20 Mayıs 2014 Salı

NECİP FAZIL KISAKÜREK GENÇLİĞE HİTABE!...

 
 
Gözüm, aklım, fikrim var deme hepsini öldür!
Sana çöl gibi gelen, O göl diyorsa göldür...

Burda her müslümanda olması gereken teslimiyet vurgulanmış,müslüman kelime anlamıyla teslim olmuş demektir zaten yani kendini,aklını fikrini düşüncelerini ruhunu tam manasiyle Allah’a vermiş ,O’nun emirleri doğrultusunda hareket eden ve fikirlerini ,aklını bu emirlere göre kullanan insan demek.Üstad bu bağlılığı ne güzel ifade etmiş,gözüm aklım fikrim deme hepsini öldür ,sana çöl gibi gelen o göl diyorsa göldür.Bu bağlılığı elde etmemiz lazım.

Kapı kapı her kapının sonu ölümse,
Her kapıda ağlayıp okapıda gülümse:...

''Akıl akıl olsaydı,ismi gönül olurdu,
Gönül gönlü bulsaydı, bozkırlar gül olurdu.''


Rahminde cemiyetin ben doğum sancısıyım;
Mukaddes emanetin dönmez davacısıyım....
"Sende insan ve toplum, sende temel ve bina; Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmennâ !..

GENÇLİĞE HİTABE!...

Devlet ve milletinin 7 asırlık hayatında dört devre... Birincisi iki buçuk asır... Aşk, vecd, fetih ve hakimiyet... İkincisi üç asır... Kaba softa ve ham yobaz elinde sefalet ve hezimet... Üçüncüsü bir asır... Allahın, Kur'ân'ında 'belhüm adal-hayvandan aşağı' dediği cüce taklitçilere ve batı dünyasına esaret... Ya dördüncüsü? .... Son yarım asır! .. İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde plânında kurtarıldıktan sonra ruh plânında ebedî helâke mahkûmiyet... İşte tarihinde böyle dört devre bulunduğunu gören... Bunları, yükseltici aşk, süründürücü satıhçılık, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde nur infilâkı yeni bir şafak fışkırışını gözleyen bir gençlik...

Gökleri çökertecek ve son moda kurbağa diliyle bütün 'dikey'leri 'yatay' hale getirecek bir çığlık kopararak 'mukaddes emaneti ne yaptınız? ' diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik...

Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında 'Hakimiyet Hakkındır' düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik...

Emekçiye 'Benim sana acıdığım ve seni koruduğum kadar sen kendine acıyamaz, kendini koruyamazsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın! ' diyecek... Kapitaliste ise 'Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın! ' ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik...

'Kim var? ' diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan fert fert 'ben varım! ' cevabını verici, her ferdi 'benim olmadığım yerde kimse yoktur! ' fikrini besleyici bir dâva ahlâkına kaynak bir gençlik...

Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispetle usûle, stratejiye uygun bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin; ve gerçek kahramanlık mâdeniyle sahtesini ayırdetmekte kuyumcu ustası bir gençlik...

Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, demagog politikacısı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, takma diş fabrikası, fuhuş albümü gazetesi, mümin zindanı mâbedi, temeli yıkık ailesi, hâsılı kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, destanlık bir meydan savaşı içinde ve bu savaşı mutlaka kazanmakla vazifeli bir gençlik...

Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski mümin nesillerden hiçbirini beğenmeyecek, onlara 'siz güneşi ceplerinizde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başımıza gelmezdi! ' diyecek ve gerçek müslümanlığın 'nasıl'ını ve 'ne idüğü'nü her haliyle gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin fezayı bütün yıldızlariyle manto gibi saran mukaddes eteğine tutunacak, ve O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine lâyık bir muameleye tâbi tutacak bir gençlik...

İşte bu gençliği, bu gençliğin ilk filizlerini karşımda görüyorum. Şekillenmesi, billurlaşması için 30 küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamış borularla kalemime ciğerimden kan çekerek yırtındığım, paralandığım ve zindanlarda süründüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım. Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim şudur: Tabutumu öz ellerinle musalla taşına koyarken, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymayı unutma ve bunu tek vasiyetim bil! Allahın selâmı üzerine olsun...

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!



İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakaryanın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah, eyvah, Sakaryam, sana mı düştü bu yük?
Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük! ..

Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Binbir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan.
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!
Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Sakarya, sâf çocuğu, mâsum Anadolunun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!
Sen ve ben, gözyaşiyle ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!
Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!
Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz;
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber Kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! ..

(1949)
 
Necip Fazıl Kısakürek


Gurbet
 
Dağda dolaşırken yakma kandili,
Fersiz gözlerimi dağlama gurbet!
Ne söylemez, akan suların dili,
Sessizlik içinde çağlama gurbet!
Titrek parmağınla tutup tığını.
Alnıma işleme kırışığını
Duvarda, emerek mum ışığını,
Bir veremli rengi bağlama gurbet
Gül büyütenlere mahsus hevesle,
Renk dertlerimi gözümde besle!
Yalnız, annem gibi, o ılık sesle,
İçimde dövünüp ağlama gurbet!..

 
Necip Fazıl Kısakürek
 
 

18 Mayıs 2014 Pazar

NIYAZÎ MISRÎ, Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,

NIYAZÎ MISRÎ'den...
Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.
Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmedin ihsânı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.
Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.
Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
Cahilliği terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
Senin canım dediğin nefsin lezzetleridir. Belki o sana ca­nından azizdir. Ama, senin düşmanındır. Ondan geçmeden Hakk’ı bulurum zannetme. “Zünnâr”dan maksat tabiattır. Yani, yaramaz huylardan, hevâ ve hevesten geçmeden imân isteme ki, senin imânın tabiatındır; Hak değildir, demektir.
Şimdi, böyle sözle bilmekle tabiatından kurtulmayıp hakika­te kavuştum diye vuslat davası eden yalancılar bile bir kâmilin terbiyesi altına girerek ahlâkını güzelleştirip bir Hak tarîka dâhil olsalar, evliyadan olurlardı; lâkin böyle yezitler bir yerde Hakk’ı arayan, mücâhede ve sulukta gayret eden bir âşık görseler, he­men şeytan gibi yanına varıp şöyle derler: “Behey dîvâne, ne zahmet çekersin? Safamıza bakalım. Kimi ararsın? Aradığın yine sensin. Yani Tanrı sensin. Kimden korkarsın? Orucu, namazı ne yapacaksın? Kendi kendine azap mı edersin? Eline ne girerse fırsatı kaçırma. Şeriat, nizam içindir. (Allah korusun!) Ne pey­gamberlerin, ne velîlerin aslı var. Şeriatı kuran senin gibi bir adam değil midir?” Böyle sözlerle onlar, dertli sâlikin yolunu kesip kendileri gibi yezit ederler.
Gerçi aradığın sendedir. Fakat insan kendisini, tabiat ben­dinden, nefsin lezzetlerinden ve yaramaz huylardan geçirip Hak sıfatı ile sıfatlandırmasına, benliğini mahvetmesine bir mürşîd-i kâmil lâzımdır. Onu bilmediklerinden, söz ile bilmekle ahlâk değiştirerek vuslat olur zannederler.
“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.
“Men arefe nefsehû fakad arefe Rabbehû”
Nefsini sen bilmedin Subhânı arzularsın.
Hikâye Hoca Nasreddini görmişler ki bir ağacun başında üstinde durduğı dalun aşagasını keser.
Ey hoca sen üstinde durduğun, dalı kesersin o düşince sen de düşersin, dirler inanmaz kesince kendi de düşer söyleyen adamun ardından yeter
“adam sen benüm düşecegüm bildün benüm ölecegüm de bilürsin bana haber vir ne vaktin ölürüm” dimiş
“ey hoca ol ğâyıb bilmek degüldür ondan senün düşecegüni herkes bilürdi” dimiş
“yok elbette diyü” ibram idince dir ki
“eşegün ne zaman yellerse ol zaman ölürsin” dir hem öyle olur.
Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.
Sen bu evin kapısın henüz bulup açmadın,
İçindeki tükenmez hazineyi arzularsın.
Duhâ sûresinin yedinci âyetinde, وَوَجَدَكَ ضَالاًّ فَهَدَى “Biz seni şaşırmış bir halde bulduk doğru yola yönelttik,” buyurulmuştur. Bunun manası nedir? Bu şu demektir:
Ya Muhammed! Allah Teâlâ seni yolunu şaşırmış bir halde buldu, sana gerçek yolu gösterdi. Bunu herkes böyle yorumladı. Hakk, onu yolunu şaşırmış bir durumda buldu dediler. Nasıl ki, çoban bir buzağıyı kaybeder, o tarafa bu tarafa koşar ki onu bulsun. Belki Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem nefsini yitirmişti. Yani o kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle buldu. Burada nefis anlamına gelen söz müennes (dişil) yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan zattır.
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmeden ihsânı arzularsın.
Dışarı üfürmek ile parlar mı ocak,
Yönünü Hakk’a dönmedin görmeği arzularsın.
Zâhir ile batın anlaşılmaz demektir. Ateşin üzerine körük yönelmezse nasıl alevlenmezse bâtının sırrına vukufiyet bulmak isteyende bu bilgiye ve ulaşmadan seyrini ikmal edememiyecektir.
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden affedilmeyi arzularsın.
Seven delikanlı, aşk ateşi içinde şeyhin yanına geldi.
Ben mürid olacağım dedi. Şeyh de kabul etti. Onu kendi yakınları ve güvendiği insanlar arasında bıraktı. Gizlice diyordu ki:
Bu delikanlıda hem büyük bir cevher var, hem de büyük bir utangaçlık. Ben iki hâlini de bilmekteyim. Bunu size de göstereceğim. Çocuğu içeriye, halvete çağırmalarını emretti; delikanlıyı gizli bir yerden gözetlediler. Bir gece çocuğa saldırdı ve nihayet çocukcağızı öldürdü. Hemen dışarı çıkmak istedi, kaçacaktı. Şeyh dervişleri uyandırdı, onlara şöyle dedi: Falan mürit şöyle bir harekette bulunmuştur, kaçmak istiyor biz onun yolunu kesmişiz kapıyı bulamaz. O şimdi her tarafı duvar görüyor. Korkulur ki ödü patlasın. Gidiniz, ona deyiniz ki,
Şeyh seni istiyor, yaptıklarını da biliyor. Nasıl ki: “Bunu sana kim haber verdi?” demiş, o da: “Bana, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah haber verdi” demişti. buyrulmuştur.
Dervişler geldiler, kapıyı açtılar, odayı kan içinde gördüler ama bir türlü feryat etmeye cesaret edemediler. Çünkü şeyhin işaretinden korkmuşlardı. Delikanlıyı şeyhin yanına getirdiler. Şeyh gülerek neşeli neşeli ileri doğru yürüdü, kolundan tuttu kendi hırkasını sır­tından çıkararak ona giydirdi, getirip kendi makamına oturttu. Ona, senin için zaten şu bir tek perde kalmıştı ki, bu makama erişesin, dedi.
Her insanoğlunda bir benlik vardır. İnsan sonunun neye varaca­ğını önceden görse idi, hiç benlik davası eder miydi? Muhakkak ki sakınırdı. Ama önceden sonunu göremedi. İşte nebilerin sul­tanı ve sonuncusu olan Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin üstünlüğü bu­radadır.
Aşk, benliğini sevmek sevdasından kendini kurtarırsa sevi­len ve istenilen sevgili de benlik sevdasından vazgeçer
Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Cevizin yeşil kabını yemekle dat bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Ceviz, sırf hakikate misaldir ki içinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem yenir ve hem nice marazlara ve illetlere şifa hâsıl olur.
İmân üç kısımdır: Biri İmân-ı taklidî, diğeri İmân-ı istidlâlî, üçüncüsü de İmân-ı tahkikî dir. İmâm-ı Gazâlî “İhyâyi ulûm” adlı kitabının dördüncü cildinin sonlarındaki tevhîd kitabında imân hakkındaki yukarıdaki ayırımı cevizi misâl getirerek yapar.
Taklit edilen imân cevizin dışındaki yeşil kabuğu gibidir der. Ne yenir, ne yakılır, çünkü acıdır, ateşe koysan yanmaz ve hiçbir işe yaramaz. Bu nedenle İmânı taklidînin koruyuculuktan başka yararı yoktur.
İstidlâlî İmân cevizin ikinci, yani kuru olan kabuğudur, yenmez fakat ateşe koysan yanar.
Tahkikî îmân ise cevizin içi ki, her şeye yarar.
Ancak bu üçü kıymet yönünden dereceli olsa da birbirinden de ayrı değildir. Birini terk edersen diğerini çürütürsün. Cevizin yetişme hikâyesini hatırlayarak yorum yapılabilir.
Niyâzî-i Mısrî kuddise sırruhu’l-aziz burada imânın bir şubesi ile kurtuluşa kavuşulamayacağını beyan etmektedir.
Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.
Şarâbı sen içmedin sarhoş ve mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.
Şarap içmek demek menhiyat ile meşgul olmak demek değil, bilâkis aklı terk ederek kâmil pire itaat etmektir.
Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmedin belaya çatmadın,
Kebab (eti) olup pişmedin kebabı arzularsın.
Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz bu bağlamda babasının şu sözünü nakleder: “Yaratılandan daima şikâyet, bir anlamda yaratanı da şikâyet etmektir.”
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında misafir arzularsın.
Seyrin evveli niyet ortası teslimiyet sonu hizmettir. Bu şekilde vuslatın bereketi zuhur edecektir.
Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Ben bağ ile bostanı gezdim hıyârını bulmadım,
Sen söğüt ağacından nar arzularsın.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Huyunu değiştiren kişi, yaratılışını değiştiren kişiye benzer. Çünkü onun yaratılışını değiştirmedikçe huyunu değiştiremezsin.”
“Onun yaratılışını değiştirmedikçe huyunu değiştiremezsiniz."
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.
TAHMİS-İ AZBÎ
Ormanlıktan çıkmadın bostanı arzularsın
Cehlinden kurtulmadan maanî arzularsın
Cehennemde yanımdan cananı arzularsın
Nâdanı terk etmedin yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmedin insânı arzularsın.
Bir bakar körsün heman zahir Hakk’ı seçmedin
Pir-i muğani [10] bulup bari yüze içinden
Ruhunu sen bilmedin gizli sırrı açmadın
Sen bu evin kapusın henüz bulup açmadın,
İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.
Sen bir oda yapmadın kapın vârına bucak
Geldin odun kesmeğe ne baltan var ne nacak
İçmeğe geldin gibi oldu şaraba yasak
Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,
Yönün Hakk’a dönmedin ihsânı arzularsın.
Zülmete dûş eylemiş bu nuru siyah seni
Aldadı bu âlemin ızzî ile câh senî
İblise yâr eyledi yâr vesveseli râh-ı seni
Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.
Nefsle bizim Hakk’a kimse yakîn olamaz
Ettiğin ki kimsenin tevbe ile bakılmaz
Zahire olup bilmedin batın ile alınmaz
Cevizin yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.
Aferin olsun sana arz-ı hüner kılmadın
Yar sana rahmetti ağlamadın gülmedin
Tütüne mekrûh dedin çünkü şarab bulmadın
Şarâbı sen içmedin sarhoş u mest olmadın,
Nice Hakk emrine fermânı arzularsın.
Mayalanıp taşmadın ocağını aşmadın
Bahri gama düşmedin öz-dil için koşmadın
Dağ ve beli eşmedin dertli olup şaşmadın
Gurbetliğe düşmedin mihnete sataşmadın,
Kebab olup pişmedin büryânı arzularsın.
Yatup kalkacağın yok evin yok bucağın
Bucakta nacağın yok bir ulanmış evin yok
Dilde gam ve dağın yok kurbana bıçağın yok
Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında mihmânı arzularsın.
Hâli sanup meydânı arz u hüner kılmadı
Yeri göğü doluştum kendi özümü bilmedim
Subh u mesa Zâhid ağlamadın gülmedim
Ben bağı ile bostanı gezdim hıyâr bulmadım,
Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.
Varile var-ı ayn olur pire çıkan iziyle
Özünü Hakk’tan görür hemdem olan öz ile
Azbî bugün er görür bu göz ile
Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.

 

EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI, EZAN-I MUHAMMEDÎ DİNLERKEN PARMAĞIN ÖPÜLMESİ, CEM SULTANIN HACCI,LEBBEYK MANASI


EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI


Ezân-ı Şerîf’i dinleyen kişinin iki başparmağını gözlerine koyduktan sonra ilk ''Eşhedü enne Muhammed-en Rasûlüllâh'' şehâdetinin ardından '' صلى الله عليك يا رسول الله'' ikincisinden sonra ise '' قرت عينى بك يا رسول الله اللهم متعنى بالسمع والبصر'' demesi müstehabdır. Bunu yapan kişiye Hz. Peygamberimiz (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) cennette komşu olur. Nitekim Deylemî’nin ''Firdevs'' de Hz. Ebû Bekir (r.a.)’den merfû’ olarak rivâyet ettiği bir Hadîs-i Şerîf’te:
 

''Kim müezzin Ezân’ı okurken ilk <Eşhed-ü enne Muhammed-en Rasûlüllâh> cümlesinden sonra iki başparmağını öptükten sonra gözlerine sürer ve ''أشهد أن محمدا عبده و رسوله رضيت با الله ربا و بالإسلام دينا و بمحمد صلى عليه وسلم نبيا'' derse şefâatım ona gerekli olur.'' buyurmaktadır. (Haşiyetü't-Tahtavî ala merâkı'l felâh, sh: 165)

 
İbn-i ‘Abidîn (rh. a) bu Hadîs-i Şerîf’in zayıf olduğunu belirtmektedir. Amellerin fazîleti husûsunda zayıf olan Hadîs-i Şerîfler ile amel edilebileceği usul kâidesidir.

EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI


Ezan okunurken tırnakların göze sürülmesi ile ilgili farklı görüşler olmakla birlikte, bu konuda İbni Abidin'de zayıf bir rivayet bulunmaktadır.


İlk “Eşhedü enne Muhammeden ResüIullah” cümlesinde “salle’llahu aleyke Ya Resûlellah” yani “Allah sana af ve merhamet eylesin ey Allah’ın Resûlü”;


İkincisinde ise “Karret aynî bike ya Rasûlellah” yani “Seninle mesut oldum, yüzüm gözüm aydınlığa erdi ey Allah’ın Resûlü” demek müstehaptır.


Bunu söyleyen kimse sonra her iki başparmağının tırnaklarını gözleri üzerine koyarak, “Allahumme metti’nî bi’s-sem’i ve’l-besar” yani “Allah’ım! İşitmekle ve görmekle nimetlendir, faydalandır.” derse, Efendimiz (s.a.v.), cennete doğru o kimsenin delili olur.


Kitabu’l-Firdevs’de ise “her iki başparmağının” ifadesinden önce, “Kim ezanda, Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah cümlesini işitince ‘Allahumme metti’nî bi’s-sem’i ve’l-besar’ derse, onun önderi ve cennet saflarına koyanı ben olurum.” denilmektedir. [bk. İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dü’rri’l-Muhtar, (Trc. Ahmet Davudoğlu ), I/398]


Ayrıca, başparmakların göze sürülmeden önce öpülmesi de ifade edilmiştir. (bk. İbn. Abidin, Haşiyetü Reddül Muhtar, I/398)


RASÛLÜLLÂH EFENDİMİZİN NÛRU HZ. ÂDEM A.S. ALNINDAYDI. ÂDEM A.S.  NÛRU GÖREMEYİNCE ALLÂH C.C. NÛRU BAŞPARMAKLARINDA GÖSTERMİŞTİR. HZ ÂDEM A.S. DA BUNU ÖPMÜŞTÜR.


Ezan okunurken işi bırakmak iyi olur. Çünkü hadis-i şerifte, (Ezan okunurken iş yapmak dinde noksanlıktır) buyuruluyor. (Ey Oğul İlmihâli)


Demircilik yapan Ebu Hafs Haddad hazretleri, her ne zaman ezanı işitse, çekici yukarı kaldırmış ise, aşağıya indirmez, aşağıda ise, yukarı kaldırmazdı. Konuşuyorsa, susar ezanı dinlerdi. Vefat edip cenazesi götürülürken ezan okunmaya başladı. Cenazeyi götürenler, ne kadar gayret ettilerse de, tabutu bir adım yerinden oynatamadılar. Ezan bittikten sonra, ancak cenazeyi götürmek mümkün oldu.


Hayye ales salah derken sadece yüzü sağa, hayye alel felah derken yüzü sola döndürmek sünnettir. Vücut döndürülmez. Minarede de dönerek okunurken yine kıbleye karşı okunur. (Hindiyye)

Ezanı tekrar etmek sünnet, ikameti tekrar etmek müstehabdır. Tekrar etmekte mahzur yoktur.


Ezan okurken şeytanların kaçtığı hadis-i şerif ile bildirilmiştir.


Horozlar melekleri görünce öterler. Hayvanlar bizim görmediklerimizi görebiliyorlar.


Ezan okunurken köpeğin uluması hayra alamettir. Şeytanların kaçışını görmüş olabilir.


EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI


Hüseyin Vassaf Bey Gülzar-ı Aşk isimli muzzam ve mufas­sal Mevlid Şerhi'nde gözümüzün nu­runu daha fazla artırmaya vesile olan parmak ve tırnak öpme meselesini dinî kaynaklara dayanarak ve nev'i-şahsına münhasır üslûpla izah ediyor:

"Efendiler Efendisi (sav) Muhar­rem ayının onuncu günü mescide giri­yor. Hz. Ebûbekir'in (ra) hizasına otu­ruyor. Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî büyük bir huşu içinde ezan okumaya başlıyor. 'Eşhedü enne Mu­hammede' r-Rasûlullah!' a gelince Ebûbekir baş parmaklarının tırnakla­rını öpüyor, gözlerinin üzerine koyu­yor ve 'Gözümün nurusun yâ Rasûlallah!' diyor. Hz. Bilâl (ra) ezanı bitirin­ce Peygamberimiz Hz. Ebûbekir'e dö­nüyor ve 'Kim senin yaptığını yaparsa Allah onun ister yeni, ister eski, ister kasıtlı, ister hatalı olsun bütün günah­larını bağışlar!' müjdesini veriyor."

Kaleme aldığı vasıflı eserleriyle kültür dünyamıza büyük katkıda bulu­nan merhum Hüseyin Vassaf, konuya açıklık getirmek için ilk peygambere kadar gidiyor ve şunları söylüyor:

"Hazreti Adem (as) cennetteyken Rasûl-i Kibriya Efendimiz' le buluşma­yı arzu ediyor. Cenab-ı Hak kendisine 'O senin sulbündendir ve âhir zaman­da ortaya çıkacaktır!' diye ilham edi­yor. Ona parmaklarının üzerinde Muhammed Aleyhisselâm'm yüzünü gös­teriyor. Hz. Adem aynada görür gibi görüyor. Baş parmaklarının tırnakla­rını öpüp gözüne sürüyor. Bunun üze­rine bu davranış zürriyeti için iyi bir amel oluyor. Cebrail Aleyhisselâm bu kıssayı anlattığı zaman Peygamber Efendimiz (sav) 'Kim ezan okunurken benim adımı duyar da baş parmakları­nın tırnaklarını gözlerine sürerse hiçbir zaman kederlenmez!' buyuruyor."

Bendeniz vasıfsız eleman olduğum ve cehlimin elinden el-emân çektiğim için Hüseyin Vassaf ın bu vadideki tas­virlerini hakkıyla tasvir edemiyor; Bil­vesile Gülzar-ı Aşk'm tamamını oku­manızı tavsiye ediyorum.

CEM SULTANIN HACCI


LEBBEYK MANASI, EZAN-I MUHAMMEDÎ DİNLERKEN PARMAĞIN ÖPÜLMESİ


Cem Sultan, Mısır'a ayak bastıktan az bir zaman sonra Ramazan-ı Şerif hulul etmişti. Bir müddet iftar davetleriyle vakit geçirildi. Cem, umduğunu elde edemeyeceğini anlamaya başlamıştı. Zaman zaman görüştüğü Sultan Kayıtbay'a serzenişlerini bildiriyordu. Sultan Kayıtbay, bir müddet de O'nu Mısır'ın tarihî yerlerini dolaşmakla avundurmak istedi. Cem, tâ ehramlara kadar giderek Mısır'ın görülebilecek olan bütün tarihî yerlerini gezip gördü. Nihayet bunlar da bitti.

Cem Sultan, Mısır'a geldikten on beş-yirmi gün sonra ağabeyi Sultan II. Bâyezid Han'a bir mektup yazarak macerasını hulasaten naklettikten sonra Osmanlı ülkesi dâhilinde bir bölgenin müstakillen kendisine terkini tekraren talep etti. O hamiyetli Padişah, bunca yanlışına rağmen, kardeşine saltanat davasından vazgeçmek şartıyla ülke dâhilinde nerede isterse oturabileceğini ve kendisine yılık on kere yüz bin akçe tahsis edileceğini bildirdi. Çünkü o hamiyetli Padişah, asla kardeşkanı dökmek istemiyordu. Sabır ve merhametini sonuna kadar muhafaza etmek kararında olduğunu gösteren bu güzel teklife Cem, hâlâ kulak kabartmak meylinde değildi. Zira ruhu bir kere saltanat hırsıyla zehirlenmiş bulunuyordu.

Evet, Mısır'da rahatı yerindeydi. Cuma namazları için büyük camilere gidiş gelişlerinde halkın kendisine büyük bir alâka gösterdiğine şâhid oluyordu. Fakat bunlar, O'nun maksadını gerçekleştirme-sine yarayacak şeyler değildi. Artık usanmaya başlamıştı ki, Mısır'dan yaklaşan Hac için bir kafile düzülmeye başlandığını duydu. O zaman, Konya'dan ayrılırken halka, hareke-tipi izah için söylemiş olduğu:

"-Hacca gidiyorum!,." sözünü hatırladı. Bu kafileye katılarak bir hac yapıp içine düştüğü manevî buhrandan sıyrılmak arzusuna kapıldı. Bu düşüncesini Sultan Kayıtbay'a açıklayınca, O dâhî memnun olarak:

"-Çok iyi olur, şehzadem!.. Ecdadınızdan kimse haccetmemiştir. Siz, bu farzı ifâ etmekte ilk olacaksınız!.. Hem hac, size büyük bir huzur menbaı olacaktır. Mademki, bu düşüncedesiniz, ben bu kafileye devlet erkânından bazı uygun şahıslarla bir miktar asker dâhil edeyim. Resmî bir heyetle hac ediniz!.." dedi.

Cem Sultan, şimdilik yapacak ciddî bir iş bulduğunu düşünerek Sultan Kayıtbay'a teşekkürler etti.

Beş-on gün zarfında Mısır'dan Hicaz'a gidecek olan hac kafilesi, muhafız askerler, aşçılar ve halktan katılan kimselerle büyük bir kafile hâlinde merasimle yola çıkarıldı. Cem Sultan, validesi ile harem mensubu hanımları da beraberine almıştı. Mekke ve Medine emirlerine önceden haberler salındı. Bu nazlı misafire gerekli itibarın gösteril-mesi için hiçbir kusurda bulunulmaması tembihlendi.

Cem Sultan m hac yolculuğu plânlanmış olduğu gibi ihtişamlı bir surette gerçekleşti. Mekke emîrî, O'na kendi sarayını tahsis etti. Kudüm tavafı yapıldıktan sonra, Cem Sultan, yavaş yavaş ruhunu sarmış bulunan saltanat ihtirasından kurtulmaya doğru bir gelişme kaydetti. Sözlerinden böyle anlaşılıyordu. Bu durumdan istifade etmek isteyen hocası, Hatipzâde Nasûhî Çelebi, her fırsatta kendisine kaderinden razı olarak saltanat dâvasından vazgeçmesi telkininde bulundu. Bir defasında Cem:

"-Peki öyleyse, hocam; bu emelimi bu kadar kerih (çirkin) görürsün de, o hâlde, tâ başlangıçtan beri benim yanımda bulunmaktan, gayem istikametinde hizmet etmekten vazgeçmezsin!.. Peki, bu nedendir?" diye sordu.

Nasûhî Çelebi:

"-Biz yıllardır beraberiz. Size rahmetli pederiniz tarafından hoca tâyin edilmiş bir kimseyim. Sadakat benim vicdan borcumdur. Bizim vazifemiz, sadece size bildiğimiz doğruları söylemekten ibarettir. İcraat sizin hakkınızdır. Siz ne icra edilmesini emrederseniz, onun doğru veya yanlışlığını düşünmek bize düşmez!.." dedi ve şu izahatta bulundu:

"-Benim, güzel şehzadem!.. İnsanlar üç sınıftır:

1-  Avam,

2-  Havâs,

3-  Havâssü'l-havâss!..

Avam, câhildir. Bir Müslüman olarak "hayrihî ve şerrihî minaîlâhi teâlâ" der. Fakat karşılaştığı her işisin Allah'ın takdiri ile olduğunu düşünemez. Bu sebeple kafasına koyduğu bir iş için kendince tedbir ittihaz etmekte had-hudud bilmez. Başarısızlığa uğradığında bu neticeyi Allah'ın takdirinden bilmek yerine, tedbirin kifayetsizliğine hamlederek yeni tedbirler peşinde koşar. Hâlbuki bu durumda olanlar için bile, tedbiri üçten ziyâde kılmak, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Bu âdeta kaderle harb hâline geçmektir. Yani Allah'ın takdirine razı olmamaktır!..

Havas ise, nihayet ikinci bir tedbir alabilir. Bundan da bir netice hâsıl olmazsa, üçüncüsüne başvurmaz. Vurursa, bu da O'nun için ahmaklık, daha doğrusu kaderle harb hâline geçmek olur.

Havâssu'l-Havas, bir tedbirle iktifa eder. Allah'ın kaderi, olmuşta zahir; olacakta meçhul bulunduğu için bu birinci tedbir, kul için gereklidir. Fakat havâssu'l-havâs olanlar, bu bir tek tedbiri kâfi addederler. Taleplerinin takdire uygun düşmediği için gerçekleşmediğini düşünerek isteklerin-den vazgeçerler. Olgun müminler için doğru olan davranış şekli budur. Siz, havâssu'l-havâssınız. Hem ilmen yüksek bir seviyede ve hem de bir Padişah evlâdı bulunmaktasınız. Avam gibi hareket etmek sizin için son derece yakışıksızdır. Maksadınız için mümkün olan tedbire başvurup ağabeyinizle harb ettiniz. Netice alınamadı. Allah'ın kaderi size yaver olmadı.

Bu noktada iddianızdan vazgeçmeniz, sahip olduğunuz olgunluğun bir neticesi olmalıydı. Siz, buna mukabil, Sultan Kayıtbay m yardımından ümitvâr oldunuz. Şimdi görüyoruz ki, o yardım da gerçekleşmeyecektedir. Bunu dahî ikinci bir tedbir olarak düşünebilirsiniz. Artık iddianızdan vazgeçiniz!.. Allah'a karşı güzel bir kul olmak, bu âlemde padişah olmaktan çok daha üstündür. Halkın sultanı değil, gönüllerin sultanı olmaya meylediniz. Bakınız, yarın Arafat'a çıkacağız, vakfeye duracağız. Cenâb-ı Hakk'ın Âdem babamıza bir vaadi vardır. O da, kıyamete kadar her kim, bir Kurban Bayramı arifesinde Arafat'ta vakfeye durursa, O'nun geçmiş günahlarını afv-edeceğidir. Bu, büyük bir fırsattır. Allah, bize bunu nasip etti. O'nu değerlendirelim!.." dedi.

Cem Sultan:

"-Doğru söylersin, Hoca efendi hazretleri!.." dedi ve bir suâl sordu:

"-Ömründe bir kere haccetmek, her mümine farz iken neden buna çok az Müslüman muvaffak olabiliyor. Pek çoğu ise, çeşitli sebeplerle bunu gerçekleştire-miyor. Bu da zahirî sebeplerden değil de kader icabı mıdır?"

Hatipzâde, kader sırrının şehzadeye nâzik bir noktasını izah etmek için fırsat bulmuş oldu ve dedi ki:

"-Beytullâh'ın aslı cennetteydi. Orada adı "Beyt-i Ma'mur" idi. Âdem babamız da, cennette yaratılmıştı. Orada "Beyt-i Ma'mur"u tavaf ediyordu. Tabiatıyla mâhud zelle vâkî olmasaydı, Âdem ve nesli de ebedî olarak cennette yaşayacaktı. Fakat murad-ı ilâhî icabı olarak bu durum değişti. Allahu Azimüşşân halk ettiği mâsivâullâh içinde en şerefli bir mevkii ihsan eylediği Âdemoğulları nın cennete hak ederek gelmeleri için takdîrinin icâbı Âdem'i bir zelleye sürükledi. Zelleye!. Yâni gayr-ı iradî hatâya!. O zelle sebebiyle, Âdem Seylân Adası'na, Havva anamız ise, şu yakınımızdaki Cidde'ye tard olundular. Âdem -aleyhisselâm- Seylan Adası'nda kırk sene kadar Cennet'te Allah'ın emrine muhalif olarak men edilmiş bulunan bir meyveden yemesi sebebiyle gerçekleşen bu cezadan kurtulmak üzere kanlı gözyaşı dökerek istiğfar etti. Sonra çilesi dolmuş olmalıydı ki, aklına bir şey geldi. Melekler, kendisine cenneti gezdirirlerken, boşlukta mahya gibi nûrânî bir yazı görmüştü. O yazıya hayran olmuş ve meleklere:

"-Bu nedir?" diye sormuştu. Melekler de:

"-Bu senin sulbünden gelecek olan en son ve en şerefli peygamberin kelime-i tevhididir!" demişlerdi. Bu yazıya hayran olan Âdem:

"-Ne olaydı, ne olaydı da ben bu nûrânî yazıyı her istediğimde görebileydim!.." deyince, melekler, Allah'ın kendilerine bildirmesiyle O'na ellerinin baş parmaklarının tırnaklarına bakmasını söylediler. Bu nûrânî yazıyı aynen orada gördü ve tırnaklarını üç kere öperek gözüne sürdü ve:

"-Nurunla gözlerimi nurlandır, ya Muhammedi.." dedi.

Seylân Adası'nda bunu hatırlayınca, o nûrânî kelime-i tevhidin sahibi olanı hatırladı. Tekrar ellerinin başparmaklarını birleştirerek öptü, gözüne sürdü ve:

"-Allah'ım beni Muhammed Mustafa hürmetine afvet!" dedi.

Bu niyaz üzerine Allah Teâlâ, O'na Cebrail -aleyhisselâm-ı gönderdi. O'nun kılavuzluğuyla Arafat'a vâsıl oldu. Havva anamız da Cidde'den celbedilmişti. Orada buluştular, ağlaştılar ve Cenâb-ı Hak'tan aflarını niyaz ettiler. Keremi çok olan Âlemlerin Rabbi, onları afv ettiği gibi, fazladan olarak nesillerden her kim bir Kurban Bayramı Arefesi günü, ikindi vakti orada vakfeye durursa, dualarının kabul olunacağı vaadinde bulundu. Sonra Âdem aleyhisselâm Mekke'ye, bugünkü Kâbe’nin olduğu yere geldi. Cennette meleklerle tavaf etmekte olduğu Beyt-i Ma'mur'u hatırladı. Onlarla birlikte bu mübarek beyti tavaftaki lezzet, ruhunda büyük bir iştiyak hâlinde belirdi:

"-Ne olaydı, ne olaydı da onu yine tavaf ede-bileydim!.." deyince Cenâb-ı Hak, cennetteki Beyt-i Ma'mur'u bugünkü Kabe'nin bulunduğu yere inzal buyurdu yâni indirdi.

Âdem ve Havva, onu tavaf ettiler. Sonra Âdem cesede bürünmeden önceki ruhlar âleminde, Allah'ın ins ü cin ruhlarıyla yaptığı misakın yazılı olduğu Hacer-i Esved'i Dünya'ya gönderdi. O'nu Kâbe’nin bir duvarına yerleştirmesini emretti. Âdem, ona elini-yüzünü sürerek Cenâb-ı Hakk'ın:

"-Elestü bi Rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına, ruhunun vermiş olduğu:

"-Belâ!.." ikrarını tazelemiş oldu.

Sonra insanlığın azgınlıkları sebebiyle Nuh Tufanı oldu. Cenâb-ı Hak, bu tufandan korumak maksadıyla Beyt-i Ma'mur'u tekrar cennet-i âlâya ref eyledi yâni yükseltti. Bir müddet yeryüzü ondan mahrum kaldı. Sonra İbrahim -aleyhisselâm-'a Cebrail'i göndererek Beyt-i Ma'mur'u tarif ettirdi. Onun tarifi üzerine İbrahim -aleyhisselâm- bugünkü Beytullah'ı bina etti." dedi ve ilâve etti.

"-Sana "Beyt-i Ma'mur" hakkında biraz izahat vermemi ister misin?!"

Cem Sultan:

"- Lütfen Hocam!.” deyince Hatipzâde şu izahatta bulundu:

"- Beyt-i Ma'mur -daha önce de ifâde etmiş olduğum gibi cennetteydi- Firdevs Cenneti'nde ve kırmızı yakuttandı. Sonra O'nu Âdem aleyhisselâm'ın niyazı üzerine "cennetten bir hâtıra" olmak üzere bugünkü Beytullah'ın olduğu yere inzal buyurdu. Biri doğuya diğeri ise batıya açılan iki kapısı vardı. İçinde nurdan üç kandil vardı. Bu kandillerine aydınlatabildiği saha ‘harem’e dâhil addedilirdi. Haremin bugünkü hududları da aynıdır.

Allah'ın emri ile yedi kat göklerdeki melekler yeryüzüne inerek Âdem aleyhisselâm'la birlikte "Beyt-i Ma'mur"u tavaf ederlerdi. İnsana yaradılışın sırlarını ve gayesini hatırlatan O'nun bu dünyaya âid olmadığını ve aslî vatanına yabancılaşmaması gerektiğini hatırlatan bir hidâyet remzi (sembolü) olan Beyt-i Ma'mur -biraz evvel de söylemiş olduğum gibi Nuh Tufanı'ndan az önce semâya ref olundu (yükseltildi). O derecede ki ondan bir taş düşse o taş bugünkü Kâbe’nin damına düşer. Sonra da arz etmiş olduğum gibi İbrahim aleyhisselâm Tevhidin bir remzi (sembolü) olan Kâbe’yi yeniden inşâ etti. Bu defa ona "Kâbe" adı verildi. O'na bu sefer "küp" kelimesinden türetilen Kâbe denilmesinin sebebi şudur:

Kâbe aslında küp şeklinde değildi. Mustatil yâni dikdörtgen şeklindeydi. Fakat "Hatem" denilen kısım, Beyt-i Ma'mur'a dâhil olduğu hâlde ikmal edilemediğinden hâriçte kaldı ve böylece O, yaklaşık bir küp şeklini aldı. Kâbe’yi bu surette yeniden inşa ettikten sonra İbrahim -aleyhisselâm- hayretle Rabbine yönelip:

"-Ya Rabbe'l-âlemin, sen emir buyurdun, ben bu Beytullâh'ı burada inşâ eyledim. Şu kupkuru dağların arasında bunu kim ziyarete gelecek?!" deyince Cenâb-ı Hak, O'na:

"-Sen bir davet yap, gerisine karışma!.." buyurdu.

İbrahim -aleyhisselâm- bir davet yaptı.

Cenâb-ı Hak, bu daveti, ruhlar âlemindeki bütün ruhlara duyurdu. Onlardan bazıları:

"-Lebbeyk, yani buyur!" diyerek davete icabet ettiler. İşte hac kendisine nasip olanlar, ruhları İbrahim -aleyhisselâm-'ın dâvetine böylece "lebbeyk" demiş olanlardır. Hatta birkaç kere "lebbeyk" demiş olan ruhların sahip olduğu bedenler, bu "lebbeyk"ler adedince haccederler. Lâkin iş bu kadarla kalamadı. Sonra Azrail -aleyhisselâm- ortaya çıkarak:

"-Ya Rabbi, Sen bu beytini ziyaret eden çok olsun istiyorsan, bir de bana müsaade et, ben de bir davet yapayım!.." dedi.

Cenâb-ı Hak müsaade etti. O da bir davet yaptı. Bazı ruhlar da onun talebine "lebbeyk!.." dedi. Böyleler! Hacca gelirler ve ruhlarını, burada Rablerine teslim ederler.

Arkasından Şeytan -aleyhillâne- ortaya çıkıp bir davette kendisinin yapmasına müsaade istedi. Cenâb-ı Hak, ona da müsaade etti. O da bir davet yaptı. Cenâb-ı Hak, O'nun davetini de ruhlar âlemindeki bütün ruhlara duyurdu. Böyle ruhlar, hacca gelirler, lâkin içlerindeki nifakı yenemezler.

İşte her yıl burada toplanan hacılar, üç grupturlar. Bir kısmı İbrahim aleyhisselam'ın, bir kısmı Azrail aleyhisselâm'ın, bir kısmı da Şeytan aleyhüllâne'nin dâvetine "lebbeyk" demiş olanlardır. Hacıların "lebbeyk, lebbeyk" diyerek telbiye getirmeleri bu sebepledir. Umarım, bizler İbrahim aleyhisselam'ın dâvetine icabet etmiş olanlardanız." dedi.

Şehzade Cem bu izahattan çok memnun kalarak

"-Ben bu izahata hiçbir kitapta rastlamamıştım. Şimdi anladım, neden bazı adamlar haccedemezler!... Bunu, şartlarının noksanlıklarından bilseler de, demek ki, ezeldeki takdir imiş." dedi.

Nasuhî Çelebi:

"-Ha, işte öyle güzel şehzadem!" dedi ve ilâve etti:

"- Bugünkü Kabe'de "Beyt-i Ma'mur"dan kalan tek şey "Haceru-l'esved"dir!."[1]


[1] Cem Sultan’ın Papağanı (Târihî Roman), Kadir MISIROĞLU, Sebil Yay., İstanbul/2006, S. 76-83.
 

SOMA İÇİN DUA VE TANER YILDIZA TEŞEKKÜR….



SOMA İÇİN DUA…. VE TANER YILDIZA TEŞEKKÜR….

SOMA FÂCİÂSININ İLK GÜNÜNDEN ÎTİBÂREN OLAY YERİNDE GECESİNİ GÜNDÜZÜNE KATARAK ÇALIŞMALARI KOORDİNE EDİP YAKINDAN ALÂKADAR OLARAK YÜRÜTEN VE ÂFETZEDE ÂİLELERE MADDÎ MÂNEVİ DESTEKTE BULUNAN ENERJİ VE TABİİ KAYNAKLAR BAKANIMIZ TANER YILDIZ’DAN ALLÂH RÂZI OLSUN… CENÂB-I ALLÂH DÜNYÂ V E ÂHİRETE MÜTE’ALLİK BÜTÜN HAYIRLARI İHSÂN EYLESİN… HAYIRLI DİLEKLERİNİ ‘AN KARÎBÜ’Z-ZAMÂN DA KABÛL EYLESİN… GÖNLÜNE NEŞ’E VE HUZÛR DOLDURSUN… SAĞLIĞINI VE SIHHATİNİ ZİYÂDE EYLESİN… AMELLERİNİ İHLÂSLI EYLESİN… HÜSN-Ü HÂTİME VE CENNETTEN CEMÂLÜLLÂH-I DOYA DOYA SEYREDENLERDEN EYLESİN… ÂMÎN!
 
SOMA İÇİN DUA….

Mevlam, ey mevlam! Sen mevlasın ben ise bir kulum; kula mevladan başka kim merha DUA DUA met eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen -varlığımın- sahibisin, ben ise sahip olunan; sahip olunana sahip olandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen azizsin, ben ise zelil; zelile azizsen başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen yaratansın, ben ise yaratılan; yaratılana yaratandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen yücesin, ben ise hakir, hakire yüce olandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen güçlüsün, ben ise zayıf; zayıfa güçlüden başka kim merhamet eder?

 

Mevlam, ey mevlam! Sen zenginsin, ben ise yoksul; yoksula zenginden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen bağışta bulunansın, ben ise sail; saile bağıştan bulunandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen dirisin, ben ise ölü; ölüye diriden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen bâkisin, ben ise fâni; faniye bakiden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen ebedisin, ben ise geçici; geçiciye ebediden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen rızıklandıransın, ben ise rızıklanan; rızıklanana rızıklandırandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen cömertsin, ben ise cimri; cimriye cömertten başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen afiyet verensin, ben ise -derde- tutulan, derde tutulana afiyet verenden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen büyüksün, ben ise küçük; küçüğe büyükten başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen hidayet edensin, ben ise sapan; sapana hidayet edenden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen rahmansın, ben ise merhamet edilecek olan; merhamet edilecek olana rahmandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen güç sahibisin, ben ise imtihan edilen; imtihan edilene güç sahibinden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen kılavuzsun, ben ise yolunu şaşırmış; yolunu şaşırmışa kılavuzdan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen bağışlayansın, ben ise günahkâr; günahkâra bağışlayandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen galipsin, ben ise mağlup; mağlubu galipten başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen eğitensin, ben ise eğitilen; eğitilene eğitenden başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Sen yücesin, ben ise alçak ve düşük; düşük birisine yüce olandan başka kim merhamet eder?

Mevlam, ey mevlam! Rahmetinin hakkı için bana merhamet eyle. Bağışının, lütfünün ve fazlının saygınlığı için benden razı ol.

Ey bağış, ihsan, fazl ve nimet sahibi! Rahmetinin hakkı için -duamı kabul buyur-, ey merhametlilerin en merhametlisi!