‘ale’l-islâm ve men teveffeytehû minnâ fe teveffehû ‘ale’l-îmân. Ve hussa hâze’l-meyyite bi’r-ravhı ve’r-râhati ve’l-mağfireti ve’r-rıdvân. Allâhümme in kâne muhsinen fe zid fî ihsânihî ve in kâne müsîen fe tecâvez ‘anh-ü ve lakkihı’l-emne ve’l-büşrâ ve’l-kerâmete ve’z-zülfâ, bi rahmetike yâ erhame’r-râhimîn.” Ş.g.

 

“Allâh-ım! Dirimizi, ölümüzü, burada bulunanlarımızı bulunmayanlarımızı, erkeğimizi kadınımızı, küçüğümüzü büyüğümüzü mağfiret buyur, bağışla. Allâh-ım! Aramızdan yaşatacaklarını İslâm üzere yaşat, öldüreceklerini îmân üzere öldür. Şurada duran ölüye, kolaylık ve rahatlık ver, onu bağışla. Bu kişi, iyi bir kimse idiyse sen onun iyiliğini artır; eğer kötü davranmış günahkâr bir kimse idiyse, sen rahmet ve merhametinle onları görmezden gel. Ona güven, müjde, ikrâm ve yakınlık ile mukâbele et. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi olan Allâh-ım.” Ş.g.