HZ. ÖMER'İN RÜYASI VE ÇALGICI İHTİYAR MEZARLIKTA
http://www.cevaplar.org/index.php?content_view=6117&ctgr_id=45
Prof. Dr. Musa Kazım Yılmaz
2015-06-01 06:16:06
Mevlana Celâleddîn Rumî, Hz. Ömer zamanında çalgı çalan bir
ihtiyardan söz ediyor. Hikâye özetle şöyle: "Hz. Ömer zamanında mezarlıkta
çalgı çalan bir ihtiyar adam vardı. Bu ihtiyar çalgı çalarak geçimini
sağlıyordu. Yaşlılığın ilk dönemlerinde durumu kurtaracak kadar geliri oluyor,
azığı çıkıyordu. Fakat sırtı küp gibi kamburlaşıp, gözlerinin önündeki kaşları
eyer kuskunu gibi aşağı sarkıp da iyice ihtiyarlayınca kelimenin tam anlamıyla
doğan gibi sinek avlamaya başlamış, gittikçe de işleri kötüye gitmişti. Çünkü
cana can katan latif sesi artık çirkinleşmiş ve kimse onu dinlemez olmuştu.
Deyim yerindeyse, Zühre yıldızının kıskandığı o güzel nağme, bir merkebin
sesine dönmüştü. Hâsılı çalgıcı ihtiyar iyice güçsüzleşince, bir somun ekmeğe
muhtaç duruma düştü."
"Çalgıcı bir
gün ellerini açıp Allah'a şöyle yalvardı: "Ey Allahım! Günahkâr bir kul olmama rağmen
yetmiş yıldır rızkımı hiç aksatmadın. Bugün ise kazancım yok, artık senin
misafirinim. Bundan sonra çalgıyı senin için çalacağım. Çünkü senin kulunum.
Beni kabul et." Duayı yaptıktan sonra eline çalgı aletini
aldı, Medine mezarlığına gitti ve orada Allah'ı aramaya başladı. Kendi kendine:
"Allah'ım
bu çalgının ücretini senden alacağım. Çünkü sana yönelmiş gönülleri kabul eden
sensin" diyerek bir yere oturdu ve çalmaya başladı. Çok
çalıp ağlayınca, çalgı aletini yastık yaparak uyumaya başladı. Uyur uyumaz ruhu
kafesten uçtu. Semalarda ve geniş melekût âlemlerinde gezmeye
başladı."
"Tam o saatlerde
uykuya dalan Hz. Ömer'e bir nida geldi: "Ey Ömer! Hazineden yedi yüz dinar al ve
mezarlıkta uyumuş olan has kuluma ver" diyordu. Bu rüya üç
kez tekrarlandı. Hz. Ömer hemen uyandı ve emredilen meblağı koynuna koyarak
mezarlığa gitti. Mezarlıkta çalgıcıdan başka kimse görmeyince "Her halde bana tarif edilen bu
adam olmamalı" dedi. Tekrar bir nida geldi: "Hak buyurdu ki, orada temiz ve
kutlu ve has bir kulumuz vardır" dedi. Hz. Ömer: "Çalgı çalan bir adam nasıl
Allah'ın has kulu olabilir?" dedi ve mezarlığı yeniden
aradı. Fakat ondan başkasını bulamadı. Hz. Ömer ihtiyarın yanı başında durdu ve
onu bir hapşırma tuttu."
"İhtiyar çalgıcı
Hz. Ömer'in hapşırma sesiyle yerinden fırladı ve: "Allah'ım! Adalet senden,
Medine'nin ahlak zabıtası çalgıcı bir zavallı ihtiyarın yakasına yapıştı"
dedi. Hz. Ömer ona: "Korkma, sana Hak'tan müjdeler getirdim. Allah seni o kadar övdü
ki, Ömer'i senin yüzüne âşık etti. Hak sana selam söylüyor. Al çalgı ücreti
olarak da bu altınları gönderdi" dedi.
