18 Mart 2016 Cuma

EN KARA GÜN: TAİF YOLCULUĞU



O sene tarihe “Hüzün Yılı” olarak geçer. Aynı sene içinde Hz. Hadice ve Ebu Talib vefat etmiş ve Taif yolculuğu gerçekleşmiştir. Üç büyük musibetin en ağırı olan Taif yolculuğu… Hz. Muhammed’in kendi diliyle yaşamının en kara, en acı günü…
Hz. Muhammed Mekke’de İslam için artık denizin bittiğini görür. Habeşistan’a sığınanlar ve kendini gizlemekte olanlarla birlikte 300-400 civarında insan iman etmiştir gerçi ama işte hepsi o kadar… Şehir nüfusunun en az onda dokuzu gene putperest olarak kalmıştır. Ve bu noktaya da on senede gelinmiştir. Fakat Rabbinin O’na verdiği “Kalk ve uyar!” emri geçerliliğini devam ettirmektedir. Öyleyse ne yapması lazımdır? İşte o günün şartları içerisinde Hz. Muhammed’e göre bu sorunun cevabı “Mekke’nin dışına çıkmak gerekir” şeklindedir. O da öyle yapar. Bu durumda akla gelecek ilk yer olan Taif’e gitmeye karar verir.
Mekke’ye iki günlük mesafede yer alan Taif, havası hoş bir sayfiye şehridir. Yayladadır. Zengindir. Mekke kadar olmasa da kalabalıktır. Mekke ve Kureyş’le iyi ilişkiler içindedir.
Yanına evlatlığı Zeyd’i de alır. Ve yayan olarak Taif yoluna düşer. Yayan olarak, çünkü üç senelik boykot, Hz. Muhammed’e bir binek bile bırakmamıştır. Taif’i elinde bulunduran Sakif kabilesinin üç önde geleniyle görüşür. Bunlar, Abdi Yalil, Mesud ve Habib isminde üç kardeştir. Kendisinin ALLAH tarafından peygamber olarak gönderildiğini, insanları ALLAH’ın dinine davetle gönderildiğini ve Kureyş’in kendisine iman etmek yerine var gücüyle engellediğini anlatır. Gerçi bunlar Taif’lilerin mutlaka çok iyi bildiği şeylerdir. Ve onlara, kendisine iman edip, dinini duyurma davasında destek olmalarını, sahip çıkmalarını ister. Aldığı cevap ise neredeyse Kureyş’i de aratacak türdendir. Üç reis kardeşten biri:


Abd-i Külâl’in üç oğlu Abd-i Yâleyl (Ye’lûl), Habîb ve Mes’ûd idi.

Abd-i Yâleyl (Ye’lûl): --- “Allah peygamber olarak göndermek için bula bula Seni mi buldu!” olur.

Habîb: --- “Ben artık Seninle konuşamam Sen koskoca bir peygambersin! Ben ise kimim ki!” olur.

Mes’ûd: --- “Eğer Allah peygamber olarak Seni göndermiş ise ben de Kâbe’nin örtüsünü çalmış olayım” der. Bu, Araplar arasında bir şeyin olanaksızlığını ifade etmek üzere kullanılan bir deyimdir. Diğerinin cevabı:

Bu konuşma Kur’an kaydına da geçer:

“Ve dediler ki: ‘Bu Kur’an iki şehirden bir büyük adama indirilseydi olmaz mıydı?’ Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık.” (Zuhrûf Sûresi, 43/31-32)

 Sonuç belli olmuştur. Sonra da belki yüzlerce Taif’li hep aynı şeyleri tekrar eder:
“Kendi kabilen Seni reddetmiş ve Sen de kalkıp bize gelmişsin. Biz buna razı değiliz. Bu gelişten ürktük ve Seni aramızda istemiyoruz. Bizim yurdumuzdan uzak dur da nereye gidersen git!” Bir konuk ya da sığınmacı herhalde bundan daha kötü bir karşılık göremez. Ama O, bundan kötüsünü de görür.
Taif’te toplam 10 gün kadar kalır. Ve ayrılacağına yakın reis kardeşlere bir rica da bulunur:
“Hiç olmazsa” der, “buraya gelişim ve konuştuklarımız aramızda kalsın. Kureyş duymasın!” olup biteni öğrendiği takdirde Kureyş’in şımarıp, Müslümanlara karşı daha da saldırganlaşacağından endişe eder. Fakat bu dileği bile kabul görmez. Ve en acısı kendisine çok özel bir “güle güle töreni” düzenlenir.
Taif’te ne kadar ipsiz, ayak takımı varsa hepsi Hz. Muhammed ile Zeyd’in şehri terk edeceği gün üç reis kardeş tarafından organize edilerek yolun iki yanına dizilir. Sonra da güle güle(!) anlamında bir taş ve tükürük yağmuru başlar. Bunda bile ince bir hesap güdülür. Tükrükler bol bol her ikisinin de yüzüne yollanırken, taşlar, ölümüne neden olup ta bir kan davası başlatmaması için Hz. Muhammed’in belden aşağısına, Zeyd’in ise bir önemi olmadığından(!) gövdesine savrulur. Zavallı Zeyd, bir yandan peygamberini ve babalığını korumak için:
“Ne olursunuz atmayın!” diye yalvarırken, diğer yandan da iki kolunu açıp siper olarak O’nu olabildiğince yağan taş ve tükürük yağmurundan korumaya çalışır. Ve günümüzden bir şairin belirttiği gibi Zeyd’in asıl canını yakan taşlar vücuduna isabet edenler değil etmeyenlerdir. Çünkü onlar Hz. Muhammed’e isabet etmektedir. Ama öyle bile olsa ne kadar koruyabilir ki?. Taş ve tükürük yağmuru 360 derece, dört bir yandan gelmektedir. Ayakları kan içinde kalır. Zaman zaman gücünün, soluğunun kesildiğini hisseder, olduğu yere çöker. O anlarda Taif serserileri atışlarına ara verir, gülüşüp, yılışıp, alay ederek kollarına girip ayağa kalkmasına yardımcı olurlar ve bombardıman tekrar başlar. Ünlü İslam tarihçisi İbn Kesir’e göre bu durum 2.5 km. boyunca devam etmiştir. Hz. Muhammed de, Zeyd de Taif’ten iyice uzaklaşıp atış menzilinden tamamen çıkana kadar. Kendilerini bir üzüm bağına atarlar. Kan kaybetmiş, yaralanmış, yorulmuş ve en acısı tepeden tırnağa serseri tükürüğüne bulanmış, incinmiş, kırılmıştır. Taif’in bu akıl almaz vahşeti sergilemesinin arkasında da aslında bir dünya hesabı vardır. Böylece Kureyş’in gözündeki değerlerini arttırıp, ranta dönüştürebilmek…
Sadece Zeyd’de yüze yakın taş yarası vardır. Ve sonraki çağların bazı Hak Dostları meczup/velilerin her yerde çocuklar tarafından taşa tutulmalarını ve onların da bu halden hiç kaçmayıp adeta isteyerek katlanmalarını o günün hatırasına bir saygı ve O’na ait çok özel bir hali kendi nefislerinde de yaşama arzusu olarak yorumlayacaktır.
 Bağ kenarında biraz soluklanıp, yaralarını ve akan kanları yıkarlar. Ve Hz. Muhammed, zaman geçirmeden namaza durur. İki rekât kılar. Bu haliyle de bir ders verir, Kur’an’dan aldığı bir dersi:
“Ey iman edenler’ Sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki ALLAH sabredenlerle beraberdir!” (Bakara, 2:153)
Namazın ardından da duaya durur. Maddi ya da manevi her bunalımda bütün Müslümanlara örnek olacak çok özel, rehber bir dua olur bu:
“ALLAH’ım! Gücümün yetersizliğini, çare ve vasıtalarımın acizliğini, insanların gözünde hakir görülüşümü Sana arz ediyor! Sana şikâyet ediyorum! Ey Merhametlilerin En Merhametlisi! Sensin zayıfların Rabbi ve Sensin benim Rabbim! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Senden uzak olan ve beni gördükçe suratını asan haşin kimselere mi? Yoksa davam da bana üstün getireceğin bir düşmana mı? Benim üzerime çöken bu musibet ve bela gerçekte Senin bana karşı gadab ve öfkenden ileri gelmiyorsa hiç gam çekmem. Ben, Senin Vechi’nin Nur’una sığınırım! O Nur’a ki, karanlıklar O’nun sayesinde açılmış, dünya ve ahiret işleri O’nunla düzelmiştir. Benim için Senin bağışlaman, gazabından daha geniştir. Ve her şey Senin hoşnutluğun içindir. Bütün kuvvet ve kudret ancak Senin elindedir.” Bu duanın manevi derinliklerinden birini, Mustafa Sıbai şöyle değerlendirir:
“O, Rabbine şöyle dua etmekte idi: ‘Gazabına uğramayayım da çektiğim sıkıntılara, belalara aldırmam.’ O, ALLAH’a, davasının tebliğinde kendisine kuvvet vermesi için yalvarırken, bizlere de davetçi için en büyük korkunun insanların düşüncelerinden öte ALLAH’ın gazabı olduğunu öğretmiştir.”
Garip bir tevafuk olarak sığındıkları bağ Kureyş’ten iki kardeşe aittir. İki hızlı İslam düşmanına… Rebi’nın oğulları Utbe ve Şeybe’ye. Hz. Ebubekir’in burnunu kırıp, dümdüz eden Utbe’ye… Onlar da Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e yapılanları bağlarında, uzaktan izlerler. Ne hissederler, tahmin etmek güçtür. Fakat kendi hemşerileri olan birilerinin yabancı bir diyarda gördükleri bu davranış ve sonrasında da bilmeden de olsa gelip kendi bağlarına sığınmış olmaları herhalde biraz insaf duygularını harekete geçirir. Bağda çalıştırdıkları köle Addas’ı bir tabak üzümle Hz. Muhammed’e ve Zeyd’e gönderirler. O, elini üzüme uzatırken:
“Bismillah” der. Addas, şaşırır:
“Ben bu sözü buralar da hiç duymadım” der. Hz. Muhammed, ona nereli olduğunu sorar. Addas:
“Ninova” deyince de O:
“Demek sen salih insan Meta oğlu Yunus’un halkındansın” diye cevap verir. Addas bunun üzerine heyecanlanır. O’na Metta oğlu Yunus’u nereden bildiğini sorar. Çünkü o bölgelerde Hz. Yunus’u bilen yoktur. Hz. Muhammed:
“Çünkü” der. “ben ALLAH’ın Elçisiyim ve o da ALLAH’ın Elçisiydi. Bunu bana ALLAH bildirdi.” Sonra da kendisine Hz. Yunus ile ilgili vahyedilen ayetleri okur. Dikkat ve saygı ile dinleyen Addas, okuma bitince ellerine kapanır. Hıristiyanlıktan İslam’a geçer. Ve böylece daha sonraları “hayatımın en kara günü” diyeceği Taif yolculuğunun hikmeti de kendini göstermiş olur. Cüneyt Suavi’nin anlatımıyla:
“İman hizmeti o kadar büyüktü ki, yüce ALLAH, bir kölenin imana gelmesi için, en kıymetli peygamberinin taşlanmasına izin vermişti.”
 Utbe ve Şeybe kardeşler uzaktan olup biteni izlemektedir. Addas’ın Hz. Muhammed’in ellerine kapandığını gördüklerinde birbirlerini kınarlar:
“Adam” derler, “köleyi de bozdu, yoldan çıkardı.”
Sonra dönüş yolculuğu başlar. Yarı yol olan “Karnüssealib”e geldiklerinde Cebrail, bir bulutun içinde görünür, yanında bulunan ikinci bir meleği işaret eder:
“ALLAH’ın Elçisi!” der, “ALLAH, o insanların size yaptıklarını gördü ve onlar için dilediğin emri veresin diye Sana dağlarla görevli meleği gönderdi.” Sonra dağlarla görevli melek konuşur:
“Eğer onların üzerine dağları kapatmamı emredersen, söyle, dilediğini yerine getireyim.” Ama O, her şeye rağmen kıyamaz Taif halkına:
“Hayır!” der, “ben sadece onların nesillerinden yalnız ALLAH’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak insanlar gelmesini dilerim.”
O gece Nahle denilen yerde konaklarlar. Mekke’ye iyice yaklaşmışlardır. Hz. Muhammed, teheccüd namazı kılmakta iken bir grup cin oradadır. O’nun okuyuşunu dinlerler. Etkilenirler. Kendisine görünür ve iman ederler. Sonra da İslam’ın cinler arasındaki ilk duyurucuları olmak için yeryüzüne dağılırlar. Bu olay da Kur’an kaydına geçer:
“Hani Biz, cinlerden bir grubu Kur’an dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Onlar, O’nun huzuruna geldiklerinde birbirlerine: ‘Susun!’ dediler. Kur’an okunması bitince, uyarıcılar olarak toplumlarına döndüler. Şöyle dediler: ‘Ey kavmimiz! Kuşkusuz biz, Musa’dan sonra indirilen ve kendisinden öncekileri onaylayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! ALLAH’ın davetçisine uyun. O’na iman edin. Böylelikle ALLAH günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun.” (Ahkaf, 46:29-31)
Çileli Taif yolculuğunun ikinci meyvesi de Müslüman cinler olur.
Fakat kendisi Zeyd’le birlikte Nahle’de günlerce kalır. Mekke’ye girememektedir. Çölün kurallarına göre şimdi şehrini ve kabilesini terk etmiş sayılmakta, üzerindeki bütün korumalar, kendi boyununki de dâhil olmak üzere, kalkmış sayılmaktadır. Artık Kureyş içinde meşru bir statüye sahip değildir. Ve Taif’te yaşananlar da Mekke’de çoktan duyulmuştur. Şu an Mekke’de herhangi biri tarafından rahatlıkla öldürülebilir ve bu olay da hiçbir sonuç doğurmaz. Kan davası başlatmaz. Nahle’de bekler ve Kureyş’in etkin isimlerinden bazılarına haber göndererek korunma talep eder. Ama Rabbine hiçbir kırgınlığı yoktur. Bu şartlar altında bile tam bir tevekkül içindedir. Kendisine:
Şimdi Mekke’ye nasıl gireceksin?” diye soran Zeyd’e:
“Hiç şüphesiz ALLAH senin göremediğin yerden bir kapı, bir çıkış yolu açacaktır. Şüphe yok ki ALLAH dininin ve Elçisinin yardımcısıdır” der.
Hira dağı civarında rastladıkları Uraykıt isminde bir çobandan kendisine ulaklık yapmasını rica eder. Ricayı kabul eden Uraykıt, Şerik oğlu Ahnes’e gidip, Hz. Muhammed’in koruma talebini iletir. Ahnes, reddeder. Uraykıt red cevabını getirdikten sonra ikinci bir kez daha Mekke’ye döner. Bu defa korunma Amr oğlu Süheyl’den istenir. O da reddeder. Geri dönen Uraykıt’a:
“Üçüncü defa Mekke’ye gider misin” demek kendisine çok zor gelir, mahcup olur ama çaresizdir. Fakat Uraykıt, gidip gelmeleri sorun yapmaz. Bir daha gider. Bu kez de boykotun bitişinde etkin rol oynamış isimlerden biri olan Adiyy oğlu Mutim’e… nihayet o koruması altına almayı kabul eder ve Hz. Muhammed ile evlatlığı Zeyd, günlerce Mekke kapılarında korunma bekledikten sonra en sonunda şehre girebilirler. O gece Mutim’in evinde yatılır. Sabah olunca da Mut’im ve oğulları silahlanmış olarak ortalarına Hz. Muhammed’i alıp Kâbe’ye giderler ve korumalarını orada bütün Kureyş’e duyururlar. Ebu Cehil ilk önce şaşırır, korkar, telaşlanır. Mut’im’e:
“Muhammed’e iman mı ettin yoksa koruma mı verdin?” diye sorar. Koruma verdiğini öğrenince de derin bir nefes alır, sevinir:
“Senin korumana aldığını biz de korumamıza aldık” der. Ve Hz. Muhammed, yapılan bu iyiliği hiç unutmaz. Mut’im birkaç sene sonra ölür. Bu olaydan 5 sene sonra Bedir’de alınan esirleri Mut’im’in oğlu Cübeyr’e gösterecek ve:
“Eğer baban sağ olsaydı ve benden bu kokmuşları hiç karşılıksız serbest bırakmamı isteseydi, sözünü ikiletmez, hemen bırakırdım.” diyecektir.
Yazar: 
Said Alpsoy

Taif Seferi


 
Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif Seferi
Evvela Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif Seferi’nin tarihini tesbitle söze başlamak, sonra Tâif’le ilgili gerekli coğrafi bilgileri vermek daha sonra ise Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif seferini ve ilgili gelişmeleri tetkik etmek daha uygun olur.
Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif’e gidişi, Mekke döneminde peygamberlikten sonra bi’setin 10. yılında, Hz. Hatîce ve Ebû Tâlib’in vefatından sonra,[1] Şevvâl ayının bitimine birkaç gece[2] veya üç gece kala gerçekleşmiştir.
Bazı kaynaklara göre ise Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif’ten Mekke’ye dönüş: 23 Zilkade Salı günü[3] olmuştur.
 
Tâif
Tâif şehri, Mekke’nin 120 km doğusunda, Sarât dağları silsilesi içindeki bir platoda, 1630 m. yükseltide, üzüm bağları ile kaysı ve nar bahçeleri ortasında yer alır.
Tâif, serin iklimiyle, Arabistan’ın Hicaz bölgesinin sayfiye yeridir. “Kureyş’e kolaylaştırıldığı; kış ve yaz seyahatleri onlara kolaylaştırıldığı için on­lar, kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit kor­kudan emin kılan şu Ev’in (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler[4] meâlindeki âyetlerde bu duruma işaret edilmiştir. 
Kureyş kabilesi, bütün Araplarca kutsal sayılan Kâbe’nin gözetim ve bakımını üstlendikleri için bü­tün kabileler onlara saygı gösterirdi. Bu sayede onlar yazın Tâif’in serin yaylalarına, kışın da Yemen’in ılık bölgelerine serbestçe giderlerdi. İşte bu, Allah’ın onlara bir ihsanı idi, çünkü bu şekilde serbest do­laşma sonunda büyük ölçüde ticaret yapıyorlar ve kazanç elde ediyorlardı.
Tâif, Adnânî  Hevâzin’in önemli bir kolu olan Sakîf kabilesinin merkezi idi. Kur’ân-ı Kerîm’de “el-karyeteyn” (iki şehir) tabiri Mekke ile Tâif’i bir arada ifade etmekte ve bu iki şehir arasındaki münasebete işaret etmektedir.
Tâif, Kur’ân-ı Kerîm’de sâdece bu şekil­de geçmektedir. Fakat hicret arifesinde Tâif, batı Arabistan’ın ikinci şehri sayıldığı ve önem bakımından Mekke’den hemen son­ra geldiği söylenebilir. Tâif, verimli arazileri bakımından ise Mekke’den üstündür.[5]           
Tâif’ten bahseden âyet meâlen şöyledir: “Ve dediler ki: Bu Kur’ân iki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” [6] Kur’ân-ı Kerîm’in üstün özelliklerini bilen fakat Hz. Muhammed’e (a.s.) yakıştıramayan Mekkeli müşrikler, bu soruyla kendilerince: “Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Muhammed’e (a.s.) değil, Mekke’nin veya Tâif’in ileri gelenlerinden birine inmeliydi” demek istemişlerdir. Mesela Velîd b. Muğîre: “Vallahi, az önce, Muhammed’in ne insan ne de cin sözüne benzeyen bir söz söylediğini işittim. Söylediği söz bir tatlılığa sahiptir. Üzerinde bir güzellik/zarafet vardır. Üstü çok meyvedardır. Altı çok bereketlidir/canlıdır. O söz herkese üstün gelir; fakat ona üstün gelinmez” (وَاللهِ لَقَدْ سَمِعْتُ مُحَمَّداً آنِفاً يَقُولُ كَلاَماً مَا هُوَ مِنْ كَلاَمِ الإِنْسِ ولاَ مِنْ كَلاَمِ الجِنَّ، إِنَّ لَهُ لَحَلاَوَةً وَإِنَّ عَلَيْهِ لَطَلاَوَةً وَإِنَّ أَعْلاَهُ لَمُثْمِرٌ وَإِنَّ أسْفَلَهُ لَمُغْدِقٌ وَإِنَّهُ يَعْلُوا وَمَا يُعْلَى عَلَيْهِ) şeklindeki sözleriyle Kur’ân-ı Kerîm’in üstün özelliklerini itiraf etmiştir. Aynı şahıs: “Şâyet Muhammed’in dediği hak olsaydı, bu Kur’ân bana veya Urve b. Mes’ûd es-Sekafî’ye[7]  (bazı rivâyetlerde Ebû Mes’ûd es-Sekâfî’ye[8]) indirilirdi” demiştir.
Hâlbuki Yüce Allah nazarında üstünlük; zenginlik veya soylulukla değil, takva iledir. Anne-babadan yetim kalmış ve zengin olmayan Hz. Muhammed (a.s.), soy itibariyle onların en şereflisidir.
Yüce Allah, Mekkeli müşriklerin iddialarını şu meâldeki âyetlerle reddetmiştir: “Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır. Şâyet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları ziynetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara (muttakilere) mahsustur”.
[9]
Tâif Seferi
Urve b. Zübeyr[10] ve -muhaddis tarihçiler devrini başlatan ve Hz. Peygamber’n biyografisiyle ilgili eseri günümüze ulaşan- İbn İshâk’a (85-151/704-768) göre, Mekkeli müşrikler Ebû Tâlib vefat edene kadar Hz. Peygamber’e (a.s.) karşı mesafeli davranıyorlardı. Onun vefatından sonra Mekke’deki durum daha da kötüleşti. Müşrikler, Ebû Tâlib öldükten sonra, o hayatta iken yapamadıkları kötülükleri yapmaya başladılar. Ebû Tâlib ve Hz. Hatîce’nin (r.anha) ölümü Resûlullah’ın (a.s.) kaygısını artırdı. Bunun üzerine Resûlullah (a.s.), Zeyd b. Hârise (r.a.) ile birlikte koruma ve destek elde etmek gayesiyle Tâif’e gitti.
Hz. Peygamber (a.s.), Tâif’in bütün eşrafıyla görüştü. Onları, Allah’ın birliğini kabule, İslâm Dini’ne yardıma davet etti ve Mekkeli muhaliflerine karşı kendisine destek olmalarını talep etti. Daha sonra Müslüman olup Hudeybiye’de Rıdvân biatinde Resûlullah’a (a.s.) biat edecek olan Hâlid (b. Cebel veya Ebî Cebel) el-Advânî, Hz. Peygamber’in (a.s.) Tâif’teki faaliyetlerinin bir kısmına tanık oldu.  Hâlid el-Advânî der ki: “Ben, Resûlullah’ı (a.s.) (Tâif’te iken) Sakîf pazarında (başka bir rivâyette Sakîf’in; yani muhtemelen Tâif’in doğusunda) gördüm. Bir yay veya asâya dayanmış, onlardan yardım istiyordu. Ve’s-Semâi ve’t-Târık’ın (et-Târık Sûresi 86/1-17) tamamını okuduğunu işittim. Câhiliye devrinde, ben müşrikken, bu sûreyi ezberledim, sonra İslâm devrinde okudum.
Hz. Peygamber (a.s.), Tâif’te aradığı desteği bulamadı. Mekkelilerin durumdan haberdar olmasını istemeyen Peygamber Efendimiz (a.s.), Tâifliler’den şehirlerine gelişini gizli tutmalarını rica etti.
Tâif’in ileri gelenleri Hz. Peygamber’den (a.s.) şehirlerini hemen terk etmesini istediler. Sokak çocuklarını ve köleleri kışkırtarak onu (a.s.) ve yol arkadaşı Zeyd b. Hârise’yi taşlattılar. Resûlullah (a.s.) her adım atışında ayaklarına taş atarak ezip kanlar içinde bıraktılar. Resûlullah’a (a.s.) taş değdiğinde yere otururdu. Onlar da kolundan tutup ayağa kaldırırlardı. Yürüyünce de gülüşerek taşlamaya devam ederlerdi. Zeyd b. Hârise ona (a.s.) kendini siper ediyordu. Hatta başından ciddi yaralar aldı. Tâifliler’den kurtulduklarında Hz. Peygamber’in (a.s.) ayaklarından kanlar akıyordu.
Hz. Âişe (r.anha), bir gün, Peygamber Efendimiz’e (a.s.): “Ey Allah’ın Resûlü! Senin başına, Uhud gününden daha çetin bir gün geldi mi?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz (a.s.): “Senin kavminden neler çektim neler! Hele onların yüzünden Akabe günü çektiğim ise, çektiklerim­in en çetini idi: (Taif’e gidip) kendimi Abdi Yalil’lere arz ve bana yardımcı olmalarını niyaz ettiğim zaman, isteğimi kabul etmemiş, reddetmişlerdi. Ben de üzgün bir halde Mekke’ye yönelip, yüzümün doğrusuna gittim durdum. Ancak Karnu’s-Seâlib’de kendime gelebildim. Başımı kaldırıp baktığım zaman, bir bulutun beni gölgelemekte olduğunu gördüm. Tekrar baktığımda, bir de ne göreyim? Bulutun içinde Cebrail var! Hemen bana seslendi: ‘Şüphe yok ki, Allah, kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri red cevaplarını işitti de, onlar hakkında dilediğini kendisine emredesin diye sana Dağlar Meleğini gönderdi! dedi. Dağlar Meleği bana seslendi ve selam verdi. Sonra da: ‘Ey Muhammed! Şüphe yok ki, Allah, kavminin sana söylediklerini işitti. Ben Dağlar Meleğiyim! Rabbin, dilediğini bana emredesin diye beni sana gönderdi. Şimdi, ne dilersen, dile! Eğer onların üzerlerine iki dağı (الأخْشَبَينِ: Mekke’yi kuşatan Ebû Kubeys ve Kuaykıan dağına bakan el-Ahmer dağlarını[11]) kapamamı dilersen dile! (Hemen kapayıvereyim!) dedi.
Ben: ‘Hayır! Ben onların helak olmalarını istemem. Bilakis, Allah’ın, onların nesillerinden, yalnız Allah’a ibadet edecek, O’na hiçbir şeyi şerik koşmaya­cak kimseler çıkarmasını dilerim dedim” (بَلْ أَرْجُو أَنْ يُخْرِجَ اللَّهُ مِنْ أَصْلاَبِهِمْ مَنْ يَعْبُدُ اللَّهَ وَحْدَهُ لاَ يُشْرِكُ بِهِ شَيْئًا) buyurmuştur.[12]
“Âlemlere rahmet olarak gönderilen” [13] Peygamber Efendimiz (a.s.) birçok hadîsinde “müminin lanet[14] edici olmadığını” bildirdiği gibi (لاَ يَكُونُ الْمُؤْمِنُ لَعَّانًا) kendisinin de (a.s.) “lanet edici değil bütün âlemlere rahmet peygamberi” olarak (إِنِّى لَمْ أُبْعَثْ لَعَّانًا وَإِنَّمَا بُعِثْتُ رَحْمَةً) gönderildiğini bildirmiştir.
Hz. Peygamber (a.s.), yaralı bir vaziyette ve güçlükle Tâif dışında Mekkelilere ait bir bahçeye sığınabildi. Bahçe, Bedir Gazvesi’nde (17 Ramazan H. 2, Cuma) Mekkeli müşriklerin safında öldürülecek olan Rebî’a b. Abdişems’in oğulları Şeybe ve Utbe’ye aitti.[15]
Aslen Irâk’ta Musul civarındaki Ninova şehrinden Hıristiyan bir köle olan Addâs, efendileri Şeybe ve Utbe’nin emriyle Hz. Peygamber’e (a.s.) bir tabak üzüm sundu. Hz. Peygamber (a.s.) “Bismillah” (Allah’ın Adıyla) diyerek üzümü yemeye başlayınca bu Addâs’ın dikkatini çekti ve bu sözlerin buralarda söylenmediğini ifade etti. Hz. Peygamber (a.s.), Addâs’ın Ninovalı olduğunu öğrenince orasının Yunus b. Mettâ’nın (a.s.) memleketi olduğunu ve kendisinin de onun gibi bir peygamber olduğunu bildirdi. Bu konuşmadan müteessir olan Addâs, efendilerine rağmen Müslüman oldu. [16]
En önemli iki destekçisi Ebû Tâlib ve Hz. Hatice’nin (r.anha) vefatıyla şartların daha da kötüleşmesi ve himayesiz kalması nedeniyle Mekke’de barınamaz hale gelen Hz. Peygamber (a.s.), Tâif’te 10 gün veya bir ay kaldı.[17]  Bu süre boyunca alaya alınan, taşlanan ve şehri terk etmeye mecbur bırakılan Hz. Peygamber (a.s.), Şeybe ve Utbe’nin bağında iki rekât namaz kıldıktan sonra şu ünlü kudsî duayla Yüce Allah’a yöneldi:
“İlâhî! Güç ve kuvvetimin zayıflığıyla, çare ve imkânlarımın kısıtlılığıyla, insanların gözünde ifade ettiğim kişiliğimin önemsizliğiyle San’a sığınıyorum.
Ey Merhametlilerin En Merhametlisi! Sen sıkıntıya ve zulme uğrayanların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kimlere emanet ediyorsun? Bana sert ve kaba davranan bir yabancıya mı? Yoksa davamda bana üstün kılacağın bir düşmana mı?
 Sen’in katından bana bir gazap ve öfke olmadığı sürece, ben bu başıma gelenlere hiç aldırmayıp katlanırım. Ama Sen’in katından gelecek bir himaye her zaman çok daha hoştur.
İnecek gazabına ya da benim başıma gelebilecek öfkene karşı karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiretteki işleri düzene sokan Sen’in Nur’una sığınıp himaye talep ederim. Sen hoşnut oluncaya dek (benim tarafımdan) yapılacak tevbelere layıksın. Kuvvet ve kudret ancak Sen’dedir”.
(اللّهُمّ إلَيْك أَشْكُو ضَعْفَ قُوّتِي، وَقِلّةَ حِيلَتِي، وَهَوَانِي عَلَى النّاسِ يَا أَرْحَمَ الرّاحِمِينَ أَنْتَ رَبّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبّي، إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهّمُنِي؟ أَمْ إلَى عَدُوّ مَلّكْته أَمْرِي؟ إنْ لَمْ يَكُنْ بِك عَلَيّ غَضَبٌ فَلا أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُك هِيَ أَوْسَعُ لِي، أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِك الّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظّلُمَاتُ وَصَلُحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدّنْيَا وَالآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْزِلَ بِي غَضَبَك، أَوْ يَحِلّ عَلَيّ سُخْطُك، لَك الْعُتْبَى حَتّى تَرْضَى، وَلَا حَوْلَ وَلا قُوّةَ إلا بِك.)[18]
Tâif yolculuğu dönüşü, Resûl-i Ekrem (a.s.), yol arkadaşı Zeyd b. Hârise (r.a.) ile birlikte Mekke’ye girebilmek için bir hâmî bulmak amacıyla araştırma yaptırırken Hirâ Mağarası’nda beklemiştir. Hz. Peygamber’in (a.s.) himaye talep ettiği Ahnes b. Şerîk kendisinin hâlîf olduğunu; halîf olanın himaye veremeyeceğini, Süheyl b. Amr el-Kureşî el-Âmirî de Benî Âmir’in Benî Ka’b’a himâye veremeyeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber (a.s.), himaye istediği üçüncü kişi olan Kureyşli Benî Nevfel’in müşrik reisi Ebû Vehb Mut’im b. Adî b. Nevfel b. Abdimenâf en-Nevfelî el-Kureşî’nin (v. Safer H. 2) himayesinde Mekke’ye girebilmiştir.[19] Mut’im b. Adî’nin soyu, Abdümenâf’ta Hz. Peygamber’in (a.s.) soyu ile birleştiği için onun (a.s.) amcası oğul­larından sayılır ve Hz. Peygamber (a.s.) kendisine “amca” diye hitap ederdi: “Ey amcacığım! Bana himaye ver, tâ ki Beyt’i (Kâbe’yi) tavaf edeyim” (يا عماه أجرني حتى أطوف حول البيت، فأجاره حتى طاف).[20] Zira o zaman –himaye verme hakkına sahip birsinin teminatı ile- Kâbe’yi tavaf edebilmek, Mekke’de serbest dolaşım hakkına sahip olmak demekti.
 
Resûlullah’ın (a.s.), Tâif Seferi güzergâhı[21] 
 






Zeyd b. Hârise el-Kelbî (r.a.)
Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen tek sahabe[22] olan Hz. Zeyd’in (r.a.) babası Hârise b. Şerâhîl;[23] annesi Tay dağlarında ikamet eden[24] -Tay’ın Benî Ma’n kolundan- Su’dâ bint Sa’lebe’dir. O Fil Vakası’ndan on yıl sonra dünyaya gelmiştir.[25] 
Bir görüşe göre Zeyd ismini, Hz. Peygamber (a.s.) vermiştir. Bunun nedeni, Kureyş’in atası, Hz. Peygamber’in (a.s.) beşinci kuşaktan dedesi ve çok sevip sayılan Kusay’ın isminin Zeyd olmasıdır.
Su’dâ bint Sa’lebe, oğlu Zeyd’i dayıları Benî Ma’n’a götürdü. O sıralarda -Kahtânî Kudâa’dan- Kayn b. Cisr oğullarına mensup bir grup süvari, Su’dâ bint Sa’lebe’nin akrabalarından Benî Ma’n’a ait bazı evlere baskın yaptı ve Zeyd’i (r.a.) de kaçırdı. Zeyd (r.a.), o sıralarda, ergenlik çağına yaklaşmış[26] [veya sekiz yaşında] bir çocuktu. Baskıncılar, Zeyd’i (r.a.) köle diye Ukâz [veya Hubâşe çarşısında[27]] satışa çıkardılar.
[Başka bir rivâyete göre ise Zeyd (r.a.), babasından miras kalan develeri bir gruba kiraladı ve onlarla Ukâz çarşısına geldi, söz konusu grup tarafından ihanete uğrayarak köle olarak satıldı.[28]]
Hâkim b. Hizâm da halası Hz. Hatîce (r.anha) için Zeyd’i  (r.a.) 400 veya 600 dirheme satın aldı. Hz. Hatîce (r.anha), Zeyd’i (r.a.) evlilikleri sırasında Hz. Peygamber’e (a.s.) hediye etti.[29]
Hacıların haber vermesi neticesinde, Zeyd’in izini bulan babası Hârise kardeşi Ka’b ile birlikte yanlarına fidye alarak Mekke’ye geldi ve oğlunu Hz. Peygamber’den (a.s.) istedi. O (a.s.), kendisini veya ailesini seçmek konusunda Zeyd’in (r.a.) serbest bırakılmasını teklif etti. Zeyd (r.a.), ailesini bulmasına rağmen, hüsnü muamelesi ve üstün ahlâkı sebebiyle onu (a.s.) tercih etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.) da Zeyd’i (r.a.) azat edip evlat edindi. Zeyd’in ailesi de oğulları hakkında endişelerinin yersiz olduğunu anlayınca Mekke’den Hz. Peygamber’e (a.s.) müteşekkir olarak ayrıldılar. Bu olaylar, bi’setten önce oldu.
Zeyd’in (r.a.) evlatlık durumu Hz. Peygamber’in (a.s.) Medine’ye hicretinden sonra, şu meâldeki âyetin inişine kadar devam etti: “Onları (evlât edindiklerinizi) babalarına nisbet ederek çağırın. Allah yanında en doğrusu budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşleriniz ve görüp gözettiğiniz kimseler olarak kabul edin. Yanılarak yaptıklarınızda size vebal yok; fakat kalblerinizin bile bile yöneldiğinde günah vardır. Allah bağışlayandır, esirgeyendir”.[30]
Hz. Peygamber’in (a.s.) dadısı Ümmü Eymen Bereke, Câhiliye devrinde Yesribli (Medine) Hazrec kabilesinden Ubeyd b. Zeyd[31] [veya Amr[32]] ile Mekke’de evlendi ve kocasının memleketi Yesrib’e/Medine’ye yerleşti. Ubeyd el-Hazrecî vefat edince Ümmü Eymen Mekke’ye döndü. Bu evlilikten, –Huneyn Savaşı’nda (Şevvâl H. 8) şehit olan- Eymen doğdu.
Hz. Peygamber (a.s.), Zeyd’i (r.a.) -Ubeyd el-Hazrecî’nin vefatı üzerine dul kalan- (1) Ümmü Eymen ile evlendirdi. Evlilik, Zeyd’in ergenlik çağından sonra[33] veya bi’setten sonra[34] oldu. Bu evlilikten Üsâme (er-Redif) doğdu. Evlendiklerinde Ümmü Eymen, yaşça Zeyd’den büyüktü.
İslâm’ı ilk kabul eden dört kişiden biri olan Zeyd b. Hârise (r.a.),[35] ashâbın ileri gelenlerindendi. Resûlullah’ın en çok sevdiği şahıslardan biri olması sebebiyle ashab arasında “el-Hubb” (Zeydu’l-Hubb) diye anılırdı. Zeyd’in (r.a.) büyük kardeşi Cebele ve babası Hârise de Müslüman oldular.
Cebele’nin, kendisine faydalı bir şey öğretmesini istemesi üzerine; Hz. Peygamber (a.s.), yatağına girdiği zaman uyumadan önce el-Kâfirûn Sûresi’ni okumasını tavsiye etmiştir.[36]
Zeyd b. Hârise (r.a.) Medine’ye hicret edince Külsûm b. Hidm’in (veya Sa’d b. Hayseme’nin) evine misafir oldu. Zeyd b. Hârise (r.a.) Mekke Muâhâtı’nda Hz. Hamza (r.a.) ile, Medine Muâhât’ında ise Useyd b. Hudayr el-Evsî ile kardeş oldu.
Hz. Peygamber (a.s.), halası Ümeyme bint Abdilmuttalib’in kızı (2) Zeyneb bint Cahş ile Zeyd b. Hârise’yi (r.a.) Medine’ye hicretten sonra[37] evlendirdi. Aralarında ortaya çıkan geçimsizlikten dolayı, Hz. Zeyd, Zeyneb bint Cahş’ı boşadı. Bundan sonra Zeyd (r.a.), (3) Ümmü Gülsûm bint Ukbe b. Ebî Muayt’la evlendi[38] ve bu evlilikten küçük yaşta vefat eden Zeyd (r.a.) ile -Hz. Osman’ın (r.a.) gözetimindeyken vefat eden- Rukiye doğdu.
 Ümmü Külsûm bint Ukbe b. Ebî Muayt, muhâcir olarak Medine’ye geldi. Zübeyr b. Avvâm, Zeyd b. Hârise (r.a.), Abdurrahman b. Avf ve Amr b. Âs b. Vâil el-Kureşî es-Sehmî (v. 43/664) evlenmek üzere Ümmü Külsûm’a talip oldular. Ümmü Külsûm, anne bir kardeşi olan Hz. Osman’ın (r.a.) tavsiyesi üzerine Hz. Peygamber’le (a.s.) istişare etmesini istedi; o (a.s.) da Zeyd’le (r.a.) evlenmesini tavsiye etti. Zeyd (r.a.), daha sonra Ümmü Külsûm’ü de boşadı.[39]
Zeyd (r.a.), (4) Dürre bint Ebî Leheb ile evlendi ve fakat onu da boşadı, ardından ise Zübeyr b. Avvâm’ın (r.a.) kız kardeşi (5) Hind bint el-Avvâm ile evlendi.
Hz. Âişe’nin (r.anha) rivâyetine göre, Zeyd b. Hârise (r.a.) katıldığı bütün seriyyelerde komutan olmuştur. Zeyd, Medine’de kaldığı zamanlarda ise Hz. Peygamber’e (a.s.) vekâlet etmiştir.[40]
Peygamber Efendimiz’in (a.s.) tanınmış okçularında olan Zeyd b. Hârise Karede, Cemûm, ‘Îs, Tarif ve Vâdilkurâ seriyyeleri; Ümmü Kirfe’nin öldürülmesi,  Hismâ Seriyyesi ve Mûte Savaşı’nda (Cemâziyelevvel H. 8) komutanlık yapmıştır. Onun (a.s.) komutanlık yaptığı en önemli sefer, Bizans’a karşı yapılan Mûte Savaşı’dır. O, bu savaşta 50 veya 55[41] yaşında şehit olmuştur.
Peygamber Efendimiz’in (a.s.): “Sen, bizim kardeşimiz ve azatlımızsın” diye hitap ettiği Zeyd b. Hârise’nin (r.a.) kızının içini çekerek hıçkıra hıçkıra ağladığını görünce, Hz. Peygamber (a.s.) de onun (r.a.) vefatına sesli bir şekilde ağlamış, bunun üzerine Sa’d b. Ubâde:
“Ey Allah’ın Resûlü! Bu nedir?” diye sormuştur.
Hz. Peygamber (a.s.) de: “Bu, sevgilinin sevgilisine özlemidir”: (هذا شوق الحبيب إلى حبيبه) buyurmuştur.[42]
 
Cinlerin Kur’ân-ı Kerîm’i Dinlemeleri 
Konuyla ilgili rivâyetleri, rivâyetlerde işâret edilen tarihleri ve yerleri dikkate alarak meseleyi değerlendiren hâdis-siyer âlimleri ve şârihleri, -insan türünün mevcudiyetinden önce, yakıcı ve her şeye nüfûz edici ateşten (nâr-ı semûm, mâric) yaratılan, duyularla idrak edilemeyen ve insanlar gibi ilâhî emirlere uymakla sorumlu tutulan- cinlerin mükerreren Hz. Peygamber’le (a.s.) muhatap oldukları sonucunu çıkarmışlardır.
Mesela şârihler, “cinlerin semâdan haber almalarına izin verilmemesi ve haber almak için semâya yükseldikçe üzerlerine ateş parçaları (شِهَابٌ: şahâp) atılması” hadîsinin siyakından hareketle cinlerin ilk gelişlerinin bi’setten sonra olduğunu belirtmişlerdir. İşte bu münasebetle cinler, olayın sebebini araştırıp tespit etmişler ve kavimlerine dönmüşlerdir. İslâm daveti yayılınca da gelip Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemişler ve Müslüman olmuşlardır. Bu hâdise, iki hicret; yani Habeşistan ve Medine hicretleri arasında olmuştur. Cinlerin Hz. Peygamber’e (a.s.) gelip-gitmeleri Medine devrinde de devam etmiştir.
Hadîsçilere göre, Hz. Peygamber (a.s.)  Tâif’e gitmeden iki sene önce, cinler Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemişlerdir. Mesela Buhârî, İbn Abbâs’tan şu rivâyeti nakleder: “Peygamber (a.s.) ashâbından birkaç kişi ile birlikte Ukâz çarşısına gitmek üzere yola koyuldu. O tarihte cinler semâdan haber almaktan alıkonuluyor, haber almak için semâya yükseldikçe üzerlerine ateş parçaları atılıyordu.
Semâdan kovulan cinlere: ‘Neden hiçbir haber getirmiyorsunuz?’ diye soruldu.
Onlar da: ‘Semâdan haber almaktan alıkonulduk; üzerimize ateş parçaları atıldı’ dediler.
Bunun üzerine birbirlerine: ‘Sizinle semânın haberi arasına giren; yeni vuku bulmuş bir şeydir. Yeryüzünün doğusunu ve batısını dolaşın, sizinle semânın haberi arasına giren şeyi öğrenin’ dediler.
Tihâme yolunu tutan yedi veya dokuz kişilik bir grup cin, o sırada Ukâz çarşısına gitmek üzere Nahle’de bulunan ve ashâbına sabah namazını kıldıran Resûlullah’a (a.s.) rastladı. Cinler sabah namazında okunan Kur’ân’ı işitince dinlemeye koyuldular ve: ‘Bizimle semânın haberi arasına giren budur’ deyip kavimlerine döndüler:
‘Ey kavmimiz! Bizi doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik, ona inandık. Biz Rabb’imize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız’ dediler. Bunun üzerine:
‘De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinlediği bana bildirildi’[43] (meâlindeki) sözlerle başlayan âyetler indirildi”.[44]   
İbn İshâk, Vâkıdî ve İbn Sa’d gibi siyer-megâzî alimlerine göre, Resûlullah’ın (a.s.) Tâif’ten Mekke’ye dönerken Nahle-i Yemeniyye (نَخْلَة الْيَمَانِيَّةِ) denilen yerde konaklamış, geceleyin el-Cin Sûresi’ni okurken Nesîbîn’den[45] gelen yedi cin kendisini dinlemiştir.
el-Cin Sûresi’nin ilk âyetleri (1-9) meâlen şöyledir: “(Resûlüm!) De ki: Cinlerden bir topluluğun (benim okuduğum Kur’ân’ı) dinleyip de şöyle söyledikleri bana vahyolunmuştur: Gerçekten biz, harikulade güzel bir Kur’ân dinledik. Doğru yola iletiyor, ona iman ettik. (Artık) kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız. Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yücedir. O, ne eş ne de çocuk edinmiştir. Doğrusu bizim beyinsiz olanımız (iblis veya azgın cinler), Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş. Hâlbuki biz, gerek insanlar gerekse cinler Allah hakkında asla yalan söylemezler, sanmıştık. Şu da gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da, onların taşkınlıklarını arttırırlardı. Onlar da sizin sandığınız gibi, Allah’ın hiç kimseyi tekrar diriltmeyeceğini sanmışlardı. Doğrusu biz (cinler), göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev huzmeleriyle doldurulmuş bulduk. Hâlbuki (daha önce) biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup) oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev huzmesi (شِهَابًا)[46] buluyor”.
Yine Vâkıdî, bu olayla ilgili olarak el-Ahkâf Sûresi’nin 29. âyeti ve devamındaki birkaç âyetin indiğini ve Resûlullah’ın (a.s.)  Nahle’de birkaç gün kaldığını rivâyet etmiştir.[47] Âyetler meâlen şöyledir: “Hani cinlerden bir gurubu, Kur’ân’ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur’ân’ı dinlemeye hazır olunca (birbirlerine): ‘Susun’ demişler, Kur’ân’ın okunması bitince uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi. (Kur’ân’ı dinleyip kavimlerine döndüklerinde:) Ey kavmimiz! Dediler, doğrusu biz Musa’dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı kısmen bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun”.[48]
İbn Habîb ve İbn Abdilber’e göre, Resûlullah (a.s.) Tâif’ten döndükten üç ay sonra Nesîbîn cinleri gelip ona (a.s.) iman ettiler.[49]
Vâkıdî ve Ebû Nuaym’ın Ebû Ca’fer’den naklettikleri rivâyete göre ise cinler, Resûlullah’a (a.s.) bi’setin 11. yılında, Rebiülevvel ayında geldiler.[50]
Netice itibariyle İslâm inanç esaslarına göre Allah’a itaat etmekle yükümlü olan cinlerin, Hz. Peygamber’le (a.s.) birden fazla muhatap oldukları vakıaya daha uygundur.
 



[1] İbn Hişâm, II,60; Taberî, II,425; İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,231.
[2] İbn Sa’d, I,211-212.
[3] Belâzürî, Ensâb, I,274.
[4] Kureyş 106/1-4.
[5] H. Lammens, “Tâif”, İ. A. (MEB), XI,672.
[6] ez-Zuhruf 43/31. 
[7] عروة بن مسعود بن معتب بن مالك بن كعب بن عمرو بن سعد بن عوف بن ثقيف بن منبه بن بكر بن هوازن بن عكرمة بن خصفة بن قيس عيلان الثقفي أبو مسعود وقيل: أبو يعفور
[8] Bu şahsın ismi Amr b. Umeyr’dir ve Ebû İshâk Muhtâr b. Ebî Ubeyd b. Mes’ûd b. Amr es-Sekafî’nin (1-67/622-687) atasıdır, soy silsilesi: عمرو بن عمير بن عوف بن عقدة بن غيرة بن عوف بن قسي وهو ثقيف şeklindedir.
[9] ez-Zuhruf 43/32-35.
[10] İlk siyer-megâzî müelliflerinden Urve b. Zübeyr [doğum tarihi: 23-29 (643-649) arası/vefat tarihi: 91-99 (709-717) arası]: Hz. Ebû Bekr’in (r.a.) torunu, Hz. Âişe’nin (r.anha) yeğeni, -Resûlullah’ın (a.s.) havarisi, halasının oğlu ve aşere- mübeşşereden- Zübeyr b. Avâm (r.a.) ile –Zâtü’n-nitâkayn- Esmâ bint  Ebî Bekr’in (r.anha) oğlu, başta Hz. Âişe (r.anha) olmak üzere pek çok sahabeden ilim alan, meşhûr muhaddis, megâzî yazarı ve fukahâ-i seb’a’dandır. Urve b. Zübeyr’in bilgi kaynakları hakkında bkz. Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî (206-261/821-875), Ricâl Urve b. Zübeyr Ve Cemâatün Mine’t-Tâbiîn Ve Ğayrihim, thk. Hüseyin Ali Hüseyin el-Cebûrî, Dımeşk 1426/2004.
[11] İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî Garîbi’l-Eser, “خشب” md.
[12] Buhârî, “Bed’i’l-Halk”, 59/7. İkrime b. Abdillâh el-Medenî’nin (21-105/642-723 [?]) rivâyetine göre ise Resûlullah (a.s.) şöyle buyurmuştur: (Tâif Seferi dönüşü) “Cibril bana gelip: Ey Muhammed! Rabbin sana selam söylüyor. Bu, dağlar(dan sorumlu) melektir. Onu gönderip senin emrin dışında hareket etmemesini emretti” dedi. Dağlardan sorumlu melek, ona (a.s.): “İstersen dağı onların üzerine kapatayım veya dilersen yerin dibine geçireyim” dedi. Resûlullah (a.s.): “Ey dağlar(dan sorumlu) melek! Aksine ben onlar için mühlet istiyorum. Belki onların neslinden “lâ ilâhe illallah” diyen kimseler çıkar” karşılığını verdi. “Dağlar(dan sorumlu) melek: “Sen, Rabbinin isimlendirdiği gibi raûf (şefkatli) ve rahimsin (merhametlisin)!” (et-Tevbe 9/17) dedi.
[13] el-Enbiya 21/107.
[14] Lanet, Yüce Allah’ın bağış ve merhametinden uzak olma anlamında bir terimdir. Sözlükte “kovmak, uzaklaştırmak, iyilik ve faydadan mahrum bırakmak” anla­mındaki la’n kökünden türemiş bir isim olup dinî bir terim olarak Allah’ın bağış ve merhametinden uzak bırakılmayı ifade eder (M. K. Yaşaroğlu, “Lanet”, DİA, XXVII,101).
[15] Addâs, Bedir Gazvesi’nde Mekkeli müşriklerin safında Hz. Muhammed’e (a.s.) karşı savaşmamaları için efendileri Şeybe ve Utbe’yi uyarmış ve onları vazgeçirmeye çalışmıştır.
[16] İbn Hişâm, II,60-62; İbn Sa’d, I,211; Belâzürî, Ensâb, I,273-274; Taberî, II,425,426; İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,27-28; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, IV,6-7; İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,231-234; Süheylî, IV,23.
[17] Şâmî, II,438; Zürkânî (1996 n.), II,50.
[18] İbn Hişâm, II,61-62; Zürkânî (1996 n.), II,63-65; Tecrîd Tercemesi, II,758-759.
[19] İbn Hişâm, II,20-21; İbn Sa’d, I,211-212; İbn Habîb, s. 11; İbn Kuteybe, el-Maârif, s. 151; Belâzürî, Ensâb, I,299; İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,27-28; İbn Seyyidinnâs (1992 n.), I,234.
[20] Belâzürî, Ensâbü’l-Eşrâf, III,269 (eş-Şâmile).
[21] Mağlus, Siyer Atlası, s. 136.
[22] el-Ahzâb 33/37.
[23] Hz. Zeyd’in soy silsilesi şöyledir: Zeyd b. Hârise b. Şerâhil b. Ka’b b. Abdiluzza b. İmrülkays b. en-Nu’mân b. Âmir b. Abdivudd b. Avf b. Kinâne b. Bekr b. Avf b. Uzre b. Zeydullât b. Rufeyde b. Sevr b. Kelb b. Vebre b. Tağlib b. Hulvân b. İmrân b. el-Hâf b. Kudâa. Bkz. İbn Sa’d, III,40; Belâzürî, Ensâb, II,107; Ek 1: Şema 3.
[24] Belâzürî, Ensâb, II,118.
[25] Belâzürî, Ensâb, II,111. Temrîz siygasıyla nakledilen bir görüşe göre Hz. Peygamber (a.s.), Zeyd b. Hârise’den on değil yirmi yıl daha büyüktür. Bkz. İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,545. Bu rivâyet, Zeyd b. Hârise’nin 50 veya 55 yaşında Mûte Savaşı’nda Cemâziyelevvel H. 8’de şehit edilmesiyle çelişir.
[26] Belâzürî, Ensâb, II,107,118.
[27] İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,545; Süheylî, II,290.
[28] Belâzürî, Ensâb, II,118.
[29] İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,546; İbn Hacer, el-İsâbe, I,563. Başka bir rivâyete göre Zeyd’i Mekke’de el-Bathâ’ denilen yerde gören Resûlullah (a.s.), eşine haberdar ederek ve onun parasıyla Zeyd’i satın aldı (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II,336). Diğer bir rivâyete göre Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Hatîce (r.anha) adına ticaret yaparken ve onun (r.anha) için Zeyd’i Suriye’den satın aldı (Belâzürî, Ensâb, II,108). İbn Hişâm ise Zeyd’i bir grup köle ile birlikte Suriye’den getirenin Hakîm b. Hizâm olduğunu kaydeder. Hakîm b. Hizâm, halası Hz. Hatîce’den (r.anha) kendisine kölelerden birisini seçmesini istedi; o (r.anha) da Zeyd’i seçti (Süheylî, II,290-292).
[30] el-Ahzâb 33/5; Süheylî, II,290-292.
[31] Benî Hâris b. el-Hazrec’den Ubeyd b. Zeyd (İbn Sa’d, VIII,223; İbn Hacer, el-İsâbe, IV,432).  Ubeyd b. Zeyd el-Habeşî şeklinde bir kayıt da bulunmaktadır. Bkz. İbn Kesîr, IV,641.
[32] Belâzürî, Ensâb, II,112.
[33] Belâzürî, Ensâb, II,113,118.
[34] İbn Sa’d, VIII,223. Hz. Peygamber (a.s.) vefat ettiğinde Üsâme b. Zeyd’in (r.a.) 21 yaşında veya 21 yaşından birkaç ay daha küçük olduğuna dair olan rivâyet (Belâzürî, Ensâb, II,116) -eğer başka bir açıklaması yoksa- evliliğin bi’setten sonra olduğunu teyit eder.
[35] İslâm’ı ilk olarak Hz. Hatîce’nin (r.anha) kabul ettiği ittifakla kabul edilmiştir. Ondan sonra kimin ilk olarak Müslüman olduğu ise ihtilaflıdır. İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, bu ihtilafı, hür erkeklerden Hz. Ebû Bekir (r.a.), çocuklardan Hz. Ali (r.a.), kadınlardan Hz. Hadîce (r.anha), azatlı kölelerden (mevâli) Hz. Zeyd b. Hârise (r.a.) ve kölelerden Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.) ilk olarak Müslüman olmuşlardır şeklinde uzlaştırır. Bkz. Şemseddin Ebu’l-Avn Muhammed  b. Ahmed b. Sâlim es-Sefâreynî el-Hanbelî (v. H. 1188), Levâmi’ el-Envâr el-Behiyye Ve Sevâti’ el-Esrâr el-Eseriyye Li Şerhi’d-Dürreti’l-Maziyyeti Fî İkdi’l-Firketi’l-Marziyye, Dımeşk 1402/1982, II,312.
[36] İbn Hacer, el-İsâbe, I,223,397-398.
[37] İbn Sa’d, VIII,101.
[38] İbn Hacer, el-İsâbe, I,564.
[39] Ümmü Gülsûm, Zeyd’den sonra, sırasıyla Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm ve Amr b. ‘Âs’la evlenmiştir.
[40] Belâzürî, Ensâb, II,113.
[41] Ebû Hâtim Muhammed İbn Hibbân b. Ahmed et-Temîmî el-Büstî (277-354/965-890), Üsâme b. Zeyd b. Hârise’nin 55 yaşında vefat ettiğini kaydeder, bkz. Târihu’s-Sahâbe Ellezîne Ruviye Anhum el-Ahbâr, thk. Bevrân ez-Zannâvî, Beyrut 1408/1988, s. 105.
[42] Zeyd b. Hârise için bkz. İbn Sa’d, III,40-47; Halîfe b. Hayyât, s. 51-52; Belâzürî, Ensâb, II,107-117; İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,544-549; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, II,335-339; İbn Hacer, el-İsâbe, I,563-564; Zürkânî (1996 n.), III,340-341.
[43] el-Cin 72/1-9.
[44] Buhârî, “Ebvâbi Sifati’s-Salât”, 10/24; Zürkânî (1996 n.), II,60-61. İbn Abbâs’ın (r.a.) naklettiği rivâyet sahâbe mürselidir. Zira İbn Abbâs (r.a.) olayla ile ilgili rivâyeti işitmiş, olaya tanık olmamıştır. Çünkü İbn Abbâs (r.a.), hadîste zikredilen hâdiseden sonra, Müslümanlara uygulanan boykot yıllarında doğmuştur. Bkz. Tecrîd Tercemesi, II,756-767.
[45] Süheylî,  eserinde Nesîbîn’den (نصيبين بالفتح ثم الكسر ثم ياء علامة الجمع الصحيح) gelen cinlerin isimlerini kaydetmiştir (er-Ravd, II,197). Nesîbîn, el-Cezîre’de meşhûr bir beldedir. Eser ulemâsının naklettiği bir rivâyte göre, burası, isrâ gecesi, Resûlullah’a gösterilmiş; o (a.s.) da sularının tatlılığı, meyvelerinin güzelliği ve yağmurunun bolluğu için Allah’a dua etmiştir (er-Ravd, IV,31; Yâkût el-Hamevî, Mu’cemü’l-Büldân, IV,231 (eş-Şâmile). Çoğu ulemâya göre, Nesîbî’nin Yemen’de olduğunu söylemek (Makrizî -Katar n.-, I,27) bir yanılgıdır (Zürkânî -1996 n.-, II,56-57). Günümüzde Türkiye’mizin Güneydoğu Anadolu bölgesinin Mardin ilinin bir ilçesidir ve Nusaybin olarak bilinmektedir.  
[46] Ayrıca bkz. el-Hicr 15/18; es-Saffât 37/10.
[47] İbn Sa’d, I,211-212; Taberî, II,428; Kastallânî, el-Mevâhib, 270,271.
[48] el-Ahkâf  46/29-31. Âyetin beyanına göre cinler, Yüce Allah'ın yolunun davetçisi olan Hz. Muhammed’e (a.s.) kavimlerinin uymalarını isterken Yüce Allah’ın, günahlarının bir kısmını bağışlayacağını beyan etmişlerdir. Çünkü kul hakkıyla ilgili günahlar, hak sahibinin rızası olmadıkça bağışlanmaz.
[49] İbn Habîb, s. 11; İbn Abdilber, el-İstî’âb, I,27.
[50] eş-Şâmî, II,443 vd.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder