12 Aralık 2021 Pazar

S E Y Y İ D Ü ‘L – İ S T İ Ğ F Â R ---- Seyyidü’l-İstiğfâr ile meşgûl ol. --- ---- سيدالاسـتـغفـار --- سَيِّدُ الْاِسْتِغْفَارِ ----أَنْ تَشْتَغِلَ بِسَيِّدِ الْاِسْتِغْفَارِ وَهُوَ قَوْلُهُ ﷺ، سَيِّدُ الْاِسْتِغْفَارِ:

سَيِّدُ الْاِسْتِغْفَارِ

أَنْ تَشْتَغِلَ بِسَيِّدِ الْاِسْتِغْفَارِ وَهُوَ قَوْلُهُ ﷺ، سَيِّدُ الْاِسْتِغْفَارِ:

"أَللّٰهُمَّ أَنْتَ رَبّ۪ي لٰٓا إِلٰهَ إِلَّا أَنْتَ خَلَقْتَن۪ي وَأَنَا۬ عَبْدُكَ وَأَنَا۬ عَلٰى عَهْدِكَ وَوَعْدِكَ مَا اسْتَطَعْتُ، أَعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّ مَا صَنَعْتُ، أَبُٓوءُ لَكَ بِـنِعْمَتِكَ عَلَىَّ وَأَ بُٓوءُ بِذَنْب۪ي فَاغْفِرْ ل۪ي فَإِنَّهُ لَايَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا أَنْتَ."

مَنْ قَالَهَا حِينَ يُمْسِى فَمَاتَ مِنْ لَيْلِهِ دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ قَالَهَا حِينَ يُصْبِحَ فَمَاتَ، مِنْ يَوْمِهِ دَخَلَ الْجَنَّةَّ. (وَعَنْ أَبِى الدَّرْدَآءَ رَضِىَ اللّٰهُ عَنْهُ حِينَ قِيلَ لَهُ. (رواه بخاري) 

_شعبان كونبك_

S E Y Y İ D Ü ‘L – İ S T İ Ğ F Â R

Seyyidü’l-İstiğfâr ile meşgûl ol. Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) buyurdu ki; --- “İstiğfâr duâlarının en değerli ve en üstünü şöyle demendir: “Allâhümme ente Rabbî, Lâ İlâh-e İllâ ente halaktenî ve ene ‘abdüke ve ene ‘alâ ahdike ve va`dike me`steta`tü, eûzü bike min şerri mâ sana`tü, ebûü leke bi ni`metike aleyye ve ebûü bi zenbî fe`ğfirlî fe innehû lâ yeğfiru`z-zünûbe illâ ente”

 

MA’NÂSI: “Allâhım! Sen benim Rabbimsin! Senden başka (ibâdete lâyık) hiçbir ilâh yoktur. Ancak sen varsın. Beni sen yarattın, şüphesiz ben senin kulunum. Elimden geldiği kadar (gücüm yettiği kadar), sana verdiğim sözün ve sana ettiğim va’din üzerinde duruyorum. (Akdin ve va`din üzere bulunuyorum, Zât-ı Ecelli ‘Âlâ-na verdiğim sözde durmağa çalışıyorum.) Yâ Rabbî! İşlediğim günâhların şerrinden sana sığınıyorum. Bana lütuf ve ihsân buyurduğun ni’metleri ikrâr ve i’tirâf ediyorum, günâhlarımı da i’tirâf ediyorum. Yâ Rabbî! Beni mağfiret buyur (günâhlarımı bağışla), zîrâ senden başka günâhları bağışlayacak (mağfiret edecek, af edecek) yoktur. Ancak sen affedersin”

 

Peygamber Efendimiz Hz Muhammed (aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) daha sonra şunları ekledi: --- “Her kim, bu duâyı inanarak sabahleyin okur da o gün akşama çıkmadan ölürse o kimse cennetliktir. Her kim de akşamleyin okur da, sabah olmadan (sabâha çıkmadan) ölürse o kimse cennet ehlindendir (Cennete girecektir.) Buyurdular. (Buhârî, De’avât, 2.) Ş.g.








9 Mart 2021 Salı

Mİ’RÂC KANDİLİ --- RECEB-İ ŞERÎF’İN YİRMİ YEDİNCİ GECESİ Mİ’RÂC KANDİLİ’DİR...

 

E’ÛZÜ BESMELE VE MÂNÂSI

 OKUNUŞU: “Eûzü billâh-i mine’ş-Şeytâni’r-Racîm, Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.”

 

ANLAMI: “Allâh-ü Te’âlâ’nın huzârundan kovulmuş olan Şeytân’ın şerrinden yine Allâh-ü Te’âlâ-yâ sığınırım!.. , O Rahmân ve O Rahîm olan Allâh-ü Te’âlâ’nın adıyla başlarım!..

 

RECEB-İ ŞERÎF’İN  YİRMİ YEDİNCİ GECESİ Mİ’RÂC KANDİLİ’DİR...

 

Mİ’RÂC KANDİLİ

 ٨ سُبْحَانَ الَّذ۪ىٓ اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذ۪ى بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَالسَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ ٧

[سورة الاسرآء:١٧/١]

“Kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece Mescid-i Harâm’dan çevresini bereket-lendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’yâ götüren Allâh’ın şanı yûcedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”[1]

﴿ عَلَّمَهُ۫ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ ﴿٥﴾ ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ ﴿٦﴾ وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ ﴿٧﴾ ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ ﴿٨﴾ فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ ﴿٩﴾ فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَآ اَوْحٰىۜ ﴿١٠﴾ مَا كَذَبَ الْفُؤَ۫ادُ مَا رَاٰى ﴿١١﴾ اَفَتُمَارُونَهُ۫ عَلٰى مَا يَرٰى ﴿١٢﴾ وَلَقَدْ رَاٰهُ۬ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ ﴿١٣﴾ عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى ﴿١٤﴾ عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَاْوٰىۜ ﴿١٥﴾ اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ﴿١٦﴾ مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ﴿١٧﴾ لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى ﴿١٨﴾

[سورة النجم:٥۳/٥­-۱۸]

5,6,7. (Kur’ân’ı) ona, üstün güçlere sâhib, muhteşem görünümlü (Cebrâîl) öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu.

8.      Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu.

9.      (Peygambere olan mesâfesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu.

10.   Böylece Allâh kuluna vahyedeceğini vahyetti.

11.   Kalb, (gözün) gördüğünü yalanlamadı.

12.   (Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor musunuz?

13.   Andolsun ki, o, Cebrâîl’i bir başka inişte daha (aslî sûretiyle) görmüştü.

14.   Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında.

15.   Me’vâ cenneti onun (Sidre’nin) yanındadır.

16.   O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.

17.   Göz (gördüğünden) şaşmadı ve (onu) aşmadı.[2]

18.   Andolsun, o, Rabbinin en büyük alâmetlerinden bir kısmını gördü.[3]

 

"إِنَّ مِمَّا اَدْرَكَ النَّاسُ مِنْ كَلاَمِ النُّبُوَّةِ اُولٰى: إِذَا لَمْ تَسْتَحْ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ."

Peygamberimiz (s.a.v.): --- “İnsanlığın ilk nübüvvetten aldığı öğüt şudur: “Eğer hayân yoksa git dilediğini yap.”[4]Buyurmuştur.

 

Mİ’RÂC-DA HZ. PETGAMBERİMİZ (ALEYHİ’S-SALÂT-Ü VE’S-SELÂM)’E VERİLEN HEDİYELER

 

1- BAKARA SÛRESİNİN SON İKİ ÂYET-İ KERÎMESİ

2- BEŞ VAKÎT NAMAZ

3- ŞİRK HÂRİÇ ÜMMET-İ MUHAMMED’İN AFFI

 

Bunları inceleyelim…

 

Mİ’RÂC-DA VUKÛ BULAN HÂDİSELER

 

Mİ’RÂC-DA ETTEHIYYÂTÜ’NÜN (TEŞEHHÜD’ÜN)  OKUNMASI

 

Teşehhüd duâsı Rasûlüllâh (s.a.v.)’ın Mi’râc hadîsesinin Cenâb-ı Hakk’la mülâkat sahnesini aksettirir. Şöyle ki: Fahr-i Kâinât, ubudiyet dâiresinin Rubûbiyet dâiresindeki halktan Hakk’a bir elçi olarak Kurbiyet-i İlâhîyyeye mazhâr olunca, temsîl ettiği ibâdullah adına Cenâb-ı Hakk’a bir nev’î selâm olarak hitâbda bulunuyor:

أَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ،

“Bütün duâlar ve övgüler (veyâ bütün mülkler) bedenî ve mâlî ibâdetler, Yûce Allâh’a mahsûsdur. Bunlara başkaları hakk kazanamaz.”      

 

“Tahiyyât, tayyibât ve salavât Allâh içindir.” Cenâb-ı Hakk, huzûruna gelip selâm (ve hediye) makâmînda Habîb-i Kibriyâsının sunduğu bu hitâba şöyle cevâb verir: Cenâb-ı Zü’l-Celâl ve-tegaddes Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’ in bu hamd’ine karşılık vermiş;

أَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وبَرَكَاتُهُ،

“Selâm da, Yûce Allâh’ın rahmet ve bereketi de Ey Şanlı Peygamber! Sana âittir.” “Ey Nebî, selâm, Allâh’ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun!”

 

Tekrâr Peygamberimiz (s.a.v.); rahmet ve bereketin yalnız kendine değil, bütün peygamberlere, meleklere ve sâlih kullara da ulaşması için:

أَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِح۪ينَ،

“Selâm hem bizlere, hem de Yûce Allâh’ın sâlih Kullarına (Peygamberlere, meleklere ve iyi kulların üzerine) olsun.”

 

Diyerek Yûce Allâh’ın rahmet ve bereketini genellemiştir.

 

Hakk ile halkın temsîlcisi arasında cereyân eden bu mükâlemeye şâhîd olan Cebrâil (Aleyhi’s-Selâm) şahâdetini beyân eder:

أَشْهَدُ أَنْ لاَإِلٰهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّٰهِ.

“Şahâdet ederim ki, (kesinlikle inanırım ki) Yûce Allâh’dan başka gerçek ma’bûd yoktur. Yine şahâdet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) Yûce Allâh’ın kulu ve Peygamberidir.” Buyurmuşlardır.

 

Bir rivâyette “Allâh’ın sâlih kulları” ibâresinden sonra şöyle denmiştir: “Siz bu teşehhüdü yaptınız mı semâ ve arzdaki bütün sâlih kullara selâm vermiş olursunuz.”[5]

 

Şu halde, mü’minin mi’râcı olarak tavsîf edilen namazdaki teşehhüd, rûhen ve kalben hüşyâr[6] olan mü’minlere, günde beş vakit, Rasûlüllâh’ın kulluk hayâtındaki en zirve, en müntehâ makâm olan Mi’râc safhasını yaşatmaktadır.[7]

 

*** --- Müslümanlar, her Tahıyyatta (oturuluşta) bu manzarayı hatırlar ve Mi’râc-a yükselmiş olur.

 

Yaşayamayacağı bir husûsu anlaması mümkün olamaz. Akıl onu idrâkten acizdir.

 

Nitekim İran şâiri şöyle der:

 

“Kıssa-i bî-reng-i mira ez men-i bî-dil nepürs,

Katre deryâ geşt ü Peygamber nemîdânem çi şud.

 

“Renk âlemînden sıyrılmış olan mi’râc kıssasını ben bî dile sorma,

Katre iken deryâ oldum, bilmem ki, Peygamber ne oldu?”

 

Şeş cihetten ol münezzeh Zül-Celâl

Bikemukeyf ona gösterdi cemal

Bir fezâ oldu o demde rûnümâ

Ne mekân var anda ne arz-u semâ

Kim, ne hâlidir, ne mâli, ol mahal

Akl ü fikr etmez o hâli fehmü hal:

Âşikâre gördü Rabbü’l İzzeti

Âhırette öyle görür ümmeti

Gel habîbim sâna aşık olmuşam

Cümle halkı sâna bende kılmışam

Her birisinden geçerken îlerû

Emr olundu Yâ Muhammed gel berû

Merhaben bik yâ Muhammed dediler

Ey şefâat kâni Ahmed dediler

Yürü kim meydan senindir bu gece

Sohbeti sultan seninidir bu gece

Ermedi evvel gelen bu devlete

Kimse layık olmadı bu rif’ate:

Ne murâdın vâr ise kılam revâ

Eyleyem bir derde bin türlü devâ

Ümmetini sanâ verdim ey Habib

Cennetimi anlara kıldım nasib

Zâtıma mir’at edindim zâtını

Bîle yazdım âdım ile âdını

Sen ki mi’râc eyleyûb etdin niyâz

Ümmetin mîrâcını kıldım namâz

Her kaçan kim bu namazı kılalar,

Cümle gök ehli savabın bulalar

Çünkü her türlü ibâdet bundadır,

Hakka kurbiyyetle vuslat bundadır

Sıdk ile beş vakit olundukça eda,

Elli vaktin ecrin eyler hakk ata.

Dediler: “Ey Kıble-i İslâmü dîn

Kutlu olsun sâna mîrâc-i Güzîn

Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammedinillezî câe bilhakkıl mübîn ve erseltehû rahmetel lil âlemîn.

 

BAKARA SÛRESİNİN SON İKİ ÂYET-İ KERÎMESİ (ÂMENE’R-RASÛLÜ)

 

Bakara sûresinin sonundaki iki âyet halkımızca Âmene’r-Rasûl diye adlandırılan aşr-ı şerîf’dir. Rasûlüllâh (s.a.v.)’a Mi’râc esnâsında vahyedilmiştir. Cenâb-ı Peygamber Mi’râc sırasında Rabbü’l-Âlemîn’e ümmetinin tahiyyât, tesbihât ve salâvât nevinden ibâdetlerini hediye olarak takdim etmiş, mukâbilinde de Rabbü’l-Âlemîn’den ümmetine hedâya olarak bu iki âyeti getirmiştir. Onlarda mü’minler için öyle müjdeler ifâde edilmiştir. Hakîkaten, Mi’râc gibi Arşı A’la’yı aşıp Kurbiyet-i İlâhîyeye ulaşan muhteşem bir seyahatin muazzam yolcusu Rahmeten lil-âlemîn olan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Fahr-i Kâinat olma makâmîna layık, günâhkâr ve hatâkâr kullara Rabbü’l-Âlemîn’den olmaya elyak[8] misilsiz bir hediye olmuştur:

 

ü Tâkâtlarının dışında sorumluluk yoktur!

ü Unutarak, kasıdsız olarak yaptığı hatalarda sorumluluk yoktur!

 

Rasûlüllâh (s.a.v.) bu iki âyetin “cennet hazînelerinden”, “Arş-ı Âzam’ın altında bulunan hazine”den alınmış olduğunu belirtmiştir. Âyetler meâlen şöyledir:

بسم الله الرحمن الرحيم.

﴿ اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَآ اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ الْمَص۪يرُ ﴿٢٨٥﴾ لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَآ اَوْ اَخْطَاْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَآ اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ ﴿٢٨٦﴾

[سورة البقرة:٢/۲۸٥-۲۸٦]

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm. (O, Rahmân ve O, Rahîm olan Allâh (c.c.)’ın adıyla).

 

“O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene imân etti, müminler de. Onlardan her biri, Allâh’a, meleklerine, kitâblarına, peygamberlerine inandı. “Onun (Allâh’ın) peygamberlerinden hiçbirini diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız), dinledik (kabûl ettik, emrine) itaat ettik. Ey Rabimiz, mağfiretini (isteriz). Son varışımız ancâk sanadır” dediler. Allâh hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. (Herkesin) kazandığı (hayır) kendi fâidesine, yaptığı (şer de) kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz unuttuk yahut yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bizden evvelki (ümmet) lere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, tâkat getiremeyeceğimizi bize taşıtma. Bizden (sâdır) olan (günâhları) sil, bağışla, bize mağfiret et, bizi esirge. Sen Mevla’mızsın bizim. Artık kâfîrler gürûhuna karşı da bize yardım et”[9]

 

Önceki âyet îmân esâslarını ve mü’minin edebini beyân ederken, son âyet, Cenâb-ı Hakk’ın mü’mine olan başlıca lütûflarını sayıyor. Rabbimizin lütûfları, kulun duâ ve talebi üslûbunda sayılmaktadır, toplam yedi tânedir. Yâni yedi aded Lûtf-i Rabbânî’dir. Zîrâ vermek istemeseydi istemek vermezdi![10]

 

Buhârî şârihi Aynî, “Bize gücümüzün yetmeyeceği şeyi yükleme” âyetinin mânâsı yedi farklı şekilde anlaşılmıştır der ve kaydeder:

 

1- Yâ Rabbî! Bize,  tâkat getiremeyeceğimiz meşakkatli emirlerde bulunma.

2- Bize azâb verme.

3- Bizi içimizden geçen vesveseler sebebiyle cezâlandırıp azâb etme.

4- Bize kuvvetli şehvet verme, çünkü bu, ateşe gitmemize sebeb olur.

5- Bize, tâkat getiremeyeceğimiz aşk ve muhabbet yükleme.

6- Bizi düşmanların şamatasından koru.

7- Bizi tefrikaya düşürme.

 

Bir kısım âlimler,  bu son âyetin mü’minlere duâ öğrettiğini binaenaleyh, her mü’minin bunu ezberleyerek duâ makâmında okuması gerektiğini söylemiştir.[11]

 

ÖNCEKİ ÜMMETLERE YÜKLENEN AĞIR YÜKLER (=TEKLÎFLER) HAFİFLETİLMİŞTİR.

 

Önceki ümmetlere yüklenen ağır yükler (=teklîfler) den bâzıları şunlardır:

 

1-           Tevbelerinin kabûlü için kendilerini öldürmeleri, (=Nefsin katledilmesi)[12]

2-           Günâh işleyen uzuvlarını kesmeleri,

3-           Elbiseleri­nin pislenen yerlerini kesmelerinin emredilmesi,

4-           Sudan başka bir şeyle temizlenmemeleri, (Temizlik için necâset bulaşan yer kesilip atılırdı.)[13]

5-           Günde ve gecede 50 vakît namaz kılmaları,

6-           Mescidden başka bir yerde namazlarının kabûl edilmemesi,

7-           Oruç tutan kişinin uyuduktan sonra yemek yemesinin harâm olması,

8-           Günâhları sebebiyle bâzı rızıkların kendilerine harâm oluşu,

9-           Mallarının dörtte birinin zekât olarak verilmesi,[14]

10-     Gece işlenen günâhın sabahleyin kapıda yazılması gibi nice zorluklardır.

 

Bütün bu zorluk, teklîf ve yükler de bu Ümmet-i Muhammed’den kaldırılmıştır.[15]

 

İbn-i Abbâs ve İbn-i Cüreyc (r.anhüm)’den nakledildiğine göre, evvelki ümmetlere yüklenen bu yükten murâd: Onların, maymuna ve hınzıra döndürülmeleridir.[16] Bu gibi cezâlar da bu ümmetten kaldırılmıştır. Nitekim:

"رُفِعَ عَنْ أُمَّتِى الْخَسْفُ وَالْمَسْخُ، ضالْغَرَقُ."

Bir Hadîs-i Şerîf’de şöyle buyurulmuştur:

 

--- “Ümmetimden (geçmiş ümmetlerde olduğu gibi toplu hâlde) Hasf (yere batmak), Mesh (sûretin hayvan sûretine döndürül-mesi) ve Gark (suda boğulmak) kaldırıl-mıştır.”[17]

 

Mİ’RÂC DA MÂŞITA ANNEMİZ’İN KABRİNİN KOKUSU

 

1 --- Übey İbn-ü Ka’b (r.a.)’ın anlattığına göre: “Rasûlüllâh (s.a.v.) Mi’râc gecesinde çok hoş bir koku hissetti.

 

--- “Ey Cibrîl bu güzel koku nedir?” diye sordu.

 

O da anlattı: --- “Bu mâşıta (berber) kadının, iki oğlunun ve kocasının kabirlerinin kokusudur. Bunların hikâyesi şöyledir: Hızır (Aleyhi’s-Selâm), Benî İsrâîl’in ileri gelenlerinden biriydi. Onun yol güzergâhında manastırda oturan bir râhib vardı. Hızır oradan geçtikçe râhib önüne çıkar, İslâm’ı öğretirdi. Hızır buluğa erince babası onu bir kadınla evlendirdi. Hızır İslâm’ı hanımına öğretti ve bunu kimseye haber vermemesi husûsunda söz aldı. Kendisi kadınlara yaklaşmazdı. Bu sebeple bir müddet sonra kadını boşadı.

 

Aradan zaman geçince babası, Hızır’ı bir başka kadınla evlendirdi. Hızır ona da İslâm’ı öğretti ve kimseye söylememesi için söz aldı. Bu sırrı o iki kadından biri tuttu, diğeri ifşâ etti. (Böylece onun İslâm’ı yaydığı ortaya çıktı.) Bunun üzerine Hızır oradan kaçtı. Deniz ortasında bir adaya geldi. Odun kesmek için iki kişi oraya geldi ve onu gördüler.

 

Bunlardan biri Hızır’ı gördüğünü gizledi, diğeri ifşâ etti ve: --- “Ben Hızır’ı gördüm!” dedi.

 

Ona: --- “Seninle berâber onu başka kim gördü?” denildi.

 

O: --- “Falan kimse!” dedi. Ona soruldu ise de gördüğünü söylemedi. Onların dîninde yalan söyleyen öldürülürdü. Zamanla bu sır tutan adam, öbür sır tutan kadınla evlendi. Bu kadın, Firavun’un kızının başını tararken tarak elinden düştü.

 

Kadıncağız: --- “Firavun helâk olsun!” dedi.

 

Kız bunu babasına haber verdi. Kadının kocasından başka iki de oğlu vardı. Fir’avun, onları da çağırttı. Bunları dinlerinden çevirmek için Firavun ısrar etti. Onlar direndiler.

 

O zaman Fir’avun: --- “Öyleyse sizi öldüreceğim!” dedi.

 

Karı-koca: --- “Bu, tarafınızdan bize bir ihsân olur!” diye merdâne cevâb verdiler ve: “Madem öldüreceksin hiç olsun bizi bir kabre koy!” dediler. O da öyle yaptı.

 

Rasûlüllâh (s.a.v.), Mi’râc-da iken güzel bir koku duydu, Cibrîl (Aleyhi’s-Selâm)’a bunu sordu. O da bu hâdiseyi anlattı.”[18]

 

2 --- Enes İbn-ü Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllâh (s.a.v.) buyurdular ki:

 

--- “Mi’râc gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm: “Sadaka on misliyle mükâfatlandırıla-caktır. Ödünç para onsekiz misliyle mükâfaatlandırıla-caktır.”

 

Ben: --- “Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey ne sebeple sadakadan daha üstün oluyor?” diye sordum.

 

--- “Çünkü dedi, dilenci (çoğu kere) yanında para olduğu halde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talebde bulunur.”[19]

 

3 --- Hz. Peygamberimiz (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)’e: --- “Başları taşlarla vurularak ezilen, eski halini aldıkça da tekrar ezilmek sûretiyle azâb edilmekte olan toplulukların yanından geçti ve:

 

--- “ Bunlar kimdir ey Cebrâîl ?” diye sordu. 

 

Cebrâîl (a.s.): --- “Bunlar kendilerine farz kılınan namazları ifa etmekte tembellik edenlerdir.” Cevâbını verdi.

 

4 --- Ön ve arkalarında suçlarını bildiren yaftalar asılı bulunan, koyunların ot yedikleri gibi yayılan ve zehirli kurumuş diken ve zakkum ile cehennemin kızdırılmış taşlarını yiyen kimseler şeklinde topluluk gösterildi. Hz. Muhammed (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm),  Cebrâîl (a.s.)’e: --- “Bunlar kim ey Cebrâîl ?” diye sordu.

 

Cebrâîl (a.s.)’da: --- “Bunlar mallarının farz kılınan zekatlarını vermeyenlerdir.” Dedi.

 

5 --- Önlerinde etlerin en güzelinden nefis bir şekilde pişirilmiş, tertemiz tencerelerin içerisinde, lezîz etler konmuş; yanına da çok pis kaplara çiğ ve kokmuş etler konmuş; temiz ve lezîz etler dururken pis tencerelerdeki kokmuş etleri yiyen kalabalığın yanından geçerken, bunların kim olduklarını Cebrâîl (a.s.)’a sordu:

 

Cebrâîl (a.s.) da: --- “Bunların her biri senin ümmetinden iken yanı başında nikâhlı hanımı bulunduğu halde onu bırakarak namus ve iffetten mahrûm kadınla zinâ etmiş,  o pis kadının yanında sabahlamış. Bu topluluktaki kadınlardan her biri de, yanı başındaki nâmuslu ve iffetli eşi dururken onu bırakmış, nâmus ve iffetten mahrûm yabancı erkeğin yanına giderek onunla sabahlamış olan kadınlardır.”

 

6 --- Kan hâlinde akmakta olan bir nehir içinde yüzen ve cehennem taşlarını yutmakta olan bir kişi gösterildi. Cebrâîl (a.s.)’a bunun kim olduğunu sordu:

 

Cebrâîl (a.s.)’da: --- “Bunun fâiz yiyen olduğunu söyledi.”

 

7 --- Demir makaslarla dudakları kırpılan, kırpıldıkça da eski hâline dönen, dudakları tekrâr kırpılmak sûretiyle azâb edilen kimseler göste-rildi. Bunların kim olduğunu sordu:

 

Cebrâîl (a.s.)’da: --- “Bunlar ümmetinden yapmadıklarını söyleyen ve söyledikle-rini yapmayan, fitneyi körükleyen hatibler olduklarını” söyledi.          

 

8 --- İri bir öküzün bir inden çıkarak tekrâr dönmek istediğini, ama dönemediğini görünce;

 

--- “Yâ Cebrâîl! Bu durum nedir ?” diye sordu.

 

Cebrâîl (a.s.): --- “Ümmetinden müsteh-cen konuşanların söylemiş oldukları kötü sözden mahcûb olup kurtulmak istediği halde kurtulamayan kişilerin durumudur.”  Dedi.

Mİ’RÂC GECESİ NAMAZI VE TESBÎHÂT:

 

Receb ayının yirmi yedinci gecesine rastlayan mübârek Mi’raç Gecesinde;

 

1-    On iki rekât nâfile namaz kılınması iyi görülmüştür. Her rekâtında Fâtihâ ile başka bir sûre okuyarak iki rekâtta bir selâm vermeli, sonra yüz defâ:

"سُبْحَانَ اللّٰهِ وَالْحَمْدُ للّٰهِ وَ لٰٓا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَللّٰهُ أَكْبَرُ وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِاللّٰهِ."

OKUNUŞU: “Sübhanallâhi velhamdü lillâhi ve lâilâhe illallâhü, vellâhü ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâh.”

 

ANLAMI: “Allâhım seni tenzîh ederim, hamdler sana mahsûsdur. Allâh’dan başka ilâh yoktur, Allâh en büyüktür, güç kuvvet Allâh’dandır.” Denilmelidir. Bundan sonra,                   

أَسْتَغْفِرُاللّٰهْ.

2-    Yüz defâ istiğfâr ederek, Bundan sonra da,                   

"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰٓى أٰلِ سَيِّدِنَا وَنَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ."

OKUNUŞU: “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammediv ve alâ âl-i seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammed.”

 

ANLAMI: “Allâhım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âl-i’ne salât eyle.”

 

3-    Yüz defâ Salât ve Selâm okumaya çalışılmalıdır.

 

4-    Gündüzün de oruçlu bulunmalıdır.

 

Bu durumda günâhla ilgili olmaksızın yapılacak her duânın kabulü, Allâh (c.c.)’dan umulur.















[1] Kütüb-i Sitte, 6/333.

[2] Âyette Hz. Peygamber’in Cebrail’i gördüğü anda bakışlarının onda sabitleştiği, başka bir şeye bakamadığı anlatılmaktadır.

[3] Necm Sûresi, 53/5-18.

[4] Kütüb-i Sitte, 8/471.

[5] Hüşyâr: Uyanık, akıllı, zekî. Ayık. Uslu.

[6] Münteha: Son, en son derece, en son yer, nihâyet.

[7] Kütüb-i Sitte, 8/474-475, Rahmetü’n-Mine’r-Rahmân, II, s. 527-528; Kara  Davud, s. 324-325. Elyak: Daha münâsib, Daha lâyık.

[8] Bakara Sûresi, 2/285-286.

[9] Bakara Sûresi, 2/285-286, Kütüb-i Sitte, 3/252-253

[10] Kütüb-i Sitte, 3/350

[11] Kütüb-i Sitte 13/78

[12] Kütüb-i Sitte 13/78

[13] Kütüb-i Sitte 13/78

[14] Rûhu’l-Furkân 3/281-283

[15] Rûhu’l-Furkân 3/284, (Dürrü’l-Mensûr 2/135.)

[16] Rûhu’l-Furkân 3/284, (Tefsîr-i Kebîr:2/579.)

[17] Kütüb-i Sitte, 17/544-545

[18] Kütüb-i Sitte, 17/292

[19] Kütüb-i Sitte, 7/117-118