İhtiyar bunları duyunca
"Ey
Allahım, Kâfi! Bütün ömrümü çalgı aletinin telleri arasında, makamdan makama
gezinirken tükettim. Allahım, verdiklerinle yetinmeyip feryad-u figan eden
nefsimden şikâyetçiyim" diyerek utancından ne yapacağını
bilemez hale geldi. Çalgı aletini yere vurup ağlamaya başladı. Fakat ağlaması
kesilmiyordu. Hz. Ömer de onu teselli edip tövbesinin kabul olduğunu kendisine
bildirdi."(1)
Mevlana önce çalgıcının çıkardığı nağmelere dikkatleri çekerek
tasavvufi yorumlar yapmaya başlıyor. Öncelikle nağmelerin özelliklerine temas
ediyor. Şöyle ki:
a) Çalgıcının sesi o kadar güzeldi ki, bülbül onun sesiyle
kendinden geçerdi. Nağmesiyle kıyamet kopardı.
b-İsrafil'in solukdaşı gibiydi. Makamıyla adeta ölülerin canlarını
bedenlerine sokardı.
c-Fil onu dinleyecek olsa kanatlanırdı.
Mevlana Celaleddin, bu
özellikleri sıraladıktan sonra işari ifadeler kullanarak İslam'ın temel
prensiplerine atıfta bulunur. Şöyle der: "İsrafil bir gün bir makam çalar, yüz yılık
çürümüş insana can verir." Bu ifade, Kur'an'da "Ve Nufiha Fi's-Suri"
şeklinde ifade edilen İsrafil'in Sur'a üfürüşünü hatıra getirmektedir. "Peygamberlerin içinde de
nağmeler vardır" ifadesiyle de Peygamberlerin mesajlarını
birer nağmeye benzetir. Daha sonra: "Ancak o nağmeleri his kulağı duymaz"
ifadesiyle, çeşitli günahlar ve zulümlerle mühürlenmiş olan kulakların
peygamber mesajlarına karşı sağır olduklarını ifade etmeye çalışır.
Ardından "insanın perilerin nağmelerini
işitemeyeceğini" söyleyerek insanlar ile cinlerin
sırlarının farklı olduğunu anlatmaya çalışır. Daha sonra Peri ve insanın
bilgisizlik zindanında olduklarını ifade ederek ins ve cinin, melekût
âlemlerinin birçok sırlarına vakıf olan meleklere göre adeta cehalet hapsinde
olduklarını anlatmaya çalışır.
Mevlana insanların ve
cinlerin melekût âlemlerinin sırlarına vakıf olamadıklarına delil olarak Rahman
Suresi'ndeki "Ey cin ve insan toplulukları, Göklerin ve yerin çevresini aşıp
geçmeye gücünüz yetiyorsa aşınız. Ama Allah'ın verdiği bir güç olmadan
geçemezsiniz ki"(2)şeklindeki bir ayete atıfta bulunur.
Mevlana daha sonra Allah'ın dostları olan velilere verilmiş
bulunan manevi tasarrufa işaret eder ve der ki:
گربگويم شمه اي زان نغمها:
جانها سربرزنند از دخمها
گوش را نزديك كن كان دورنيست
ليك نقل آن بتودستورنيست
جانها سربرزنند از دخمها
گوش را نزديك كن كان دورنيست
ليك نقل آن بتودستورنيست
"Velilerin içindeki nağmelerden
söylesem canlar mezarlarından başkaldırır. Kulağını yaklaştır, çünkü uzak
değildir. Ancak onu sana nakletmeye izin yoktur."
