Mİ’RÂC KANDİLİ
RECEB-İ ŞERÎF’İN YİRMİ YEDİNCİ
GECESİ Mİ’RÂC KANDİLİ’DİR...
Mİ’RÂC KANDİLİ
٨ سُبْحَانَ الَّذ۪ىٓ اَسْرٰى بِعَبْدِه۪ لَيْلًا مِنَ
الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَاالَّذ۪ى بَارَكْنَا حَوْلَهُ
لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَاۜ اِنَّهُ هُوَالسَّم۪يعُ الْبَص۪يرُ ٧
[سورة
الاسرآء:١٧/١]
“Kendisine âyetlerimizden bir
kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) bir gece
Mescid-i Harâm’dan çevresini bereket-lendirdiğimiz Mescid-i Aksâ’yâ götüren
Allâh’ın şanı yûcedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”[1]
﴿ عَلَّمَهُ۫ شَد۪يدُ الْقُوٰىۙ ﴿٥﴾ ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ
﴿٦﴾ وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ ﴿٧﴾ ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ ﴿٨﴾ فَكَانَ
قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ ﴿٩﴾ فَاَوْحٰٓى اِلٰى عَبْدِه۪ مَآ اَوْحٰىۜ ﴿١٠﴾
مَا كَذَبَ الْفُؤَ۫ادُ مَا رَاٰى ﴿١١﴾ اَفَتُمَارُونَهُ۫ عَلٰى مَا يَرٰى ﴿١٢﴾ وَلَقَدْ
رَاٰهُ۬ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ ﴿١٣﴾ عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهٰى ﴿١٤﴾ عِنْدَهَا
جَنَّةُ الْمَاْوٰىۜ ﴿١٥﴾ اِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشٰىۙ ﴿١٦﴾ مَا زَاغَ
الْبَصَرُ وَمَا طَغٰى ﴿١٧﴾ لَقَدْ رَاٰى مِنْ اٰيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرٰى ﴿١٨﴾ ﴾
[سورة
النجم:٥۳/٥-۱۸]
5,6,7. (Kur’ân’ı) ona, üstün güçlere sâhib, muhteşem görünümlü (Cebrâîl) öğretti. O, en yüksek ufukta bulunuyorken (aslî sûretine girip) doğruldu.
8. Sonra (ona) yaklaştı derken sarkıp daha da yakın oldu.
9. (Peygambere olan mesâfesi) iki yay
aralığı kadar, yahut daha az oldu.
10. Böylece Allâh kuluna vahyedeceğini vahyetti.
11. Kalb, (gözün) gördüğünü yalanlamadı.
12. (Şimdi siz) gördüğü şey hakkında onunla tartışıyor
musunuz?
13. Andolsun ki, o, Cebrâîl’i bir başka inişte
daha (aslî
sûretiyle) görmüştü.
14. Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında.
15. Me’vâ cenneti onun (Sidre’nin) yanındadır.
16. O zaman Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.
18. Andolsun, o, Rabbinin en büyük alâmetlerinden
bir kısmını gördü.[3]
"إِنَّ مِمَّا اَدْرَكَ النَّاسُ مِنْ كَلاَمِ النُّبُوَّةِ
اُولٰى: إِذَا لَمْ تَسْتَحْ فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ."
Peygamberimiz (s.a.v.): --- “İnsanlığın
ilk nübüvvetten aldığı öğüt şudur: “Eğer hayân yoksa git dilediğini yap.”[4]Buyurmuştur.
Mİ’RÂC-DA HZ. PETGAMBERİMİZ (ALEYHİ’S-SALÂT-Ü
VE’S-SELÂM)’E VERİLEN HEDİYELER
1- BAKARA SÛRESİNİN SON İKİ ÂYET-İ KERÎMESİ
2- BEŞ VAKÎT NAMAZ
3- ŞİRK HÂRİÇ ÜMMET-İ MUHAMMED’İN AFFI
Bunları inceleyelim…
Mİ’RÂC-DA VUKÛ BULAN HÂDİSELER
Mİ’RÂC-DA ETTEHIYYÂTÜ’NÜN (TEŞEHHÜD’ÜN) OKUNMASI
Teşehhüd duâsı Rasûlüllâh (s.a.v.)’ın Mi’râc hadîsesinin Cenâb-ı
Hakk’la mülâkat sahnesini aksettirir. Şöyle ki: Fahr-i Kâinât, ubudiyet
dâiresinin Rubûbiyet dâiresindeki halktan Hakk’a bir elçi olarak Kurbiyet-i İlâhîyyeye
mazhâr olunca, temsîl ettiği ibâdullah adına Cenâb-ı Hakk’a bir nev’î selâm
olarak hitâbda bulunuyor:
أَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ،
“Bütün
duâlar ve övgüler (veyâ bütün mülkler) bedenî ve mâlî ibâdetler, Yûce Allâh’a mahsûsdur.
Bunlara başkaları hakk kazanamaz.”
“Tahiyyât, tayyibât ve salavât Allâh içindir.” Cenâb-ı Hakk,
huzûruna gelip selâm (ve hediye) makâmînda Habîb-i Kibriyâsının sunduğu bu hitâba
şöyle cevâb verir: Cenâb-ı Zü’l-Celâl ve-tegaddes Hz. Peygamberimiz
(s.a.v.)’ in bu hamd’ine karşılık vermiş;
أَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ
اللّٰهِ وبَرَكَاتُهُ،
“Selâm da,
Yûce Allâh’ın rahmet ve bereketi de Ey Şanlı Peygamber! Sana âittir.” “Ey Nebî,
selâm, Allâh’ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun!”
Tekrâr
Peygamberimiz (s.a.v.); rahmet ve bereketin yalnız kendine değil, bütün
peygamberlere, meleklere ve sâlih kullara da ulaşması için:
أَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ
الصَّالِح۪ينَ،
“Selâm
hem bizlere, hem de Yûce Allâh’ın sâlih Kullarına
(Peygamberlere, meleklere ve iyi kulların üzerine) olsun.”
Diyerek
Yûce Allâh’ın rahmet ve bereketini genellemiştir.
Hakk ile halkın temsîlcisi arasında cereyân eden bu mükâlemeye
şâhîd olan Cebrâil (Aleyhi’s-Selâm) şahâdetini beyân eder:
أَشْهَدُ
أَنْ لاَإِلٰهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّٰهِ.
“Şahâdet
ederim ki, (kesinlikle inanırım ki) Yûce Allâh’dan başka gerçek ma’bûd yoktur. Yine
şahâdet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) Yûce Allâh’ın kulu ve Peygamberidir.” Buyurmuşlardır.
Bir
rivâyette “Allâh’ın sâlih kulları” ibâresinden sonra şöyle denmiştir: “Siz bu
teşehhüdü yaptınız mı semâ ve arzdaki bütün sâlih kullara selâm vermiş
olursunuz.”[5]
Şu halde, mü’minin mi’râcı olarak tavsîf edilen namazdaki
teşehhüd, rûhen ve kalben hüşyâr[6] olan mü’minlere, günde beş
vakit, Rasûlüllâh’ın kulluk hayâtındaki en zirve, en müntehâ makâm olan Mi’râc
safhasını yaşatmaktadır.[7]
***
--- Müslümanlar, her Tahıyyatta (oturuluşta) bu manzarayı hatırlar ve Mi’râc-a yükselmiş olur.
Yaşayamayacağı
bir husûsu anlaması mümkün olamaz. Akıl onu idrâkten acizdir.
Nitekim İran
şâiri şöyle der:
“Kıssa-i
bî-reng-i mira ez men-i bî-dil nepürs,
Katre
deryâ geşt ü Peygamber nemîdânem çi şud.
“Renk
âlemînden sıyrılmış olan mi’râc kıssasını ben bî dile sorma,
Katre iken
deryâ oldum, bilmem ki, Peygamber ne oldu?”
Şeş
cihetten ol münezzeh Zül-Celâl
Bikemukeyf
ona gösterdi cemal
|
Bir fezâ
oldu o demde rûnümâ
Ne mekân
var anda ne arz-u semâ
|
Kim, ne hâlidir, ne mâli, ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehmü hal:
|
Âşikâre
gördü Rabbü’l İzzeti
Âhırette
öyle görür ümmeti
|
Gel
habîbim sâna aşık olmuşam
Cümle
halkı sâna bende kılmışam
|
Her birisinden geçerken îlerû
Emr olundu Yâ Muhammed gel berû
|
Merhaben bik yâ Muhammed dediler
Ey şefâat kâni Ahmed dediler
|
Yürü kim meydan senindir bu gece
Sohbeti sultan seninidir bu gece
|
Ermedi evvel gelen bu devlete
Kimse layık olmadı bu rif’ate:
|
Ne murâdın
vâr ise kılam revâ
Eyleyem
bir derde bin türlü devâ
|
Ümmetini
sanâ verdim ey Habib
Cennetimi
anlara kıldım nasib
|
Zâtıma mir’at
edindim zâtını
Bîle
yazdım âdım ile âdını
|
Sen ki mi’râc
eyleyûb etdin niyâz
Ümmetin
mîrâcını kıldım namâz
|
Her kaçan kim bu namazı kılalar,
Cümle gök ehli savabın bulalar
|
Çünkü her türlü ibâdet bundadır,
Hakka kurbiyyetle vuslat bundadır
|
Sıdk ile beş vakit olundukça eda,
Elli vaktin ecrin eyler hakk ata.
|
Dediler:
“Ey Kıble-i İslâmü dîn
Kutlu
olsun sâna mîrâc-i Güzîn
|
Allâhümme
salli alâ seyyidinâ Muhammedinillezî câe bilhakkıl mübîn ve erseltehû
rahmetel lil âlemîn.
|
BAKARA SÛRESİNİN SON İKİ ÂYET-İ KERÎMESİ (ÂMENE’R-RASÛLÜ)
Bakara sûresinin sonundaki iki âyet halkımızca Âmene’r-Rasûl
diye adlandırılan aşr-ı şerîf’dir. Rasûlüllâh (s.a.v.)’a Mi’râc esnâsında
vahyedilmiştir. Cenâb-ı Peygamber Mi’râc sırasında Rabbü’l-Âlemîn’e ümmetinin
tahiyyât, tesbihât ve salâvât nevinden ibâdetlerini hediye olarak takdim etmiş,
mukâbilinde de Rabbü’l-Âlemîn’den ümmetine hedâya olarak bu iki âyeti getirmiştir.
Onlarda mü’minler için öyle müjdeler ifâde edilmiştir. Hakîkaten, Mi’râc gibi
Arşı A’la’yı aşıp Kurbiyet-i İlâhîyeye ulaşan muhteşem bir seyahatin muazzam
yolcusu Rahmeten lil-âlemîn olan Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Fahr-i Kâinat olma
makâmîna layık, günâhkâr ve hatâkâr kullara Rabbü’l-Âlemîn’den olmaya elyak[8] misilsiz bir hediye
olmuştur:
ü Tâkâtlarının dışında sorumluluk yoktur!
ü Unutarak, kasıdsız olarak yaptığı hatalarda sorumluluk yoktur!
Rasûlüllâh (s.a.v.) bu iki âyetin “cennet
hazînelerinden”, “Arş-ı Âzam’ın altında bulunan hazine”den alınmış
olduğunu belirtmiştir. Âyetler meâlen şöyledir:
بسم الله الرحمن الرحيم.
﴿ اٰمَنَ الرَّسُولُ بِمَآ
اُنْزِلَ اِلَيْهِ مِنْ رَبِّه۪ وَالْمُؤْمِنُونَۜ كُلٌّ اٰمَنَ بِاللّٰهِ
وَمَلٰٓئِكَتِه۪ وَكُتُبِه۪ وَرُسُلِه۪ۜ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ اَحَدٍ مِنْ
رُسُلِه۪۠ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَاِلَيْكَ
الْمَص۪يرُ ﴿٢٨٥﴾ لَا يُكَلِّفُ اللّٰهُ نَفْسًا اِلَّا وُسْعَهَاۜ لَهَا مَا
كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَااكْتَسَبَتْۜ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَآ
اَوْ اَخْطَاْنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تَحْمِلْ عَلَيْنَآ اِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ
عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِنَاۚ رَبَّنَا وَلَا تُحَمِّلْنَا مَا لَا طَاقَةَ
لَنَا بِه۪ۚ وَاعْفُ عَنَّا۠ وَاغْفِرْ لَنَا۠ وَارْحَمْنَا۠ اَنْتَ مَوْلٰينَا
فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِر۪ينَ ﴿٢٨٦﴾ ﴾
[سورة البقرة:٢/۲۸٥-۲۸٦]
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
(O, Rahmân ve O, Rahîm olan Allâh (c.c.)’ın adıyla).
“O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene imân etti,
müminler de. Onlardan her biri, Allâh’a, meleklerine, kitâblarına,
peygamberlerine inandı. “Onun (Allâh’ın) peygamberlerinden
hiçbirini diğerlerinden ayırmayız, (hepsine inanırız), dinledik (kabûl
ettik, emrine) itaat ettik. Ey Rabimiz, mağfiretini (isteriz). Son
varışımız ancâk sanadır” dediler. Allâh hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını yüklemez. (Herkesin) kazandığı (hayır) kendi fâidesine,
yaptığı (şer de) kendi zararınadır. “Ey Rabbimiz unuttuk yahut
yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme. Ey Rabbimiz, bizden evvelki (ümmet)
lere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, tâkat
getiremeyeceğimizi bize taşıtma. Bizden (sâdır) olan (günâhları)
sil, bağışla, bize mağfiret et, bizi esirge. Sen Mevla’mızsın bizim. Artık
kâfîrler gürûhuna karşı da bize yardım et”[9]
Önceki âyet îmân esâslarını ve mü’minin edebini beyân ederken,
son âyet, Cenâb-ı Hakk’ın mü’mine olan başlıca lütûflarını sayıyor. Rabbimizin
lütûfları, kulun duâ ve talebi üslûbunda sayılmaktadır, toplam yedi tânedir.
Yâni yedi aded Lûtf-i Rabbânî’dir. Zîrâ vermek istemeseydi istemek vermezdi![10]
Buhârî şârihi Aynî, “Bize
gücümüzün yetmeyeceği şeyi yükleme” âyetinin mânâsı yedi farklı şekilde
anlaşılmıştır der ve kaydeder:
1- Yâ Rabbî! Bize, tâkat
getiremeyeceğimiz meşakkatli emirlerde bulunma.
2- Bize azâb verme.
3- Bizi içimizden geçen vesveseler sebebiyle cezâlandırıp azâb
etme.
4- Bize kuvvetli şehvet verme, çünkü bu, ateşe gitmemize sebeb
olur.
5- Bize, tâkat getiremeyeceğimiz aşk ve muhabbet yükleme.
6- Bizi düşmanların şamatasından koru.
7- Bizi tefrikaya düşürme.
Bir kısım âlimler, bu son
âyetin mü’minlere duâ öğrettiğini binaenaleyh, her mü’minin bunu ezberleyerek
duâ makâmında okuması gerektiğini söylemiştir.[11]
ÖNCEKİ ÜMMETLERE YÜKLENEN AĞIR YÜKLER (=TEKLÎFLER) HAFİFLETİLMİŞTİR.
Önceki
ümmetlere yüklenen ağır yükler (=teklîfler) den bâzıları şunlardır:
2-
Günâh
işleyen uzuvlarını kesmeleri,
3-
Elbiselerinin
pislenen yerlerini kesmelerinin emredilmesi,
4-
Sudan başka
bir şeyle temizlenmemeleri, (Temizlik için necâset bulaşan yer
kesilip atılırdı.)[13]
5-
Günde ve
gecede 50 vakît namaz kılmaları,
6-
Mescidden
başka bir yerde namazlarının kabûl edilmemesi,
7-
Oruç tutan
kişinin uyuduktan sonra yemek yemesinin harâm olması,
8-
Günâhları
sebebiyle bâzı rızıkların kendilerine harâm oluşu,
10-
Gece işlenen
günâhın sabahleyin kapıda yazılması gibi nice zorluklardır.
Bütün bu
zorluk, teklîf ve yükler de bu Ümmet-i Muhammed’den kaldırılmıştır.[15]
İbn-i Abbâs ve İbn-i Cüreyc
(r.anhüm)’den nakledildiğine göre, evvelki ümmetlere yüklenen bu yükten murâd: Onların,
maymuna ve hınzıra döndürülmeleridir.[16]
Bu gibi cezâlar da bu ümmetten kaldırılmıştır. Nitekim:
"رُفِعَ عَنْ أُمَّتِى الْخَسْفُ وَالْمَسْخُ، ضالْغَرَقُ."
Bir Hadîs-i Şerîf’de şöyle buyurulmuştur:
--- “Ümmetimden (geçmiş ümmetlerde olduğu gibi toplu
hâlde) Hasf (yere batmak), Mesh (sûretin hayvan sûretine döndürül-mesi)
ve Gark (suda boğulmak) kaldırıl-mıştır.”[17]
Mİ’RÂC DA MÂŞITA ANNEMİZ’İN KABRİNİN KOKUSU
1 --- Übey İbn-ü Ka’b (r.a.)’ın anlattığına göre: “Rasûlüllâh
(s.a.v.) Mi’râc gecesinde çok hoş bir koku hissetti.
--- “Ey Cibrîl bu güzel koku nedir?” diye sordu.
O da anlattı: --- “Bu
mâşıta (berber) kadının, iki oğlunun ve kocasının kabirlerinin
kokusudur. Bunların hikâyesi şöyledir: Hızır (Aleyhi’s-Selâm), Benî
İsrâîl’in ileri gelenlerinden biriydi. Onun yol güzergâhında manastırda oturan
bir râhib vardı. Hızır oradan geçtikçe râhib önüne çıkar, İslâm’ı öğretirdi.
Hızır buluğa erince babası onu bir kadınla evlendirdi. Hızır İslâm’ı hanımına
öğretti ve bunu kimseye haber vermemesi husûsunda söz aldı. Kendisi kadınlara
yaklaşmazdı. Bu sebeple bir müddet sonra kadını boşadı.
Aradan zaman geçince babası, Hızır’ı bir başka kadınla
evlendirdi. Hızır ona da İslâm’ı öğretti ve kimseye söylememesi için söz aldı.
Bu sırrı o iki kadından biri tuttu, diğeri ifşâ etti. (Böylece
onun İslâm’ı yaydığı ortaya çıktı.) Bunun üzerine Hızır oradan kaçtı. Deniz
ortasında bir adaya geldi. Odun kesmek için iki kişi oraya geldi ve onu
gördüler.
Bunlardan biri Hızır’ı gördüğünü gizledi, diğeri ifşâ etti ve: --- “Ben
Hızır’ı gördüm!” dedi.
Ona: --- “Seninle berâber onu başka kim
gördü?” denildi.
O: --- “Falan kimse!” dedi. Ona
soruldu ise de gördüğünü söylemedi. Onların
dîninde yalan söyleyen öldürülürdü. Zamanla bu sır tutan adam, öbür sır
tutan kadınla evlendi. Bu kadın, Firavun’un kızının başını tararken tarak
elinden düştü.
Kadıncağız: --- “Firavun
helâk olsun!” dedi.
Kız bunu babasına haber verdi. Kadının kocasından başka iki de
oğlu vardı. Fir’avun, onları da çağırttı. Bunları dinlerinden çevirmek için
Firavun ısrar etti. Onlar direndiler.
O zaman Fir’avun: --- “Öyleyse
sizi öldüreceğim!” dedi.
Karı-koca: --- “Bu,
tarafınızdan bize bir ihsân olur!” diye merdâne
cevâb verdiler ve: “Madem öldüreceksin hiç olsun bizi bir kabre koy!” dediler. O
da öyle yaptı.
Rasûlüllâh (s.a.v.), Mi’râc-da iken güzel bir koku duydu, Cibrîl
(Aleyhi’s-Selâm)’a bunu sordu. O da bu hâdiseyi anlattı.”[18]
2 --- Enes İbn-ü Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Rasûlüllâh (s.a.v.) buyurdular
ki:
--- “Mi’râc gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin
yazılı olduğunu gördüm: “Sadaka on
misliyle mükâfatlandırıla-caktır. Ödünç para onsekiz misliyle mükâfaatlandırıla-caktır.”
Ben: --- “Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey ne sebeple sadakadan daha
üstün oluyor?” diye sordum.
--- “Çünkü dedi, dilenci (çoğu kere) yanında para olduğu halde
sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talebde bulunur.”[19]
3
--- Hz.
Peygamberimiz (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)’e: --- “Başları taşlarla vurularak ezilen, eski halini aldıkça da tekrar ezilmek sûretiyle azâb
edilmekte olan toplulukların yanından geçti ve:
--- “ Bunlar
kimdir ey Cebrâîl ?” diye sordu.
Cebrâîl (a.s.): --- “Bunlar kendilerine farz
kılınan namazları ifa etmekte tembellik edenlerdir.” Cevâbını
verdi.
4
--- Ön ve arkalarında suçlarını
bildiren yaftalar asılı bulunan, koyunların ot yedikleri gibi yayılan ve zehirli kurumuş diken ve zakkum ile cehennemin kızdırılmış
taşlarını yiyen kimseler şeklinde topluluk
gösterildi. Hz. Muhammed (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm), Cebrâîl (a.s.)’e: --- “Bunlar kim ey Cebrâîl ?” diye sordu.
Cebrâîl (a.s.)’da: --- “Bunlar mallarının farz
kılınan zekatlarını vermeyenlerdir.” Dedi.
5 --- Önlerinde
etlerin en güzelinden nefis bir şekilde pişirilmiş, tertemiz tencerelerin
içerisinde, lezîz etler konmuş; yanına da çok pis kaplara çiğ ve kokmuş etler
konmuş; temiz ve lezîz etler dururken pis tencerelerdeki kokmuş etleri yiyen
kalabalığın yanından geçerken, bunların kim olduklarını Cebrâîl
(a.s.)’a sordu:
Cebrâîl (a.s.)
da: --- “Bunların her biri senin ümmetinden iken yanı başında nikâhlı
hanımı bulunduğu halde onu bırakarak namus ve iffetten mahrûm kadınla zinâ
etmiş, o pis kadının yanında sabahlamış.
Bu topluluktaki kadınlardan her biri de, yanı başındaki nâmuslu ve iffetli eşi
dururken onu bırakmış, nâmus ve iffetten mahrûm yabancı erkeğin yanına giderek
onunla sabahlamış olan kadınlardır.”
6 --- Kan hâlinde
akmakta olan bir nehir içinde yüzen ve cehennem taşlarını yutmakta olan bir
kişi gösterildi. Cebrâîl (a.s.)’a bunun kim olduğunu sordu:
Cebrâîl (a.s.)’da: --- “Bunun fâiz yiyen olduğunu söyledi.”
7 --- Demir
makaslarla dudakları kırpılan, kırpıldıkça da eski hâline dönen, dudakları
tekrâr kırpılmak sûretiyle azâb edilen kimseler göste-rildi. Bunların
kim olduğunu sordu:
Cebrâîl (a.s.)’da: --- “Bunlar
ümmetinden yapmadıklarını söyleyen ve söyledikle-rini yapmayan, fitneyi
körükleyen hatibler olduklarını” söyledi.
8 --- İri bir öküzün
bir inden çıkarak tekrâr dönmek istediğini, ama dönemediğini görünce;
--- “Yâ
Cebrâîl! Bu durum nedir ?” diye sordu.
Cebrâîl (a.s.): --- “Ümmetinden
müsteh-cen konuşanların söylemiş oldukları kötü sözden mahcûb olup kurtulmak
istediği halde kurtulamayan kişilerin durumudur.” Dedi.
Mİ’RÂC GECESİ NAMAZI VE TESBÎHÂT:
Receb ayının yirmi yedinci gecesine rastlayan
mübârek Mi’raç Gecesinde;
1- On iki rekât nâfile namaz kılınması iyi görülmüştür. Her rekâtında Fâtihâ ile başka
bir sûre okuyarak iki rekâtta bir selâm vermeli, sonra yüz defâ:
"سُبْحَانَ اللّٰهِ وَالْحَمْدُ للّٰهِ
وَ لٰٓا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَللّٰهُ أَكْبَرُ وَلاَحَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ
إِلاَّ بِاللّٰهِ."
OKUNUŞU: “Sübhanallâhi
velhamdü lillâhi ve lâilâhe illallâhü, vellâhü ekber, velâ havle velâ kuvvete
illâ billâh.”
ANLAMI: “Allâhım
seni tenzîh ederim, hamdler sana mahsûsdur. Allâh’dan başka ilâh yoktur, Allâh
en büyüktür, güç kuvvet Allâh’dandır.” Denilmelidir. Bundan sonra,
أَسْتَغْفِرُاللّٰهْ.
2- Yüz defâ istiğfâr ederek, Bundan
sonra da,
"أَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ
عَلٰٓى أٰلِ سَيِّدِنَا وَنَبِيِّنَا مُحَمَّدٍ."
OKUNUŞU: “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammediv ve
alâ âl-i seyyidinâ ve nebiyyinâ Muhammed.”
ANLAMI: “Allâhım! Efendimiz Muhammed’e ve onun âl-i’ne
salât eyle.”
3- Yüz defâ Salât ve Selâm okumaya çalışılmalıdır.
4- Gündüzün de oruçlu bulunmalıdır.
Bu durumda günâhla ilgili olmaksızın yapılacak
her duânın kabulü, Allâh (c.c.)’dan umulur.
E’ÛZÜ BESMELE
VE MÂNÂSI
OKUNUŞU: “Eûzü
billâh-i mine’ş-Şeytâni’r-Racîm, Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.”
ANLAMI: “Allâh-ü
Te’âlâ’nın huzârundan kovulmuş olan Şeytân’ın şerrinden yine Allâh-ü Te’âlâ-yâ
sığınırım!.. , O Rahmân ve O Rahîm olan Allâh-ü Te’âlâ’nın adıyla başlarım!..
ÜÇ
AYLAR
Abdulkâdir
Geylânî (rahımehüllâh) buyuruyor ki;
v Receb, cefâyı terk ayıdır;
v Şa’bân, amel ve vefâ ayıdır;
v Ramazân ise, sadâkât ve safâ ayıdır.
v Receb, tevbe ayıdır;
v Şa’bân, muhabbet ayıdır;
v Ramazân, Hakk’a yakınlık bulma ayıdır.
v Receb, hürmet ayıdır;
v Şa’bân, hizmet ayıdır;
v Ramazân, ni’met ayıdır.
v Receb, ibâdet ayıdır;
v Şa’bân, zâhidlik ayıdır;
v Ramazân ise, ziyâdesi ile ni’metlere ermek ayıdır.
v Receb ayında iyilikler kat kat artar;
v Şa’bân ayında kötülükler kalkar;
v Ramazân ayında ikrâmlar gelmeye başlar.
v Receb, önce gidenlerin ayıdır;
v Şa’bân ortadakilerin ayıdır;
v Ramazân ise, âsîlerin ayıdır.”
(Tevbe ettikler, ibâdet ve tâatta
bulundukları takdirde, âsîlerin günâhlarının en fazla affedileceği aydır)
Zünnûn–i
Mısrî (k. sirruhû) şöyle buyuruyor ki;
§ Receb, âfetlerin geri bırakıldığı;
§ Şa’bân, tâatların yapıldığı;
§ Ramazân da ikrâmların beklendiği aydır.
§ Receb, ekim,
§ Şa’bân, sulama;
§ Ramazân ise, harman ayıdır.
Her ekilen biçilir. Her yapılan işin karşılığı görülür. Bir
kimse ekim zamanını boşa geçirirse, harman zamanında pişmanlık duyar. Âhirette
kötülük göreceğinden dünyada beslediği ümitler de hiç olur.
Sâlih
zâtlardan bâzıları buyurmuşlardır ki;
ü Sene bir ağaçtır.
ü Receb ayı, senenin yapraklanma günleridir.
ü Şa’bân ayı, meyvelenme günleridir.
ü Ramazân ayı ise, senenin meyvelerinin toplandığı günlerdir.
Şöyle
anlatılmıştır:
ü Receb ayı, Allâh-ü Te’âlâ-dan gelecek mağfiretlere tahsîs
edilmiştir.
ü Şa’bân, özel olarak, şefâat ayı kılınmıştır.
ü Ramazân ayında iyilikler kat kat verilir.[20]
[2] Âyette Hz. Peygamber’in Cebrail’i gördüğü anda
bakışlarının onda sabitleştiği, başka bir şeye bakamadığı anlatılmaktadır.
[7] Kütüb-i Sitte, 8/474-475, Rahmetü’n-Mine’r-Rahmân, II,
s. 527-528; Kara Davud, s. 324-325.
Elyak: Daha münâsib, Daha lâyık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder