18 Mayıs 2014 Pazar

EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI, EZAN-I MUHAMMEDÎ DİNLERKEN PARMAĞIN ÖPÜLMESİ, CEM SULTANIN HACCI,LEBBEYK MANASI


EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI


Ezân-ı Şerîf’i dinleyen kişinin iki başparmağını gözlerine koyduktan sonra ilk ''Eşhedü enne Muhammed-en Rasûlüllâh'' şehâdetinin ardından '' صلى الله عليك يا رسول الله'' ikincisinden sonra ise '' قرت عينى بك يا رسول الله اللهم متعنى بالسمع والبصر'' demesi müstehabdır. Bunu yapan kişiye Hz. Peygamberimiz (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) cennette komşu olur. Nitekim Deylemî’nin ''Firdevs'' de Hz. Ebû Bekir (r.a.)’den merfû’ olarak rivâyet ettiği bir Hadîs-i Şerîf’te:
 

''Kim müezzin Ezân’ı okurken ilk <Eşhed-ü enne Muhammed-en Rasûlüllâh> cümlesinden sonra iki başparmağını öptükten sonra gözlerine sürer ve ''أشهد أن محمدا عبده و رسوله رضيت با الله ربا و بالإسلام دينا و بمحمد صلى عليه وسلم نبيا'' derse şefâatım ona gerekli olur.'' buyurmaktadır. (Haşiyetü't-Tahtavî ala merâkı'l felâh, sh: 165)

 
İbn-i ‘Abidîn (rh. a) bu Hadîs-i Şerîf’in zayıf olduğunu belirtmektedir. Amellerin fazîleti husûsunda zayıf olan Hadîs-i Şerîfler ile amel edilebileceği usul kâidesidir.

EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI


Ezan okunurken tırnakların göze sürülmesi ile ilgili farklı görüşler olmakla birlikte, bu konuda İbni Abidin'de zayıf bir rivayet bulunmaktadır.


İlk “Eşhedü enne Muhammeden ResüIullah” cümlesinde “salle’llahu aleyke Ya Resûlellah” yani “Allah sana af ve merhamet eylesin ey Allah’ın Resûlü”;


İkincisinde ise “Karret aynî bike ya Rasûlellah” yani “Seninle mesut oldum, yüzüm gözüm aydınlığa erdi ey Allah’ın Resûlü” demek müstehaptır.


Bunu söyleyen kimse sonra her iki başparmağının tırnaklarını gözleri üzerine koyarak, “Allahumme metti’nî bi’s-sem’i ve’l-besar” yani “Allah’ım! İşitmekle ve görmekle nimetlendir, faydalandır.” derse, Efendimiz (s.a.v.), cennete doğru o kimsenin delili olur.


Kitabu’l-Firdevs’de ise “her iki başparmağının” ifadesinden önce, “Kim ezanda, Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah cümlesini işitince ‘Allahumme metti’nî bi’s-sem’i ve’l-besar’ derse, onun önderi ve cennet saflarına koyanı ben olurum.” denilmektedir. [bk. İbn Abidin, Reddü’l-Muhtar Ale’d-Dü’rri’l-Muhtar, (Trc. Ahmet Davudoğlu ), I/398]


Ayrıca, başparmakların göze sürülmeden önce öpülmesi de ifade edilmiştir. (bk. İbn. Abidin, Haşiyetü Reddül Muhtar, I/398)


RASÛLÜLLÂH EFENDİMİZİN NÛRU HZ. ÂDEM A.S. ALNINDAYDI. ÂDEM A.S.  NÛRU GÖREMEYİNCE ALLÂH C.C. NÛRU BAŞPARMAKLARINDA GÖSTERMİŞTİR. HZ ÂDEM A.S. DA BUNU ÖPMÜŞTÜR.


Ezan okunurken işi bırakmak iyi olur. Çünkü hadis-i şerifte, (Ezan okunurken iş yapmak dinde noksanlıktır) buyuruluyor. (Ey Oğul İlmihâli)


Demircilik yapan Ebu Hafs Haddad hazretleri, her ne zaman ezanı işitse, çekici yukarı kaldırmış ise, aşağıya indirmez, aşağıda ise, yukarı kaldırmazdı. Konuşuyorsa, susar ezanı dinlerdi. Vefat edip cenazesi götürülürken ezan okunmaya başladı. Cenazeyi götürenler, ne kadar gayret ettilerse de, tabutu bir adım yerinden oynatamadılar. Ezan bittikten sonra, ancak cenazeyi götürmek mümkün oldu.


Hayye ales salah derken sadece yüzü sağa, hayye alel felah derken yüzü sola döndürmek sünnettir. Vücut döndürülmez. Minarede de dönerek okunurken yine kıbleye karşı okunur. (Hindiyye)

Ezanı tekrar etmek sünnet, ikameti tekrar etmek müstehabdır. Tekrar etmekte mahzur yoktur.


Ezan okurken şeytanların kaçtığı hadis-i şerif ile bildirilmiştir.


Horozlar melekleri görünce öterler. Hayvanlar bizim görmediklerimizi görebiliyorlar.


Ezan okunurken köpeğin uluması hayra alamettir. Şeytanların kaçışını görmüş olabilir.


EZÂN-I ŞERîF’İ DİNLEME ÂDÂBI


Hüseyin Vassaf Bey Gülzar-ı Aşk isimli muzzam ve mufas­sal Mevlid Şerhi'nde gözümüzün nu­runu daha fazla artırmaya vesile olan parmak ve tırnak öpme meselesini dinî kaynaklara dayanarak ve nev'i-şahsına münhasır üslûpla izah ediyor:

"Efendiler Efendisi (sav) Muhar­rem ayının onuncu günü mescide giri­yor. Hz. Ebûbekir'in (ra) hizasına otu­ruyor. Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî büyük bir huşu içinde ezan okumaya başlıyor. 'Eşhedü enne Mu­hammede' r-Rasûlullah!' a gelince Ebûbekir baş parmaklarının tırnakla­rını öpüyor, gözlerinin üzerine koyu­yor ve 'Gözümün nurusun yâ Rasûlallah!' diyor. Hz. Bilâl (ra) ezanı bitirin­ce Peygamberimiz Hz. Ebûbekir'e dö­nüyor ve 'Kim senin yaptığını yaparsa Allah onun ister yeni, ister eski, ister kasıtlı, ister hatalı olsun bütün günah­larını bağışlar!' müjdesini veriyor."

Kaleme aldığı vasıflı eserleriyle kültür dünyamıza büyük katkıda bulu­nan merhum Hüseyin Vassaf, konuya açıklık getirmek için ilk peygambere kadar gidiyor ve şunları söylüyor:

"Hazreti Adem (as) cennetteyken Rasûl-i Kibriya Efendimiz' le buluşma­yı arzu ediyor. Cenab-ı Hak kendisine 'O senin sulbündendir ve âhir zaman­da ortaya çıkacaktır!' diye ilham edi­yor. Ona parmaklarının üzerinde Muhammed Aleyhisselâm'm yüzünü gös­teriyor. Hz. Adem aynada görür gibi görüyor. Baş parmaklarının tırnakla­rını öpüp gözüne sürüyor. Bunun üze­rine bu davranış zürriyeti için iyi bir amel oluyor. Cebrail Aleyhisselâm bu kıssayı anlattığı zaman Peygamber Efendimiz (sav) 'Kim ezan okunurken benim adımı duyar da baş parmakları­nın tırnaklarını gözlerine sürerse hiçbir zaman kederlenmez!' buyuruyor."

Bendeniz vasıfsız eleman olduğum ve cehlimin elinden el-emân çektiğim için Hüseyin Vassaf ın bu vadideki tas­virlerini hakkıyla tasvir edemiyor; Bil­vesile Gülzar-ı Aşk'm tamamını oku­manızı tavsiye ediyorum.

CEM SULTANIN HACCI


LEBBEYK MANASI, EZAN-I MUHAMMEDÎ DİNLERKEN PARMAĞIN ÖPÜLMESİ


Cem Sultan, Mısır'a ayak bastıktan az bir zaman sonra Ramazan-ı Şerif hulul etmişti. Bir müddet iftar davetleriyle vakit geçirildi. Cem, umduğunu elde edemeyeceğini anlamaya başlamıştı. Zaman zaman görüştüğü Sultan Kayıtbay'a serzenişlerini bildiriyordu. Sultan Kayıtbay, bir müddet de O'nu Mısır'ın tarihî yerlerini dolaşmakla avundurmak istedi. Cem, tâ ehramlara kadar giderek Mısır'ın görülebilecek olan bütün tarihî yerlerini gezip gördü. Nihayet bunlar da bitti.

Cem Sultan, Mısır'a geldikten on beş-yirmi gün sonra ağabeyi Sultan II. Bâyezid Han'a bir mektup yazarak macerasını hulasaten naklettikten sonra Osmanlı ülkesi dâhilinde bir bölgenin müstakillen kendisine terkini tekraren talep etti. O hamiyetli Padişah, bunca yanlışına rağmen, kardeşine saltanat davasından vazgeçmek şartıyla ülke dâhilinde nerede isterse oturabileceğini ve kendisine yılık on kere yüz bin akçe tahsis edileceğini bildirdi. Çünkü o hamiyetli Padişah, asla kardeşkanı dökmek istemiyordu. Sabır ve merhametini sonuna kadar muhafaza etmek kararında olduğunu gösteren bu güzel teklife Cem, hâlâ kulak kabartmak meylinde değildi. Zira ruhu bir kere saltanat hırsıyla zehirlenmiş bulunuyordu.

Evet, Mısır'da rahatı yerindeydi. Cuma namazları için büyük camilere gidiş gelişlerinde halkın kendisine büyük bir alâka gösterdiğine şâhid oluyordu. Fakat bunlar, O'nun maksadını gerçekleştirme-sine yarayacak şeyler değildi. Artık usanmaya başlamıştı ki, Mısır'dan yaklaşan Hac için bir kafile düzülmeye başlandığını duydu. O zaman, Konya'dan ayrılırken halka, hareke-tipi izah için söylemiş olduğu:

"-Hacca gidiyorum!,." sözünü hatırladı. Bu kafileye katılarak bir hac yapıp içine düştüğü manevî buhrandan sıyrılmak arzusuna kapıldı. Bu düşüncesini Sultan Kayıtbay'a açıklayınca, O dâhî memnun olarak:

"-Çok iyi olur, şehzadem!.. Ecdadınızdan kimse haccetmemiştir. Siz, bu farzı ifâ etmekte ilk olacaksınız!.. Hem hac, size büyük bir huzur menbaı olacaktır. Mademki, bu düşüncedesiniz, ben bu kafileye devlet erkânından bazı uygun şahıslarla bir miktar asker dâhil edeyim. Resmî bir heyetle hac ediniz!.." dedi.

Cem Sultan, şimdilik yapacak ciddî bir iş bulduğunu düşünerek Sultan Kayıtbay'a teşekkürler etti.

Beş-on gün zarfında Mısır'dan Hicaz'a gidecek olan hac kafilesi, muhafız askerler, aşçılar ve halktan katılan kimselerle büyük bir kafile hâlinde merasimle yola çıkarıldı. Cem Sultan, validesi ile harem mensubu hanımları da beraberine almıştı. Mekke ve Medine emirlerine önceden haberler salındı. Bu nazlı misafire gerekli itibarın gösteril-mesi için hiçbir kusurda bulunulmaması tembihlendi.

Cem Sultan m hac yolculuğu plânlanmış olduğu gibi ihtişamlı bir surette gerçekleşti. Mekke emîrî, O'na kendi sarayını tahsis etti. Kudüm tavafı yapıldıktan sonra, Cem Sultan, yavaş yavaş ruhunu sarmış bulunan saltanat ihtirasından kurtulmaya doğru bir gelişme kaydetti. Sözlerinden böyle anlaşılıyordu. Bu durumdan istifade etmek isteyen hocası, Hatipzâde Nasûhî Çelebi, her fırsatta kendisine kaderinden razı olarak saltanat dâvasından vazgeçmesi telkininde bulundu. Bir defasında Cem:

"-Peki öyleyse, hocam; bu emelimi bu kadar kerih (çirkin) görürsün de, o hâlde, tâ başlangıçtan beri benim yanımda bulunmaktan, gayem istikametinde hizmet etmekten vazgeçmezsin!.. Peki, bu nedendir?" diye sordu.

Nasûhî Çelebi:

"-Biz yıllardır beraberiz. Size rahmetli pederiniz tarafından hoca tâyin edilmiş bir kimseyim. Sadakat benim vicdan borcumdur. Bizim vazifemiz, sadece size bildiğimiz doğruları söylemekten ibarettir. İcraat sizin hakkınızdır. Siz ne icra edilmesini emrederseniz, onun doğru veya yanlışlığını düşünmek bize düşmez!.." dedi ve şu izahatta bulundu:

"-Benim, güzel şehzadem!.. İnsanlar üç sınıftır:

1-  Avam,

2-  Havâs,

3-  Havâssü'l-havâss!..

Avam, câhildir. Bir Müslüman olarak "hayrihî ve şerrihî minaîlâhi teâlâ" der. Fakat karşılaştığı her işisin Allah'ın takdiri ile olduğunu düşünemez. Bu sebeple kafasına koyduğu bir iş için kendince tedbir ittihaz etmekte had-hudud bilmez. Başarısızlığa uğradığında bu neticeyi Allah'ın takdirinden bilmek yerine, tedbirin kifayetsizliğine hamlederek yeni tedbirler peşinde koşar. Hâlbuki bu durumda olanlar için bile, tedbiri üçten ziyâde kılmak, ahmaklıktan başka bir şey değildir. Bu âdeta kaderle harb hâline geçmektir. Yani Allah'ın takdirine razı olmamaktır!..

Havas ise, nihayet ikinci bir tedbir alabilir. Bundan da bir netice hâsıl olmazsa, üçüncüsüne başvurmaz. Vurursa, bu da O'nun için ahmaklık, daha doğrusu kaderle harb hâline geçmek olur.

Havâssu'l-Havas, bir tedbirle iktifa eder. Allah'ın kaderi, olmuşta zahir; olacakta meçhul bulunduğu için bu birinci tedbir, kul için gereklidir. Fakat havâssu'l-havâs olanlar, bu bir tek tedbiri kâfi addederler. Taleplerinin takdire uygun düşmediği için gerçekleşmediğini düşünerek isteklerin-den vazgeçerler. Olgun müminler için doğru olan davranış şekli budur. Siz, havâssu'l-havâssınız. Hem ilmen yüksek bir seviyede ve hem de bir Padişah evlâdı bulunmaktasınız. Avam gibi hareket etmek sizin için son derece yakışıksızdır. Maksadınız için mümkün olan tedbire başvurup ağabeyinizle harb ettiniz. Netice alınamadı. Allah'ın kaderi size yaver olmadı.

Bu noktada iddianızdan vazgeçmeniz, sahip olduğunuz olgunluğun bir neticesi olmalıydı. Siz, buna mukabil, Sultan Kayıtbay m yardımından ümitvâr oldunuz. Şimdi görüyoruz ki, o yardım da gerçekleşmeyecektedir. Bunu dahî ikinci bir tedbir olarak düşünebilirsiniz. Artık iddianızdan vazgeçiniz!.. Allah'a karşı güzel bir kul olmak, bu âlemde padişah olmaktan çok daha üstündür. Halkın sultanı değil, gönüllerin sultanı olmaya meylediniz. Bakınız, yarın Arafat'a çıkacağız, vakfeye duracağız. Cenâb-ı Hakk'ın Âdem babamıza bir vaadi vardır. O da, kıyamete kadar her kim, bir Kurban Bayramı arifesinde Arafat'ta vakfeye durursa, O'nun geçmiş günahlarını afv-edeceğidir. Bu, büyük bir fırsattır. Allah, bize bunu nasip etti. O'nu değerlendirelim!.." dedi.

Cem Sultan:

"-Doğru söylersin, Hoca efendi hazretleri!.." dedi ve bir suâl sordu:

"-Ömründe bir kere haccetmek, her mümine farz iken neden buna çok az Müslüman muvaffak olabiliyor. Pek çoğu ise, çeşitli sebeplerle bunu gerçekleştire-miyor. Bu da zahirî sebeplerden değil de kader icabı mıdır?"

Hatipzâde, kader sırrının şehzadeye nâzik bir noktasını izah etmek için fırsat bulmuş oldu ve dedi ki:

"-Beytullâh'ın aslı cennetteydi. Orada adı "Beyt-i Ma'mur" idi. Âdem babamız da, cennette yaratılmıştı. Orada "Beyt-i Ma'mur"u tavaf ediyordu. Tabiatıyla mâhud zelle vâkî olmasaydı, Âdem ve nesli de ebedî olarak cennette yaşayacaktı. Fakat murad-ı ilâhî icabı olarak bu durum değişti. Allahu Azimüşşân halk ettiği mâsivâullâh içinde en şerefli bir mevkii ihsan eylediği Âdemoğulları nın cennete hak ederek gelmeleri için takdîrinin icâbı Âdem'i bir zelleye sürükledi. Zelleye!. Yâni gayr-ı iradî hatâya!. O zelle sebebiyle, Âdem Seylân Adası'na, Havva anamız ise, şu yakınımızdaki Cidde'ye tard olundular. Âdem -aleyhisselâm- Seylan Adası'nda kırk sene kadar Cennet'te Allah'ın emrine muhalif olarak men edilmiş bulunan bir meyveden yemesi sebebiyle gerçekleşen bu cezadan kurtulmak üzere kanlı gözyaşı dökerek istiğfar etti. Sonra çilesi dolmuş olmalıydı ki, aklına bir şey geldi. Melekler, kendisine cenneti gezdirirlerken, boşlukta mahya gibi nûrânî bir yazı görmüştü. O yazıya hayran olmuş ve meleklere:

"-Bu nedir?" diye sormuştu. Melekler de:

"-Bu senin sulbünden gelecek olan en son ve en şerefli peygamberin kelime-i tevhididir!" demişlerdi. Bu yazıya hayran olan Âdem:

"-Ne olaydı, ne olaydı da ben bu nûrânî yazıyı her istediğimde görebileydim!.." deyince, melekler, Allah'ın kendilerine bildirmesiyle O'na ellerinin baş parmaklarının tırnaklarına bakmasını söylediler. Bu nûrânî yazıyı aynen orada gördü ve tırnaklarını üç kere öperek gözüne sürdü ve:

"-Nurunla gözlerimi nurlandır, ya Muhammedi.." dedi.

Seylân Adası'nda bunu hatırlayınca, o nûrânî kelime-i tevhidin sahibi olanı hatırladı. Tekrar ellerinin başparmaklarını birleştirerek öptü, gözüne sürdü ve:

"-Allah'ım beni Muhammed Mustafa hürmetine afvet!" dedi.

Bu niyaz üzerine Allah Teâlâ, O'na Cebrail -aleyhisselâm-ı gönderdi. O'nun kılavuzluğuyla Arafat'a vâsıl oldu. Havva anamız da Cidde'den celbedilmişti. Orada buluştular, ağlaştılar ve Cenâb-ı Hak'tan aflarını niyaz ettiler. Keremi çok olan Âlemlerin Rabbi, onları afv ettiği gibi, fazladan olarak nesillerden her kim bir Kurban Bayramı Arefesi günü, ikindi vakti orada vakfeye durursa, dualarının kabul olunacağı vaadinde bulundu. Sonra Âdem aleyhisselâm Mekke'ye, bugünkü Kâbe’nin olduğu yere geldi. Cennette meleklerle tavaf etmekte olduğu Beyt-i Ma'mur'u hatırladı. Onlarla birlikte bu mübarek beyti tavaftaki lezzet, ruhunda büyük bir iştiyak hâlinde belirdi:

"-Ne olaydı, ne olaydı da onu yine tavaf ede-bileydim!.." deyince Cenâb-ı Hak, cennetteki Beyt-i Ma'mur'u bugünkü Kabe'nin bulunduğu yere inzal buyurdu yâni indirdi.

Âdem ve Havva, onu tavaf ettiler. Sonra Âdem cesede bürünmeden önceki ruhlar âleminde, Allah'ın ins ü cin ruhlarıyla yaptığı misakın yazılı olduğu Hacer-i Esved'i Dünya'ya gönderdi. O'nu Kâbe’nin bir duvarına yerleştirmesini emretti. Âdem, ona elini-yüzünü sürerek Cenâb-ı Hakk'ın:

"-Elestü bi Rabbiküm: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına, ruhunun vermiş olduğu:

"-Belâ!.." ikrarını tazelemiş oldu.

Sonra insanlığın azgınlıkları sebebiyle Nuh Tufanı oldu. Cenâb-ı Hak, bu tufandan korumak maksadıyla Beyt-i Ma'mur'u tekrar cennet-i âlâya ref eyledi yâni yükseltti. Bir müddet yeryüzü ondan mahrum kaldı. Sonra İbrahim -aleyhisselâm-'a Cebrail'i göndererek Beyt-i Ma'mur'u tarif ettirdi. Onun tarifi üzerine İbrahim -aleyhisselâm- bugünkü Beytullah'ı bina etti." dedi ve ilâve etti.

"-Sana "Beyt-i Ma'mur" hakkında biraz izahat vermemi ister misin?!"

Cem Sultan:

"- Lütfen Hocam!.” deyince Hatipzâde şu izahatta bulundu:

"- Beyt-i Ma'mur -daha önce de ifâde etmiş olduğum gibi cennetteydi- Firdevs Cenneti'nde ve kırmızı yakuttandı. Sonra O'nu Âdem aleyhisselâm'ın niyazı üzerine "cennetten bir hâtıra" olmak üzere bugünkü Beytullah'ın olduğu yere inzal buyurdu. Biri doğuya diğeri ise batıya açılan iki kapısı vardı. İçinde nurdan üç kandil vardı. Bu kandillerine aydınlatabildiği saha ‘harem’e dâhil addedilirdi. Haremin bugünkü hududları da aynıdır.

Allah'ın emri ile yedi kat göklerdeki melekler yeryüzüne inerek Âdem aleyhisselâm'la birlikte "Beyt-i Ma'mur"u tavaf ederlerdi. İnsana yaradılışın sırlarını ve gayesini hatırlatan O'nun bu dünyaya âid olmadığını ve aslî vatanına yabancılaşmaması gerektiğini hatırlatan bir hidâyet remzi (sembolü) olan Beyt-i Ma'mur -biraz evvel de söylemiş olduğum gibi Nuh Tufanı'ndan az önce semâya ref olundu (yükseltildi). O derecede ki ondan bir taş düşse o taş bugünkü Kâbe’nin damına düşer. Sonra da arz etmiş olduğum gibi İbrahim aleyhisselâm Tevhidin bir remzi (sembolü) olan Kâbe’yi yeniden inşâ etti. Bu defa ona "Kâbe" adı verildi. O'na bu sefer "küp" kelimesinden türetilen Kâbe denilmesinin sebebi şudur:

Kâbe aslında küp şeklinde değildi. Mustatil yâni dikdörtgen şeklindeydi. Fakat "Hatem" denilen kısım, Beyt-i Ma'mur'a dâhil olduğu hâlde ikmal edilemediğinden hâriçte kaldı ve böylece O, yaklaşık bir küp şeklini aldı. Kâbe’yi bu surette yeniden inşa ettikten sonra İbrahim -aleyhisselâm- hayretle Rabbine yönelip:

"-Ya Rabbe'l-âlemin, sen emir buyurdun, ben bu Beytullâh'ı burada inşâ eyledim. Şu kupkuru dağların arasında bunu kim ziyarete gelecek?!" deyince Cenâb-ı Hak, O'na:

"-Sen bir davet yap, gerisine karışma!.." buyurdu.

İbrahim -aleyhisselâm- bir davet yaptı.

Cenâb-ı Hak, bu daveti, ruhlar âlemindeki bütün ruhlara duyurdu. Onlardan bazıları:

"-Lebbeyk, yani buyur!" diyerek davete icabet ettiler. İşte hac kendisine nasip olanlar, ruhları İbrahim -aleyhisselâm-'ın dâvetine böylece "lebbeyk" demiş olanlardır. Hatta birkaç kere "lebbeyk" demiş olan ruhların sahip olduğu bedenler, bu "lebbeyk"ler adedince haccederler. Lâkin iş bu kadarla kalamadı. Sonra Azrail -aleyhisselâm- ortaya çıkarak:

"-Ya Rabbi, Sen bu beytini ziyaret eden çok olsun istiyorsan, bir de bana müsaade et, ben de bir davet yapayım!.." dedi.

Cenâb-ı Hak müsaade etti. O da bir davet yaptı. Bazı ruhlar da onun talebine "lebbeyk!.." dedi. Böyleler! Hacca gelirler ve ruhlarını, burada Rablerine teslim ederler.

Arkasından Şeytan -aleyhillâne- ortaya çıkıp bir davette kendisinin yapmasına müsaade istedi. Cenâb-ı Hak, ona da müsaade etti. O da bir davet yaptı. Cenâb-ı Hak, O'nun davetini de ruhlar âlemindeki bütün ruhlara duyurdu. Böyle ruhlar, hacca gelirler, lâkin içlerindeki nifakı yenemezler.

İşte her yıl burada toplanan hacılar, üç grupturlar. Bir kısmı İbrahim aleyhisselam'ın, bir kısmı Azrail aleyhisselâm'ın, bir kısmı da Şeytan aleyhüllâne'nin dâvetine "lebbeyk" demiş olanlardır. Hacıların "lebbeyk, lebbeyk" diyerek telbiye getirmeleri bu sebepledir. Umarım, bizler İbrahim aleyhisselam'ın dâvetine icabet etmiş olanlardanız." dedi.

Şehzade Cem bu izahattan çok memnun kalarak

"-Ben bu izahata hiçbir kitapta rastlamamıştım. Şimdi anladım, neden bazı adamlar haccedemezler!... Bunu, şartlarının noksanlıklarından bilseler de, demek ki, ezeldeki takdir imiş." dedi.

Nasuhî Çelebi:

"-Ha, işte öyle güzel şehzadem!" dedi ve ilâve etti:

"- Bugünkü Kabe'de "Beyt-i Ma'mur"dan kalan tek şey "Haceru-l'esved"dir!."[1]


[1] Cem Sultan’ın Papağanı (Târihî Roman), Kadir MISIROĞLU, Sebil Yay., İstanbul/2006, S. 76-83.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder