22 Temmuz 2017 Cumartesi

UKL VE UREYNE (KABÎLELERİ) KISSASI BÂBI -DEVE SİDİĞİ İÇİLMESİ MESELESİ---قصة عكل وعرينة-


UKL VE UREYNE (KABÎLELERİ) KISSASI BÂBI -DEVE SİDİĞİ İÇİLMESİ MESELESİ-

٤١٩٢- حَدَّثَنِي عَبْدُ الأَعْلَى بْنُ حَمَّادٍ، حَدَّثَنَا يَزِيدُ بْنُ زُرَيْعٍ، حَدَّثَنَا سَعِيدٌ، عَنْ قَتَادَةَ، أَنَّ أَنَسًا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ، حَدَّثَهُمْ: أَنَّ نَاسًا مِنْ عُكْلٍ وَعُرَيْنَةَ قَدِمُوا المَدِينَةَ عَلَى النَّبِيِّ ﷺ وَتَكَلَّمُوا بِالإِسْلاَمِ، فَقَالُوا يَا نَبِيَّ اللَّهِ: إِنَّا كُنَّا أَهْلَ ضَرْعٍ، وَلَمْ نَكُنْ أَهْلَ رِيفٍ، وَاسْتَوْخَمُوا المَدِينَةَ، "فَأَمَرَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ بِذَوْدٍ وَرَاعٍ، وَأَمَرَهُمْ أَنْ يَخْرُجُوا فِيهِ فَيَشْرَبُوا مِنْ أَلْبَانِهَا وَأَبْوَالِهَا"، فَانْطَلَقُوا حَتَّى إِذَا كَانُوا نَاحِيَةَ الحَرَّةِ، كَفَرُوا بَعْدَ إِسْلاَمِهِمْ، وَقَتَلُوا رَاعِيَ النَّبِيِّ ﷺ، وَاسْتَاقُوا الذَّوْدَ، "فَبَلَغَ النَّبِيَّ ﷺ فَبَعَثَ الطَّلَبَ فِي آثَارِهِمْ، فَأَمَرَ بِهِمْ فَسَمَرُوا أَعْيُنَهُمْ، وَقَطَعُوا أَيْدِيَهُمْ، وَتُرِكُوا فِي نَاحِيَةِ الحَرَّةِ حَتَّى مَاتُوا عَلَى حَالِهِمْ." قَالَ قَتَادَةُ: بَلَغَنَا أَنَّ النَّبِيَّ ﷺ بَعْدَ ذَلِكَ كَانَ يَحُثُّ عَلَى الصَّدَقَةِ وَيَنْهَى عَنِ المُثْلَةِ وَقَالَ شُعْبَةُ: وَأَبَانُ، وَحَمَّادٌ، عَنْ قَتَادَةَ، مِنْ عُرَيْنَةَ، وَقَالَ يَحْيَى بْنُ أَبِي كَثِيرٍ: وَأَيُّوبُ، عَنْ أَبِي قِلاَبَةَ، عَنْ أَنَسٍ قَدِمَ نَفَرٌ مِنْ عُكْلٍ." الكتاب: صحيح البخاري، كتاب المغزي (٦٤)، باب: قصة عكل وعرينة (٣٦/٣٧)، رقم الحديث:٤١٩٢، ص: ٥٧١.

4192--- … Bize Saîd, Katâde’den tahdîs etti. Onlara da Enes (r.’a.) şöyle tahdîs etmiştir: Ukl ve Ureyne kabîlelerinden birtakım insanlar Medîne’ye Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in huzûruna geldiler de İslâm kelimesini söylediler, yânî tevhîdi telâffuz edip İslâm’a girdiklerini açıkladılar. Aka­binde: --- “Ey Allâh’ın Peygamberi! Bizler sürü sâhibleri idik, ekin ve mahsûl sâhibleri değildik.” Dediler. Ve Medîne’nin havasını sıhhatlerine uygun bulmadılar (da bu­rada ikâmet etmek istemediler). Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) onlara: --- “Zekât devele­rinin ve çobanının bulunduğu yere gitmelerini, o develerin içine çıkıp onların sütlerinden ve sidiklerinden içmelerini” emretti. Onlar oraya gittiler ve onlardan içtiler. Nihâyet Harre tarafında bulundukları (sağ­lıklarına kavuşup semizledikleri ve renkleri kendilerine geldiği) za­man İslâm’a girmelerinin ardından kâfir oldular, Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in çobanını öldürdüler ve develeri önlerine katıp götürdüler. Bu iş Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e ulaşınca arkalarından arayıcılar gönderdi. Gönderilen seriyye onları yakalayıp getirdiler. Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) onlara kısas yapılmasını emretti. Akabinde o cânîlerin gözlerini çıkardılar, ellerini kestiler ve kendi hâlleri üzere ölünceye kadar Harre tarafına terk edildiler.

 Geçen senedle Katâde: Bundan sonra Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in sadaka ver­meyi teşvîk eder ve ölünün vücûd organlarının kesmekten nehy eder ol­duğu haberi bize ulaştı, demiştir.
 

Ebû Abdillâh el-Buhârî şöyle dedi: Şu’be, Ebân ve Hammâd, Katâde’den yaptıkları rivâyette --- “Ureyne’den birtakım insanlar” şek­linde söylediler. Yahyâ İbn Ebî Kesîr ile Eyyûb, Ebû Kılâbe’den; o da Enes’ten “Ukl” den bir takım insanlar geldi" diye rivâyet ettiler.”[1]

٩- (١٦٧١) وحَدَّثَنَا يَحْيَى بْنُ يَحْيَى التَّمِيمِيُّ، وَأَبُو بَكْرِ بْنُ أَبِي شَيْبَةَ، كِلَاهُمَا عَنْ هُشَيْمٍ، وَاللَّفْظُ لِيَحْيَى، قَالَ: أَخْبَرَنَا هُشَيْمٌ، عَنْ عَبْدِ الْعَزِيزِ بْنِ صُهَيْبٍ، وَحُمَيْدٍ، عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ، أَنَّ نَاسًا مِنْ عُرَيْنَةَ قَدِمُوا عَلَى رَسُولِ اللهِ ﷺ الْمَدِينَةَ، فَاجْتَوَوْهَا، فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ ﷺ: "إِنْ شِئْتُمْ أَنْ تَخْرُجُوا إِلَى إِبِلِ الصَّدَقَةِ، فَتَشْرَبُوا مِنْ أَلْبَانِهَا وَأَبْوَالِهَا"، فَفَعَلُوا، فَصَحُّوا، ثُمَّ مَالُوا عَلَى الرِّعَاءِ، فَقَتَلُوهُمْ وَارْتَدُّوا عَنِ الْإِسْلَامِ، وَسَاقُوا ذَوْدَ رَسُولِ اللهِ ﷺ، فَبَلَغَ ذَلِكَ النَّبِيَّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَبَعَثَ فِي أَثَرِهِمْ فَأُتِيَ بِهِمْ، فَقَطَعَ أَيْدِيَهُمْ، وَأَرْجُلَهُمْ، وَسَمَلَ أَعْيُنَهُمْ، وَتَرَكَهُمْ فِي الْحَرَّةِ، حَتَّى مَاتُوا."

9- (1671) Bize Yahyâ b. Yahya Et-Temîmî ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe, ikisi birden Hüşeym’den rivâyet ettiler. Lâfız Yahyâ’nındır. (Dedi ki): Bize Hüşeym, Abdulazîz b. Suheyb ile Humeyd’den, onlar da Enes b. Mâlik’den naklen haber verdi ki, Ureyne (kabîlesin) den bâzı kimse­ler Medîne’ye Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in yanına gelmişler, fakat havasını ağır bulmuşlar. Bunun üzerine Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) kendilerine: --- “Dilerseniz zekât develerinin yanına çıkın da onların sütlerinden ve bevl lerinden için!” buyurmuş. Onlar da bunu yapmış ve düzelmişler. Sonra çobanlara hücûm ederek onları öldürmüşler ve İslâm’dan dönmüş­ler. Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in develerini de sürüp götürmüş­ler. Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) bunu duyarak hemen arkala­rından adam göndermiş. Ve Ureyne’liler getirilmiş. O da onların ellerini, ayaklarını kesmiş; gözlerini oymuş ve onları ölünceye kadar Harra’da bırakmış.”

١٠- (١٦٧١) حَدَّثَنَا أَبُو جَعْفَرٍ مُحَمَّدُ بْنُ الصَّبَّاحِ، وَأَبُو بَكْرِ بْنُ أَبِي شَيْبَةَ، وَاللَّفْظُ لِأَبِي بَكْرٍ، قَالَ: حَدَّثَنَا ابْنُ عُلَيَّةَ، عَنْ حَجَّاجِ بْنِ أَبِي عُثْمَانَ، حَدَّثَنِي أَبُو رَجَاءٍ، مَوْلَى أَبِي قِلَابَةَ، عَنْ أَبِي قِلَابَةَ، حَدَّثَنِي أَنَسٌ، أَنَّ نَفَرًا مِنْ عُكْلٍ ثَمَانِيَةً، قَدِمُوا عَلَى رَسُولِ اللهِ ﷺ، فَبَايَعُوهُ عَلَى الْإِسْلَامِ، فَاسْتَوْخَمُوا الْأَرْضَ، وَسَقِمَتْ أَجْسَامُهُمْ، فَشَكَوْا ذَلِكَ إِلَى رَسُولِ اللهِ ﷺ، فَقَالَ: "أَلَا تَخْرُجُونَ مَعَ رَاعِينَا فِي إِبِلِهِ، فَتُصِيبُونَ مِنْ أَبْوَالِهَا وَأَلْبَانِهَا"، فَقَالُوا: بَلَى، فَخَرَجُوا، فَشَرِبُوا مِنْ أَبْوَالِهَا وَأَلْبَانِهَا، فَصَحُّوا، فَقَتَلُوا الرَّاعِيَ وَطَرَدُوا الْإِبِلَ، فَبَلَغَ ذَلِكَ رَسُولَ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَبَعَثَ فِي آثَارِهِمْ، فَأُدْرِكُوا، فَجِيءَ بِهِمْ، فَأَمَرَ بِهِمْ فَقُطِعَتْ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ، وَسُمِرَ أَعْيُنُهُمْ، ثُمَّ نُبِذُوا فِي الشَّمْسِ حَتَّى مَاتُوا، وقَالَ ابْنُ الصَّبَّاحِ فِي رِوَايَتِهِ: وَاطَّرَدُوا النَّعَمَ، وَقَالَ: وَسُمِّرَتْ أَعْيُنُهُمْ،

10- (...) Bize Ebû Ca’fer Muhammed b. Es-Sabbâh ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivâyet ettiler. Lâfız Ebû Bekr’indir. (Dedi ki): Bize İbni Uleyye, Haccâc b. Ebî Osman’dan rivâyet etti. (Demiş ki): Bana Ebû Kılâbe’nin âzâdlısı Ebû Recâ’, Ebû Kılâbe’den naklen rivâyet etti. (De­miş ki): Bana Enes rivâyet etti ki, Ukl (kabîlesin) den sekiz kişi Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e gelerek İslâm üzerine ona bey’at et­mişler. Fakat o yerin havası kendilerine ağır gelmiş, vücutları hastalan­mış. Bunu Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e şikâyet etmişler. O da:

 

--- “Bizim çobanlarla develerinin yanına çıkarak bevl lerinden, sütlerin­den içmez misiniz?” Buyurmuş.

--- “Hay-hay!” Demişler ve çıkarak develerin bevl lerinden, sütlerinden içmişler de düzelmişler. Arkacığından çobanı öldürerek develeri sür­müşler.

Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) bunu duymuş. Hemen izlerinden adam göndermiş ve yakalanarak getirilmişler. O da emir buyurmuş ve elleri, ayakları kesilmiş; gözlerine mil çekilmiş. Sonra güneşe atılmışlar; nihâyet ölmüşler.
 
İbn-i Sabbâh kendi rivâyetinde: --- “Develeri birbiri ardınca sürdüler.” Bir de: “Gözleri çivilendi.” dedi.

١١- (١٦٧١) وحَدَّثَنَا هَارُونُ بْنُ عَبْدِ اللهِ، حَدَّثَنَا سُلَيْمَانُ بْنُ حَرْبٍ، حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ زَيْدٍ، عَنْ أَيُّوبَ، عَنْ أَبِي رَجَاءٍ، مَوْلَى أَبِي قِلَابَةَ، قَالَ: قَالَ أَبُو قِلَابَةَ: حَدَّثَنَا أَنَسُ بْنُ مَالِكٍ، قَالَ: قَدِمَ عَلَى رَسُولِ اللهِ ﷺ قَوْمٌ مِنْ عُكْلٍ، أَوْ عُرَيْنَةَ فَاجْتَوَوْا الْمَدِينَةَ، فَأَمَرَ لَهُمْ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِلِقَاحٍ، وَأَمَرَهُمْ أَنْ يَشْرَبُوا مِنْ أَبْوَالِهَا وَأَلْبَانِهَا، بِمَعْنَى حَدِيثِ حَجَّاجِ بْنِ أَبِي عُثْمَانَ، قَالَ: وَسُمِرَتْ أَعْيُنُهُمْ، وَأُلْقُوا فِي الْحَرَّةِ يَسْتَسْقُونَ، فَلَا يُسْقَوْنَ،

11- (...) Bize Hârûn b. Abdillâh rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Sü­leyman b. Harb rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd b. Zeyd, Eyyûb’dan, o da Ebû Kılâbe’nin âzâdlısı Ebû Recâ’dan naklen rivâyet etti. (De­miş ki): Ebû Kılâbe şunları söyledi: Bize Enes b. Mâlik rivâyet etti. (Dedi ki): Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e Ukl (kabîlesin) den yâhut Ureyne’den bir cemaat geldi. Fakat Medîne’nin havası onlara ağır geldi. Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) de kendilerine sütlü develeri tavsiye ederek onların bevl lerinden ve sütlerinden içmelerini emir bu­yurdu.

Hz. Enes, Haccâc b. Ebî Osman’ın Hadîsi gibi rivâyette bulunmuş: --- “Gözlerine de mil çekildi ve Harrâ’ya bırakıldılar; su istiyorlar; fakat kendilerine su verilmiyordu.” demiştir.

١٢- (١٦٧١) وحَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ الْمُثَنَّى، حَدَّثَنَا مُعَاذُ بْنُ مُعَاذٍ، ح وحَدَّثَنَا أَحْمَدُ بْنُ عُثْمَانَ النَّوْفَلِيُّ، حَدَّثَنَا أَزْهَرُ السَّمَّانُ، قَالَا: حَدَّثَنَا ابْنُ عَوْنٍ، حَدَّثَنَا أَبُو رَجَاءٍ، مَوْلَى أَبِي قِلَابَةَ، عَنْ أَبِي قِلَابَةَ، قَالَ: كُنْتُ جَالِسًا خَلْفَ عُمَرَ بْنِ عَبْدِ الْعَزِيزِ، فَقَالَ لِلنَّاسِ: مَا تَقُولُونَ فِي الْقَسَامَةِ؟ فَقَالَ عَنْبَسَةُ: قَدْ حَدَّثَنَا أَنَسُ بْنُ مَالِكٍ كَذَا وَكَذَا، فَقُلْتُ إِيَّايَ: حَدَّثَ أَنَسٌ، قَدِمَ عَلَى النَّبِيِّ ﷺ قَوْمٌ، وَسَاقَ الْحَدِيثَ بِنَحْوِ حَدِيثِ أَيُّوبَ، وَحَجَّاجٍ، قَالَ أَبُو قِلَابَةَ: فَلَمَّا فَرَغْتُ قَالَ عَنْبَسَةُ: سُبْحَانَ اللهِ، قَالَ أَبُو قِلَابَةَ: فَقُلْتُ: أَتَتَّهِمُنِي يَا عَنْبَسَةُ؟ قَالَ: لَا، هَكَذَا حَدَّثَنَا أَنَسُ بْنُ مَالِكٍ، لَنْ تَزَالُوا بِخَيْرٍ يَا أَهْلَ الشَّامِ، مَا دَامَ فِيكُمْ هَذَا أَوْ مِثْلُ هَذَا،

12- (...) Bize Muhammed b. El-Müsennâ da rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Mu’âz b. Mu’âz rivâyet etti. Bize Ahmed b. Osman En-Nevfelî de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ezher Es-Semmân rivâyet, etti. Her iki râvî demişler ki: Bize İbni Avn rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Kılâbe’nin âzâdlısı Ebû Recâ’, Ebû Kılâbe’den rivâyet etti. ‘(Demiş ki): Ömer b. Abdülaziz’in arkasında otu­ruyordum. Cemâate: --- “Kasâme hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Bunun üzerine Anbese: --- “Enes b. Mâlik bize şöyle-şöyle rivâyette bulundu...” Dedi. Ben de: — “Enes bana rivâyet etti.” Dedim. Bir kavim Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e gelmiş... Râvî hadîsi, Eyyûb ile Haccâc hadîsi gibi nakletmiştir.

Ebû Kılâbe şöyle demiş: --- “Ben (rivâyetimi) bitirince Anbese: --- “Sübhânellâh!” Dedi. Ben de: --- “Beni imtihân mı ediyorsun yâ Anbese?” Dedim.

--- “Hayır! Enes b. Mâlik bize böylece rivâyet etti. Bu yâhut bunun misli aranızda bulundukça siz hayırlı olmakta devâm edersiniz ey Şamlı­lar!” Dedi.

(١٦٧١) - وحَدَّثَنَا الْحَسَنُ بْنُ أَبِي شُعَيْبٍ الْحَرَّانِيُّ، حَدَّثَنَا مِسْكِينٌ وَهُوَ ابْنُ بُكَيْرٍ الْحَرَّانِيُّ، أَخْبَرَنَا الْأَوْزَاعِيُّ، ح وحَدَّثَنَا عَبْدُ اللهِ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الدَّارِمِيُّ، أَخْبَرَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يُوسُفَ، عَنِ الْأَوْزَاعِيِّ، عَنْ يَحْيَى بْنِ أَبِي كَثِيرٍ، عَنْ أَبِي قِلَابَةَ، عَنْ أَنَسِ بْنِ مَالِكٍ، قَالَ: قَدِمَ عَلَى رَسُولِ اللهِ ﷺ ثَمَانِيَةُ نَفَرٍ مِنْ عُكْلٍ بِنَحْوِ حَدِيثِهِمْ، وَزَادَ فِي الْحَدِيثِ، وَلَمْ يَحْسِمْهُمْ،

(...) Bize El-Hasen b. Ebî Şu’ayb El-Harrânî de rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Miskin -ki İbn-i Bükeyr El-Harrânî’dir- rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Evzâ’î haber verdi. Bize Abdullah b. Abdirrahmân Ed-Dârimî dahî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Yûsuf, Evzâî’den, o da Yahyâ b. Ebî Kesîr’den, e da Ebû Kılâbe’den, o da Enes b. Mâlik’den naklen haber verdi. Şöyle demiş: --- “(sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e Ukl (kabîlesin) den sekiz ki­şi geldi...” Enes yukarkilerin hadîsi gibi rivâyette bulunmuş ve hadîs­te: “Onları dağlamadı.” cümlesini ziyâde de etmiştir.

١٣- (١٦٧١) وحَدَّثَنَا هَارُونُ بْنُ عَبْدِ اللهِ، حَدَّثَنَا مَالِكُ بْنُ إِسْمَاعِيلَ، حَدَّثَنَا زُهَيْرٌ، حَدَّثَنَا سِمَاكُ بْنُ حَرْبٍ، عَنْ مُعَاوِيَةَ بْنِ قُرَّةَ، عَنْ أَنَسٍ، قَالَ: أَتَى رَسُولَ اللهِ ﷺ نَفَرٌ مِنْ عُرَيْنَةَ، فَأَسْلَمُوا وَبَايَعُوهُ، وَقَدْ وَقَعَ بِالْمَدِينَةِ الْمُومُ، وَهُوَ الْبِرْسَامُ، ثُمَّ ذَكَرَ نَحْوَ حَدِيثِهِمْ، وَزَادَ: وَعِنْدَهُ شَبَابٌ مِنَ الْأَنْصَارِ قَرِيبٌ مِنْ عِشْرِينَ، فَأَرْسَلَهُمْ إِلَيْهِمْ، وَبَعَثَ مَعَهُمْ قَائِفًا يَقْتَصُّ أَثَرَهُمْ،

13- (...) Bize Hârûn b. Abdillâh dahî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Mâlik b. İsmâîl rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Züheyr rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Simâk b. Harb, Muâviye b. Kurre’den, o da Enes’den naklen rivâyet etti. Enes şöyle demiş:

Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e Ureyne’den birkaç kişi gele­rek müslüman oldular ve ona bey’at ettiler. Medîne’de mûm -ki birsâm hastalığıdır- vâki’ olmuştu... Sonra yukarkilerin hadîsi gibi nakletmiş; şunu da ziyâde eylemiştir: --- “Yanında Ensâr’dan yirmiye yakın genç vardı. Bunları onlara gön­derdi. Berâberlerinde onların izlerini araştıracak bir de izci gönderdi.”

(١٦٧١) - حَدَّثَنَا هَدَّابُ بْنُ خَالِدٍ، حَدَّثَنَا هَمَّامٌ، حَدَّثَنَا قَتَادَةُ، عَنْ أَنَسٍ، ح وحَدَّثَنَا ابْنُ الْمُثَنَّى، حَدَّثَنَا عَبْدُ الْأَعْلَى، حَدَّثَنَا سَعِيدٌ، عَنْ قَتَادَةَ، عَنْ أَنَسٍ، وَفِي حَدِيثِ هَمَّامٍ: قَدِمَ عَلَى النَّبِيِّ ﷺ رَهْطٌ مِنْ عُرَيْنَةَ، وَفِي حَدِيثِ سَعِيدٍ: مِنْ عُكْلٍ، وَعُرَيْنَةَ بِنَحْوِ حَدِيثِهِمْ،

(...) Bize Heddâb b. Hâlid rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Hemmâm rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Katâde Enes’den rivâyet etti. Bize İbn-i Müsennâ dahî rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Abdül’alâ rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Saîd, Katâde’den, o da Enes’den naklen rivâyet etti. Hemmâm’ın hadîsinde: --- “Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) Ureyne’den bir cemaat geldi.” ibâresi; Saîd’in hadîsinde ise: --- “Ukl ve Ureyne’den” kaydı vardır. Hadîs, yukarkilerin hadîsi tarzındadır.
١٤- (١٦٧١) وحَدَّثَنِي الْفَضْلُ بْنُ سَهْلٍ الْأَعْرَجُ، حَدَّثَنَا يَحْيَى بْنُ غَيْلَانَ، حَدَّثَنَا يَزِيدُ بْنُ زُرَيْعٍ، عَنْ سُلَيْمَانَ التَّيْمِيِّ، عَنْ أَنَسٍ، قَالَ: "إِنَّمَا سَمَلَ النَّبِيُّ ﷺ أَعْيُنَ أُولَئِكَ، لِأَنَّهُمْ سَمَلُوا أَعْيُنَ الرِّعَاءِ."

الكتاب:صحيح مسلم، كتاب القسامة و المحاربين و القصاص و الديات (٢٨)، باب: حكم المحاربين والمرتدين (٢)، رقم الحديث:٩-١٤ (١٦٧١)، ص:٦٩١.

 14- (...) Bana El-Fadl b. Sehl el-A’rac da rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Yahyâ b. Gaylân rivâyet etti. (Dedi ki): Bize Yezîd b. Zürey’, Sü­leyman Et-Teymî’den, o da Enes’den naklen rivâyet etti. Şöyle demiş: --- “Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) onların gözlerini oydu; çünkü onlar çobanların gözlerini oymuşlardı.”

Bu hadîsi Buhârî: “Vudû’” bahsinin muhtelif yerlerinde, “Mu­haribin, Cihâd, Tefsir, Meğazî” ve “Diyât” bahislerinde; Ebü Dâvûd: “Tahâret” bahsinde; Nesâî “Muharebem” de muhtelif râvilerden tahrîc etmişlerdir. Hadîsin muhtelif rivâyetlerinden anlaşılıyor ki, Ureyne ve Ukl kabîlelerinden yedi sekiz kişi Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e gelerek müslüman olmuşlar. Fakat Medîne’nin havası ken­dilerine yaramamış. Hastalanıp zayıflamışlar; renkleri sararmış ve Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’e müracaatla:

---  “Yâ Rasûlüllâh, biz hayvancılıkla geçinen insanlardık; şehirli deği­liz; bizi doyur, sula!” Demişler; hattâ develerin yanına gitmek için izin istemişler: O da kendilerini ovaya develerin yanma göndererek tedâvî için onların süt ve bevl lerinden içmelerini tavsiye buyurmuş. Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’in develeri 15 sağmaldan ibâret olup zekât de­veleri ile karışık olarak Kübâ civârında Zû’l-Hader denilen yerde güdülüyormuş. Bunlar develerin yanına giderek onların süt ve bevl lerinden içmişler. Az zamanda iyileşip betleri benizleri gelince irtidâd ederek de­velerden birini boğazlamışlar. Çobanlardan birinin elini, ayağını kesmiş­ler; diline ve gözlerine diken batırarak ölünceye kadar kızgın güneşin altında bırakmışlar ve develeri alıp gitmişler. Sağ kalan çoban hâdiseyi haber vermiş: --- “Arkadaşımı öldürdüler; develeri de götürdüler.” demiş. Bunun üzerine: Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) derhâl yirmi kişilik bir süvârî müfrezesini bunları ta’kîbe göndermiş. Kürz b. Câbir El-Gihrî’yi bu müf­rezeye kumandan ta’yîn etmiş. Yardımcı olmak üzere yanlarına bir de izci vermiş. Giden müfreze şâkîleri yakalayıp getirmiş. Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’de onlara kendi amelleri cinsinden cezâ ver­miş...

Nevevî diyor ki: “Bu hadîs muhâriblere cezâ verme husûsunda esâstır ve Allâh-ü Te’âlâ Hazretlerinin:
﴿ اِنَّمَا جَزٰٓؤُا الَّذ۪ينَ يُحَارِبُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِى الْاَرْضِ فَسَادًا اَنْ يُقَتَّلُٓوا اَوْ يُصَلَّـبُٓوا اَوْ تُقَطَّعَ اَيْد۪يهِمْ وَاَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ اَوْ يُنْفَوْا مِنَ الْاَرْضِۜ ذٰلِكَ لَهُمْ خِزْىٌ فِى الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِى الْاٰخِرَةِ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ [سورة المآئدة:٥/٣٣]
“Allâh’a ve Rasûlüne savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezâsı; ancak öldürülmeleri yâhut asılmaları veyâ ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yâhut o yerden sürülmeleridir. Bu cezâlar onlar için dünyâdaki bir rezilliktir. Âhirette de onlara büyük bir azâb vardır.”[2]

Âyet-i Kerîmesi’ne muvâfıktır. Ulemâ bu Âyetten murâd ne oldu­ğu husûsunda ihtilâf etmişlerdir. İmâm Mâlik: Bu âyet muhay­yerlik ifâde eder. Binâen ‘aleyh hükümdar, âyette sayılan cezâlar arasın­da muhayyerdir; meğerki muhârib, Müslümanı öldürmüş olsun! O takdirde kendisinin de öldürülmesi farz olur, demiş; Ebû Hanîfe ile Ebû Mus’ab-ı Mâlikî öldürse de hükümdârın muhayyer ol­duğunu söylemiş; Şafiî ile diğer ulemâ taksîme kâil olmuşlardır. Onlara göre: Muhâribler bir kimseyi öldürürler de malını almazlarsa öl­dürülürler. Öldürür, malını da alırlarsa, öldürülüp asılırlar. Malını alıp kendisini öldürmezlerse, el ve ayakları çapraz kesilir. Yolcuları korkutur da bir şey almaz ve kimseyi öldürmezlerse, yakalanarak ta’zîr olunurlar. Bizim mezhebimize göre sürgünden murâd budur. Ulemâmız: --- “Zîra bu fiillerin zarârı muhteliftir; binâen ‘aleyh cezâları da muhtelif olur; âyet muhayyerlik bildirmez, demişlerdir. Muharebenin hükümleri ovada sâbit olur. Şehirlerde sâbit olup olmayacağında hilâf vardır. Ebû Hanîfe ‘ye göre sâbit olmaz. İmam Mâlik ile Şafiî sâbit olacağını söylemişlerdir...” Nevevî’nin sözü burada sona erer.
 
Kadî Iyâz’ın beyânına göre ulemâ Ureyne Hadîsinin mânâsı husûsunda ihtilâf etmişlerdir. Seleften bâzılarına göre bu cezâ Hudûd ve Muharebe âyeti inmezden Önce verilmiştir. Âyet inince bu cezâyı nesh etmiştir. Bâzılarına göre bu hüküm nesh edilmemiş; muharebe âyeti onlar hakkında inmiştir. Rasûlüllâh (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) bu cezâyı kısas olmak üzere vermiştir. Çünkü mürtedler onun çobanına aynı mu’âmeleyi yapmışlardı. Bâzıları müsle (yâni bâzı uzuvlarım keserek düzeltme)’nin haram değil, tenzîhen mekrûh olduğunu söylemişlerdir. Su verilmeme meselesine gelince: Bu husûsta Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem)’m bir emri yoktur. Kadî ‘lyâz: --- “Öldürülmesi farz olan bir kimse su isterse kasden mânî olunup da kendisine iki âzâb birden tatbîk edilemeyeceği husûsunda Müslümanlar ittifâk etmişlerdir.” diyor. Fakat Nevevî buna i’tirâz etmiş ve şunları söylemiştir: --- “Bu sahîh Hadîs’de beyân olunmuştur ki, mürtedler çobanı öldürmüş; İslâm’­dan dönmüşlerdir. Şu halde ne su istemede, ne de başka husûsta kendi­lerine hürmet kalmaz.” Ulemâmız: Yanında tahâret için muhtâc olduğu suyu bulunan bir kimsenin o suyu ölümden veyâ şiddetli susuzluktan korkan bir mürted de verip de teyemmüm etmesi câiz değildir. Fakat suyu isteyen bir zimmî veyâ hayvan olursa vermek lâzım gelir; bu tak­dirde o su ile abdest câiz olmaz, demişlerdir.”[3]


1- İmâm Mâlik, eti yenen hayvanların bevl leri temiz ol­duğuna bu hadîsle istidlâl etmiştir, İmam Ahmed ile ’Hanefiler’ den İmâm Muhammed’in, Şâfiî-er’den İstahrî ve Rûyânî ‘nin kavilleri de bu olduğu gibi Şa’bî, Atâ’, Nehâî, Zuhrî. İbni Sîrîn, Hakem ve Sevrî dâhî buna kâil olmuşlardır. Hattâ Ebû Dâvûd b. Ueyye: “İnsandan maada -eti yensin, yenmesin- bütün hayvan­ların bevl ve fışkısı temizdir.” demiştir.

İmam A’zam, Ebû Yûsuf, Şâfiî, Ebû Sevr ve diğer birçok ulemâya göre bütün bevl ler pistir; yalnız afv edilen az mikdâr bundan müstesnadır. Ureyne’liler hadîsinde hüküm zarûrete mebnî idi. Bu hadîste deve bevl inin zarûret yokken mubâh olduğunu gösteren bir delîl yoktur. Zarûret dolayısı ile birçok mubâh kılınmış şey­ler vardır; fakat bunlar zarûret olmadığı yerde yine haramdır. Meselâ: Harb zarûreti veyâ şiddetli kaşıntı sebebi ile erkeklere ipek elbise giymek mubâh kılınmıştır. Fakat bu gibi mâzereti olmayanların ipek elbi­se giymesi yine haramdır. Şerîatte bunun misâlleri çoktur.

Bu husûsta en kanaatli olan cevap şudur: Peygamber (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) Ureyneliler’in deve bevli içmekle düzeleceklerini nehiy yolu ile bilmiştir. Haramla tedâvî alel itlâk câiz değilse de, şifâ yüzde yüz bilinirse câiz olur.

2- Hükümdar, yanına gelen kabilelerin, gurebânın işleri ile alâkalanmalı, onların hallerine ve bedenlerinin ıslâhına yarayacak emirler ver­melidir.

3- İlâç kullanmak ve her bedene mu’tadı olan ilâcı vermek câizdir.

4- Kısasda misilleme meşrû’dur.

5- Mürted, tevbe etmesi beklenmeden öldürülür. Bunun vâcib mi yoksa müstehab mı olduğu ihtilaflıdır. Bâzı ulemaya göre mürted mu­harebe ederse katli vâcib olur; tevbe etmesini beklemekte bir mânâ kal­maz; nitekim Ureyne’liler kıssasında da böyle olmuştur.


MÜSLE
 
Başkalarına ibret olsun diye, burnunu, kulağını vesair uzuvlarını kesip, gözlerini oyarak kendisini çirkin bir şekle sokmak suretiyle düşmana ceza vermek. Müslenin iki manâsı vardır. Biri, kısas ve mukabele bi'l-misil (yapılan işe aynıyla karşılık vermek); diğeri de öldürülen şahsın (maktulün) burnunu, kulağını ve diğer azalarını kesmektir. Müslenin yasaklanan kısmı budur (Buhari, Tecrid-i Sarih Tercümesi, I, 186).
Müslenin Hz. Peygamber tarafından tatbik ettirildiği gibi yasaklandığı da birçok hadislerle sabittir.
Hicretin altıncı yılı Şevval ayında Ukl ve Ureyne kabilelerinden bir grup Rasûlüllah'a gelerek müslüman olduklarını söylediler. Hasta, karınları şişmiş ve benizleri sararmış olan bu kimseler Rasulullah'tan kendilerini barındırmasını rica ederler. Peygamber de bunları Suffa ashabı arasına katar. Zamanla Medine havasının kendilerine yaramadığını beyanla kır havasına çıkmayı, develerin bulunduğu yere gönderilmeyi isterler. Hz. Peygamber bunları devlet hazinesine ait develerin bulunduğu yere gönderir develerin süt ve bevillerinden içerek tedavi olmalarını buyurur. Bir süre develerin yanında kalan Ukl ve Ureyneliler Hz. Peygamber'in çobanı olan azatlı kölesi Yesar'ı elini ayağını keserek gözlerine diken batırıp ölünceye kadar o halde terkedip develeri de çalıp götürürler. Durumdan haberdar olan Hz. Peygamber Gürz b. Cabir el-Fehrî'yi bu adamları yakalamak için gönderir. Yakalanan bu caniler Peygamber'in emriyle yaptığı zulme kısas olarak elleri ayakları kesilir, gözleri çıkarılır, yani müsle yapılır. Bu olay "Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır" (el-Maide, 5/33) ayeti için nüzul sebebi olarak gösterilmektedir. Bu hadisle belirtilen ve bizzat Hz. Peygamber'in emriyle gerçekleştirilen müsle, İslâm âlimlerince kısas ve mukabele bi'l-misil olarak kabul edilmiştir. Konunun ilk başında tarifi yapılan müslenin ise yine Hz. Peygamber'in şu hadisleri ile yasaklandığı görülmektedir:
"..Hz. Peygamber bizi müsle yapmaktan nehyetti" (Ebu Davud, III, 53); "Allah'ın azabı, yani ateş ile yakmakla, dağlamakla tazib etmeyiniz";
"Hayvanlara müsle yapılmasını nehyetti"; "Her kim başkasına saçını traş edip yolmak suretiyle müsle yaparsa kıyamet gününde Allah katında değer ve itibarı olmaz" (Buhari, Tecrid i Sarih Terrümesi, I, 186).
Uhud harbinde Hz. Hamza şehid edildikten sonra kendisine müsle yapıldığı bilinmektedir (Ebu Davud Şerhi el-Menhel, VIII, 297).
Müsleye benzerliği nedeniyle Hz. Peygamber'in "Kendisinde ruh bulunan hiç bir şeyi atış hedefi edinmeyiniz" hadisi ile bir kuşu hedef olarak tutan bir takım Kureyş gençlerine Hz. Ömer'in "Allah bu işi yapanlara lanet etmiştir" sözünü zikredebiliriz (Müslim, Kitabu's-Sayd, Hd. no: 1956, 1958, terceme: 6/169, 170).
Hukukun en mükemmelini ortaya koyan İslâm, işlenen suçlara verilen cezaların tatbikinde çekimser ve merhametli davranılmasını (en-Nisa: 4/2) ve yapılan zulme fazla değil ancak misliyle mukabele edilmesi (el-Bakara: 2; 194) gerektiğini, geçmiş kavimlerden İsrailoğullarına da cana karşılık can; göze göz; buruna burun, kulağa kulak ve dişe karşı diş ile kısası (el-Maide, 5/45) emretmiştir. Bakara 194. ayeti hakkında Hasan el-Basri insanın burun, kulak ve dudağının kesilmemesi, kadın, çocuk ve savaşamayan kimselerin öldürülmemesi hükmünü çıkarmış ve müslenin caiz olmadığını, Hz. Peygamber'in müsle hakkındaki bir hadisini de delil getirerek ortaya koymuştur. "Allah'a inanmayan, kâfir olan her şahısla döğüşünüz, gaddarlık yapmayınız. İnsanların kulak, burun ve dudaklarını kesmeyiniz. Çocukları, kilise ve havralarda ibadet eden rahipleri öldürmeyiniz" (İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azim: 1/226).
İslâm harb hukuku düşmana karşı bile haddi tecavüz etmemeyi emrederken kâfir toplumların bunun tanı tersini yaptıklarına tarih şahittir. Uhud harbinde Hz. Hamza'yı şehid eden kâfirler daha sonra müdâfaasız olan bu mübarek şehide müsle yapmışlardır (Ebu Davud şerhi el-Menhel, III, 297). Yine Uhud harbinde müşrikler tarafından şehid edilen Enes İbn Nadr'a müsle yapılmış, burnu, kulakları ve diğer azaları kesilmiş, tanınmaz hale getirilmişti. O kadar ki, kız kardeşi Rubeyyi O'nu ancak parmaklarından tanıyabilmişti (Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, VIII, 271).
Cabir İbn Abdullah'ın rivayet ettiği hadiste Yahudi ileri gelenlerinden ve İslâm'ın en büyük düşmanlarından olan Şair Ka'b İbn Eşref Hz. Peygamber'in emri ile öldürülmüş, suçunun ağırlığına karşılık olarak da başı kesilerek Medine'ye getirilmiştir (Buhârî, Tecrid-i Sarih Tercemesi, X, 176).
Harbe katılan ve hazırlanan ve müsait bulunan her düşman eri öldürülebilir. Fülen harbe katılmamış olan kadınlar, rahibler, hahamlar, çocuklar, ihtiyar ve sakatlar öldürülmez. Harb sona erip zafer kazanıldıktan sonra müsle İslâm'ın yasakladığı şeydir. İmam Malik'e göre düşmandan alınan hayvanları öldürüp yakmak da müsle sayılır (Ö. Nasuhi Bilmen, Hukuku İslamiyye Kamusu, III, 368; İbn Abidîn, K.Cihad, III, 224; Fethu'l-Kadir, V; 201).
Harb devam ederken burun ve kulaklar gibi azaların kesilmesinde sakınca yoktur. (Öldürme kastıyle) harb esnasında düşmanın burnunu, kulağını kesmek caizdir. Ancak düşmanı yakaladıktan sonra eza vermek için müsle yapılmaz; herhangi bir azasını kesmeden doğrudan doğruya öldürülür. Daha önce zikredilen hadislerle müslenin yasaklığında ittifak edilmiştir.
Bir topluluk üzerine hücum ederek cinayet işleyip birinin burnunu, diğerinin kulaklarını, başka birinin ellerini, öbürünün ayaklarını, daha başka birinin gözlerini çıkarsa, bu cani kimseden her biri için kısas alınır (İbn Abidin, Kitabu'l-Cihad, III, 234).   Cengiz YAĞCI 
 


[1] Sahîh-ı Buhârî, Kitâbü’l-Meğazî (64), Ukl Ve Ureyne (Kabîleleri) Kıssası Bâbı (36/37), Hadîs no: 4192, s.571.
[2]  Mâide Sûresi, 5/33. (Âyet-i Kerîme’de “Allâh’a ve Rasûlüne karşı savaş ve yeryüzünde bozgunculuk” şeklinde ifâde edilen suç,  terör, yol kesme, kan dökme, eşkıyâlık, yağmalama, mâsum insanları öldürme gibi toplumun huzur ve sükûnunu bozmaya yönelik eylemlerdir. Bu âyet, terör, eşkıyâlık ve yağmalama gibi toplumun huzûrunu bozan gayr-i meşrû’ eylemlerin ne derece tehlikeli olduğuna işâret etmektedir.)
[3] Sahîh-ı Müslim, Kitâbü’l- Kasâme, Muhakibler, Kısas Ve Diyetler Bahsi (28), Muhariblerle Mürtedlerin Hükmü Bâbı (2), Hadîs no:9-14 (1671), s:691.

 
 

20 Temmuz 2017 Perşembe

KUDÜS --- MESCİD-İ AKSA --- ZEYTİN DAĞI --- KUBBETÜS SAHRA

Prof. Dr. Ekrem Buğra EKİNCİ

http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=521

KUDÜS'TEN GELİYORUM                                                                         

28 Mayıs 2014 Çarşamba

(Sayfada yayınlanamaz yazısı olmadığı için yayınladım... yayıncı hocamdan tepki alırsam derhal kaldıracağım..)

MUKADDES ŞEHRİN HER KÖŞESİNDE BİR HATIRA
İsrail'e yaptığım gezinin ilk durağı olan mukaddes şehrin en güzel manzarasını seyretmek için Zeytin Dağı’na çıkmak gerekiyor. Şehir dört tepe üzerinde kurulmuş. Zeytin Dağı bunlardan biridir. Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu tepe şehrin ortasında. Bir de Hazret-i Davud’un kabrinin bulunduğu Siyon Dağı var.
  
Zeytin Dağı'ndan Kubbetü's-Sahrâ manzarası. Kubbetü's-Sahrâ'da gece.



  
Solda Ağlama Duvarı altındaki dehlizler. Sağda Zeytin Dağı eteklerindeki Yahudi Mezarlığı. Kıyamet günü Mesihîn buraya ineceğine inandıkları için, gömülmek büyük bir imtiyazdır ve çok para ister.
Üç semavî din için hususi ve mukaddes olan Kudüs'ün her köşesinde bir hatıra yer alıyor. 3000 sene evvel Hazret-i Davud'un kurduğu Kudüs, bugün Doğu Kudüs veya Eski Şehir olarak biliniyor. Eski şehir, Müslüman, Hıristiyan, Ermeni ve Yahudi mahallesi olarak dört kısma ayrılmış vaziyette. Ancak bunlar arasında geçiş serbesttir. İlk üçü, artık neredeyse dükkân ve mâbedlerden ibarettir. Dükkânların üstünde, küçük, köhne evler vardır.
    
Hazret-i Davud'un kabri başında okuyan Hasidik (mutaassıp) Yahudiler (solda). İsrail'de kadınların askerlik yapması mecburidir (sağda).
 
Solda Yahudi mahallesindeki bir anaokulu bahçesinde çocuklara Tevrat'tan hikâyeler anlatan haham. Sağda Hasidik mezhebe mensup bir Yahudi ailesi. Kadınları başörtülü ve sade kıyafetlidir. Erkekleri (hatta çocuklar) başta kipa, saçlar yanaklara uzatılmış, siyah elbiseler içindedir.
Eski Şehrin batısında İngiliz ve ardından İsrail hâkimiyeti zamanında kurulan modern Batı Kudüs veya Yeni Şehir yer alıyor. İsrail burayı başşehir ilan etmiş ve parlamentosunu da taşımış olsa bile, dünya bunu kabul etmiyor ve mümessilliklerini eski başşehir Tel Aviv’de tutmaya devam ediyor.
    
Hazret-i İsa'nın Hristiyan inancına göre tevkifinden evvel son anlarını geçirdiği Getsemana Bahçeleri. 2000 yıllık zeytin ağaçarı hala duruyor (solda). Hazret-i İsa'nın havarileriyle meşhur son akşam yemeğini yediğine inanılan yer. Yahudilerin elinde olduğu için pek bilinmiyor (ortada). Yaşlı bir rahibe (sağda)
4 asır Osmanlı hâkimiyetinde yaşadıktan sonra 1918’de İngilizlerin eline düşen ve İngilizlerin çekildiği 1946’dan beri Ürdün’e ait iken, 1967 savaşı ile İsrail’in eline geçen Eski Kudüs, Kanuni Sultan Süleyman yaptırdığı surlar içindedir. Çok sayıda kapısı vardır. Sur önündeki cadde, bunun ismiyle anılıyor. Kudüs’e giriş sekiz kapıdan yapılmakta; fakat Mescid-i Aksâya yakın olan kapı (Altın Kapı) her zaman kapalı tutulmaktadır. Bunun sebebi ise mahşer günü Mesîh’in bu kapıdan gireceğine dair Hristiyan inancıdır. Mesîh inince, mucize olarak bu kapı açılacaktır.
   
Altın Kapı (solda). Hazret-i Peygamber'in Mi'rac gecesi Burak'ı bağladığına inanılan Mescid-i Burak (sağda). Halka semboliktir.
 
Solda Hanım evliya Rabia Adviye'nin zeytin dağındaki kabri. Sağda Osmanlı tren istasyonu. Yeni Kudüs bunun arkasında yer alıyor. Artık tren olmadığına göre, burası alış-veriş merkezi olarak kullanılıyor.
Mescid-i Aksa, şehrin güneydoğu ucundadır. Burası İslâmiyetin müstesna kıymet verdiği üç mescidden birisidir. Hazret-i Peygamber, Mirac gecesi burada tecessüm eden peygamberlerle namaz kılmış ve göklere yükselmiştir. Burası Müslümanların elindedir. Hükümet, emniyet sebebiyle yalnızca Müslümanların girmesine izin veriyor. Avlu kapısında, Müslüman olduğunuzu ispatlamadan içeri giremezsiniz.
Hazret-i İsa’nın göğe yükseldiğine inanılan yerde, ilk İsevîlerden Bizans İmparatoriçesi Helena’nın yaptırdığı Kıyamet Kilisesi, dünyanın en eski kiliselerindendir. İçinde Hazret-i İsa’nın teneşir ve mezarı olduğuna inanılan mekânlar var. Hazret-i Ömer Kudüs’ü fethettiğinde, bir yerde namaz kılmak istedi. Kıyamet Kilisesi’ni gösterdiler. “Ben orada namaz kılarsam, sonra câmiye çevirirler” dedi ve yakınında bir yerde namazını kıldı. Ne ince düşünce! Ne büyük müsamaha! Şimdi burada Ömer Câmii yükseliyor.




     
Hazret-i İsa'nın göğe yükseldiği söylenen Kıyamet Kilisesi. Burada güya Mesih'in defnedildiği bikr kabir var. Bu sebeple Mukaddes Mezar Kilisesi diye de biliniyor. Solda, Hazret-i İsa'nın na'şının yatırıldığına inanılan mermer taş.



 
Solda Mescid-i Ömer. Sağda Eshab-ı kiramdan Kudüs Kadısı Ubâde bin Sâmit'in sur dibindeki kabri.
    
Sağda Zeytin Dağı eteklerinde Hazret-i Meryem'in kabri olduğuna inanılan yer. Üzerinde bir Ermeni Kilisesi yer alıyor.
Eskiden Hazret-i Süleyman’ın yaptırdığı ve Romalıların yıktığı Beyt-i Makdis’in yer aldığı büyük bir avlu düşünün. Her köşesinde medrese, çeşme, sebil, bahçe ve ağaçlar bulunur. Tam ortasında, Hazret-i İbrahim’in oğlunu kurban etmeye davrandığı büyük bir kaya (sahra) vardır. Hazret-i Muhammed’in nerede namaz kıldığı tam belli değil ama göklere bu kayanın üzerinden yükselmiştir. Kaya üzerinde ayak izi hâlâ duruyor. Taşın altı oyuk olduğu için, havada duruyor gibi görünür. Bu sebeple Hacer-i Muallak (Askıda Taş) adı verilmiştir. Üzerinde Emevî halifesi Abdülmelik’in yaptırdığı altın kubbeli ihtişamlı âbide yükseliyor. Buna Kubbetü’s-Sahrâ (Taş Kubbesi) denir. İçinde namaz da kılınabilir. Bunun güneyinde Halife Velid’in yaptırdığı Mescid-i Aksâ, bir câmidir. Yanlış olarak Ömer Câmii diye bilinir.
   
Soldan, Mescid-i Aksâ'nın ve Kubbetüs-Sahrâ'nın içi.
Mescid-i Aksâ’nın batı duvarı, Beyt-i Makdisin ayakta kalan tek yapısıdır. Ağlama Duvarı diye bilinir ve önünde Yahudilerin sallanarak dua ettikleri ekzantrik bir mekândır. Bunun altında eski Kudüs ve mabedin duvar kalıntılarının bulunduğu mahzenlere iniliyor. Bazılarının, Mescid-i Aksâ’yı yıkmak için tezgâhlandığını düşündüğü bu kazılar, aslında Osmanlılar zamanında başlamış ve Mescid-i Aksa’nın değil, eski şehrin batı mahallesi altına uzanıyor.
   
Ağlama Duvarı ve burada sallanarak dua eden Hasidik mezhebinden Yahudiler..

        
Solda Via Dolorosa. Sağda Kudüs sokakları ve çarşısından bir manzara. 

Kudüs’ün her yerinde Hazret-i İsa’dan izler vardır. Şimdi çarşının içindeki Via Dolorosa (Elemler Yolu), Hristiyan inancına göre, Hazret-i İsa’nın tevkif edilip, çarmıha gerilmek üzere sırtında haç ile yürütüldüğü yoldur. Durakladığı, sendelediği, eliyle duvara değdiği, annesi ile göz göze geldiği her yerde bir durak ve kilise vardır. Dünyanın her yerinden Hristiyanlar, sırtlarında sembolik haçlarla bu yolda yürüyüp kendilerince hacı olmaya çalışır.