Mevlana velilerin
zamanın İsrafil'i olduklarını söyleyerek, ölü olan kalplere imanı
aşılamakla hayat verdiklerini anlatır. Daha sonra,
velilerin hakikat-i Muhammediyenin ve nübüvvetin varisleri olduğunu ifade etmek
için Hz. Peygamber'in (s.a.v) bir hadisine atıfta bulunarak şöyle der:
"Mustafa "Beni görene ve benim yüzümü göreni görene ne mutlu"
dedi." Mevlana bu beyitte sahabe-i kiramın ve tabiun ulemasının ve onların
yolunda yürüyen velilerin dindeki makamlarına işaret etmektedir. Bunu bir
temsil ile şöyle dile getirir: "Bir kandil bir mum ışığını alınca, onu gören de kesinlikle o mumu
görmüş olur. Aynı şekilde yüz kandile nakledilse sonuncuyu görmek de aslı
görmek gibidir. Sen onu ister sonuncu ışıktan al, ister can mumundan, hiçbir
fark yoktur."
Mevlana daha
sonra, çalgıcının uyumasına dikkatleri çekerek nefis yorumlar yapıyor ve şöyle
diyor: "Çalgıcı
uyuyunca can kuşu hapisten kurtuldu. Vücuttan ve dünya eziyetinden kurtuldu.
Sade olan bir dünyaya ve can ovasına vardı."
Mevlana Celaldin Rumi,
şehadet âlemi, misal âlemi, mülk ve melekût âlemlerinin birbirinden çok farklı
olduklarını, âlem-i şehadetteki varlığın tek başına ağır bir yük
olduğunu, uyku
ile âlem-i misale girenlerin vücut ağırlığından kurtulduğunu, hele bir melekût
âlemi olan ahiret âlemine intikal eden ruhların sınırsız bir fezada uçar gibi
gezebildiklerini, dünyanın sıkıntılarının orada söz konusu olmadığını anlatır.
Ayrıca bütün imkânlarını tüketen ve kendisini Allah'ın misafiri
olarak takdim eden bir insanın hiçbir zaman toplum içinde mahcup olmayacağına,
o kişinin artık Allah'ın himayesinde olduğuna, eziyete maruz kalmaması için de
Allah tarafından kendisine birçok nimetin behemehal verildiğine, misafirin
böylece asıl konak sahibinin konağına ve sofrasına davet edilmiş olduğuna
işaret etmektedir.
Mevlana, Hz. Ömer'in
ağlayan çalgıcıya: "Senin bu ağlayışın senin akıllılığının eseridir"
şeklindeki sözüne temas eder ve üzerinde yorumlar yapar. Ona göre Hz. Ömer gece
yarısı o sıradan ve kimsesiz çalgıcıyı ziyaret etmiş olmakla, çalgıcının
bakışını ağlama makamından istiğrak makamına çevirmiştir.
Mevlana özetle şöyle
der: "En
büyük akıllılık geçmişi hatırlamaktır. Çünkü maziyi hatırlamakla orada işlenmiş
günahlardan tövbe edilmiş olur. Bazen geçmiş ve gelecek Allah'la ulaşmaya engel
olan birer perde olabilirler. Allah'a perde olan geçmişi de geleceği de at
gitsin. Bazen insanın tövbe etmesi bile günah olabiliyor. Eğer kişi tövbe edip
tövbesini sık sık bozuyorsa, artık tövbe etmekten de tövbe etmesi gerekir."
Ahlakî Hikâyeler: Bu tür hikâyelerin konusunu genellikle enteresan sayılabilecek
bir olay oluşturur. Çoğu zaman garipliklerle dolu olan bir olay vardır. Fakat
bu garipliklerin her biri bir hikmete ve ahlakî bir umdeye işaret etmektedir.
Buna örnek olarak, her vaaza başladığında zalimlere, katı yüreklilere ve
inançsızlara dua eden vaizin hikâyesi zikredilebilir. Hikâye özetle şöyledir:
"Bir vaiz her
kürsüye çıktığında yol kesenlere dua ederdi. "Ey Rabbim, kötülere, zalimlere
ve bozgunculara, Müslümanları alaya alanlara, manastır ehline ve bütün
kâfirlere merhamet et" derdi. Bazıları kendisine: "Hocam, bu ne biçim duadır. Bu
alışılmış bir dua değildir" dediler. Vaiz efendi dedi ki:
"Ben
bunlardan çok iyilik gördüm. Bu yüzden onlara dua ediyorum. O kadar zulüm ve
işkence ettiler ki, beni kötülükten hayra sevk ettiler. Dünyaya ne zaman
yöneldimse, onlar tarafından darp edildim. Bu yüzden benim kurtuluşuma vesile
oldukları için onlara dua etmek benim için görev olmuştur."
(3)
Mevlana Celaleddin Rumi bu hikâyeyi naklettikten sonra ders vermek
amacıyla şu temel ahlakî öğretileri zikreder:
"Bakınız kul
yarasından dolayı Allah'a yalvarır. Allah: "Sonunda dertlerin seni dua eden
bir kişi haline getirdi" buyurur. Hakikatte her düşman,
nefis için birer ilaçtır. Çünkü o düşmandan dolayı Allah'ın lütfuna müracaat
edersin. Hakikatte dostların seni ilahi huzurdan uzaklaştıranlardır. Nitekim
porsuk denen hayvan sopa yedikçe semizleşir. Mümin kişi de tam porsuk gibidir.
Sopa yedikçe manen şişmanlar. Bu yüzdendir ki, peygamberlerin zahmet ve sıkıntıları
bütün insanlarınkinden fazladır. Deri de ilaç ile bela ve işkence çeker. Eğer
ilaç sürülmezse deri kokmaya başlar. Ey insan bil ki, insan tabaklanmamış ve
rutubetlerden çirkinleşmiş ve ağırlaşmış bir deriye benzer. Temiz olması için
acı ilaçları sürmelisin. Eğer buna gücün yetmezse, Allah senin iraden dışında
sana bela verirse razı ol. Zira dostun belasının amacı seni temizlemektir. Kişi
başına gelen belayı sefa görürse, bela tatlılaşır. Kişi mağlup iken kendisini
kazanmış görür."
Kuşkusuz Mevlana'nın bu öğretilerinin her biri bir ayet ya da bir
hadisten alınmıştır. Görünürde garipliklerle dolu olan hikâyenin amacı
hikmetlerle dolu olan İslam ahlakını öğretmektir.
Kur'an Kıssaları: Mevlana Celaleddin Kur'an kıssalarından çokça istifade etmiştir.
Bu kıssaları naklederken kahramanların sözleri üzerinde tasavvufî yorumlar da
yapmaktadır. Hud (a.s) ile 'Ad'ın kıssası,(4) Sebe Melikesinin kıssası(5) ile
Musa ve Fir'avn'un kıssası(6) v.s. bu tür hikâyeleri oluşturmaktadır.
Musa İle Firavn kıssalarında çok özel yorumlar yapmaktadır.
Mevlana'ya göre Musa ile Firavun zehir ve panzehir gibidirler. Birisi ışık,
diğeri karanlık olup, ilahî iradeye bağlı birer unsurdurlar. İkisi de mananın
kuludurlar. Hatta Mevlana'ya göre Firavun tek başına kaldığı zaman Allah'a
yalvarmaktadır.
Mevlana'ya göre Musa'lar
ve Firavunlar bu dünyada birer numunedirler. Her Firavun'un bir Musa'sı olduğu
gibi, her Musa'nın da bir Firavunu vardır. Firavun kibir, gurur, zulüm ve sahte
bir azameti ifade eder. Musa ise kulluğu, tevazuyu ve merhameti ifade eder.
Firavun'un bu kibir ve gururu ona öyle bir enaniyet vermiştir ki, çevresindeki
şakşakçıların etkisiyle tanrılık davasında bile bulunur. Fakat Firavun'un
kendisi, tanrı olmadığını, aciz ve zayıf bir kul olduğunu ve etrafında
oluşturulan dünyanın sahte olduğunu en iyi bilen kişidir. Bu yüzden kendisiyle
baş başa kaldığı zaman düşünür ve lisan-ı hal ile Allah'a yalvarır: "Neden bu kötülük, bu zulüm, bir
kibir ve bu sahte azamet hep benim payıma düştü Ya Rab"
diye için için yalvarmaya başlar. Mevlana özetle şöyle der:
"Musa gündüz Hak
Teâlâ'nın önünde yakarırdı. Firavun ise gece vakti: "Ey Allahım, boynumdaki bu demir
tasma nedir? Bu boyunluk olmazsa kim "Ben benim" der?"
diye ağlardı. Ya Rabbi, sen Musa'yı aydınlattın, fakat beni kararttın. Saltanat
davulumu "ilah"
ve "sultan"
diye çalıyorlarsa da gerçekte ay tutulmuş, halk tas çalıyor. Bu çalışla ayı
rüsvay ediyorlar. Ben ki Firavnum, halktan vay başıma gelenler! Bana "Ey
Yüce Rabbimiz" denmesi davulun değil, tasın çalınması anlamına gelir.
Gizlide hakir ve ölçülü oluyorum, fakat Musa'ya varınca nasıl da değişiyorum!
Tıpkı sahte altın gibi; rengi ne kadar parlak olursa olsun ateşi görünce
kararıyor."(7)
Mevlana'ya göre her şeye
rağmen Firavun, düşünme yeteneğine sahip bir insan olarak başını iki avucu
arasına alıp düşündüğünde ilah olmadığını, hatta aciz bir mahlûk olduğunu,
tanrılık davasında bulunmanın bir safsata olduğunu çok iyi bilen bir
karakterdir. Firavun, etrafında oluşturulan azametli, zulümlü ve heybetli
dünyanın bir sabun köpüğü kadar geçici ve kararsız olduğunu herkesten çok iyi
bilen birisidir.
Temsili (Alegoric) hikâyeler: Mesnevi'de bazen bir karakteri, bazen de tasavvufî ve ahlakî
anlamda önemli olan bir prensibi ortaya koymak için bu tür hikâyeler
zikredilmiştir. Bunlar da, insanlardan getirilen örnekler ve hayvandan
getirilen örnekler olmak üzere iki kısma ayrılır. Aslan ile tilki, aslan ile
tavşan, aslan ile kurt, deve ile katırın hikâyeleri, kahramanları hayvan olan
türdendir. Kahramanları insan olan hikâyelerde olduğu gibi, kahramanları hayvan
olan hikâyelerde de hayvan doğru ve ahlaklı bir karakteri temsil etmektedir.
Kahramanlarından biri insan olan hikâyelere Bakkal ve Papağan hikâyesini örnek
olarak zikretmek mümkündür. Hikâye şöyledir:
"Bir Bakkalın
papağanı vardı. Çok hünerli ve konuşkandı. Dükkâncı bir iş için eve gidince
papağan yalnız kaldı. Bir ara dükkânın bir tarafından öbür tarafına atlarken
gülyağı şişelerini döküp kırdı. Bakkal evden döndüğünde, bir de ne görsün,
dükkân yağlarla dolmuştur. Bakkal eliyle papağana vurdu, başını kel yaptı.
Papağan bunun üzerine birkaç gün sustu. Bakkal çok pişman oldu ve: "Yazık yazık. Nimet güneşim
buluta girdi. Keşke elim kırılsaydı da ona vurmasaydım"
demeye başladı. Papağanı tekrar konuşsun diye her gün birçok fakire sadaka veriyordu.
Üç gün sonra dükkânda oturdu; kuşun konuşması için ona her şeyi gösteriyordu.
Bir ara sokaktan başı kel olan bir derviş geçti. Tam o sırada onu gören papağan
konuşmaya ve dervişe nasihatler etmeye başladı. Diyordu ki: "Ey Derviş, neden başın kel olmuş?
Yoksa sen de mi gül yağlarını döküp kel oldun?" Kuş
dervişi kendisi gibi sanmıştı. Halk bu benzetmeden dolayı çok
gülmüştü."(8)
Mevlana bu öykü üzerine
İslam öğretileriyle ilgili olarak enfes yorumlar yapıyor. Papağanın dervişi
kendisine benzetmesinin yanlış olduğunu vurguladıktan sonra şunları kaydeder:
"Her ne kadar "aslan" manasına gelen "şir" ile
"süt"
manasına gelen "şir" yazıda aynıysa da, aralarında çok fark
vardır. O halde iyilerin işini kendi işinle mukayese etme. Zaten bütün âlem bu
yüzden yolunu kaybetti. Kendilerini nebiler ve velilerle mukayese etmeye
kalkışanlar: "Biz de beşer, onlar da beşerdir. İkimiz de yemeye ve uykuya
bağımlıyız" dediler. Kötülüklerinden dolayı aralarındaki
derin farkları kavrayamadılar."
"Her iki türün de aynı yerden beslendiği doğru; ancak
birinden zehir, diğerinden bal damlamaya başladı. Her iki ceylan da ot yedi.
Ancak birinden dışkı, diğerinden misk meydana geldi. Her iki suret de birbirine
benzeyebilir. Nitekim acı su da tatlı su da berraktır. Adam sihri mucize ile
mukayese edip her ikisinin aslını hile zannedebilir. Nitekim Musa'nın
karşısındaki sihirbazlar da Musa'nın asası gibi asa edindiler. Oysa iki asa
arasında çok fark vardı. Bir işte Allah'ın rahmeti, diğerinde laneti
vardı."
"Kâfirler maymun
tabiatlıdırlar. İnsanoğlu ne yaparsa, maymun da onu yapar ve "Ben de onun gibi yaptım"
zanneder. Oysa birisi hakikat diğeri taklittir. Münafık bir kişi, emre uyan bir
müminle birlikte niyaz için değil, husumet için namaza durur. İbadette münafık
ve müminler kazanmakta ve kaybetmektedirler. Birine "mümin"
derlerse, bundan hoşlanır. "münafık" derlerse öfkelenir. "Mümin" adı
zatında sevilir. "Mümin" kelimesini oluşturan Mim, Vav, Mim ve Nun harfleri
insanı şereflendirmez. Harfler tarif içindir. Mümine "münafık"
dersen bu kötü lakap gönlünü akrep gibi sokar. Çünkü münafık Cehennem'den
türemiştir. Ancak "Münafık" kelimesinin acılığı harflerinden
değildir. Zira deniz suyunun acılığı da kabından değildir. Harfler kaplara
benzerler. Mana denizi Allah'ın katında Levh-i Mahfuzdur."
Mevlana Bakkal ve Papağan hikâyesi münasebetiyle daha bu temel
öğretiler gibi birçok öğretiyi zikretmektedir. Kahramanları hayvan olan
hikâyelere örnek olarak da devenin yularını tutup çeken farenin hikâyesini
zikretmek mümkündür. Hikâye şöyle:
"Küçük bir fare
devenin yularını eline geçirdi ve deveyi çekmeye başladı. Deve de ardından
gitti. Fare "Oh be, ne pehlivanmışım ben!" demeye başladı.
Deve farenin böbürlendiğini anladı ve: "Sana gösteririm ben"
dedi. Nihayet bir filin bile geçemeyeceği kadar büyük bir nehrin kıyısına
geldiler. Fare durdu ve hareketsiz kaldı. Deve: "Arkadaşım, hadi yiğitçe nehre
dal" dedi. Fare: "Bu su derindir, ben boğulmaktan korkarım"
dedi. Deve: "Bir ölçeyim bakalım" dedi ve suyun içine
girdi. Sonra da: "Ey basiretsiz Fare, su dize geliyor. Neden şaşırdın?"
dedi. Fare şöyle dedi: "Dizden dize fark vardır. Karınca sana karıncadır, bize ise
ejderhadır. Dolayısıyla bu benim tepemi yüz metre geçer"
Deve: "O
halde bir daha küstahlık yapma da canın yanmasın. Sen kendin gibi farelerle boy
ölçüş" dedi. Fare: "Tövbe ettim. Allah için beni bu sudan geçir"
dedi. Deve: "Sıçra ve benim hörgücüme otur. Senin gibi yüz binlercesini karşıya
geçiririm" dedi.
Mevlana bu hikâyeye yaptığı yorumda hikmetli sözler söylüyor.
Özetle şöyle der:
"Madem peygamber
değilsin, o halde takip et ki, kuyudan makama çıkabilesin. Madem sultan
değilsin o halde yönetilen halk ol. Madem olgun değilsin, yalnız olarak dükkân
açma. "Susunuz"
buyruğunu dinle. Sessiz ol ki, hakkın dili olmadığında kulak ol. Unutma ki,
kibir ve kinin başlangıcı nefsin arzularıdır. Alışkanlıkla bu arzular
sağlamlaşır. Seni alıkoymak isteyene öfkelenirsin. Eğer çamur yemeye başlarsan,
seni çamurdan alıkoyana düşman olursun. Şeytan efendiliğe alıştığı için
eşekliğinden Âdem'i küçük gördü. "Benden daha üstün efendi olur mu?" dedi. Dağ
yılanlarla dolu da olsa korkma, çünkü içinde panzehir de vardır. Nesin arzuları
karınca gibi küçük de olsa, alışkanlıkla yılan gibi olur. Fakat herkes yılanını
karınca görür. Yine de sen imtihan anında şehvet yılanını öldür."
Sonuç:
Hakkın âşıklarından olan
Mevlana Celaleddin Rumî'nin Mesnevisi bir iman ve irfan okulu gibidir.
Mesnevi tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, ahlak, felsefe ve tarih gibi
birçok ilimlere doğrudan ya da dolaylı olarak temas etmektedir. Fakat Mevlana
Mesnevi'de öncelikle Allah'ın varlığını ve birliğini işler. "Mesnevimiz vahdet dükkânıdır.
Onda Allah'tan başka ne görürsen o puttur" diyerek Allah
aşkını her şeyin üstünde tutmaktadır.
Hz. Muhammed'in (s.a.v) hakiki şahsiyetini ortaya koymak, onu en
güzel söz ve benzetmelerle methetmek ve ona övgüler sunmak yine Mevlana'nın
ikinci derecedeki en büyük amaçlarından birisidir.
Mevlana beşeriyeti
kamalatın zirvesine çıkaracak yegâne kaynağın Kur'an olduğuna inandığı için Hz.
Peygamber'den sonra en çok onun üzerinde durur. Mevlana'nın "Ben sağ olduğum sürece
Kur'an'ın kölesiyim. Ben Muhammed'in yolunun tozuyum. Benim sözümden bundan
başkasını nakleden olursa ben ondan da o sözlerden de bizarım"
şeklindeki sözleri bu iki temel inanca ne kadar değer verdiğini göstermektedir.
İbadeti ruhun gıdası ve kalbin cilası olarak kabul eden Mevlana'ya göre Allah'a
kulluk etmek nimetlerin en büyüğü sayılmaktadır. "Kar, ancak takvada, dinde ve
güzel amellerdedir. İki âlemde de felah bunlarla olacaktır"
diyen Mevlana dini ibadet ve itaate ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
İşte Mevlana'nın Mesnevi'de zikrettiği bütün hikâyelerde anlatmak
istediği temalar bunlardır. Bazen bir insan hikâyesi, bazen bir fabl, bazen de
bir temsil yoluyla bu anlatımları gerçekleştirir.
Dipnotlar
1-Mesnevi,
1. defter, 1913-1950, 20072-2112 ve 2161- 2222 beyitleri.
2-Rahman,
55/ 33.
3-Mesnevi,
4. defter, 82- 102. beyitler.
4-Mesnevi,
1. defter, 885 ve sonraki beyitler.
5-Mesnevi,
3. defter, 282-397. beyitler.
6-Mesnevi,
3. defter, 840-1745. beyitler.
7-Mesnevi,
1. defter, 2447-2481 beyitler.
8-Mesnevi,
1. defter, 247 ve sonraki beyitler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder