28 Aralık 2013 Cumartesi

MÜBÂHELE=MÜLÂ’ANE[1]=LÂNETLEŞME VE Lİ’AN OLAYI (KU’ÂN VE SÜNNET’TE)


MÜBÂHELE=MÜLÂ’ANE[1]=LÂNETLEŞME VE Lİ’AN OLAYI (KU’ÂN VE SÜNNET’TE)


 ﴿ فَمَنْ حَآجَّكَ ف۪يهِ مِنْ بَعْدِ مَاجَآءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَآءَنَا وَأَبْنَآءَكُمْ وَنِسَآءَنَا وَنِسَآءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللّٰهِ عَلَى الْكَاذِب۪ينَ [سورة آل عمران:٣/٦١]
“Sana (gerekli)bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: “Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Biz de siz de toplanalım. Sonra gönülden duâ edelim de, Allâh’ın lânetini[2] (aramızdan)yalan söyleyenlerin üstüne atalım.”[3]
                               

Âyet-i Kerîme’nin nüzûl sebebi:
 
Necranlılardan iki Râhib, Hazret-i Resûl (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)’e geldiler. Allâh’ın Resûlü bunlara: --- “İslâm’a giriniz!” buyurdu. Onlar: --- “Biz sizden çok önce İslâm’a girmişiz”dediler.
 
Hazret-i Resûl (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm): --- “Yalan söylüyorsunuz; Şu üç şey sizde oldukça siz İslâm değilsiniz:
 
1-      Allâh’ın çocuğu var sözünüz,

2-      Domuz eti yemeniz,

3-      Ve haça tapmanız.”
 
Onlar: --- “Öyle ise Îsâ’nın babası kimdir?” dediler. Cenâb-ı Rasûl, onların bu sorularına verecek cevâbı bilmiyordu. Sukût etti. Bunun üzerine Allâh-ü Te’âlâ bu Âyet-i Celîle’yi indirdi. Allâh’ın Rasûlü âyetleri okudu. Onları lânetleşmeye dâvet etti. Onlar, bundan imtinâ ettiler. Cizye vermek üzere bir anlaşma yaparak yurtlarına döndüler.
 
Âyetin açık mânâsı şöyledir:
 
“Yâ Muhammed! Tevhıdden ayrılmış, Allâh yolundan sapmış olan Nasrânîlerden/Hıristiyanlar, Îsâ’nın Allâh’ın kulu ve peygamberi olduğuna dâir âyet ve açık deliller sana ilahî vahiy yoluyla geldikten sonra, bu âyetleri duyarlar da iddiâ ve düşmanlığa devâm ederlerse, onlara deki: Ey Necranlılar! Azim ve sebat ile gelin! Biz her birimiz oğullarımızı ve sizden her biriniz oğullarınızı çağırsın ve bizden her birimiz kadınlarımızı ve sizden her biriniz kadınlarınızı; bizden her birimiz nefislerimizi ve sizden her biriniz de nefislerinizi çağıralım! Sonra sıdkı sadâkatla tezarrû ve niyâz ile, içten ve ruhtan gelen bir ceht ile lânet duâsı yapalım da; Allâh’ın lânetini, Îsâ (a.s.) hakkında yalancı olanların üzerine bindirelim ve boyunlarına geçirelim.”
 
Yukarıda da geçtiği üzere Hazret-i Rasûl, Hz. Îsâ’nın Allâh’ın oğlu olmadığını, kulu ve Rasûlü olduğunu gâyet açık delillerle isbat ettiği halde, onlar yine küfürlerinde ısrâr ettiler de hakkı kabûl etmediler. Bunun üzerine Peygamber (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) onlara:
 
“ … Hakkı kabûl etmeyecek olursanız, Rabbim bana sizi lânetleşmeye çağırmayı emretti,” dedi.
 
Onlar: --- “Yâ Eb-el Kasım/Ey Kâsım’ın babası!: Bize müsâade et, gidelim sonra gelir, dediğini yaparız, dediler ve çıkıp gittiler. Necranlılar yurtlarına vardıklarında içlerindeki bilginlere, bu lânetleşme işi hakkında düşüncelerini sordular.”
 
Onlar da şu cevâbı verdiler:--- “Bilirsiniz ki, Muhammed gerçekten Allâh tarafından gönderilmiş bir Nebîdir. Yemîn olsun Îsâ (a.s.) hakkında söylediklerinin hepsi doğrudur. Herhangi bir kavim bir Nebî ile lânetleşmişse o kavim tamâmen yok olmuştur. Eğer Muhammed (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) ile lânetleşirseniz yeryüzündeki kökünüz tamâmen kazınır, yok olur. Dîninizde kalmak istiyorsanız bu zâta vedâ edin ve yurdunuza dönün.”
 
Hıristiyan Necranlılar kendi aralarında konuşurlarken Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) üzerinde siyah kıldan yapılmış bir aba olduğu halde evden çıktı.
 
ü  Önce yanına Hz. Hasan geldi, onu siyah abasının içine aldı,

ü  Sonra Hz. Hüseyin geldi. Onu da abasının altına aldı.

ü  Sonra Hz. Fâtıma,

ü  Sonra Hz. Ali (r.anhüm) de geldiler, onları da abanın altına aldı ve:

﴿... إِنَّمَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ أَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْه۪يرًاۚ [سورة الأحزاب:٣٣/٣٣]

“… Allâh sizden azâbı kaldırmak ve sizi tamâmen temizlemek istiyor, Ey ehl-i beyt!”[4]
 
Âyet-i Kerîmesi’ni okudu.
 
Bundan dolayı ehli sünnet arasında bu zevâta “Ehl-i âbâ” denilir oldu. Bundan sonra hepsi berâber hareket ettiler. Hz. Hüseyin elleri boynunda koşuyor, Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) Hz. Hasan’ın elinden tutmuş, Hz. Fâtıma babasının ardında. Hz. Ali de Fâtıma’nın (Allâh hepsinden râzı olsun) arkasında olduğu halde mescide doğru yürüyorlardı. Hem gidiyorlar, hem de Allâh’ın Rasûl’ü (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) onlara: --- “Ben duâ ettiğim zaman siz “amin” deyiniz!”diye telkinde bulunuyordu.
 
Necranlılar Ehl-i Beyt’in gelmekte olduğunu görünce diğerlerine; --- “Ey Nasârâ/Hıristiyanlar! Ben öyle yüzler görüyorum ki: Onlar, Allâh’dan bir dağın yerinden kaybolmasını istemiş olsalar, Allâh o dağı yerinden kaldırır. Siz, bunlarla “lânetleşmeyiniz. Yemîn olsun hepiniz helâk olursunuz. Yeryüzünde Nasrânî/Hıristiyan kalmaz”dedi.
 
Allâh’ın Rasûlü (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) yanlarına geldiğinde onlar:
 
--- “Yâ Ebe’l-Kâsım! Biz seninle mübâhale etmemeye (lânetleşmemeye) ve seni dîninde bırakıp memleketimize dönmeye karar verdik” dediler.
 
Bunun üzerine Allâh’ın Rasûlü: --- “Mübâhaleden vazgeçmiş iseniz İslâm’a giriniz. Müslümanların lehine olan sizin lehinize ve Müslümanların aleyhine olan sizin de aleyhinize olsun” buyurdu.
 
Onların, İslam dînini kabûl etmemeleri üzerine Allâh’ın Rasûlü: --- “Sizi savaşmaya da’vet ederim” dedi.
 
Savaş teklifini duyan Necranlılar: --- “Bizim Arab kavmi ile savaşmaya tâkatimiz yok. Lâkin bizimle savaş yapmamanız, bizi dînimizden döndürmemeniz karşılığında biz de sana; 1000 (bini) Sefer ve 1000 (bini) de Receb ayında teslim edilmek üzere, her yıl 2000 (ikibin) adet kıymetli elbise, otuz adet demir gömlek vermek sûretiyle seninle sulh yapıyoruz,” dediler.Diğer bir rivâyette, antlaşmada otuz üç deve, kırk dört savaş atı da vardır.
 
Bu esaslar dâhilinde Allâh’ın Rasûlü onlarla barış yaptı. Ebû Ubeyde Bin Cerrâh’ı da hakem olarak onlarla berâber Necrana gönderdi.

... فصالحهم رسول الله على ذلك وقال: “والذي نفسي بيدهإن العذاب قد تدلى على أهل نجران ولو تلاعنوا لمسخوا قردة وخنازير ولاضطرم عليهم الوادي نارا، ولاستأصل الله نجران وأهله حتى الطير على الشجر، ولما حال الحول على النصارى كلهم حتى هلكوا.”[5]

Onlar dışarı çıktıktan sonra Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) ashâbına: --- “Nefsim yedi kudretinde olan Allâh’a yemîn ederim ki, “helâk”, Necran ehline çok yaklaşmıştı. Onlar bizimle lânetleşme yapmış olsalardı, maymun ve hınzır sûretlerine çevrilecekler, vâdi üzerlerine ateşle dolacak, Allâh (c.c.) Hazretleri, Necran’ı ve Necran ehlini, ağaçlar üzerindeki kuşlarına varıncaya kadar helâk edecek ve bir sene geçinceye kadar hepsi yok olup gideceklerdi.”
 
Daha sonra da buyurdu ki: --- “Ne büyük tehlike, ne korkunç azâb? Keşke Hıristiyan âlemi bunu idrâk etselerdi!”[6]
TALAK HAKKINDA UMÛMÎ AÇIKLAMA

Talâk, Arapçada lügat olarak bağı çözmek ma'nâsına gelir. Gönderme ve  terketme ma'nâsına gelen itlâkdan müştaktır. Şerî bir ıstılah olarak, kadınla erkek arasında evlenme akdi ile tesis edilen nikah bağının çözülmesidir. Görüldüğü üzere talâk, bu ma'nâsıyla lügavî medlûlüne muvafık düşmektedir.

İslam dini, hristiyanlığın aksine  talâkı meşru addeder, ancak hoş karşılamaz. Çünkü talâk içtimâî bir yaradır, çocukların sahipsiz kalmasına, terbiyelerinin aksamasına, ferdler ve aileler arasına huzursuzlukların girmesine sebep olur. Bir  cemiyette boşanma nisbeti, bir bakıma içtimâî huzurun göstergesi durumundadır. Aileler ne kadar sağlam ve ferdleri dayanışma içinde olursa, cemiyet de o kadar sağlam ve güçlü demektir. Resulullah müslüman ailelere boşanmayı tavsiye etmez ve onu   اَبْغَضُ الْحَلَالِ اِلىَ اللَّهِ الطَّلَاقُ "Allah'ın en ziyade nefret ettiği mübah"olarak tarif eder. Evet talâk dinimizde haram değildir, fakat Cenâb-ı Hakk'ın en çok nefret ettiği bir cevazdır, imkân nisbetinde ondan kaçınmak gerekir.

Şunu da bilelim ki, İslam'da talâk bahsi çok teferruatı olan bir mevzudur. Gerek kadın ve gerekse erkeğin hukukunu korumayı hedefleyen  prensipler, sınırlamalar vardır. Bu cümleden olarak âlimler talâkı öncelikle, birkaç kategoride ele alırlar:

1- HARAM OLAN TALÂK: Bu talâku'lbid'a'dır,  az ilerde kısaca temas edileceği üzere, farklı  suretlerde cereyan eder.

2- MEKRUH OLAN TALÂK: Kadın iyi bir hal üzere olduğu halde,  makul, meşru bir sebep olmaksızın vukua gelen talaktır.

3- VACİB OLAN TALÂK: Bu da farklı suretlerde cereyan eder, geçimsizlik sebebiyle, âyet-i kerimede  zikri geçen iki hakemin (Nisa 35)  boşanmaya hükmetmesi halindeki boşanma gibi.

4- MENDUB OLAN TALÂK: Kadının iffetini bozması  durumundaki boşamadır.

5- CAİZ OLAN TALÂK: Erkeğin kadını istememesi, cinsî yönden tatmin bulamadığı

için kadının külfetini çekmeye nefsinin  razı olmaması halindeki boşamadır. İbnu Hacer, boşamanın bu çeşidini Nevevî'nin nefyettiğini kaydeder.
 
Bir başka  açıdan talâk üç kısma ayrılır.

1- Sünnî talâk   طَلَاقُ السُّنَّةِ   Bu, kadını tahâret (temizlik) müddeti içerisinde temasta bulunmadan boşamaktır. İbnu Mes'uddan gelen bir açıklama, Rabb Teâlâ'nın   فَطَلِّقُوهُنَّ لِعِدَّتِهِنَّ   "Kadınları iddetleri içerisinde boşayın..."[7] emrinden  maksat budur: "Temizlik müddetlerinde, temas etmeksizin" demektir. Bu tefsir sadece İbnu  Mes'ud'a has değildir, Sahâbe ve Tâbiînden birçokları aynı görüştedir.

Sünnî talâk, sünni-i hasen ve sünni-i  ahsen kısımlarına ayrılır. Eğer boşama  her tuhur müddetinde  temasa yer vermeden üç kere  tekrarlanırsa buna sünni-i hasen denir. Eğer  duhûl  edilmiş kadın, tuhur müddeti içerisinde bir talâk-ı ric'î ile boşanır ve bu şekilde, iddetini tamamlarsa yani üç hayız müddeti tamam olursa boşanma tamamlanmış olur. Buna sünni-i ahsen denir.

2- Bid'î  talâkطَلَاقُ الْبِدْعَةِ : Bu, kadını hayız halindeyken veya temizlik halinde temas yapmış olduğu halde boşamaktır. Bu  durumda kadının hamile kalmış olma ihtimali bulunduğu için bu boşanma bid'at addedilmiştir.

3- Üçüncü  kısımı sünnî veya bid'î vasıfları ile tavsif edilemeyen bir kısımdır: Henüz çocuk olan zevcenin veya âyise olan (yani hayızdan kesilmiş, hamile kalma ihtimali kalmayan) zevcenin veya doğumu yaklaşmış hamile zevcenin  yahutda henüz duhûl edilmemiş zevcenin boşanması bu kısmı teşkil eder. Hukukî durumu bilen bir kadının, kendi talebi üzerine vâki olan talâkla, kadının talebiyle vâki olan hul' da buraya girer. Şâfiîler nazarında bu, talâktır.

Hayızlı kadını boşamak esas itibariyle haram ise de bazı şekilleri haram değildir. Şöyle ki:

* Eğer kadın hamile ise ve kan görmüşse Şâfiîlere göre, hayız gören hamilenin boşanması bid'î değildir, hususen, boşama doğuma yakın vâki olmuşsa.

* Hâkim efendiden boşarsa ve bu boşama hayız haline rastlarsa.

* İki hakemin boşaması usulünde, hakemler aradaki geçimsizliğin bertaraf edilmesi için buna karar vermişlerse.

* Hul' (yani kadının talebi ile) gerçekleşen boşama. Zikredilen bu dört çeşit boşama, hayız sırasında  vukûa gelse de haram sayılmaz.

BOŞANMAYA SEBEP OLAN HALLER

Din-i mübîn-i İslam, prensip olarak boşanmayı hoş karşılamaz ise de, bazı hallerde kadın ve erkek her iki tarafa da boşanma talebinde bulunma hakkı tanır. Buna fıkıhta hıyâr-ı tefrika denir. Hemen belirtelimki, hıyar-ı tefrika erkekden ziyade kadın için mevzubahistir. Çünkü erkek boşama yetkisine sahip olması sebebiyle, İmâm-ı Muhammed gibi bazı fakihler, erkek için bir de hıyâr-ı tefrikanın mevzubahis olmasını gereksiz bulmuştur.

Bu husustaki teferruata girmeden, şunu belirtmek istiyoruz: Gerek erkekte ve gerekse kadında bulunan bir kısım özürler, hastalıklar, kötü huylar, mukabil tarafa boşanmak üzere hâkime müracaat hakkı tanımaktadır. Bu ârazları şöyle özetleyebiliriz:

1) Cinsî teması önleyen ârazlar: Kadınlarda karn, retak, fetk denen hallerle erkeklerde hadımlık, innet (adem-i iktidar), mecbubiyet (erkeklik  uzvu ve husyelerin kesilme hali)... gibi haller. Evlilikten asıl maksad olmamakla birlikte, aranan hususlardan birinin cinsî tatmin olması sebebiyle, taraflardan birinde buna mani olan bir ârazın varlığı, mukabil tarafa boşanma hakkı doğurmaktadır.

2) Hunûset: Bir şahısta hem erkek ve hemde kadına ait tenâsül uzvunun varlığı.

3) Cünûn yani delilik:

4) Bazı irsî bulaşıcı hastalıklar: Bu grupta cüzzam, beres, zührevî hastalıklar zikredebilir.

Bu ârazların evlilikten sonra malum olma veya  vukûa gelme durumları, tedavi edilebilir veya edilememe durumları, delilikte olduğu üzere tahammül edilebilecek veya edilemeyecek derecelerde olmaları gibi farklı durumlar vardır. Fıkıh kitapları meseleyi yeterli genişlikte tahlil ederler. Biz burada işaret etmekle yetineceğiz.
 
5) Geçimsizlik: Karı veya kocaya boşanma hakkı getiren bir diğer husus su-i imtizâctır, yani geçimsizlik diye ifade ettiğimiz huzursuzluk halidir. Bu, çoğunlukla taraflardan birinin haddini tecavüzde su-i ahlaktan  ileri gelir. Bazan bu haller her iki tarafta da bulunabilir. Her hâl u kârda İslam dini geçimsizlik halini de boşanmada meşru bir sebep kabul etmiştir. Bu  prensip, bilhassa boşama yetkisi olmayan kadın için avantajlı bir durum teşkil etmekte ve hâkime müracaat hakkı tanımaktadır. Hâkim iki hakem tayin ederek meseleyi tahkik eder, aralarını düzeltmeye çalışır, hakemlerin vereceğ rapora (ve hatta hükme) göre karara varır.

Bu gruba giren haller meyânında erkeğin kadının hukukunu yerine getirmemesi: Mesela nafakasını temin etmemesi,  haksız yere dövmesi, tahkir etmesi,   sövmesi, kadını terkedip konuşmaması zikredilebilir. Ancak  kadın, kocasının yapacağı yeni evlilik sebebiyle, dinin kocaya tanıdığı te'dîb hakkını kullanması sebebiyle muhayyerlik hakkı kullanamaz, şikayete gidemez.

Şu hususu  da tekrar etmek isteriz: İslam  sayılan noktalarda talâk meselesinde muhayyerlik hakkı tanımış ise de, bunun istismar edilmemesi gerekir. Zikri geçen bu ârâzlar çoğu kere izafi değerlendirmelerdir. Aslolan evliliğin devamıdır. Evlilikle bir araya gelen insanların birbirlerinin eksikliklerine, nâhoş taraflarına sabır ve tahammülü  prensip edinmeleri gerekmektedir. "Din bana hak tanıyor" diye boşama veya mahkemeye gitmede istical etmek ne İslâmî ne de insanî bir davranıştır. İslam ülemâsı, yukarıda belirtilen ârazların sübutunda dahi sabır ve tahammülü tavsiye eder. Âlimlerimize göre, evliliğin asıl gayesi, bir aile tesis etmek, karı ile koca arasında bir dayanışma, bir yardımlaşma ve ünsiyet  vücûda getirmektir. Cinsî tatmin, çocuk sahibi olmak gibi başka hususlar evliliğin semere ve meyvelerindendir. Öyleyse taraflardan birine gelen ârazla bu meyvelerden bir veya bir kaçının hâsıl olmaması, evliliğin sona erdirilmesine sevketmemelidir.

Yukarıda sayılan hastalıkların tedavisi, sakatlıkların giderilmesi, bulaşmalara karşı mukabil tedbirlerin alınması  bilhassa günümüz şartlarında imkan dahiline girmiştir. Fakihlerimiz bu bahisleri günümüzün tıbbî şartlarında yeniden tedvin edecek olsa, yukarıda sayılan bir kısım ârazları "Boşanmaya sebep olan haller" listesinden çıkarabilirler.

HAKEMEYN:

Talâk bahsinde bilinmesi gereken bir husus hakem meselesidir. Yani, karıkoca arasındaki geçimsizlikler, boşanmaya vardırılmadan halledilmesi gerekmektedir. Bunun da en iyi yolu biri erkek, diğeri de kadın tarafından seçilecek iki hakemin araya girerek, aradaki imtizaçsızlığın mahiyetini araştırıp hal yoluna gitmesidir. Bunlar barıştırma yollarını denerler. Her iki tarafa da nasihat ederler. Hakemler, Hanefî, Şâfiî, Zâhirî imamlara ve Ahmed İbnu Hanbel'den bir kavle göre sadece barıştırma selahiyetine sahiptirler.

Boşandırmaya hükmedemezler. Mâlikîlere göre, boşandırma yetkileri de vardır. Onlara göre kendilerine hakem denilmesi de bu selahiyetin bir delilidir.[8] Ailevi geçimsizlikte hakem meselesinin ehemmiyetli bir yer tutacağını, meseleye Kur'an-ı Kerim'de yer verilmiş olmasından da anlamaktayız:   وَإنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُوا حَكَماً مِنْ اَهْلِهِ وَحَكَماً مِنْ اَهْلِهَا اِنْ يُرِيدَا اِصْلَاحاً    "(Eğer karı  ile kocanın) aralarının açılmasından endişeye düşerseniz, o vakit (kendilerine erkeğin) ailesinden bir hakem, (kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarında (ki dargınlık yerine, geçime) onları (uyuşmaya) muvafık buyurur."[9]

Hakemlerin erkek, reşid, âdil, nüşûz hükümlerine vâkıf, hüküm verecekleri   husus hakkında fakih olmaları şarttır. Binaenaleyh kadın, çocuk, mecnun, fâsık veya sefih olanların, nüşûz hükmüne vakıf olmayanların hükme bağlayacakları hususun şerî yönünü bilmeyenlerin boşanmaya veya evliliğin devamına dair verecekleri  hüküm bâtıldır. Ancak fakih olmayanlar ülemâ ile istişare yaparak hareket etmeleri halinde hükümleri mûteber olur.

TALÂK (BOŞANMA) BAHSİNDE GEÇECEK BAZI TABİRLER

Daha önce de belirttiğimiz gibi, talâk bahsi pek çok teferruata şâmildir. Her bir tâli mesele için müstakil ıstılahlar vardır. Burada onların hepsine yer vermek bizi mevzumuzun dışına atar. Ancak, müteakiben gelecek hadislerin açıklanması esnasında kullanılacak bazı ıstılah ve tabirleri burada açıklamada gerek var.[10]
TALÂKIN ÇEŞİTLERİYLE İLGİLİ TABİRLER

Boşama bahsinde en çok geçecek tabirlerin bir kısmı talak çeşitleriyle ilgilidir. Öncelikle onların kısaca açıklanması münasiptir. Bunlardan her biri yeri geldikçe genişçe açıklanacak. Talâkın başlıca şu çeşitleri var:

1- Talâk-ı Bâin.

2- Talâk-ı Ric'î,

3- Talâku'l Bette.

4- Talâk-ı Selâse.

  a) Hul'.

  b) Lian.

  c) İlâ.

5- Zıhâr.

I. TALÂK-I BÂİN:

Kesin boşanmayı ifade eden söz veya işaretle yapılan boşamadır. Erkek, bu suretle boşadığı hanımına tekrar  kavuşabilmek için kadının rızasını almak, yeniden mehir ödemek ve nikah akdi yapmak  zorundadır. Şu dört şekilde cereyan eden boşamalar bâin'dir.

1) Nikahtan sonra fakat temastan ve halvet-i sahihadan önceki boşama.

 2) Kinâî sözlerle veya mübâlağa ve şiddet-i ifade eden sözlerle yapılan boşama.

3) Muhâla'a yoluyla yani kadının isteği ile karşılıklı anlaşarak yapılan boşama.

4) Üçüncü boşama hakkını da kullanarak yapılan boşama.

2. TALÂK-I RİC'İ:

Fiilen evlenip karıkoca olduktan sonra, erkeğin zevcesini sarahaten veya işareten üç adedine delâlet etmeyen sarih söz ve hareketle boşamasıdır. Bu çeşit boşamadan sonra, erkek tekrar nikah yapmaya ve mehir ödemeye muhtaç olmadan  zevcesiyle normal  aile hayatına  dönebilir. Bu suretle kişi, hanımını iki kere boşayabilir, üçüncü kere boşadı mı, hanım bir başkasıyla evlenip ondan da boşanmış olmadıkça bir daha karıkoca olamazlar.

 3- TALÂKU'L-BETTE:

el-Bette, kesinlikle demektir. Talâku'l-Bette, el-Bette kelimesi kullanılarak yapılan bir talâktır. اَنْتِ طَالِقٌ اَلْبَتَّةَ "Sen kesinlikle boşsun"  cümlesinde olduğu gibi. Şu halde bu ayrı bir talak çeşidi değil. İçerisinde rakam olmadığı, onun yerine kesinlikle ma'nâsına gelen el-Bette tâbiri olduğu için bu tabir bâin mi ifade eder, ric'î mi ifade eder, ihtilaf konusu olmuştur. Müteakiben 4049. hadiste tafsilat gelecektir.

4- TALÂK-I SELÂSE:

Nikah bağı üç talâk üzerine müessesdir. Şu halde üç adedine mukârin bir söz veya işaretle yapılan talâktır. Bu talâkla kadın-erkek arasında nikah bağı kalmaz, beynunet-i kübra denen katî ve kesin ayrılık husule gelir.
 
A) HUL' (Hal' veya muhâla'a dahi denir): Geçimsizlik sebebiyle karı ile kocanın anlaşarak yaptıkları boşanma. Bu çeşit boşanmada umumiyetle kadın alacağı mehirden vazgeçmek, aldığı mehiri geri vermek veya kocasına başkaca bir ödeme yapmak gibi bir ivazda bulunur.

B) Lİ'AN (Mulâ'ane de denir): Karısının zina ettiği iddiasında bulunan fakat bunu dört şahitle ispat edemeyen koca ile, bunu inkâr eden kadın arasında cereyan eden boşanma şeklidir. Bunlardan her biri doğru söylediğini ifade ettikten sonra, yalan söyleyene Allah'ın lânetini dilerler ve bunu tam dörder kere tekrar ederler. Bu lanetleşmelerden sonra hâkim onların evliliğine son verir.

C) İLÂ: Lügat açısından yemin etmek ma'nâsına gelir. Istılah olarak zevceye en az dört ay süre  ile tekarrüb etmemek (temasta bulunmamak) üzere yapılan yemindir. Bu yemin bazan belli bir müddet için yapılır, ki en azı dört aydır. Bazan ebedi olarak temasta bulunmamak üzere, bazan da vakit belli etmemek suretiyle yapılır. Yeri gelince gerekli açıklama yapılacaktır.

5- ZIHAR (Müzâhere): Lügatte iki şey arasında bir mutabakat ve  mümâselet vücuda getirmek ma'nâsındadır. "Arka" ma'nâsına olan zahr'dan  alınmadır. Istılah olarak "Kocanın, hanımını neseb, reza (süt emme) veya müsâheret suretiyle mü-ebbeten mahremi olan bir kadının kendisine bakılması câiz olmayan arkası, karnı, uyluğu gibi bir uzvuna zıhar maksadı ile benzetmesidir. Bu bir nevi boşamadır. Zira böyle bir teşbihte bulunan kimse kefârette bulunmadıkça hanımına cinsî temasta bulunamaz, şehvetle dokunamaz ve öpemez."

RİC'AT (Rec'at'da denir): Lügat olarak bir şeyi geri çevirmek, reddetmek ma'nâsına gelir. Boşanma talebi olarak ric'î talâktan sonra, iddet içinde henüz baki olan nikahı kavlen veya fiilen devam ettirmektir. Bu suretle zevciyet bağı devam ettirilmiş olur. "Sen benim hanımımsın", "sana geri dönüyorum" gibi bir söz bu ric'ati sağlar. Hanıma temas  veya şehvetle kucaklamak veya öpmek de fiilî bir ricat sayılır.

TEFVÎZ-İ TALÂK:
 
Talakda câri  olan usullerden biri tefvîz'dir. Yani mükellef kimse, hanımını boşama yetkisini bir vekile veya bizzat zevcesinin velisine tevdi edebilir. İşte bu tevdi işine tefviz denir. Tefvizde üç tabir kullanılır:

Tahyir, emr bi'lyed, meşiyyet.

* TAHYİR: Bu, kocanın hanımına:   اِخْتَرِى نَفْسَكِ "nefsini ihtiyar et" veya   اَنْتِ مُخَيَّرَةٌ   "Sen  muhayyersin" demek suretiyle gerçekleşen tefvizdir. Kadın bu durumda "İhtiyar ettim" veya "Kendimi ihtiyar ettim" veya "Talâkı ihtiyar ettim" gibi boşanmayı ihtiyar ettiğini ifade eden bir tabir kullansa boşanma hâsıl olur.

** Tahyirde sayı, tahyir suretiyle hâsıl olan boşama bâin mi, ric'î mi ve adedi nedir? Bu husus ihtilaflıdır.

Hz. Ali: "Kadın nefsini tercih ederse  bâindir tekdir, kocasını tercih ederse ric'îdir, tekdir" demiştir.

Zeyd İbnu Sâbit: "Nefsini tercih ederse üçtür, kocasını tercih ederse bâin ve tekdir" demiştir. İmam Malik bununla amel etmiştir.

Hz. Ömer ve İbnu Mes'ud: "Nefsini tercih ederse bâin ve tekdir, kocasını tercih ederse bir şey gerekmez" demişlerdir. Ebu Hanîfe bunların  fetvasıyla amel etmiştir.

İmam Şâfiî: "Tahyir bir kinayedir, öyleyse koca karısını muhayyer bırakırsa ve bununla hanımın kendisini boşamasını veya beraberliklerinin devamına karar vermesini murad etmişse ve kadın da kendisini ihtiyar ederek ayrılmaya karar vermişse, artık boşanırlar. Ancak kadın: "Ben nefsimi ihtiyar etmekle boşanmayı murad etmedim" derse sözü tasdik edilir" der, bu ifadeden tahyirde "nefs"kelimesini tasrih etmesi gerektiği ifade edilmiştir.

* EMR-İ Bİ'L-YED: Bu, kocanın, hanımına   اَمْرُكِ بِيَدِكِ  "İşin kendi elindedir" demesi suretiyle beyan ettiği tefvizdir. Bu suretle vâki olan tefvize mukabil kadın da kocasına hitaben: "Kendimi ihtiyar ettim"; "Nefsimi  sana haram kıldım"; "Nefsimi sana bâin kıldım"; "Sen bana haramsın"; "Sen benden boşsun" gibi tabirlerden birini kullansa boşanma meydana gelir.

Tahyir ile emr bi'lyed'e ait sözler birer kinâyedir. Dolayısiyle bunlarla talâkın tefviz edilmesi niyyete veya delâlet-i hale mütevakkıftır. Meşiyyete ait sözler, sarih olduğundan niyet aranmaz.

* MEŞİYYET: Erkeğin hanımına:   َلِقِى نَفْسِكِ اِنْ شِئْتِ   "Dilersen nefsini boşa" cümlesiyle yaptığı tefvizdir. Bu iki suretle yapılır: "Ya meşiyyet-i sarihadır, hemen kaydettiğimiz cümle bunun örneğidir. Ya da meşiyyet-i zimniye'dir: "Nefsini  tatlik et!" cümlesi ile tefviz edilen talâk gibi. Bu cümlede meşiyyet yani dileme keyfiyeti zımnen mevcuttur. Bu çeşit tefvizde kadının boşanma arzusunu ifade etmesiyle boşanma hâsıl olur: "Nefsimi boşadım"; "Nefsimi  bâin kıldım"; "Nefsimi sana haram kıldım" demesi gibi. Meşiyyet suretiyle yapılan tefvizde kadının "Ben nefsimi ihtiyar ettim" cümlesinin boşanma ifade etmeyeceği belirtilmiştir.

* Tefvizler ya mutlakdır, ya da zamanla mukayyeddir. Zaman da ya muayyen ya da gayr-ı muayyendir. Mesela: "nefsini boşa" sözü mutlak bir tefvizdir. "Nefsini bugün boşa" sözü muayyen bir zamanla mukayyed bir tefvizdir. "Nefsini ne vakit istersen boşa" sözü ile, gayr-i mukayyed bulunan bir tefviz-i âmmdır.

Mutlak tefvizler meclis ile  mukayyeddir. Zevce, böyle bir tefvize muttali olduğu mecliste  muhayyerdir. O mecliste kullanmadığı takdirde muhayyerliği kalmaz.

Mutlak tarzda yapılan tefvizler kocaya nazaran lâzım (bağlayıcı), kadına nazaran gayr-ı lâzımdır (bağlayıcı değildir). Bu sebeple koca yaptığı tefvizden rücu edemez, çünkü tefviz, tevkil değil, temliktir. Kadın ise bu tefvizi kabule mecbur değildir, dilerse reddeder.

Çok teferruatı olan bu mevzu fıkıh kitaplarından görülmelidir.

İDDET:

Lügat olarak tâdad, ihsâ (saymak) ve müddet ma'nâsına gelir. Istılah olarak bir erkek veya kadının boşanmadan sonra yeni bir evlenme yapamayıp  beklemesi ma'nâsına gelir. Aynı zamanda beklemeleri gereken müddete de iddet denir. Boşanan bir kadın için üç hayız müddeti, kocası ölen kadın için dört ay on gündür.

İddet erkek için de câri ise de, mutlak kullanılınca kadının iddeti kastedilir.

NOT: Bu umumî açıklama  kısmında son olarak şunu belirtmek isteriz; Boşanma bahsi dinimizin çok ehemmiyet verdiği, hassasiyet gösterdiği bir mevzudur. Mü'minlerin bu hususta çok dikkatli olmaları gerekir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), talâkın hiçbir şaka kabul etmediğini belirtmiş, bilhassa Hanefî ülemâsı yanlışlıkla, gafletle bile ağızdan sarih bir ifadeyle bir tabir veya "boşamaya delâlet eden bir tavrın" boşamaya sebep olacağına hükmetmiştir. Şüpheli bir durum vâki olduğu zaman, bu kitapta dermeyan edilen kısa açıklamalardan fetva çıkarılmayıp, meseleyi Talâk bahsini iyi bilen, diyaneti güven veren kimselere danışmalıdır. Aksi takdirde zina hayatı yaşanmış olma muhâtarası mevzubahistir. el-Iyâzu billah.[11]

Lİ’ÂN

Lian kelimesi, kovma, uzaklaştırma, nefret gibi manalara gelen la'n kökünden gelir. Aynı kökten olmak üzere dilimizde lanet, tel'in gibi kelimeler mevcuttur. Aynı kökten telaun, birbirine lanet okumak, sövüşmek manasına gelir.

Fıkıh ıstılahı olarak lian, "yemin ile müekked la'n ve gazab lafızlarına mekrun olarak karı ile koca tarafından, belli bir şekil çerçevesinde yapılan dörder şehadete" denir. Yani koca, karısına zina suçunu isnad ederse fakat şahid getiremezse, bu isnad ve ithamını hakimin huzurunda, belirtildiği şekilde dört kere yemin ederek tekrar eder. Kadın da bu ithamı, yemin ederek ve yalancı olduğu takdirde Allah'ın lanet ve gazabının üzerine olmasını dileyerek dört kere reddeder. Bu şekilde cereyan eden hadiseye lian denir. Lian hadisesi karısına zina isnadında bulunan koca hakkında hadd-i kazf denen bir "ağır ceza"nın yerine geçer. Kadın hakkında  da -yine İslam'ın en ağır suçlarından biri olan- hadd-i zinanın yerine geçer.

Lian sonunda karı ile koca boşanır. Koca kazf cezasından, kadın da  zina cezasından kurtulur.

Istılahat-ı Fıkhiye Kamusu'nda Ömer Nasuhi Bilmen bu yeminleşmeyi  şöyle anlatır: "Bir kimse, zevcesine hem zina isnadı ve hem de çocuğunun nesebini nefy suretiyle kazfde bulunmuş, mesela "sen zaniyesin, bu doğurduğun çocuk da benden değildir" demiş olursa şu vecihle  lian yapılır:

"Evvela zevc: "Eşhedü billah ben bu zevceye zina isnadında ve çocuğunun nesebini nefy hususunda sadıklardanım"  diye  dört defa şehadet eder. Beşinci defa da:

"Eğer bu zina isnadında ve bu nesebi nefy hususunda kâziblerden isem üzerime Allah'ın laneti olsun" diye kendisine lanet okur.

Sonra da kadın: "Eşhedü billahi. Bu kocam bana zina isnadında ve çocuğumun nesebini nefy hususunda kâziblerdendir!" diye dört defa şehadet eder. Beşinci olarak da:

"Eğer zevcim bana zina isnadında ve çocuğunun nesebini nefy hususunda sadıklardan ise Allah'ın gazabı üzerime olsun!" der.

Bu vechile mülâaneyi müteakib hakim tarafından beyinlerinin tefrikine (boşanmalarına) karar verilir."

LİAN-IN AHKAMI

عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهما قال: جَاءَ هِلَالُ بْنُ أُمَيَّةَ، وَهُوَ أحَدُ الثَّلَاثَةِ الّذِينَ تَابَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ رَضِيَ اللَّهُ عَنْه. فَجَاءَ مِنْ أرْضِهِ عِشَاءً فَوَجَدَ عِنْدَ أهْلِهِ رَجُلًا، فَرَأى ذلِكَ بِعَيْنَيْهِ وَسَمِعَ بأُذَنَيْهِ، فَلَمْ يَهَجْهُ حَتّى أصْبَحَ. فَغَدَا عَلى رَسُولِ اللَّهِ فقَالَ: يَا رسُولَ اللَّهِ، إنّى أتَيْتُ أهْلِى عِشَاءً فَوَجَدْتُ عِنْدَهُمْ رَجُلًا فَرَأيْتُ بِعَيْنَيَّ وَسَمِعْتُ بِأُذُنَيَّ. فَكَرِهَ رَسُول اللَّهِ مَا جَاءَ بِهِ، وَاشْتَدَّ عَلَيْهِ؛ فنَزَلَتْ: وَالّذِينَ يَرْمُونَ أزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ إِلَّا أنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ أحَدِهِمْ أرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ إنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ؛ الى قَولِهِ: وَالْخَامِسَةَ أنَّ غَضَبَ اللَّهِ عَلَيْهَا إنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقِينَ. فَسُرِّيَ عَنْ رَسُولِ اللَّهِ وقَالَ: أبْشِرْ يَا هِلَالُ، فَقَدْ جَعَلَ اللَّهُ لَكَ فَرَجاً وَمَخْرَجاً. فقَالَ هِلَالٌ: قَدْ كُنْتُ أرْجُو ذلِكَ مِنْ رَبِّي تَعالى. فقَالَ رَسُولُ اللَّهِ : أرْسِلُوا إلَيْهَا، فجَاَءَتْ فَتَلَا عَلَيْهَا رَسُولُ اللَّهِ الايَاتِ، وَذَكَّرَهُمَا، وَأخْبَرَهُمَا أنَّ عَذَابَ الاخِرَةِ أشَدُّ مِنْ عَذَابِ الدُّنْيَا. فَقَالَ هِلَالٌ: واللَّهِ لقَدْ صَدَقْتُ عَلَيْهَا. فَقَالَتْ: قَدْ كَذَبْتَ. فَقَالَ : َعِنُوا بَيْنَهُمَا. فَقِيلَ لِهِلَالٍ: اشْهَدْ فَشَهِدَ أرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ إنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ. فلمَّا كَانَتِ الْخَامِسَةُ قِيلَ لَهُ: يَا هِلالُ! اتَّقِ اللَّهَ، فَإنَّ عَذَابَ الدُّنْيَا أهْوَنُ مِنَ عَذَابِ الاخِرَةِ، وَإنَّ هذِهِ الْمُوجِبَةُ الّتِي تُوجِبُ عَلَيْكَ الْعَذَابَ. فَقَالَ: واللَّهِ َ يُعَذِّبُنِىَ اللَّهُ عَلَيْهَا كَمَا لَمْ يَجْلِدْنِى عَلَيْهَا فَشَهِدَ الْخَامِسَةَ أنَّ لَعْنَةَ اللَّهِ عَلَيْهِ إنْ كَانَ مِنَ الْكَاذِبِينَ. ثُمَّ قِيلَ لَهَا إشْهَدِى. فَشَهِدَتْ أرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ إنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ. فَلَمَّا كَانَتِ الْخَامِسَةُ قِيلَ لَهَا: اِتَّقِي اللَّهَ، فإنَّ عَذَابَ الدُّنْيَا أهْوَنُ مِنْ عَذَابِ الاخِرَةِ، وَإنَّ هذِهِ الْمُوجِبَةُ الّتِي تُوجِبُ عَلَيْكِ الْعَذَابَ فَتَلَكَّأتْ سَاَعَةً. ثُمَّ قَالَتْ: واللَّهِ لَاأفْضَحُ قَوْمِي سَائِرَ الْيَوْمِ. فَشَهِدَتِ الْخَامِسَةَ أنَّ غَضَبَ اللَّهِ عَلَيْهَا إنْ كَانَ مِنْ الصَّادِقينَ، وَفَرَّقَ بَيْنَهُمَا وَقَضىَ أنْ َ يُدْعىَ وَلدُهَا لابٍ وَلَاتُرْمَى ولَايُرْمَى وَلَدُهَا، وَمَنْ رَمَاهَا أوْ رَمَى وَلَدَهَا فَعَلَيْهِ الْحَدُّ، وَقَضىَ أنَّهُ َ بَيْتَ عَلَيْهِ لَهَا وَلَا لِوَلدِهَا قُوتٌ مِنْ أجْلِ أنَّهُمَا يَتَفَرَّقَانِ مِنْ غَيْرِ طَلَاقٍ وَلَا وَفَاةٍ. وَقالَ : إنْ جَاءَتْ بِهِ أُصَيْهِبَ أُرَيْصِحَ أُثَيْبِجَ فأتَىءً الالْيَتَيْنِ أحْمَشَ السَّاقَيْنِ فَهُوَ لِهِلٍ وَإنْ جَاءَتْ بِهِ أوْرَقَ جَعْداً جُمّالِيّاً خَدلَّجَ السَّاقِينَ سَابِغَ ا‘لَيَتَيْنِ فَهُوَ لِلّذِى رُمِيَتْ بِهِ. فَجَاءَتْ بِهِ أوْرَقَ جَعْداً جُمّالِيّاً خَدَلَّجَ السَّاقَيْنِ  سَابِغَ ا‘لْيَتَيْنِ. فَقَالَ : لَوْلَا الايْمَانُ لَكَانَ لِي وَلَهَا شأنٌ قَالَ عِكْرِمَةُ: وَكَانَ وَلَدُهَا بَعْدَ ذلِكَ أمِيراً عَلى مُضَرَ وَمَا يُدْعَى لابٍ. أخرجه أبو داود بهذا اللفظ، وللستة عن ابن عمر بمعناه.قوله: "فتلكأت" أي تباطأت وتوانت عن اتمام اليمين. و"الاصَيْهيبُ" تصغير أصهب وهو الاشقر، والاصهب من الابل: ما يخالط بياضه حمرة.و"الارَيْصحُ" تصغير أرْصَحْ بصاد وحاء مهملتين: وهو خفيف لحم الاليتين.و"الاثيبج" تصغير أثبج وهو الناتِىء الثبج، وهو ما بين الكتفين، وجاء بها مصغرة لانها صفة لمولود.و"حمَشَ الساقين" دقيقيهما.و"الاورق" الاسمر.و"الْجَعْدُ" القصير.و"الجمليُّ" العظيم الخلقة كأنه الجمل في القدّ.

İbnu Abbas (r.anhümâ) anlatıyor: "Allah Teala hazretleri'nin (Tebük Seferi'nden geri kalmaları sebebiyle) tevbelerini kabul edip affettiği üç kişiden biri olan Hilal İbnu Ümeyye (r.a.) geldi. (Anlattığına göre) tarlasından evine yatsı vaktinde dönmüştü. Hanımının yanında bir adam buldu. Manzarayı gözleriyle görmüş, kulaklarıyla işitmişti. Sabah oluncaya kadar adamı ürkütüp telaşlandırmadı. Sabah olunca doğru Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına gitti.

"Ey Allah'ın Resulü dedi, ben aileme geceleyin dönmüştüm, yanlarında bir adam buldum. Üstelik gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim."

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) getirdiği bu haberden hoşlanmadı,  adama karşı sert davrandı.

Bunun üzerine:

﴿ وَالَّذِينَ يَرْمُونَ اَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ اِلَّا اَنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ اَحَدِهِمْ اَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ اِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ ﴿٦﴾ وَالْخَامِسَةُ اَنَّ لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَيْهِ اِنْ كَانَ مِنَ الْكَاذِبِينَ ﴿٧﴾ وَيَدْرَؤُا عَنْهَا الْعَذَابَ اَنْ تَشْهَدَ اَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ اِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ ﴿٨﴾ وَالْخَامِسَةَ اَنَّ غَضَبَ اللَّهِ عَلَيْهَا اِنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقِينَ ﴿٩﴾ [سورة النور:٢٤/٦-٩]  
"Kendi hanımlarına zina isnad eden, ancak, kendisinden başka şahidi bulunmayan kimse ise, doğru söylediğine dair Allah adına yemin ederek dört defa şahitlik eder. Beşinci şahitliğinde ise, eğer yalan söylüyorsa Allah'ın  lanetinin kendi üzerine olmasını ister. Kadının Allah adına yemin ederek kocasının yalan söylediğine dair dört defa şahidlik etmesi ve beşinci şahitliğinde, eğer kocası doğru söylüyorsa Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını istemesi, onun hakkındaki cezayı kaldırır"[12] mealindeki ayet nazil oldu. Vahiy hali Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın üzerinden kalkınca:

"Ey Hilal, müjde! Allah senin için bir kurtuluş ve kurtuluş yolu gösterdi"  buyurdular.

Hilal: "Ben Rabbim Teala hazretleri'nden bunu ümid ediyordum!" dedi.

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Kadına adam gönderin gelsin!" emretti. Kadın geldi. Ayet-i kerimeyi Resulullah ona okudu. İkisine de meselenin ciddiyetini hatırlattı ve ahiret azabının dünyadaki azabtan daha şidetli olacağını haber verdi.

Bunun üzerine Hilal: "Vallahi kadın hakkında doğruyu söyledim!" dedi.

Kadın da: "Hayır yalan söyledin!" dedi.

Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: "Aranızda lanetleşin!" emretti. Hilal'e: "Şehadet getir!" dendi. O  da doğru söylediğine dair dört kere Allah'a şehadet etti. Beşinci sefer olunca kendisine:

"Ey Hilal, Allah'tan kork, zira dünya azabı ahiret azabından pek hafiftir, senin bu yaptığın, üzerine azabı vacib kılmaktadır!" dendi. O yine:

"Allah'a yemin olsun, ona iftira ediyorum diye bana celde yapılmadığı gibi, Allah da onun sebebiyle bana  azab vermeyecektir!" dedi ve "Eğer yalancı ise, Allah'ın laneti üzerine olsun!" diye beşinci kere şehadette bulundu.

Sonra kadına: "Şehadet getir!" dendi.

Kadın da: "Hilal yalancıdır" diye dört kere Allah'a şehadette bulundu. Beşinci şehadete sıra gelince, kadına:

"Allah'tan kork, zira dünyadaki azab ahiret azabından hafiftir. Bu yaptığın, üzerine azabı vacib kılmaktadır!"  dendi. Kadıncağız bir müddet durakladı: Sonra:

"Kavmimi, geri kalan zamanlarda rezil rüsvay edemem!" dedi ve beşinci defa: "Hilal doğru söyledi ise Allah'ın gazabı üzerime olsun!" diye şehadette bulundu.

Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm aralarını ayırdı. Kadının çocuğunun babasının adıyla  çağrılmamasına, kadına zina isnad edilmesine, çocuğa  da veled-i zina denmemesine, kim kadına veya çocuğa böyle bir isnadda bulunacak olursa hadd-i kazfe maruz kalacağına hükmetti. Keza bunlar ne boşanma ne de ölüm sebebiyle ayrılmadıkları için Hilal üzerinde, ne kadın için mesken  ne de çocuk için nafaka mesuliyeti olmadığına hükmetti.

Aleyhissalâtu vesselâm: "Eğer kadın  kızılımsı, kabaları etsiz, sivri omuzlu, iki  kabası sivri, bacakları ince bir çocuk dünyaya getirirse, bu çocuk Hilal'dendir. Eğer esmer, kısa saçı, iri yapılı, iri bacaklı, iri kabalı bir çocuk dünyaya getirirse bu çocuk, zina nisbet edilen şahsa aittir" buyurdular.

Gerçekten kadın esmer renkli, kısa saçlı, iri yapılı,  iri bacaklı, iri kabalı bir çocuk doğurdu.

Aleyhissalâtu vesselâm: "Eğer (şehadetlerle yapılan) yeminler olmasaydı benimle o kadın arasında mesele olacaktı" buyurdular.

İkrime der ki: "Kadının çocuğu bundan sonra Mudar üzerine emîr oldu, tesmiyede babasına nisbet edilmezdi.

Hadisi Ebu Davud bu metnin aynısıyla rivayet etti. Kütüb-i Sitte, İbnu Ömer'den bu manada rivayette bulundular."[13]

AÇIKLAMA:

Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında cereyan eden bir lian hadisesini nakletmektedir.

Hadisten anlaşılacağı üzere:

* Mülâane ile boşanan kadına zina  nisbet edilemez. Zina nisbet eden, "zaniye" diyen kimseye hadd-i kazf tatbik edilir. Böyle bir kadından doğan çocuğa da veled-i zina denemez. Çünkü, kocanın yeminiyle suç tam olarak sübut bulmuş değildir. Öyle ise burada aslolan "harama düşmemiş olduğu"dur. Sadece lian ile, kadın iffetten çıkmış olmaz. Irzlar, yakin hasıl olmadıkça ayb'a karşı korunmuştur.

* Mülâane ile ayrılmalarda  ayrılış boşanma değil, nikahın feshidir. Şafiiye göre, erkek kadına karşı nafaka ve meskenle mükellef olmaz. Ebu Hanife ve Muhammed İbnu'l-Hasan: "Bâin bir boşamadır, iddet boyunca kadın nafaka ve süknâ hakkına sahiptir" demişlerdir.

* Lian yemindir diyenlere bu hadiste delil mevcuttur. İmam Şafii ve cumhur bu görüştedirler. Ebu Hanife, Malik ve bir görüşünde Şafii rahimehümullah lian'ın yemin değil, şehadet olduğunu söylemişlerdir. Fethu'l-Bari'de başka yorumlar da kaydedilmiştir.[14]

وعن ابن عباس رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُما. أنَّ هلَالَ بن أميَّةَ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ قَذَفَ امْرَأَتَهُ عِنْدَ النَّبىِّ # بِشَريكِ بن سَحْمَاءَ. فَقَالَ النَّبِىُّ : الْبَيِّنَةُ أوْ حَدٌّ في ظِهْرِكَ. فقَالَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ إذَا رَأى أحَدْنَا عَلى امْرَأتِهِ رَجُلًا يَنْطِلقُ يَلْتَمِسُ الْبَيَنَةَ؟ فَجَعَلَ النَّبىُّ يقولُ: الْبَيِّنَةُ أوْ حَدٌّ في ظَهْركَ. فقال: وَالَّذِى بَعَثَكَ بِالْحَقِّ إنِّى لصَادِقٌ وَلْيَنْزِلَنَّ اللَّهُ تعالى مَا يُبْرِئُ ظَهْرِى مِنَ الحَدِّ. فنزلَ جِبْرِيلُ عليهِ السَّمُ وَأنْزلَ علَيْهِ: وَالَّذِينَ يَرْمُونَ أزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ إَّ أنْفُسُهُمْ حَتَّى بَلَغَ إنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقِينَ. فَانْصَرَفَ النَّبىُّ ، فأرْسَلَ إلَيْهمَا فَجَاءَ هِلٌ فَشَهِدَ وَالنَّبِىُّ يَقُولُ: اللَّهُ يَعْلَمُ أنَّ أحدَكُمَا كاذِبٌ فَهَلْ مِنْكُمَا تَائِبٌ؟ ثُمَّ قَامَتْ فَشَهِدَتْ. فلمَّا كَانَتْ عِنْدَ الخَامِسَةِ وَقَفُوهَا وَقَالُوا لَهَا إنَّهَا مُوجِبَةٌ. قَالَ ابنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُما. فَتَلَكِّأتْ ونَكَّصَتْ حَتَّى ظَنَنَّا أنَّهاَ تَرْجِعُ. ثُُمَّ قالتْ: وَاللَّهِ َ أفْضَحُ قَوْمِى سَائِرَ الْيَوْمِ، فَمَضَتْ، فَقَالَ النَّبِىُّ أبْصِرُوهَا فإنْ جَاءَتْ بِهِ أكْحَلَ الْعَيْنَيْنِ سَابِغَ ا‘لْيَتَيْنِ خَدَلَّجَ السَّاقيْنِ فَهُوَ لَشَرِيكَ ابن سَحْمَاءَ، فَجَاءَتْ بِهِ كَذلِكَ. فقَالَ النبىُّ : لَوْلَا مَا مَضَى مِنْ كِتَابِ اللَّهِ تَعالَى لَكَانَ لى وَلَها شَانٌ. أخرجه البخارى وأبو داود والترمذى.

İbnu Abbas (r.a.) anlatıyor: "Hilal İbnu Ümeyye (r.a.) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında, hanımının Şerik İbnu Sahmâ ile zina yaptığını söyledi.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ya delil getirirsin veya sırtına hadd tatbik edilir"dedi.

Hilâl:"Ey Allah'ın Resûlü! Birimiz, hanımı üzerinde bir adam görse, koşup delil mi arayacak?" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önceki sözünü tekrar ediyordu: "Ya delil getirirsin ya da sırtına  had  uygulanır."

Bunun üzerine Hilâl: "Seni hak üzerine gönderen Zât'a kasem olsun doğruyu söylüyorum. Mutlaka Allah sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy gönderecektir" dedi. Cibril (aleyhisselam) indi ve şu vahyi indirdi: "Karılarına zina isnad edip de kendilerinden başka şâhidleri olmayanların şâhidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şâhid tutmasıyla olur. Beşincisinde eğer yalancılardan ise Allah'ın lânetinin kendisine olmasını diler"[15]

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oradan ayrıldı. Onlara adam gönderdi. Hilâl geldi (lânet okuyarak) şehâdette bulundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah biliyor ki, ikinizden biriniz yalancısınız, tevbekâr olanınız var mı?"dedi.

Sonra kadın kalktı, o da şehâdetde bulundu. Kadın beşinci şehâdette iken kadını  durdurdular ve:

"Beşince şehâdet, (yalancı olduğun takdirde) şiddetli azab gerektirir" dediler.

İbnu Abbâs der ki: Bunun üzerine kadın durakladı ve sükut etti. Öyle ki, yeminden rücû edeceğini sandık.

Sonra: "Hayır, vallahi kavmimi bundan böyle mahçup hâle düşürmeyeceğim"dedi ve yeminini tamamladı.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "İyi bakın, eğer bu kadın gözleri sürmeli, kabaları iri, bacakları kalın bir çocuk doğurursa bilin ki bu çocuk Şerik İbnu Sahmâ'dandır" buyurdu. Gerçekten de bu evsafta bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle söylediler:

"Eğer, Allah'ın Kitabı'nda kadının yemini ile haddin düşeceği hususunda hüküm gelmemiş olsaydı, (çocuktaki bu benzerlikten hareketle kadının zâniliğine hükmederdim ve) onun benden göreceği vardı."[16]

AÇIKLAMA:

Bu hadis, İslâm'ın mühim bir müessesesine açıklık getirmektedir. Lian, karı veya  kocanın mukabil tarafı zina ile ithamı sonunda başvurulan bir lânetleşmedir. İddiada bulunan taraf, sözünde sadık olduğunu, öbür taraf da suçsuz olduğunu dört defa yeminle te'yidden sonra beşinci defada yalancı olduğu takdirde "Allah'ın lâneti'nin üzerine olmasını" ifâde eder.

Lian, kazifte bulunan tarafı hadd-i kazif'ten, öbür tarafı da hadd-i zinâ'dan kurtarır ve kesinlikle boşanma hâsıl olur.

Şâfî hazretleri, lianın sıhhati için üçüncü şahsın ismen zikredilmesini şart koşar. İsmen zikredilmediği takdirde kazifte (zinâ iftirasında) bulunanın hadde mâruz kalacağını söyler.

Bu hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Delil getir, aksi  takdirde sırtına hadd vurulur" sözü, kaziften sonra delil getirmeyen ve lânetleşmeye de yanaşmayan kişinin hadde tâbi tutulacağını ifade eder.

Yine hadiste geçen "İkinizden biri yalancıdır, tevbe edin" ifadesi her iki tarafın getireceği beyyine (şahitler) birbirlerini cerh ederse davanın düşeceğine delâlet eder. Çünkü deliller birbirini hükümsüz bırakmıştır.

Hadiste görülen mühim bir husus da, imamın zâhire göre hükmetmesi, kanaatine yer vermemesi gereğidir. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'ın kitabında kadının yemini ile haddin düşeceği hususunda hüküm gelmemiş olsaydı, onun benden göreceği vardı" buyurmuştur. [17]

* Lİ'ÂN
حَدَّثَنَا عَلِيُّ بْنُ سَلَمَةَ الْنَّيْسَا بُورِيُّ. ثَنَا يَعْقُوبُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ بْنِ سَعِيدٍ. ثَنَا أَبِي عَنِ ابْنِ إسْحَاقَ. قَالَ: ذَكَرَ طَلْحَةَ بْنُ نَافِعٍ عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ؛ قَالَ: تَزَوَّجَ رَجُلُ مِنَ الانْصَارِ امْرَأةً مِنْ بَلْعِجْلانَ. فَدَخَلَ بِهَا فَبَاتَ عِنْدَهَا. فَلَمَّا أصْبَحَ قَالَ: مَا وَجَدْتَهَا عَذْرَاءَ. فَرُفِعَ شَأنُهَا إِلَى النَّبِيّ . فَدَعَا الْجَارِيَةَ فَسَأَ لَهَا فَقَالَتْ. بَلَى. قَدْ كُنْتُ عَذْرَاءَ. فَأَمَرَ بِهِمَا فَتَلاعَنَا. وَأعْطَاهَا الْمَهْرَ.فِي الزوائد: فِي إسناده ضعيف لتدليس مُحَمَّد بن إسحاق. وقد قَالَ البزار: هَذَا الحديث  يعرف إ بهَذَا الاسناد.
İbnu Abbâs (r.anhümâ) anlatıyor: "Ensârdan bir erkek, Beliclan'dan bir kadınla evlendi ve zifaf yapıp, kadının yanında geceyi geçirdi. Sabah olunca:"Ben bu kadını bâkire bulmadım!"dedi. Durum Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a intikal ettirildi. Resûlullah, kızı çağırtıp meseleyi sordu Kadın: "Hayır! Ben bâkire idim!"dedi. Aleyhissalâtu vesselâm'ın emri üzerine mülâ'ane yaptılar. (Koca) kadına mehri verdi."

AÇIKLAMA:
 
Hadis, erkek, hanımının kendisiyle evlenmezden önce zina yaptığını iddia etse de mülâ'aneye başvurulacağını ifade ettiği gibi, mülâ'ane ile ayrılma halinde kadının mehrini tam olarak alacağını da ifade eder.

Mülâ'ane, karısının zina ettiğini iddia etmesi halinde kadınla erkeğin dörder kere iddialarını tekrar edip sonuncuda yalancı olana Allah'ın lanetini talep etmeler hadisesidir. Liân da denen bu hadiseye Kur'ân-ı Kerîm'de yer verilmiştir. Mülâ'ane sonunda boşanma hasıl olur, kadın mehrini alır.

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ يَحْيَى. ثَنَا حَيْوَةُ بْنُ شُرَيْحٍ الْخَضْرَمِيُّ عَنْ ضمْرَةَ بْنِ رَبِيعَةَ عَنِ ابْنِ عَطَاءٍ عَنْ أبِيهِ عَنْ عَمْرِو بْنِ شُعَيْبٍ عَنْ أبِيهِ عَنْ جَدِّهِ؛ أَنَّ النَّبِيّ قَالَ: أرْبَعَ مِنَ النِّسَاءِ. َ مَُعَنَةَ بَيْنَهُنَّ: النَّصْرَانِيَّةُ تَحْتَ الْمُسْلِمِ. وَالْيَهُودِيَّةُ تَحْتَ الْمُسْلِمِ. وَالْحُرَّةُ تَحْتَ الْمَمْلُوكِ وَالْمَمْلُوكَةِ تَحْتَ الْحُرِّ.فِي إسناده عُثْمَانَ بن عطاء متفق علي تضعيفه.

Amr İbnu Şu'ayb an ebihi an ceddihi radıyallahu anhüma anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Dört sınıf kadın vardır ki, onlarla kocaları arasında mülâ'ane yapılmaz:

1- Müslümanın nikahı altındaki hıristiyan kadın,

2- Müslümanın nikâhı altındaki yahudi kadın,

3- Kölenin nikâhı altındaki hür kadın,

4- Hür kişinin nikâhı altındaki köle kadın."

AÇIKLAMA:

Hanefiler der ki: "Koca şahitliğe ehil değilse onun liâni geçerli değildir. Şahid olamayacaklardan bazıları köle, kazif haddi ile cezalandırılan kimse, kâfir. Bu durumdaki kocalar lianda bulunamazlar. Keza cariye, zımmiyye (yani hıristiyan veya yahudi kadın), birisine zina nisbet ettiği için hadd-i kazıla cezalandırılan kadın, buluğa ermemiş kadın, deli olan kadın ve daha önce zina işleyen bir kadın zina ithamına maruz kalsalar, bu ithamı yapan kimse yabancı ise hadd-i kazf cezasına çarptırılmaz. Kadın, bu sınıflardan birine mensupsa kocasının liânı muteber değildir ve bu isnaddan dolayı kocasına hadd uygulanmaz. Öyleyse bu durumdaki bir koca karısına zina isnad edecek olsa hakim ona hadd uygulamaz, sadece ta'zir cezası verir. Ta'zir, adamın durumuna göre hakimin takdirine kalmış bir cezadır, sopa cezası verecek olsa bu kırktan aşağı olacaktır. Ceza, kadına leke sürdüğü içindir. Müla'ane yapılmaması, hanımının durumu sebebiyledir.

Hem karı hem koca ikisi de şahitliğe ehil değilse, mesela ikisi de kazf haddi ile cezalandırılmış ise, koca kazif haddi ile cezalandırılır. Çünkü onun durumu lian hükmünü tatbike manidir."

 Şâfi'î, Mâlikî ve Hanbelilere göre yemini sahih sayılan herkesin liânı sahihtir. Bu itibarla eşlerin ikisi de hür, köle-cariye, adaletli, fâsık, zımmî olsalar, yahut biri köle veya cariye olsa veya koca müslüman olup kadın zımmî olsa yine de bunlar arasında liân uygulanır. Bu üç imama göre liân ayeti âmmdır, hepsine şamildir. Hanefilerdeki kayıt sadedinde olduğumuz hadisten kaynaklanır.[18]


[1] Mübâhele: İki tarafın: “Kim haksızsa Allâh’ın lâneti onun üzerine olsun” diye lânetleşmeleri, Mülâ’ane: Birbirine bedduâ etme. Lânetleşme.
[2] Bu âyete “mubâhele” âyeti denir. Mubâhele, bir konuda haklı olanın ortaya çıkması için usûlünce lânetleşmek demektir. Necran Hıristiyanları; “Kur’an, Hz. Îsâ’nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre, onun Allâh olması gerekir” iddiâsını ileri sürdüler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm), hak-kın ortaya çıkması için onları mubâhaleye da’vet etti. Ancak onlar bunu kabul etmediler.
[3] Âl-i Imrân Sûresi, 3/61.
[4] Ahzâb Sûresi, 33/33’den.
[5] ---  الكتب-تفسير البغوي-سورة آل عمران: ٣/٦١ 
[6] وروى ( قصّة المباهلة ) أيضاً: الواحدي في ( أسباب نزول القرآن ) بإسناده عن عبدالله بن أحمد بن حنبل، عن أبيه أحمد. ورواها ابن البَيِّع في ( معرفة علوم الحديث ) عن الكلبيّ، عن أبي صالح، عن عبدالله بن عبَّاس. ورواها مسلم في ( الصحيح )، والترمذي في ( الجامع )، وأحمد بن حنبل في ( المسند ) وفي ( فضائل الصحابة ) أيضاً وابن بطّة في ( الإبانة )، وابن ماجة القزوينيّ في ( السنن ) وفي ( المسند )، والأشنهي في ( اعتقاد أهل السنّة )، والخرگوشي في ( شرف النبيّ واٰله.)
[7] Talâk Sûresi 65/1.
[8] Ömer Nasuhî Bilmen merhum, günümüz şartlarında, hakemeyn müessesesinin "eimme-i Mâlikiye hazerâtının akvali vechile" işletilmesinin "aile hayatı namına pek faideli" görmektedir. (Istılâhât-ı Fıkhiye Kâmusu 2. Cilt, S. 368.)
[9] Nisâ Sûresi, 4/35.
[10] Açıklamaları ve tarifleri, Ömer Nasuhî Bilmen merhumun Istılâhât-ı Fıkhiye Kâmusu'ndan aldık. Ancak anlaşılır kılmak için bazı tasarruflarda bulunduk.
[11] Kütüb-i Sittte, İ.Canan, 11/399-408.
[12] Nûr Sûresi, 24/6-9.
[13] Buhârî, Talak 28,  Şehâdât 21, Tefsir, Nur 3; Ebu Davud, Talak 27, (2254, 2255, 2256); Tirmizî, Tefsir Nur, (3178).
[14] Kütüb-i Sittte, İ.Canan, 15/107-111.
[15] Nûr Sûresi, 24/6-7.
[16] Buhârî, Tefsir, Nur 3, Şehâdât 21, Talâk 28; Ebu Dâvud, Talâk 27, (2254); Tirmizî, Tefsir, Nur, (3178).
[17] Kütüb-i Sittte, İ.Canan, 4/111-114.
[18] Kütüb-i Sittte, İ.Canan, 17/231-232.