CENNET VE CEHENNEMİN SIFATLARI
CENNETİN
EVSÂFI
عن أبي هريرة رَضِيَ اللهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللهِ ﷺ: قَالَ اللهُ
تَعالى: أعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصّالِحِينَ، مَاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلَا أُذُنٌ
سَمِعَتْ، وَلَا خَطَرَ عَلى قَلْبِ بَشَر. قَال أبُو هُريْرَةَ اِقْرَءُوا إِنْ
شِئْتُمْ: (فَلَا تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا أُخْفِىَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أعْيُنٍ).
أخرجه الشيخان والترمذي.
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)
buyurdular ki:
"Allâh-ü Te’âlâ Hazretleri
fermân etti ki: "Ben ‘Azîmü’ş-Şân, sâlih kullarım için gözlerin
görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayâl ve hatırından hiç geçmeyen ni’metler
hazırladım." Ebû Hureyre ilâveten
dedi ki:
"Dilerseniz şu Âyet-i Kerîme-yi okuyun, (Me’âlen): "Yaptıklarına
karşılık Allâh katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfaatların
saklandığını kimse bilemez"[1]
AÇIKLAMA:
Bu Hadîs, Rabb Te’âlâ-nın Cennet’te sâlih kulları için hazırladığı ni’metlerin
yüceliğini ifâde etmektedir: Öyle ni’metler ki, târifi mümkün değildir. Çünkü
insanoğlu ne görmüş, ne işitmiş ne tatmış, ne de hayâl edebilmiştir. Cennet ve ni’metlerinin
bundan daha yüce, gerçeğine daha yakın bir târifi düşünülemez. Gerçi başka nâsslarda,
Cennet ni’metlerinin sâdece ismen dünyâdakilere benzeyeceği ifâde edilmişse de,
bu benzerlik isimden öteye geçmemektedir, mahiyetinin idrâki mümkün değildir.
İbn-ü Mes’ûd-un rivâyetinde
وَلَا يَعْلَمُهُ مَلَكٌ مُقَرَّبٌ وَلَا
نَبِيٌّ مُرْسَلٌ
"Onu mukarreb (Allâh'a yakın) melekler de bilemez, peygamberler de" ziyâdesi
de mevcûddur. Hadîste geçen "beşer" kelimesini esâs alan bâzı
şarihler: "Meleklerin kalbine gelebilir" ihtimalini ileri
sürmüş ise de, bilhassa İbn-ü Mes’ûd’dan gelen ziyâdenin sarahatine dayanan ‘Ulemâ,
ona da itibar etmemiş, nefyin âmm olmasını esâs almıştır: Sâdece insanın değil,
meleklerin kalbine de Cennet ni’metleri hütûr etmez, tahayyül edemezler.
وزاد البخاري في أخرى، عن سهل بن سعد: وَذكر
مثله. ثمّ قال: وَقَالَ مُحَمّدُ بْن كَعْبٍ: إنَّهُمْ أخْفَوْا اللهِ عَمَلًا
فأخْفَى لَهُمْ ثَوابًا فَلَوْا قَدِمُو عَلَيْهِ أقَرَّ تِلْكَ ا‘عْيُنِ.
Buhârî, bir diğer rivâyetinde şu ziyâdeyi kaydeder: "Sehl İbn-ü
Sa'd anlatıyor -deyip, Hadîsin aynısını kaydettikten sonra- der ki:
"Muhammed İbn-ü Ka'b dedi ki: "Onlar Allâh için ameli gizli
tuttular. Allâh da onların sevâbını gizli tuttu. Kullar yanına gelince onları ni’mete
boğacak."
Hadîs, bu muhtevâda olarak Buhârî'de mevcûd değildir. Hâkim’in el-Müstedrek'inde
mevcûddur (413-414).
وعنه رَضِيَ اللهُ عَنْه قال: قُلْتُ:
يَا رَسُولَ اللهُ ﷺ مِمَّ خُلِقَ الْخَلْقُ؟ قَالَ: مِنَ الْمَاءِ. قُلْتُ:
اَلْجَنَّةُ مَا بِنَاؤُهَا؟ قَالَ: لَبِنَةُ فِضَّةٍ وَلَبِنَةُ ذَهَبٍ.
وَمِطُهَا الْمِسْكُ ا‘ذْفَرُ، وَحَصْبَاؤُهَا اَللُّؤْلُؤُ وَالْيَاقُوتُ،
وَتُرَابُهَا الزَّعْفَرَانُ، مَنْ يَدْخُلُهَا يَنْعَمُ وَ يَبْأسُ، وَيَخْلُدُ
وَ يَمُوتُ، وَلَا تَبْلى ثِيَابُهُمْ، وَلَا يَفْنَى شَبَابُهُمْ: ثُمَّ قَالَ:
ثَثَةٌ تُرد دَعْوَتُهُم: الإمَامُ
الْعَادِلُ، وَالصَّائِمُ حِينَ يُفْطَرُ وَدَعْوَةُ الْمَظْلُومِ يَرْفَعُهَا اللهُ
فَوْقَ الْغَمَامِ، وَتُفَتَّحُ لَهَا أبْوَابُ السَّمَاءِ. وَيَقُولُ اللهُ:
وَعِزَّتِي لأنْصَرَنَّكَ وَلَوْ بَعْدَ حِينٍ. أخرجه الترمذي."المطُ"
الطين الذي يجعل فوق سافي البناء يملط به الحائط. أي يصلح. و"بَئِسَ
يَبْأسُ" إذا افْتَقَرَ واشتدت حاجته.
Yine Sehl İbn-ü Sa'd (r.’a.)
anlatıyor: "Ey Allâh'ın Resulü! Dedim,
insanlar neden yaratıldı?"
--- "Sudan!" buyurdular.
--- "Ya Cennet? Dedim, o neden inşâ edildi?"
---- "Gümüş tuğladan ve altın tuğladan! Harcı da kokulu misk-tir.
Cennet’in çakılları inci ve yakuttan, toprağı da za'feran-dır. Ona giren ni’mete
mazhâr olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi
eskimez, gençliği kaybolmaz." ‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm sözlerine şöyle devâm buyurdular: "Üç kişi vardır duâları
reddedilmez (mutlâkâ kabûl edilir):
1-
‘Âdil İmâm (devlet başkanı).
2-
İftarını yaptığı zaman oruçlu.
3-
Zulme uğrayanın duâsı.
Allâh, (mazlumun) duâsını bulutların fevkine çıkarır ve onlara semâ
kapıları açılır ve Allâh-ü Te’âlâ hazretleri: --- "İzzetime yemîn
olsun! Vakti uzasa da, duânı mutlâkâ kabûl edeceğim!" buyurur."[2]
AÇIKLAMA:
1- Rasûlüllâh bu Hadîs-lerinde üç büyük ameli nazar-ı dikkatimize arz
etmektedir: Adâlet, oruç ve zulme karşı sabır. İlk ikisi ibâdettir, üçüncüsü
zulmün ne kadar büyük bir cinâyet olduğunu ifâde eder. "Mazlum" Hadîste mutlâk geldiği için, âlimler
tarafından "her kim olursa olsun"
açıklaması yapılmıştır. Yani zulme uğrayan kâfir de olsa, facir de olsa,
münafık da olsa duâsı makbuldür. Onun
küfrü, fıskı, nifakı başkasının ona zulüm ve haksız muamelede bulunmasına
meşruiyet kazandırmaz. Bu teferruat Hadîslerde de gelmiştir, daha önce başka
vecihlerle kaydettik.
2- Hadîste geçen يَرْ فَعُهَا فَوْقَ
الْغَمَامِ -ki "Allâh, (mazlumun) duâsını.." diye tercüme ettik- ibâre iki surette anlaşılmaya müsaiddir:
1) Burada bulutların fevkine çıkan ve er veyâ geç Allâh'ın kabûlüne mazhâr
olacak olan duâ "mazlum”un duâsıdır.
2) Bu duâ, Hadîste sayılan üç
grup kimsenin duâlarıdır: Adil imâm, iftar sırasındaki oruçlu ve mazlum.
Aliyyü'l-Kârî: "İki vechin de doğru olduğunu" kabûl eder.
"Sâdece mazlum hakkında olabilir. Çünkü zulmün kötülüğünü tesbît için mübâlağa
münâsîptir. Diğerleri de buna vâv-ı atıfla birleştirilmiştir" mânâsında açıklamada bulunur. Mazlumla ilgili
yaptığı açıklama şöyle: "Hakkında mübâlağa edilmiştir. Çünkü ona ulaşan
zulüm ateşi onu öylesine yakar ki, bundan kırıklık ve tazarru ile duâ çıkar,
bundan da ızdırâr hali hâsıl olur. Allâh lisân-ı ızdırâr ile yapılacak duâyı mutlâkâ
kabûl edeceğini şu Âyette haber vermektedir. (Me’âlen):
"...Muzdâr (çâresiz) kalmış kimse duâ ettiğinde ona cevâb veren ve
sıkıntısını gideren... Allâh"[3]
3- Hadîste, açıklanması gereken son bir husûs, "vakti uzasa
da" diye tercüme ettiğimiz بَعْدَ حِينٍ ta’biridir. Cenâb-ı Hakk duâlara cevâb vereceğini vaâd etmektedir. (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) bunu haber vermektedir. Ancak, ne Kur'ânî kaynak ne de Hadîsler
"ânında, aynıyla" diye bir kayıt getirmezler. Çünkü Cenâb-ı Hakk,
"hâkim"dir, herşeyi hikmetle yapar. Dolayısıyla duâların kabûlünde de
takip edeceği bir hikmet vardır. Ânında yerine getirebileceği gibi, on sene,
yirmi sene, kırk sene sonra da yerine
getirebilir; imhâl eder, fakat ihmâl etmez. Öyleyse mânâ şöyledir: "Ey
mazlum! Ben senin çiğnenen hakkını zâyi’ etmeyeceğim. Uzun zaman geçse de duânı
geri çevirmeyeceğim. Çünkü ben Halîm'im, kulları cezâlandırmada acele etmem.
Belki tevbe ederler; mazlumlara da haklarını vererek gönüllerini alarak râzı
ederler, zulüm ve günâhdan vazgeçerler diye mühlet tanırım."
Hadîs, böylece, Allâh'ın zâlime mühlet tanısa da onu aslâ ihmâl
etmeyeceğine de işârette bulunmuş olmaktadır.
وعن أبي موسىَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: جَنَّتَانِ مِنْ فِضَّةٍ،
آنِيتُهُمَا وَمَا فيهَا؛ وَجَنَّتَانِ مِنْ ذَهَبٍ، آنِيَتُهُمَا وَمَا فِيهِمَا؛
وَمَا بَيْنَ الْقَوْمِ وَبَيْنَ أنْ يَنْظُرُوا الى رَبِّهِمْ إّ رِدَاءُ
الْكِبْرِيَاءِ عَلى وَجْهِهِ في جَنَّةِ عَدْنٍ. أخرجه الشيخان والترمذي .
Hz. Ebû Mûsâ (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Gümüşten iki Cennet vardır. Kapları ve
içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir. Altından iki Cennet vardır,
kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyâları da hep altındandır. Adn Cennet’inde,
Cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında Allâh'ın veçhindeki Ridâü'l-Kibriyâ-dan
(büyüklük perdesinden) başka bir şey yoktur."[4]
AÇIKLAMA:
1- Bu Hadîsin bir başka vechinde rivâyetin evveli şöyle başlar: جِنَانُ الْفِرْدَوْسِ اَرْبَعٌ "Firdevs Cennetleri dörttür: İkisi altından, ikisi de gümüşten..."
Başka rivâyetlerde, altından olan iki Cennet’in mükarrebûn'a yani Allâh'a
yakınlık kesbeden büyüklere, gümüşten olan diğer ikisinin de sağcılara, yani
defteri sağından verileceklere mahsus olduğu belirtilmiştir.
Bu Hadîs, Cennet’in gümüş ve altın tuğlalardan -hatta bir kat altın, bir
kat gümüş tuğladan- bina edildiğini ifâde eden rivâyetlere muarız düşer. Ancak âlimler,
başka rivâyetlerdeki karîneleri değerlendirerek: "Birincisi, her bir Cennet’te
kapkaçak vs. nevinden bulunanların sıfatını, ikincisi de bütün Cennetleri ihata
eden duvarların sıfatını beyan etmektedir" diyerek Hadîsleri te'lif ederler. Bu te'vili te'yid eden delillerinden
biri şu rivâyettir:
اِنَّ اللَّهَ اَحَاطَ حَائِطَ الْجَنَّةِ
لَبِنَةً منْ ذَهَبٍ وَلَبِنَةً مِنْ فِضَّةٍ
"Allâh-ü Te’âlâ hazretleri Cennet’in duvarını
bir (sıra) altından, bir (sıra) gümüşten tuğla ile inşâ etmiştir."
2- Hadîste Allâh'ın görülmesi meselesine de yer verilmiştir. Ehl-i
Sünnet ve'l-Cemaat ‘Ulemâsı, kıyâmet gününde, Cenâb-ı Hakk'ın, insanlara en
büyük lütfu olarak, Vech-i İlahîsi-ni göstereceği husûsunda icma etmiştir.
Mazirî, "perde" kelimesinin kullanılışı ile ilgili olarak şu
açıklamayı yapar: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm), Araplara,
onların anlayacağı bir üslubla, anlayacağı ta’birlere yer vererek hitabederdi.
Bu sebeple, manevî meseleleri, anlayışlarına yaklaştırmak için hissî ta’birata
dökerdi. Burda da öyle yapmış, görmeye mâni’
olan esbabın ortadan kalkacağını, görmenin muhakkak surette vukua geleceğini ifâde
etmek için bu ifâdeye yer vermiştir." Kadı İyaz da şöyle demiştir:
"Arap, istiâreye sıkça başvurur. İstiâre, Arapların i’câz ve fesâhatında
en yüksek edebî sanatı teşkîl eder. Ayet-i Kerîmede geçen جنَاح الذُّلّ "Tevâzû kanadı"[5] ta’biri bunun bir örneğidir. Aleyhissalâtu
vesselâm'ın kelâmında "Ridâü'l-Kibriyâ (büyüklük perdesi) ta’birine yer
vermesi de bu mânâda bir kullanıştır. Bunu anlamayan şaşırır. Kelâmı, zâhiri
üzerine anlamak isteyen, Allâh'a cisim izâfe eder. Meselede vuzuh elde edemeyen
kimse, bu rivâyetin zâhirinin gerektirdiği mânâdan Allâh'ın münezzeh olduğunu
bildiği takdîrde, ya râvîleri tekzîb eder, ya da şöyle (bâsît) bir te'vile
kaçar. --- "Allâh'ın İlahî saltanatının büyüklüğü, kibriyâsı, azameti,
heybeti ve celâli için, kezâ aciz olan beşerî basarların idrâk mâni’lerini ifâde
için Ridâü’l-Kibriyâ ta’biri bir istiâre yapılmıştır. (Oysa Allâh), insanların
basarlarını ve kalplerini güçlendirmek dilerse, onlardan heybetinin hicâbını,
azametinin mâni’lerini kaldırır."
Kirmânî der ki: "Bu Hadîs müteşabihattandır. Bunun karşısında kişi
ya: "Bundan murâdı Allâh bilir" deyip tefvîze gidecek veyâ te'vilde
bulunacak. Te'vil eden: "Veche'den murâd Zât-tır, ridâ, Zât'ın mahlûkâta benzemekten münezzeh olan lâzım
sıfatlarından bir sıfattır" diyecek. Sonra te'vilci, Hadîsin zâhiri:
"Allâh'ın ru’yeti vâkî değil demeyi gerektirir" diyerek müşkilâtlı
bulur ve: "Bunun mefhûm ve mânâsı, nazar yakınlığını beyandır, çünkü ridâu'lkibriyâ
ru’yete mâni’ olmaz, gözlerden mâni’lerin izâlesini, murâdın izâlesi ile ifâde
etti" diyerek cevâblar."
İbn-ü Hacer bu açaklamadan şu neticeyi çıkarır: "Ridâu'l-Kibriyâ ru’yete
mâni’dir. Sanki Hadîste mahzuf bir ibâre var. Onun takdîri اِلَّا رِدَاءُ الْكِبْرِيَاءِ İbâresinden sonra olmalıdır. Çünkü Allâh onu ref etmek suretiyle insanlara
ni’mette bulunmakta ve insanlar Allâh'ı görmeye muvaffak olabilmektedir. Sanki burada
murâd şudur: Mü'minler Cennet’teki yerlerine yerleşince, celâl sahibi Allâh’dan
duydukları heybet olmasaydı, onlarla ru’yet arasında herhangi bir mâni’
olmayacaktı. Onlara ikramda bulunmak dileyince, Allâh onları re'fetiyle kuşatıp
onlara Allâh'a nazar etme takatı vermek suretiyle lütufta bulunur. Sonra لِلَّذِينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنَى وِزِيَادَةٌ "İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bir de ziyâde
vardır."[6]
Âyet-inin tefsîrinde geçen Süheyb Hadîsinde, Ebû Mûsâ Hadîsinde geçen -Ridâü'l-Kibriyâ-dan
murâdın, Süheyb Hadîsinde zikri geçen hicâb olduğuna delâlet eden karîneyi
buldum ve Allâh-ü Te’âlâ Hazretleri'nin Cennet Ehli-ne bir ikram olarak onlar
için bunu açacağını anladım. Mezkûr Hadîs Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbn-ü Huzeyme
ve İbn-ü Hibban'da geçmektedir. Müslim'in metni şöyle:
اِنَّ النّبِىّ ﷺ قال: اِذَا دَخَلَ اَهْلُ
الجَنَّةِ الْجَنَّةَ يَقُولُ اللّٰهُ عَزَّ وَجَلّ: تُرِيدُونَ شَيْئًا
اَزِيدُكُمْ فَيَقُولُونَ اَلَمْ تُبَيّضْ وُجُوهَنَا وَتُدْخِلَنَا الْجَنَّةَ؟
قَال: فيكْشفُ لَهُمْ الحِجَاب فَمَا اُعْطُو شَيْئًا اَحَبَّ اِلَيْهِمْ مِنْهُ
ثُمَّ تَلَا هذِهِ الآيةَ لِلَّذِينَ اَحْسَنُوا الْحُسْنَى.
"Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet
Ehli, Cennet’e girince, Allâh-ü Te’âlâ hazretleri sorar: --- "Size ilâve
bir ni’mette bulunmamı diler misiniz?" Cennet ahâlîsi: --- "Sen bizim
yüzlerimizi ak etmedin mi? Bizi Cennete koymadın mı (daha ne isteyeceğiz)
?" derler. Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) der ki: --- "Bunun
üzerine onlara hicâb açılır. Cennet ahâlîsine bundan daha hoş bir şey
verilmemiştir." (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)
sonra şu Âyeti tilâvet buyurdu. (Me’âlen): "İyi iş, güzel amel yapanlara daha
güzel iyilik, bi de ziyâde vardır"[7]
Kurtubî der ki: "Ridâ bir istiâredir,
onunla azamet kinâye edilmiştir. Nitekim şu Hadîste de böyledir: اَلْكِبْرِيَاءُ رِدَائِي وَالْعَظَمةُ اِزَارِي "Kibriyâ
ridâmdır, azamet de izarımdır."[8] Kurtubî devâmla der ki: "Burada
hislerle algılanan elbise kastedilmiyor. Ancak izar ve ridâ Arap muhataplar nazarında
birbirinden ayrılmaz oldukları için, azamet ve kibriyâyı bu ikisiyle ifâde
etti." İbn-ü Hacer der ki: "Sâdedinde olduğumuz Hadîsin
mânâsı, Allâh'ın izzet ve istiğnâsının muktezası hiç kimsenin onu görmemesi
olduğu halde, Allâh'ın mü'minlere karş rahmeti, ni’metinin bir kemali olarak
Veçh-i İlahîsini onlara göstermesini gerektirmektedir. Mâni’ zâil olunca,
insanlara, kibriyâsının gereğiyle amel etmekte ve sanki Te’âlâ Hazretleri,
onlarla aradaki engel olan perdeyi kaldırmaktadır." Taberî'nin nakline
göre Hz. Ali (r.’a.) de وَلَدَيْنَا مَزِيدٌ "Orada onların dilediği herşey bulunur. Üstelik katımızda bundan fazla
da vardır"[9]
Âyeti-ndeki "fazla"dan maksadın Allâh'ın
veçhini görmek, هُوَ النَّظَرُ الى وَجْهِ اللَّهِ olduğunu söylemiştir.
İbn-ü Battâl der ki: "Bu Hadîste,
Allâh'a cisim izâfe etmeye çalışan Mücessime fırkası için mekân izâfesine bir
yol yoktur. Çünkü Allâh-ü Te’âlâ hazretlerine cisim izâfe etmenin veyâ bir mekânda
bulunmasını gerektiren bir halin mühâl olduğu husûsunda deliller sabittir. Bu
durumda ridâyı, insanların Allâh'ı görmesine mâni’ gözlerdeki âfet olarak
te'vil etmek gerekir. İşte bu âfetin izâlesi, insanların Allâh'ı görme
sırasında Rabb Te’âlâ'nın icrâ edeceği bir fiildir. İnsanlar, bu mâni’ mevcûd
olduğu müddetçe O'nu göremezler. Öyleyse görme fiili varsa, bu mâni’ izâle
olmuş demektir. Bunu ridâ olarak tesmiye etmiştir. Çünkü o, yüzü görmekten alıkoyan
ridâ menzilesindedir. Ancak ona ridâ denmesi mecâzdır."
وفي رواية لَهُمْ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ
ﷺ: في الْجَنَّةِ خَيْمَةٌ مِنْ لُؤْلُؤَةٍ مُجَوَّفَةٍ. وَفي رواية: عَرْضُهَا
سِتُّونَ مِيً: في كُلّ زَاويَةٍ مِنْهَا أهْلٌ َ يَرَوْنَ الاخَرِينَ، يَطُوفُ
عَليْهِمُ الْمُؤْمِنُ.
Yine aynı kaynaklarda şu rivâyet gelmiştir: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet’te, mü'min için,
içi boş tek bir inciden bir çadır vardır. -Bir rivâyette- Genişliği
altmış mildir. Her köşesinde bir refikası bulunur, hiçbiri diğerini görmez,
mü'min bunların herbirini dolaşır."[10]
AÇIKLAMA
Mü'mine Cennet’te hazırlanan bu çadırın bâzı rivâyetlerde yüksekliğinin
altmış mil olduğu ifâde edilmiştir. Demek ki, hem yüksekliği hem de genişliği altmış
mil olacaktır. Her köşesinde bir zevcenin yer alacağı belirtilmiş olmasından, bâzı
âlimler, âhirette huri menşeli olsun, dünyâ menşeli olsun, eşlerin sayıca çok
olacağı hükmünü çıkarmıştır. Köşelerde oturan eşlerin birbirlerini
görememeleri, mesâfenin uzaklığındandır. Bâzı rivâyetlerde, tek bir inciden
mâmul bu çadırın yetmiş kapısı olduğu tasrih edilmiştir.
Çadır diye tercüme ettiğimiz hayme'nin ağaçtan mâmul dört köşeli ev mânâsına
geldiği de söylenmiştir. Böylece mü'minin uhrevî çadırında dört hanımının olacağı
anlaşılabilir. Onları dolaşmaktan mânânın, cima'dan kinâye olduğu
belirtilmiştir.
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: في الْجَنَّةِ مِائَةُ دَرَجَةٍ، مَابَيْنَ كُلِّ
دَرَجَتَيْنِ مِائَةُ عَامٍ. أخرجه الترمذي.
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:---
"Cennet’te
yüz derece vardır. Her iki derece arasında yüz yıl(lık yürüme mesâfesi)
vardır."[11]
وعن عُبادة بن الصّامت رَضِيَ اللّٰهُ
عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: في الْجَنَّةِ مِائَةُ دَرَجَةٍ، مَا بَيْنَ
كُلِّ دَرَجَةٍ وَدَرَجَةٍ كَمَا بَيْنَ السَّماءِ وَالأرْضِ. وَالْفِرْدَوْسُ أعْلَاهَا.
وَمِنْهَا تُفَجَّرُ أنْهَارُ الْجَنَّةِ الأرْبَعَةُ، وَمِنْ فَوْقِهَا يَكُونُ
الْعَرْشُ. فإذَا سَألْتُمُ اللّٰهَ فَاسْألُوهُ الْفِرْدَوْسَ. أخرجه الترمذي.
Ubade İbn-ü's-Samit (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet’te yüz derece vardır. Her bir derecenin diğer derece ile arası, semâ
ile arz arası kadar geniştir. Firdevs bunların en yukaridâ olanıdır. Cennet’in
dört nehri buradan çıkar. Bunun üstünde Arş vardır. Allâh’dan Cennet
istediğiniz vâkît Firdevs'i isteyin."[12]
وعن ابي سعيد رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: "إنَّ في الْجَنَّة مِائَةَ دَرَجَةٍ لَوْ أنَّ
الْعَالَمِينَ."
Ebû Said (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: ---- "Cennet’te yüz derece vardır. Bütün
âlemler bunlardan birinin içinde toplansalar, hepsini de kuşatır, istiab
eder."[13]
وعن أنس رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: إنَّ في الْجَنَّةِ شَجَرَةً يَسِيرُ الرَّاكِبُ في ظِلِّهَا
مِائَةَ عَامٍ َيَقْطَعُهَا؛ وَاقْرءُوا إنْ شِئْتُمْ: وِظِلٍّ مَمْدُودٍ. أخرجه
الترمذي .
Hz. Enes (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet’te bir ağaç vardır ki, binekli
bir kimse yüz yıl gölgesinde yürüse onu katedemez. İsterseniz şu Âyeti okuyun:
وَظِلٍّ مَمْدُودٍ وَمَاءٍ مَسْكُوبٍ
"Daimî gölgededirler,
çağlayıp duran su-başlarındadırlar"[14]
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: مَا في الْجَنَّةِ شَجَرَةٌ إَّ وَسَاقُهَا مِنْ ذَهَبٍ.
أخرجه الترمذي.
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Cennet’te hiçbir ağaç yoktur ki
gövdesi, altından olmasın."[15]
AÇIKLAMA:
Kaydettiğimiz bu beş Hadîs, Cennetle ilgili bâzı tavsif ve târiflerde
bulunmaktadır. Şöyle ki:
1- Cennet tek dereceli değildir. Başlıca yüz
derecesi vardır. Her derecenin mesâfesi diğer dereceye kadar çok fazladır.
Demek ki derece içerisinde de tali tabakalar, mertebeler vardır. Cennetlikler,
ameline uygun bir derecede yerini alacaktır. Nitekim bâzı âlimler yüz derece ta’biriyle
çokluğun kastedildiğini belirtirler. Cehennem de böyledir, küfürdeki şiddetine göre her bir kâfir bir
derekede yerini alacaktır. Ayet-i Kerîme münafıkların atşeşin en aşağı tabakasında
yer alacaklarını ifâde eder.
اِنَّ الْمُنَافِقينَ في الدَّرْكِ اَسْفَلِ
مِنَ النَّارِ
"Şüphesiz ki münafıklar cehennem
ateşinin en aşağı tabakasındadırlar..."[16]
Dereceler arasındaki mesâfeler Hadîslerde farklıdır. Bâzısında beşyüz
yürüme yılı, bâzısında daha az, daha çok denmiştir. Münavî, arada tearuz
olmadığını söyler ve yürümelerin farklı süratlerde vuku bulduğuna dikkat çeker.
2- Firdevs: Her çeşit bitkiyi cem'eden bahçe, bostan mânâsına
gelir. Ancak "Üzüm asmalarının bulunduğu bahçedir" denmiştir.
Kelimenin Rumca, Kıptice ve hatta Süryanice olduğu iddia edilmiştir. Buradan
çıkan dört ana nehirden maksad, başka rivâyetlerde açıklanmıştır: Biri su, biri
süt, biri hamr, biri bal nehridir. Firdevs
Cenneti hepsinin yukarısında, hepsinden üstün olduğu için Allâh’dan öncelikle
bunun taleb edilmesi tavsiye edilmiştir. Şu halde mü'min Allâh’dan bir şey
isterken en yüceyi, en büyüğü, en fazlayı istemelidir. Onun rahmetine sınır
olmadığı için Allâh’dan isterken kanaatkâr olmak, mütevâzî davranmak fazîlet
değildir.
3- Cennet’teki ağacın Tûba ağacı olduğu söylenmiştir. Ancak gölge
kelimesinin, örfî mânâsı anlaşılmamalıdır. Çünkü dilimizde gölge deyince güneş
sıcaklığına karşı hâsıl edilen korunma hatıra gelir. Hâlbuki âhirette güneş
olmayacaktır. Öyleyse gölgeden maksad, ağacın hâsıl ettiği ni’metler ve
rahatlık olmalıdır. Yani Cennet’in neresine gidilse Cennet’i saâdetin dışına
çıkılmayacak demektir. Zıll=gölge kelimesi Arapçada "himâye" mânâsına
da kullanılır. Onun zıllinde demek, onun kanatları, himâyesi altında demektir.
4- Cennet’teki her ağacın gövdesinin altından olmasına gelince, bu ibâre
oradaki ağacın me'lufumuz olan dünyevî ağaçlar gibi olmadığını beyan eder.
Altın, çürümeyen bir maddedir. Öyleyse Cennet
ağacının altından olması, onun ebedi, çürümez bir mahiyette olacağının ifâdesidir.
Bir Hadîs şöyledir: "Cennet’te bir ağaç vardır, gövdeleri altından,
dalları zeberced incidendir. Rüzgâr estikçe bunlar birbirine çarparak öyle bir
name çıkarırlar ki hiçbir kulak böylesine tatlı bir ses işitmemiştir." İbn-ü
‘Abbâs'ın bir rivâyetinde: "Cennet hurmalarının gövdeleri yeşil
zümrüttendir. Dallarının sapı kızıl altından, yaprakları da Cennet Ehli-nin
kisvesindendir. Ceketleri ve hulleleri bundan yapılır. Onun meyvesi ise, küp ve
kovalar gibi iri, sütten beyaz, baldan tatlı, kaymaktan daha yumuşaktır, onlarda
çürük yoktur" denmiştir.
Cennet Ehli-nin bu ağaç altında sohbet edip dünyâ hatıralarını
tazeleyecekleri; eğlence arzu ettikleri zaman, Allâh'ın göndereceği bir
rüzgârla ağacın kımıldayıp, dünyâdaki her çeşit eğlenceyi ortaya koyacağı ifâde
edilmiştir.
وعنه رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: لَقابُ قَوْسٍ في الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِمَّا طَلعَتْ عَلَيْهِ
الشَّمْسُ أوْ تَغْرُبُ. أخرجه الشيخان.وزاد الترمذي عن أنس، في أخرى: وَلَقَابُ
قَوْسِ أحَدِكُمْ، أوْ مَوْضِعُ قَدِّهِ في الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا
وَمَا فيهَا، وَلوْ أنَّ امْرأةً مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ اطّلَعَتْ الى أهْلِ الأرْضِ
لأضَاءَتِ قَوسِ الدّنْيَا وَمَا فيهَا، وَلَمَلاتْ مَا بَيْنَهُمَا رِيحًا،
وَلَنَصِيفُهَا يَعْنِي الْخِمَارَ خَيْرٌ مِنَ الدّنْيَا وَمَا فيهَا."قَاب
القوس وقده" قدره.
Yine Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet’te, yay kadar bir yer, güneşin
üzerine doğduğu veyâ battığı şeyden (dünyâdan) daha hayırlıdır."[17]
Tirmizî, Hz. Enes'ten şu ziyâdede bulunmuştur: "Sizden birinizin
yayı kadar veyâ kamçısı kadar Cennet’teki bir yer, dünyâ ve içindekilerden daha
hayırlıdır. Cennet Ehli-nden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünyâ ve
içindekileri aydınlatır, arzla semâ arasını güzel koku ile doldururdu, onun
başörtüsü dünyâ ve içindekilerden daha hayırlıdır."
AÇIKLAMA:
Daha önce de açıkladığımız üzere, Cennet’te bir yay kadar bir yerin koca
dünyâdan hayırlı olması, mübâlağalı bir ifâde değildir. Çünkü Cennet ebedî
olduğu için, orada ebedî olan az bir nur, burada geçici olan güneşe bedel
olabilir. Dünyâ ise, bir yay veyâ kamçı ile kıyas götürmeyecek derecede büyük
ise de fânîdir, geçicidir, ebedî olan, o azıcık varlığa mukâbil gelemez.
2- Kader olarak mânâlandırdığımız
قَابَ (kâb) kelimesi yayda kirişin takıldığı
"uç"la okun fırlatıldığı orta kısma kadar olan kısım mânâsına da
gelir, yani bir yayın yarısı. Bu durumda mânâ: "Birinizin yayının yarısı Cennet’te
dünyâ ve içindekilerden daha hayırlı..." şeklinde olur. Önceki mânâ asıl
olmakla birlikte, bu da hakîkâte uygundur.
وعن سَعْدِ بن أبي وقّاص رَضِيَ اللّٰهُ
عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: لَوْ أنَّ مَا يُقِلُّ ظُفْرٌ مِمَّا في
الْجَنَّةِ بَدَا لَتَزَخْرَفَتْ لَهُ خَوَافِقُ السّمَواتِ وَالارْضِ، وَلَوْ
أنَّ رَجُلًا مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ اطَّلَعَ فَبَدَا سِوَارُهُ لَطَمَسَ ضَوْءَ
الشَّمْسِ كَمَا تَطْمِسُ الشّمْسُ ضَوْءَ النُّجُومِ. أخرجه الترمذي. "الزَّخْرفة"
الزينة. "والزُّخرف" الذهب. "وخَوَافِقُ السّماءِ" جوانبها الاربعة
وهي جهات الرياح الاربع.
Sa'd İbn-ü Ebi Vakkâs (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet’te olan şeyden bir tırnağın
azalttığı miktar, semâvat ve dünyâ arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak
görünürdü. Eğer Cennet Ehli-nden bir adam dünyâ ehline zuhûr etse ve
bilezikleri görünse o (nun şavkı) güneşin ziyâsını bastırırdı, tıpkı güneşin,
yıldızların ziyâsını bastırması gibi."[18]
وعن أنسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: رُفِعْتُ الى سِدْرَةِ الْمُنْتَهىَ فإذَا أرْبَعَةُ أنْهَارٍ:
نَهْرَانِ ظَاهِرَانِ وَنَهْرَانِ بَاطِنَانِ: فأمَّا الظّاهِرَانِ فَالنِّيلُ
وَالْفُراتُ، وَأمَّا الْبَاطِنَانِ فَنَهْرَانِ في الْجَنَّةِ. أخرجه البخاري.
Hz. Enes (r.’a.) anlatıyor:
"Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Sidretü'l-Müntehâ'ya
çıkarıldım. Orada dört nehir gördüm: İki nehir zâhirdi, iki nehir de bâtın.
Zâhir olan iki nehir Nil ve Fırat nehirleriydi. Bâtın olanlar da Cennet’in iki
nehri idi."[19]
وعن بريدة رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
سَألَ رَجُلٌ رَسُولَ اللّٰهِ ﷺ فقَالَ: هَلْ في الْجَنَّةِ خَيْلٌ؟ قَالَ: إنِ اللّٰهُ
أدْخَلَكَ الْجَنَّةَ فَلَا تَشَاءُ أنْ تُحْمَلَ فيهَا عَلى فَرَسٍ مِنْ
يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ تَطِيرُ بِكَ في الْجَنَّةِ حَيْثُ شِئْتَ إَّ كَانَ. فقَالَ
آخَرُ: هَلْ في الْجَنَّةِ مِنْ إبِلٍ؟ قَالَ: فَلَمْ يَقُلْ لَهُ مَا قَالَ
لِصَاحِبِهِ. فقَالَ: إنْ يُدْخِلْكَ اللّٰهُ الْجَنَّةَ يَكُنْ لَكَ فيهَا مَا
اشْتَهَتْ نَفْسُكَ وَلَذَّتْ عَيْنُكَ. أخرجه الترمذي.
Hz. Büreyde (r.’a.) anlatıyor: "Bir adam Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm)'a: "Cennet’te at var mı?" diye sordu. Aleyhissalâtu
vesselâm da: --- "Allâh-ü Te’âlâ hazretleri seni Cennete koyduğu takdîrde,
kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin
her yere uçuracaktır" buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de: --- "Cennet’te
deve var mı?" diye sordu. Ama buna Aleyhissalâtu vesselâm öncekine
söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular: --- "Eğer Allâh seni Cennete
koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey
bulunacaktır."[20]
AÇIKLAMA:
Hadîsin ibâresi netice itibariyle değişmeyecek farklı bir üslubla
tercümeye de elverişlidir. Ancak, esâs söylenmek istenen, Cennet’te, binme
arzusu duyulduğu takdîrde her tarafa götürecek vasıtaların bulunduğudur. Yine
Tirmizî'nin bir başka rivâyeti bu husûsu daha sarih bir üslubla ifâde etmiştir:
"Bir bedevi gelerek: "Ey Allâh'ın
Resulü! Ben atı severim, Cennet’te at var mı?" diye sordu. Rasûlüllâh şu
cevabı verdi: --- "Cennete konduğun takdîrde, iki kanadı olan yakuttan bir at sana
getirilir. Sen ona bindirilirsin. O seni istediğin yere uçurur." Sâdedinde
olduğumuz Hadîsin sonunda yer alan "canının her çektiği, gözünün her
hoşlandığı" ibâresi şu Âyete işâret etmektedir: وَفيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الانْفُسُ وَتَلَذُّ اَعْيُنُ "...Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şey
vardır..."[21]
Dikkat edilirse, Rasûlüllâh, açık bir şekilde Cennet’te "at" veyâ
"deve vardır" veyâ "yoktur!" demiyor. Ama her arzu edilecek
şeyin var olduğuna dikkat çekiyor. Binme ihtiyacı duyulduğu takdîrde bunun Cennet’i
atlarla yerine getirileceğini belirtiyor. Cennet’teki atlar, dünyevî atlar gibi
değildir.
وعن عليٍّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: إنَّ في الْجَنَّةِ لَمُجْتَمَعًا لِلحُورِ الْعِينِ
يُغَنِّينَ بأصْوَاتٍ لَمْ يَسْمَعِ الْخَلَائِقُ بِمِثْلَهَا، يَقُلْنَ: نَحْنُ
الْخَالِدَاتُ فَلَا نَبِيدُ. وَنَحْنُ النَاعِمَاتُ فَلَا نَبْأسُ، وَنَحْنُ
الرَّاضِيَاتُ فَلَا نَسْخَطُ طُوبَى لِمَنْ كَانَ لَنا وَكُنّا لَهُ. أخرجه
الترمذي."الحُورُ" جمع حوراء، وهي شديدة بياض العين الشديدة سوادها. و"العَيناءُ"
واحدة العين وهي واسعة العين.وقوله: "نَبيدُ" أي نهلك ونتلف.
Hz. ‘Ali (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet’te siyah gözlülerin (hurilerin)
toplanma yerleri vardır. Orada, benzerini mahlûkatın hiç işitmediği güzel bir
sesle şarkı okurlar ve şöyle söylerler: --- "Bizler ebedîleriz, hiç
ölmeyiz! Bizler ni’metlere mazhârız, fakr bilmeyiz! Rabbimizdan râzıyız,
mükedder olmayız! Kendisinin olduğumuz beylerimize ne mutlu!"[22]
AÇIKLAMA:
Dilimizde huri veyâ huri kızı denen Cennet kızları ta’biri Kur'anî bir ta’birdir.
Kur'an'da birçok kereler zikri geçer ve Cennet Ehli-ne bunlardan nikâh
edileceği belirtilir, güzellikleri tasvir edilir. (Duhân Sûresi, 44/54, Tur 20,
Rahman Sûresi, 55/72, Vakı'a Sûresi, 56/22). Hûr, lügat olarak, havra'nın cem'idir.
Havra, gözünün beyazı çok beyaz, siyahı da çok siyah mânâsına gelir. Kısaca
siyah gözlü, ceylan gözlü gibi tercümelere mazhârdır.
Sâdedinde olduğumuz Hadîs, hurilerin Cennet’te dünyâda işitilmemiş olan
fevkalâde güzel namelerle şarkı okuyacaklarını belirtmektedir. Böylece Cennet
Ehli-nin, Allâh'ın bir başka nev'e giren ni’metlerinden kulağa hitap eden ni’metlerini
de, Cennete layık bir üstünlükle tadacağını haber vermektedir.
وعن أنس رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: إنَّ في الْجَنَّةِ لَسْوقًا يَأتُونَهَا كُلَّ جُمْعَةٍ
فَتَهُبُّ رِيحُ الشِّمَالِ فَتَحْثُو في ثِيَابِهِمْ وَوُجُوهِهِمْ
فَيَزْدَادُونَ حُسْنًا َجَمَالًا فَيَرْجِعُونَ الى أهْلِيهِمْ وَقَدْ إزْدَادُوا
حُسْنًا جَمَالًا. فَيَقُولُ أهْلُوهُمْ: واللّٰهِ لَقَدِ ازْدَدْتُمْ بَعْدَنَا
حُسْنًا وَجَمَالًا. فَيَقُولُون: وَأنْتُمْ واللَّهِ لَقَدِ ازْدَدْتُمْ
بَعْدَنَا حُسْنًا وَجَمَالًا. أخرجه مسلم.
Hz. Enes (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Cennet Ehli-nin bir çarşısı vardır. Her
cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini
okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da
güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları: --- "Vallâhi, bizden ayrıldıktan
sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler. Erkekler de: --- "Sizler
de, Allâh'a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!"
derler."[23]
AÇIKLAMA:
Bu Hadîs, yeryüzünde insanların zevk aldıkları toplantı ve içtimaların âhirette
de olacağını ihbar etmektedir. Çarşı diye tercüme ettiğimiz şuh kelimesi,
insanların daha çok alışveriş için biraraya geldikleri, eşdostun
karşılaştıkları yerdir. Çarşı, karşılaşmaya, selamlaşmaya, görüşmeye vesile
olduğu için, rivâyetlede, alışveriş gayesi olmadan da, bilhassa cuma namazından
sonra çarşının şöyle bir dolaşılmasının sünnet kılındığı görülür. Böylece
beşerî bir ihtiyaç olan ünsiyet sağlanmış olur. Şu halde bu meşru zevk âhirette
de vardır. Ancak oranın zevki derece ve mertebe itibariyle çok farklıdır.
Güzellik, ziyâdeleşmede aile efradı arasında karşılıklı muhabbetlerin daha da
artmasına vesile olmaktadır. Müteakip Hadîste de belirtileceği üzere, âhirette dünyâdaki
gibi alışveriş ihtiyacı olmadığına göre, oranın çarşısı, alışveriş yapılan yer mânâsında
anlaşılmamalı, ünsiyetin temin edildiği toplanma yerleri mânâsında
anlaşılmalıdır.
Rasûlüllâh'ın, kuzey rüzgârı ta’birini kullanması, o rüzgârın yağmur ve serinlik
getirmesindendir. Sıcak iklimde bu evsâftaki rüzgâr en ziyâde sevilen ve arzu
edilen rüzgârdır. el-Mebarik'de şöyle denilmiştir: "Çarşıya her
hafta Cennetlikler toplanır, melekler onları kuşatır, onlara gözlerin
görmediği, kulakların işitmediği, insan kalbine hiç doğmamış ni’metler
getirirler. Onlar bu ni’metlerden istedikleri kadar, para ödemeden alırlar. Bu
da Cennet’te tadılan lezzetlerden biridir." Yani,
çarşıdan eve bir şeyler alarak gelme lezzeti. Bunun dahi Cennet’te olduğu
anlaşılmaktadır.
وعن عليّ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: إنَّ في الْجَنَّةِ لَسُوقًا مَا فيهَا شِرَاءٌ وَلَابَيْعٌ
إِلَّا الصُّورَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنّسَاءِ. فإذَا اشْتَهى الرَّجُلُ صُورَةً
دَخَلَ فيهَا. أخرجه الترمذي.
Hz. Ali (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: "Cennet’te bir çarşı vardır. Ancak orada ne
alış, ne de satış vardır. Sâdece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek
bunlardan bir suret arzu ederse o surete girer."[24]
AÇIKLAMA:
1- Hadîs, Cennet’teki çarşı hakkında daha detaylı bilgi sunmaktadır.
Orada alışveriş mevzubahis değildir. Ancak kadın ve erkek suretleri mevcûddur.
Erkek bu suretlerden dilediğine girmekte (yani bürünmektedir).
2- Şarihler Hadîsin iki mânâya muhtemel olduğunu belirtirler:
* Birinci mânâya göre çarşıya güzel suretler arzedilmektedir. Kişi
bunlardan hangisini arzular ve temenni ederse, Allâh-ü Te’âlâ hazretleri Kudret-i
Sübhaniyesi ile o kimseyi, arzuladığı surete sokmaktadır.
* İkinci mânâya göre suretten murâd zinettir. Kişi o çarşıda bu zinetle
süslenir, onu takınır, kendisine arzu edip seçeceği zinet, takım, taç vs.yi
giyinir. Arapçada falancanın güzel bir sureti var (لِفُلَانٍ صُورَةٌ حَسَنَةٌ) Demek, hoş bir görünümü var demektir. Bir başka ifâde ile Hadîs:
"Çarşıda bulunan şeylerden her ne arzu ederse kendisine verilir" mânâsını ifâde eder. Öyleyse o çarşıya
girmekten murâd, orada tezeyyün etmek, süslenmektir.
Her iki mânâda da zat değil, sıfat değişikliği, dış görünüş değişmesi
mevzubahis olmaktadır.
CEHENNEMİN EVSÂFI
عن أبي هريرة رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ نَارُكُمُ الّتِى تُقِدُونَ جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا
مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ. قَالُوا: وَاللّٰهِ إنْ كَانَتْ لَكَافِيةً. قَالَ:
فإنَّهَا فُضِّلَتْ عَلَيْهَا بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءً كُلُّهَا مِثْلُ
حَرِّهَا. أخرجه الثثة والترمذي .
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm): "Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin yetmiş cüzünden
bir cüzdür!" buyurmuştu. (Yânındakiler): --- “Zaten bu ateş, vallâhi (âsîleri
cezâlandırmaya âhirette) yeterliydi"
dediler. ‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm: --- "Cehennem
ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir kat'ın harareti, bunun
mislindedir."[25]
AÇIKLAMA:
Bu Hadîste âhiretteki cehennem ateşinin, derece ve şiddet itibariyle, dünyâdaki
ateşin yetmiş katı olduğu ifâde edilmektedir. Ashab, kâfir ve âsîleri cezâlandırmak
için dünyâdaki ateşin de yeterli olacağını söylemesi üzerine, Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm), Allâh'ın ‘azâbının ne kadar şiddetli olduğunu belirtmek üzere
te'kiden, cehennem ateşinin dünyâdaki ateşe nisbetle altmış dokuz kat olduğunu,
her bir katın aynen dünyâdakine eşit bir şiddete sahip bulunduğunu beyan
ediyor.
Allâh'ın ‘azâbının şiddeti, Âyet ve Hadîslerde tekrarla nazara verilmiş
ve bunun "ateş"le olacağı ifâde edilmiştir. Mesela: فَمَا اَصْبَرَهُمْ عَلى النَّارِ "Onlar
ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!" (Bakara 175); فَاتَّقُوا النّارَ الّتِى وَقُودُهَا النّاسُ
وَالْحِجَارَةُ "...Öyle bir ateşten sakının ki, onun yakıtı insanlarla o
taştır"[26] buyrulmuştur.
Öyleyse, dünyâ ateşini, Cenâb-ı Hak, âhiretteki ateşin şiddetini haber
vermek üzere onun yetmiş cüz'ünden bir cüz olarak halketmiş olmaktadır.
Şarihler, Hadîsteki maksadlardan birinin Allâh’dan sadır olan ‘azâbın,
kullardan, zâlim insanlardan sadır olmakta bulunan ‘azâbtan çok daha şiddetli
olacağına dikkat çekmek olduğunu belirtirler.
Bu Hadîs de, "Allâh’dan korkulmaz, Allâh sevilir" diyenlerin,
bu çeşit sözleriyle dinî bir hakîkâtı ortaya koymayıp keyfî bir muğalata (laf-ebeliği)
yaptıklarını ortaya koymaktadır. Evet, Rabbimizi, rahmetiyle severken, celâlinden,
‘azâbından ve adâletinden de korkarız; kulluk edebi bunu gerektirir. Kur'an ve Hadîs
de bunu ders verir. "Allâh’dan korkulmaz.." sözü küfrün değilse
cehlin eseridir, dinde delili, dayanağı yoktur.
وعنه رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: أُوقِدَ عَلى النَّارِ ألْفُ سَنَةٍ حَتّى احْمَرَّتْ. ثُمَّ
أُوقِدَ عَلَيْهَا ألْفُ سَنَةٍ حَتّى ابْيَضَّتْ. ثُمَّ اُوقِدَ عَلَيْهَا ألْفُ
سَنَةٍ حَتّى اسْوَدَّتْ. فَهِىَ سَوْدَاءٌ مُظْلِمَةٌ. أخرجه مالك والترمذي، وهذا
لفظه.
Yine Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
--- "Cehennem ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki
kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl
daha yakıldı. Şimdi o siyah ve karanlıktır."[27]
AÇIKLAMA:
Muvatta'nın rivâyetinde, cehennemin hal-i hazır siyahlığı zifte
benzetilir.
وعن الخدْري رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: لِسُرَادِقِ
النَّارِ أرْبَعُ جُدُرٍ كُثْفُ كُلِّ جِدَارٍ مَسِيرَةُ أرْبَعِينَ سَنَةً. أخرجه
الترمذي."الجِدَارُ" الحائط.
Ebû Saidi'l-Hudrî (r.’a.)
anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) buyurdular ki:
--- "Cehennemi kuşatan surun dört (ayrı) duvarı vardır. Her duvarın kalınlığı
kırk yıllık yürüme mesâfesi kadardır."[28]
AÇIKLAMA:
1- Hadîs, cehennemi çevreleyen surun genişliği hakkında bilgi
vermektedir. Sur, iç içe dört duvardan müteşekkildir, her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesâfesi
kadardır. Hadîste, duvarlar arasındaki mesâfe belirtilmemiştir. Dört ayrı duvar
olduğuna göre, bitişik olmadığı, aralarında az veyâ çok bir mesâfe, bir açıklık
olacağı anlaşılmaktadır.
2- Hadîs, şu Âyete işâret etmektedir:
إنَّا اَعْتَدْنَا لِلظَّالِمينَ نَارًا اَحَاطَ
بِهِمْ سُرَادِقُهَا
"Biz zâlimlere öyle bir ateş
hazırladık ki, (etrafını saran) duvar(lar), çepe çevre kendilerini
kuşatmıştır"[29]
"Sur" veyâ "duvar" diye çevirdiğimiz süradık kelimesini İbn-ü
‘Abbâs'ın, ateşten duvar diye açıkladığı rivâyet edilmiştir.
3- Hadîsin Tirmizî'deki devâmında şöyle denir: "Eğer, cehennemliklerin (içinde yüzdükleri) irinden,
dünyâya bir kovacık dökülecek olsa, bütün arz ahâlîsi(ne bu koku siner ve bu
sebeple herkes) pis kokardı."
وعن الحسن البصري قال: قالَ عُتْبَةُ بْن
غَزْوَانْ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه على مِنْبَرِ الْبَصْرَةِ: إنَّ النّبيّ ﷺ قَالَ:
إنَّ الصَّخْرَةَ الْعَظِيمَةَ لَتُلْقىَ مِنْ شَفِيرِ جَهَنَّمَ فَتَهْوِى
سَبْعِينَ عامًا مَا تُفْضِى الى قَرَارِهَا، وَكَان عُمَرُ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه
يَقُولُ: أكْثِرُوا ذِكْرَ النّارِ فاِنَّ حَرَّهَا شَديدٌ، وَقَعْرُهَا بَعِيدٌ،
وَمَقَامِعُهَا حَديدٌ. أخرجه الترمذي.
Hasan Basri rahimehullah anlatıyor: "Utbe İbn-ü Gazvan (r.’a.),
Basra'da minberde (hutbe esnâsında) dedi ki: --- "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) bize şöyle buyurmuşlardı: "Cehennemin kıyısından büyük bir taş
bırakıldı. Bu taş yetmiş yıl aşağı doğru düştü de henüz dibe ulaşmadı."
(Utbe İbn-ü Gazvan, devâmla) der ki: "Hz. Ömer (r.’a.): "Ateşi
çok zikredip hatırlayın. Zira onun harareti pek şiddetlidir; derinliği çok
fazladır, çengelleri demirdendir" buyurdu."[30]
AÇIKLAMA:
Hadîs, cehennemin derinliğine bir nihâyet
olmadığını belirtmektedir. Şarihler,
"yetmiş" rakamının çokluk ifâde ettiğini, miktar ifâde
etmediğini belirtirler. Cehennem ateşini sıkça hatırlamada, nefsi
kötülüklerden frenleyen bir ibret bulunduğu için Hz. Ömer onun sıkca tahattur
edilmesini tavsiye etmiştir.
وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللّٰهُ
عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: وَيْلُ وَادٍ في جَهَنَّمَ يَهْوى فيهِ
الْكَافِرُ أرْبَعِينَ خَرِيفًا قَبْلَ أنْ يَبْلُغَ قَعْرَهُ. أخرجه الترمذي.
Ebû Said el-Hudrî (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Veyl, cehennemde bir vadidir. Kâfir orada,
kırk yıl batar da dibine ulaşamaz."[31]
AÇIKLAMA:
Veyl kelimesi, asıl itibariyle ‘azâb mânâsındadır. Araplar felâket
temennisi için وَيْلٌ لِفُلان "falancaya veyl (‘azâb) olsun!" diye
sıkça kullanırlar. Dilimize "yazıklar olsun!", "vay haline!"
gibi ta’birlerle çeviririz. Sâdedinde olduğumuz Hadîs, veyl kelimesinin
cehennemde muayyen bir ‘azâb vadisinin ismi olduğunu belirtmektedir. Öyle bir
vadi ki, cehennemlikler satıhtan aşağı doğru düşüşe geçseler, kırk yılda dibe
ulaşmayacaklardır, öylesine derin bir vadidir. Şu halde وَيْلٌ لِفُلان ta’birinde "falanca, cehennemin Veyl
vadisinin ‘azâbına uğrasın!" mânâsı da vardır.
وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهما
قال: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: لَوْ أنَّ قَطْرَةً مِنَ الزَّقُّومِ قُطِرَتْ في
الدُّنْيَا لا فْسَدَتْ عَلى أهْلِ الدُّنْيَا مَعَايِشَهُمْ. فَكَيْفَ بِمَنْ
يَكُونُ طَعَامَهُمْ وَشَرابَهُمْ. أخرجه الترمذي .
İbn-ü ‘Abbâs (r.’anhümâ) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Eğer zakkumdan, dünyâya tek damla damlatılacak
olsa, bu dünyâ ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği
zakkumdan cehennemliğin hâli ne olur (anlayın)!"[32]
AÇIKLAMA:
Zakkum: Ayet-i Kerîmede cehennemden çıkan bir ağaç olarak
tavsif edilir (Saffat 62-66). Âlimler, zakkum ağacını: "Cehennem ehline
mahsus pek acı bir ağaç" diye târif ederler. Zakkum cehennemliklerin
yiyeceğidir. Cehennem-likler onun üzerine kaynar su içeceklerdir (Vâkı’a
Sûresi, 56/52-55). Sâdedinde olduğumuz Hadîs, zakkumun, son derece pis kokulu
olduğunu belirtmektedir.
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: اشْتَكَتِ النّارُ الى رَبِّهَا. فقَالَتْ: يَا رَبِّ
أكَلَ بَعْضِي بَعْضًا، فأذِنَ لَهَا بِنَفَسَيْنِ. نَفَسٍ في الشِّتَاءِ وَنَفسٍ
في الصَّيْفِ، فَهُوَ أشَدُّ مَا تَجِدونَ مِنَ الْحَرِّ، وَأشَدُّ مَا تَجِدُونَ
مِنَ الزَّمْهَرِيرِ. أخرجه الشيخان والترمذي.
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cehennem, Rabbine şikÂyet ederek: "Ey Rabbim! Bir parçam
diğer bir parçamı yemektedir" dedi. Bunun üzerine, Allâh-ü Te’âlâ
hazretleri ona, iki nefes almaya izin verdi; Bir nefes kışta, bir nefes de
yazda. (Yazdaki nefesi) sizin rastladığınız en şiddetli sıcaktır. (Kıştaki
nefesi de) sizin rastladığınız en şiddetli (soğuk olan) zemherirdir."[33]
وعنه رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: يَخْرُجُ عُنُقٌ مِنَ النَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَهُ
عَيْنَانِ تُبْصِرَانِ وَأُذُنَانِ تَسْمَعَانِ وَلِسَانٌ يَنْطِقُ، يَقُولُ:
إنِّى وُكِّلْتُ بِثَثَةٍ: بِمَنْ دَعَا مَعَ اللّٰهِ إلهًا آخَرَ، وَبِكُلِّ
جبّارٍ عَنِيدٍ، وَبِالْمُصَوِّرِينَ. أخرجه الترمذي."العُنقُ" الطائفة
من الناس، والمراد به طائفة من النار كالعنق.و"الجبارُ" القهار المتكبر.
و"العَنيدُ" الجائرُ عنِ الْحَقِّ كالمعاند له.
Yine Ebû Hureyre anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)
buyurdular ki:
"Kıyâmet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır. Bunun,
gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan iki dili vardır. Der ki: "Ben
üç takım (insanı cezâlandırmak) için vazifelendirildim: Allâh'la birlikte bir
başka ilaha duâ eden kimse, bile bile zulmeden cebbar, tasvirciler."[34]
AÇIKLAMA:
Hadîste geçen mûsâvvirîn ta’biri resim ve heykel yapanlar demektir.
İslam'da tasvir meselesi teferruatlı bir mevzudur; daha önce de temas ettik. Bu
husûsta İbn-ü'l-Arabî'nin bir özetlemesi şöyle: "Suretler husûsunda
söylenenler şöyle hülasa edilebilir: Eğer (gölge yapacak şekilde) cüssesi
varsa, bi'l-icma haramdır. (Satıh üzerine) işlenmişse (gölgesiz ise) dört görüş
vardır;
1) Mutlâk cevaz.
2- Mutlâk yasak.
3- Tafsil; yani tam bir canlı resmi ise haramdır; başı kopmuş şekilde
olur da, tam olmazsa câizdir. Bu görüş en doğru görüştür.
4) Eğer hakir tutulan bir tarzda kullanılıyor ise câizdir, (hürmet ifâde
edecek tarzda) yükseğe asılmışsa câiz değildir. Bu icmaya çocukların bebekleri dâhîl
değildir."
‘Ulemâ çoğunlukla üçüncü görüşü benimsemiştir. Her görüşün dayandığı bir
rivâyet mevcûddur. Bu meselede Bediüzzaman şöyle der: "Sanemperestliği
şiddetle Kur' an menettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi, taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet
ise, suretleri kendi mehâsîninden sayıp Kur'an'a muaraza etmek istemiş. Hâlbuki
gölgeli gölgesiz suretler ya bir zülm-ü mütehaccir (taşlaşmış zulüm) veyâ bir riyâyı
mütecessid (cesed giymiş riyâ) veyâ bir heves-i mütecessim (cisimleşmiş heves) dir
ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Husûsan
suretperestlik, ahlakı fenâ halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği
şununla anlaşılır: Nâsıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenâzesine
nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlakı tahrib eder. Öyle de, ölmüş
kadınların suretlerine veyâhut sağ kadınların küçük cenâzeleri hükmünde olan
suretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine hissiyât-ı ulviye-i
insaniyeyi sarsar, tahrib eder."
وعن ابنِ مسعودٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ ﷺ: يُؤْتَى بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لَهَا سَبْعُونَ
ألْفَ زِمَامٍ، مَعَ كُلِّ زِمَامٍ سَبْعُونَ ألْفَ مَلَكٍ يَجِرُّونَهَا. أخرجه
مسلم والترمذي .
İbn-ü Mes’ûd (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)
buyurdular ki:
"Kıyâmet günü cehennem, yetmiş bin yuları olduğu halde getirilir.
Her yularında, onu çeken yetmiş bin melek vardır." Müslim, Cennet 29,
(2842); Tirmizî, Cehennem 1, (2576).
AÇIKLAMA:
1- Hadîste, cehennemin, kıyâmet günü, yaratıldığı yerden Mevkif'e
getirileceği ifâde edilmektedir. Bu mânâ şu Âyette de gelmiştir. (Me’âlen):
"O gün cehennem de getirilmiştir..."[35]
"Cehennemin Mevkif'e getirilmesi, orada toplanan insanlara gösterilerek onların
korkutulması gayesine mebni olabilir" denmiştir.
وعن مُجاهد قال: قَالَ لى ابْنِ عبّاسٍ
رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهما: أتَدْرِى مَا سعَةُ جَهَنَّمَ؟ قُلْتُ: لَا. قَال: أَجَلْ،
وَ اللّٰهِ مَا تَدْري. حَدَّثَتْنِي عَائِشَةُ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْها قالَتْ:
سَألْتُ رَسُولَ اللّٰهِ ﷺ عَنْ قَوْلهِ تعالى: وَالارْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسّمَوَاتُ مَطْوِيّاتٌ بِيَمِينِهِ. قَالَتْ، قُلْتُ:
أيْنَ يَكُونُ النّاسُ؟ قَالَ: عَلى جِسْرٍ جَهَنَّمَ. أخرجه الترمذي رحمه اللّٰه
تعالى.
Mücâhid anlatıyor: "İbn-ü ‘Abbâs (r.’anhümâ) bana: "Cehennemin
genişliği ne kadardır, biliyor musun?" diye sordu. Ben: "Hayır!"
deyince: "Doğru, Allâh'a yemîn olsun,
bilemezsin!" dedi ve ilâve etti: "Bana Hz. ‘Âişe (r.’anhâ)
dedi ki: Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)'a:
وارضُ جَميعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
وَالسّمواتُ مَطْوِيّاتٌ بِيمِينِهِ
"Kıyâmet günü arz toptan O'nun bir kabzasıdır (tam
tasarrufundadır). Gökler de O'nun sağ eliyle dürülmüşlerdir"[36]
Âyetinden sormuş ve:
"Bu sırada insanlar nerede olurlar ey Allâh'ın Resulü"
demiştim. Aleyhissalâtu vesselâm: "Cehennem köprüsünde!" cevabını
verdi." Tirmizî, Tefsîr, Zümer, (3242).
CENNET VE CEHENNEMİN MÜŞTEREK YÖNLERİ
عن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: لَمَّا خَلَقَ اللَّهُ تعالى الْجَنَّةَ قَالَ
لِجِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّمُ: اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا. فَذَهَبَ، فَنَظَرَ
إلَيْهَا. فقَالَ: وَعِزَّتِكَ َ يَسْمَعُ بِهَا أحَدٌ إّ دَخَلَهَا. فَحَفَّهَا
بِالْمَكَارِهِ. ثُمَّ قَالَ اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا، فَذهَبَ، فَنَظَر
إلَيْهَا. فقَال: وَعِزَّتِكَ لَقَدْ خَشِيْتُ أنْ َ يَدْخُلَهَا أحَدٌ وَلَمّا
خَلَقَ النّارَ قَالَ لِجِبْرِيلَ: اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا. فَذَهَبَ،
فَنَظَرَ إلَيْهَا. فقَالَ: وَعِزَّتِكَ َ يَسْمَعُ بِهَا أحَدٌ فَيَدْخُلُهَا.
فَحَفَّهَا بِالشَّهَوَاتِ. ثُمَّ قَالَ: اِذْهَبْ، فَانْظُرْ إلَيْهَا. فَذَهَبَ، فَنَظَرَ إلَيْهَا.
فَلَمّا رَجَعَ. قَالَ: وَعِزَّتِكَ لَقَدْ خَشِيْتُ أنْ َ يَبْقىَ أحَدٌ إَّ
دَخَلهَا. أخرجه اصحاب السنن وصححه الترمذي.
Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: --- "Allâh-ü Te’âlâ hazretleri Cennet’i
yarattığı zaman Cibril ‘aleyhi’s-selâm'a: "Git
ona bir bak!" buyurdular. O da gidip Cennete baktı ve: "Ey Rabbim!
Senin izzetine yemîn olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona
girecek!" dedi. (Allâh-ü Te’âlâ hazretleri) Cennet’in etrafını mekruhlarla
çevirdi. Sonra: "Hele git ona bir daha bak!" buyurdu. Cebrâîl gidip
ona bir daha baktı. Sonra da:
"Korkarım, ona hiç kimse
girmeyecek!" dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrâîl'e:
"Git, bir de, şuna bak!" buyurdu. O da gidip ona
baktı ve:
"İzzetine yemîn olsun, işitenlerden kimse ona
girmeyecektir!" dedi. Allâh-ü
Te’âlâ hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da:
"Git ona bir kere daha bak!" dedi. O da gidip ona baktı.
Döndüğü zaman:
"İzzetine yemîn olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona
gireceğinden korkuyorm!" dedi." Ebû Davud, Sünnet 25, (4744);
Tirmizî, Cennet 21, (2563); Nesâî, Eyman 3, (7, 3).
AÇIKLAMA:
Hadîs, Cennet’in cazib fakat kazanılmasının kolay olmadığını, cehennemin
de çok kötü fakat oraya şiddetle çeken cazibeler bulunduğunu belirtmektedir.
Hz. Cebrâîl, birinci görüşlerinde onları
zatî evsâflarıyla değerlendirir: "Cennet o kadar güzel ki, herkes oraya
girer, yani onu kazanma iştiyakı izhar eder,
kazanılması için gerekli gayreti gösterir" demek istemiştir. Kezâ "cehennemin
çirkinliği, kötülüğü karşısında herkes oraya girmemek için elinden geleni
yapar" demek istemiştir.
Ama ikinci defa, yani Cenneti kazanmak için nefsin hoşlanmadığı nice mekarihin aşılması
gerektiğini, Cennet’in etrafını bunların
sardığını görünce, bu hoş olmayan
engelleri aşacak kimseler çıkmayacak endişesine düşer, zira Cennet’in
etrafında ibâdet için meşakkatler, sabır, tevekkül, kötülüklerden içtinab,
zekat, sadaka vermek, cihad etmek, kulluk yolunda açsusuz ve uykusuz kalmak,
yanılmak, nefse hâkim olmak vs. gibi meşakkatli teklifler, nefsanî arzulara mühâlefet
ve şehvetlerin kırılması var. İnsan nefsi bunları sevmez. Cennet’in etrafı
da hep bunlarla sarılı. Kezâ cehennemin etrafında da nefsin hoşuna
giden, pek cazip şeyler var: Serbestlik,
sorumsuzluk, eğlence, israf, dedikodu, fuhuş, yalan, gıybet.. vs. Bunların
cazibesine kapılmamak her insanın işi
değil.
İşte Cennet ve cehennemi çeviren şeyler sebebiyle Cebrâîl aleyhisselam, buralara
gidecek insanların miktarı husûsunda endişelenir.
Şarihler, bu Hadîsi Rasûlüllâh'ın
bedî sözlerinden biri kabûl ederler. Cennet’in nefsin hoşuna gitmeyen
amellerle kazanılabileceği; kezâ cehennemden korunmak için de mutlâkâ şehevî
arzulardan, nefsin meylettiği şeylerden kaçınmak gerektiği çok güzel bir teşbihle
ifâde edilmiş olmaktadır.
Hadîs, Cenneti kazanma ve
cehennemden kaçınmanın yollarını en veciz bir şekilde belirtmekte,
mü'minleri bu mühim meselede uyarmaktadır.
وعن أنسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النّارُ
بِالشّهَواتِ. أخرجه مسلم والترمذي.وللشيخين عن أبي هريرة مثله، وقال: “حُجبت، بدل
حُفّت في الموضعين” .
Hz. Enes (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet’in etrafı mekarihle (nefsin hoşlanmadığı şeylerle)
sarılmıştır. Cehennemin etrafı da şehevî (nefsin arzuladığı, cazip) şeylerle
sarılmıştır."
Sahiheyn'de, Ebû Hureyre'den bu rivâyet aynen gelmiştir. Ancak iki
yerde حُفَّتْ (= sarılmış) kelimesine bedel حُجِبَتْ (= örtülmüş) kelimesi kullanılmıştır.
وعنه رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: َ تَزَالُ جَهَنَّمَ يُلْقىَ فيهَا وَتَقُولُ: هَلْ مِنْ
مَزِيدٍ؟ حَتّى يَضَعَ رَبُّ الْعِزَّةِ فيهَا قَدَمَهُ فَيَزْوَى بَعْضُهَا الى
بَعْضٍ. فَتَقُولُ: قَطِ قَطِ بِعِزَّتِكَ وَكَرِمِكَ. وََ يَزَالُ في الْجَنَّةِ
فَضْلٌ حَتّى يَنْشِئَ اللَّهُ لَهَا خَلْقًا فَيُسْكِنُهُمْ فَضْلَ الْجَنَّةِ.
أخرجه الشيخان والترمذي.”وَقَدمُ رَبِّ العزةِ” كناية عن أهل النار الذين قدمهم
اللَّه لها من شرار خلقه كما أن المؤمنين قدمه الذين قدمهم الى الجنة.وقوله “فيُزْوَى”
أي يضمّ ويجمع .
Yine Hz. Enes (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cehennem, içerisine âsîler atıldıkça: "Daha var mı?"
demekten geri durmaz. Bu hal, Rabbu'l-İzze'nin cehennemin üzerine ayağını koyup,
iki yakasını dürüp birleştirmesine kadar devâm eder. İşte o zaman cehennem:
"Yeter, yeter. İzzet ve keremine yemîn olsun yeter!" der. Cennet’te
fazlalık devâm eder. Allâh, ona mahsus yeni bir halk yaratır ve bunları Cennet’in fazla kısmına yerleştirir."
Buhârî, Tefsîr, Kaf 1, Eyman 12, Tevhîd 7; Müslim, Cennet 37, (2848); Tirmizî, Tefsîr,
Kâf (3268).
AÇIKLAMA:
Bu Hadîs, müteşabih Hadîslerdendir. Zâhiri üzere alınması mümkün değildir. Çünkü Allâh'a ayak nisbet etmektedir. Hâlbuki Allâh hiçbir
şeye benzemez. Ona hakiki mânâda ne el, ne de ayak nisbet edilemez. Mükerrer
seferler geçtiği üzere, selef ‘Ulemâsı bu çeşit Hadîsleri kabûl edip,
"Bundan murâd ne ise onu Allâh bilir" diyerek te'vile gitmemiştir.
Bunlara muvaffıza denir. Ancak müteahhir ‘Ulemâ, bu çeşit Hadîslerde
kastedilebilecek mânâ üzerinde durarak, Hadîsleri te'vil cihetine gider.
Bunlara müevvile denir. Bâzı tevilcilere göre "ayak"tan kastedilen
şey, mütekaddimdir (yani önde olan, evvel gelen). Böylece Hadîs "Allâh
cehennemin üzerine cehennemliklerden bir kısmını koyar" diye
anlaşılmalıdır. Kademle, "bir mahluk ismi kastedilmiş", "yer ismi kastedilmiştir"
"ayak koymak, yeter artık demektir" gibi değişik yorumlar yapılmıştır.
2- Hadîs, Ehl-i Sünnetin "sevâb amele bağlı değildir" hükmüne
delildir. Çünkü Cennet’te yaratılanların hiç ameli olmadığı halde, onlara Cennet
lutfedilecektir. Ehl-i Sünet küçükken
ölen çocuklar ve hatta deliler hakkında da böyle hükmeder. Amelleri olmadığı
halde Hak Teala, onlara sevap verip Cennete
koyacaktır.
3- Hadîs Cennet’in çok geniş olduğuna, orada, yeni yaratılacaklara da
yetecek yer olacağına delildir. Başka Hadîslerde her ferde dünyâ genişliğinde Cennet
verileceği, on misli kadar da ziyâdesi ihsan edileceği belirtilmiştir.
İKİNCİ FÂSÎL: CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER
CENNETLİKLER
عن سهل بن سعد رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ أهْلَ الْجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ أهْلَ الْغُرفِ
كَمَا تَتَراءَوْنَ الْكَوْكَبَ في السّمَاءِ. أخرجه الشيخان .
Sehl İbn-ü Sa'd (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet Ehli, gurfelerde kalanları seyrederler, tıpkı gökteki
yıldızları seyretmeniz gibi." Buharî, Rikak 51; Müslim, Cennet 10, (2830).
وعن ابى سعيد رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ أهْلَ الْجَنّةِ لَيَتَراءَوْنَ أهْلَ الْغُرَفِ
كَمَا تَترَاءَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُّرِّىَّ الْغَابِرَ في ا‘فُقِ مِنَ
الْمَشْرِقِ الى الْمَغْرِبِ لِتَفَاضْلِ مَا بَيْنَهُمْ. قَالُوا: يَا رَسُولَ
اللَّهِ، تِلْكَ مَنَازِلُ ا‘نْبِيَاءِ َ يَبْلُغُهَا غَيْرُهُمْ. قَالَ: بَلى
وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، رِجَالٌ آمَنُوا بِاللَّهِ وَصَدّقُوا الْمُرسَلِينَ.
أخرجه الشيخان .
Ebû Said (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet Ehli gurfelerde kalanları (ehl-i guraf) görürler. Tıpkı,
ufukta doğudan batıya giden inci gibi parlak yıldızları gördüğünüz gibi.
Aralarındaki fazîlet farkı, (gurfe ehlini) böyle yukaridâ gösterir."
Bunun üzerine Ashab: "Ey Allâh'ın Resulü! Bu söylediğiniz,
peygamberlerin makamı olmalı, başkaları oraya ulaşamamalı!" dedi. Ancak
Aleyhissalâtu vesselâm: "Hayır! Ruhumu kudret
elinde tutan Zat'a yemîn olsun! Gurfelerde kalanlar (peygamberler değiller), Allâh'a
inanıp peygamberleri tasdik eden
kimselerdir" buyurdular. " Buhârî, Bed'u'l-Halk 8; Müslim,
Cennet 11, (2831).
AÇIKLAMA:
1- Hadîs, Cennet Ehli-nin derece itibariyle birbirlerinden farklı
olduğunu ifâde etmektedir. Öyle ki derecesi üstün olanların yüce menzilleri
vardır. Bunlar, tıpkı bize göre yıldızlar gibi
yukaridâ ve parlak görüleceklerdir.
2- Guraf, gurfenin cem'idir. Gurfe ise oda demektir. Ancak, Kur'an-ı
Kerim ve Hadîslerde bir kısım Cennetliklerin mazhâr olacağı bir lütfu, husûsi
bir mertebeyi ifâde eder. Furkan (75. Âyet) Zümer (20. Âyet) ve Ankebut (58. Âyet)
surelerinde kendilerine gurfe verileceklerin vasıfları belirtilir.
3- Hadîs, bu mertebeye Allâh'a iman edip, peygamberleri tasdik edenlerin
ulaşacağını ifâde etmektedir. Ancak şarihler, bakşa rivâyetlerin sarahatine dayanarak, bu iki vasfı taşıyan
herkesin o mertebeyi elde edeceği mânâsına
gelmediğini belirtirler. Nitekim bir Tirmizî rivâyetinde Rasûlüllâh
اِنَّ في الْجَنَّةِ لَغُرفًا تُرَى ظُهُورُهَا
مِنْ بُطُونِهَا وَبُطُونُهَا مِنْ ظُهُورِهَا
"Cennet’te gurfeler vardır. Dışları
içlerinden, içleri de dışlarından görünür"
buyurur. Bir bedevi bunların
kimlere ait olduğunu sorunca (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm):
هِىَ لِمَنْ أنَ الْكََمَ وَادَامَ الصِّيَامَ
وَصَلّى بِاللّيْلِ وَالنّاسُ نِيَامٌُ
"Bunlar, tatlı sözlü olan, oruca devâm
eden ve herkes uyurken gece namaz kılan kimseler içindir" buyururlar. Bâzı
şarihler, o menzillere mezkûr vasıflardaki kimselerin ulaşacaklarını,
peygamberlerin makamlarının ise daha üstün olacağını söylemiştir. Bâzıları da
bu vasıfları taşıyan kimselerin peygamberlerin mertebelerine ulaşacaklarını
anlamışlardır.
İbn-ü Hacer, gurfelerin bu ümmete mahsus olma ihtimali üzerinde durur ve
ilâve eder: "Bu ümmet dışında olanlar muvahhidlerdir." İkinci bir
ihtimale daha dikkat çeker: "Gurfelerde kalacak olanlar, Cennete ilk
safhada girecek olanlardır. Bunlar, şefaate uğrayarak ikinci safhada
gireceklerden farklı olmalıdırlar." Bunların Muhammed ümmeti olduğu
iddiasını, sâdedinde olduğumuz rivâyetle delillendirir. Der ki: "Hadîste,
onlar Allâh'a inanıp (bütün) peygamberleri tasdik edenlerdir"
denilmektedir. İşte bu vasıf Muhammed ümmetine hastır. Çünkü (bütün)
peygamberleri tasdik Hadîsesi, sâdece bu ümmette tahakkuk etmiştir. Hâlbuki
önceki ümmetler, kendilerinden sonra gelenleri tasdik husûsunda bunlara
yetişememiştir. Gerçi, onlardan da kendilerinden sonra gelecek olanları tasdik
edenler olmuşsa da, arada fark var. Zira biri vâki olanı, diğeri vukûa gelecek
olanı tasdik etme durumundadır."
وعن أبِي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ أوَّلَ زُمْرَةٍ يَدْخُلُونَ الجَنَّةَ عَلى
صُورَةِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ. ثُمَّ الّذِينَ يَلُونَهُمْ عَلى أشَدِّ
كَوْكَبِ دُرِّيٍّ في السّمَاءِ إضاءَةً، َ يَبُولُونَ وََ يَتَغَوَّطُونَ وََ
يَتْفُلُونَ وََ يَمْتَخِطُونَ. أمْشَاطُهُمُ الذّهَبُ، وَرَشْحُهُمْ الْمِسْكُ،
وَمَجَامِرُهُمُ ا‘لُوَّةُ ا‘لَنْجُوجُ: عُودُ الطِّيبِ. أزْوَاجُهُمُ الْحُورُ
الْعِينُ عَلى خَلْقِ رَجُلٍ وَاحِدٍ على صُورةِ أبيهم آدَمَ سِتُّونَ ذِرَاعًا في
السّماءِ. أخرجه الشيخان والترمذي.”ا‘لُوَّةُ. وا‘لنْجوج” من أسماء العود الذي
يتبخر به. ومن أسمائه الكباء .
Hz. Ebû Hureyre r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennete ilk girecek zümre, dolunay gecesindeki ay suretindedir.
Onu takip eden zümre, parlaklık yönüyle gökteki en büyük yıldız gibidir.
Cennetlikler bevletmezler, büyük abdest de bozmazlar, tükürmezler, sümkürmezler
de. Tarakları altındandır, terleri misktir. Buhurdanları öd ağacından,
zevceleri kara gözlü hurilerden olacak. Onlar ataları Âdem'in yaratılışı üzere,
altmış zira' boyunda tek bir adam suretinde olacaklar." Buhârî,
Bed'ü'l-Halk 8, Enbiya 1; Müslim, Cennet 15, (2834); Tirmizî, Cennet 7, (2540).
AÇIKLAMA:
Bu Hadîste, Aleyhissalâtu vesselâm âhiret hayatıyla ilgili bâzı
teferruata ışık tutmaktadır. Oradaki hayat, mahiyet itibariyle dünyevî hayattan
farklılıklar arzetmektedir. Burada tâbi olduğumuz kanunlar çerçevesinde orayı
aklen izah etmemiz oldukça zorlaşıyor. Âhirette de yeme içme var, fakat
fuzilat, kazurat yok! Bu nâsıl olur, aklen bunu nâsıl kabûl edebiliriz? Gerçi dünyâmızda
da nebatî hayatta bunun bir örneği müşâhede edilebilir; ağaçlar da yer içer,
fakat kazurat bırakmazlar. Nesâî'de gelen bir rivâyet mevzumuza biraz daha ışık
tutar:
"Ehl-i kitaptan bir adam gelerek:
"Ey Ebû'l-Kâsım, inancınıza göre Cennet Ehli yer ve içer, öyle
değil mi?" der. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Evet, buyurur, Cennet’te herkese yüz adamın yeme, içme ve cima
kuvveti verilir." Soru sahibi:
"Ama yiyen ve içen kimse kazayı hâcet etmek zorundadır. Hâlbuki Cennet’te
eza (=pislik) yok!" diyerek tavzîh ister. Aleyhissalâtu vesselâm da:
"Orada kazayı hâcet ter şeklinde vukûa gelir. İnsanların
derilerinden misk reşhaları (sızıntıları) gibi atılır!" buyururlar."
İbn-ü'l-Cevzî der ki: "Cennet Ehli-nin gıdaları son derece letâfet
ve itidâle sahip olduğu için, onlarda kazuratı gerektiren eza ve fazlalık
bulunmaz. Aksine bu nevi gıdalardan kokuların en hoşu, en güzeli hâsıl
olur."
Buhârî'nin bir rivâyetinde Cennet Ehli hakkında daha farklı, daha
tamamlayıcı bilgiler verilmiştir. Ziyâdeleri kaydediyoruz: ".Kalpleri, tek
bir kimsenin kalbi gibidir. Aralarında ihtilaf, husumet yoktur. Her bir erkeğe
iki zevce vardır. Bunlardan her birinin bacağının iligi, güzelliği sebebiyle,
etinin gerisinde görülür. Sabah ve akşam Allâh'ı tesbih ederler... kapları
altın ve gümüştendir."
Buradaki kalp birliği, temizlikte birliktir, hiçbirinde dünyevî kir,
kötü ahlak kalmamıştır demektir. Cennetliklerin tesbîhi bir vecibe değildir.
Müslim'de gelen ve müteakiben kaydedeceğimiz bir ziyâde bunun mahiyetini açar.
يُلْهَمُونَ التَّسْبِيحَ والتّحْمِيدَ كَمَا
يُلْهَمُونَ النّفَسَ
"Cennetliklere, tıpkı nefes ilham
olunduğu gibi, tesbîh ve tahmîd ilham olunur." Maksad bu tesbîh ve
tahmîdlerde bu zahmetin, külfetin olmadığını, teneffüslerinin bir nevi tesbih kabûl
edildiğini beyandır. Şarihler: "Âhirette kalp, ma'rifet-i İlahiye ile
dolunca, her an onun zikrinde olur" derler.
Âhiretteki akşam ve sabahın da dünyâdaki akşam ve sabahlara benzemediği
belirtilmiştir. Zayıf olduğu belirtilen bir rivâyete göre, Arş'ın altında asılı
bir perde vardır. Bu, açılınca sabaha alâmet olmakta, katlanınca da akşama
alâmet olmaktadır.
Cennetliklerle ilgili tamamlayıcı teferruat müteakip rivâyetlerde
gelecek.
وعن جابر رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: أنَّ أهْلَ الْجَنَّةِ يَأكُلُونَ فيهَا وَيَشْرَبُونَ
وََ يَتْفُلُونَ وََ يَبُولُونَ وََ يَتَغَوَّطُونَ وََ يَمْتَخِطُون. قيلَ فَمَا
بَالُ الطَّعَامِ؟ قَالَ: جُشَاءٌ كَرَشْحِ الْمِسْكِ، يُلْهَمُونَ التّسْبِيحَ
وَالتّحِميدَ كَمَا تُلْهَمُونَ النّفسَ. أخرجه مسلم وأبو داود .
Hz. Câbir r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm):
"Cennet Ehli Cennet’te yerler ve içerler. Ancak tükürmezler, küçük ve
büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler de!" buyurmuştu. Ashab:
"Peki yedikleri ne olur?" diye sordular. Aleyhissalâtu
vesselâm:
"Geğirmek ve misk sızıntısı gibi ter! Onlara tıpkı nefes ilham
olunduğu gibi tesbîh ve tahmîd ilham olunur." Müslim, Cennet 18, (3835); Ebû
Dâvud, Sünnet 23, (4741).
AÇIKLAMA önceki Hadîste geçti.
وعن الْخُدْري رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَال رسُولُ اللَّهِ ﷺ: مَنْ مَاتَ مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ مِنْ صَغِيرٍ أوْ
كَبِيرٍ يَدْخُلُونَ الْجَنّةَ بَنِي ثَثِينَ َ يَزِيدُونَ عَلَيْهَا أبَدًا
وَكذلِكَ أهْلُ النّارِ. أخرجه الترمذي .
Ebû Saîd el-Hudrî r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Bir kimse Cennetlik olarak ölünce, büyük veyâ küçük, yaşı ne
olursa olsun, otuş yaşında bir kimse olarak Cennete girer ve artık bu yaş
ebediyen değişmez. Cehennemlikler için de durum böyledir." Tirmizî, Cennet
23, (2565).
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: أهْلُ الْجَنَّةِ جُرْدٌ مَرْدٌ كُحَّلٌ َ يَفْنَى
شَبَابُهُمْ وََ تَبْلَى ثِيَابُهُمْ. أخرجه الترمذي.وزاد في رواية: “عَلَيْهِمُ
تِّيجَانُ، وإنّ لُؤْلُؤَةً مِنْهَا لَتُضِئُ مَا بَيْنَ الْمَشْرِقِ
وَالْمَغْرِبِ”.”الْجُرْدُ” جمع أجرد، وهو الذي شعر عليه.و”الكحيلُ” هو الذي ترى
أجفانه كأنها مكحولة من غير كحل.
Hz. Ebû Hureyre r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet Ehli-nin vücudu kılsız, yüzü sakalsız, gözleri sürmelidir,
gençlikleri zâil olmaz, elbiseleri eskimez." Tirmizî, Cennet 8, (2542).
Tirmizî'nin, bir rivâyetinde şu ziyâde var: "Cennetliklerin
başlarında taçlar vardır. Taçtaki tek bir inci, meşrık ile mağrib arasını
aydınlatır."
وعن أبي رزين الْعُقَيْلِي رَضِيَ
اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّه ﷺ: َ يَكُونُ ‘هْلِ الْجَنَّةِ وَلَدٌ.
أخرجه الترمذي.وزاد في رواية عن الخدري “إنِ اشْتَهِىَ الْوَلَدَ كَانَ حَمْلهُ
وَوَضَعُهُ وَسُنّه في ساعةٍ واحدةٍ قال بَعْضُهُم: ولكِن يُشْتَهى”
Ebû Rezîn el-Ukaylî r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet Ehli-nin çocuğu olmaz, (orada doğum yoktur)." Tirmizî,
Cennet 23, (2566).
وعن أنسٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: يُعْطَى الْمُؤْمِنُ في الْجَنَّةِ قُوَّةَ كَذَا
وَكَذَا مِنَ الْجِمَاعِ. قِيلَ: يَا رَسُولَ اللَّهِ أوَ يُطِيقُ ذلِكَ؟ قَالَ:
يُعْطىَ قُوَّةَ مِائَةٍ. أخرجه الترمذي .
Hz. Enes r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm): "Mü'mine Cennet’te şu şu kadar (kadınla) cima gücü
verilir!" buyurmuşlardı. Kendisine:
"Ey Allâh'ın Resûlü! Buna tâkat getirebilir mi?" diye soruldu.
"Yüz (kişinin) gücü verilir! (Böyle olunca takat getirir!)"
buyurdular." Tirmizî, Cennet 6, (2539).
وعن الْخدري رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: تَكُونُ ا‘رْضُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خُبْزَةً وَاحِدَةً
يَتَكَفّاهَا الْجَبَّارُ بِيَدِهِ كَمَا يَتَكَفّى أحَدُكُمْ خُبْزَتَهُ في
السُّفَرِ نُزُوً ‘هْلِ الْجَنَّةِ. فأتَى رَجُلٌ مِنَ الْيَهُودِ، فقَالَ:
بَارَكَ الرَّحْمَنُ عَلَيْكَ يَا أبَا الْقَاسِمِ. أَ أُخْبِرُكَ بِنُزُولِ أهْلِ
الْجَنَّةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ؟ قَالَ: بَلى. قَالَ: تَكُونُ ا‘رْضُ خُبْزَةً
وَاحِدَةً كَمَا قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ فَنَظَرَ النّبِىُّ ﷺ إلَيْنَا. ثُمَّ
ضَحِكَ حَتّى بَدَتْ نَوَاجِذُهُ. ثُمَّ قَالَ: أَ أُخْبِرُكَ بِإدامِهِمْ؟ قَالَ:
بَلى. قَالَ: بامٌ وَنُونٌ. قَالَ: وَمَا هذَا قَالَ: ثَوْرٌ وَنُونٌ، يَأكُلُ
مِنْ زَائِدَةِ كَبِدِهِمَا سَبْعُونَ ألْفًا. أخرجه الشيخان.”يتكفّاها” أي يقلبها
ويميلها.”الجبّارُ” من أسماء اللَّه تعالى.و”النُّزُولُ” ما يعدّ للضيف من طعام
وشراب.و”النّواجِذُ” ا‘نياب.و”بَاَمُ” الثور كما فسره في متن الحديث، ولعل اللفظة
عبرانية.و”النُّون” الحوت وهو عربي .
el-Hudrî r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Kıyâmet günü arz, tek bir çörek olacak. Cebbar (olan Allâh Teâla
hazretleri), onu, Cennetliklere azık olarak elinde çevirecektir, tıpkı sizin
sefer sırasında çöreğinizi çevirdiğiniz gibi!" Bu sırada bir Yahudi
gelerek:
"Ey Ebû'l-Kâsım! Rahmân (olan) Allâh seni mübarek kılsın! Kıyâmet
günü Cennet Ehli-nin (iştah açıcı) ikramı ne olacak haber vereyim mi?"
dedi. Efendimiz:
"Söyle bakalım!" buyurdular. Adam, tıpkı Aleyhissâlatu
vesselâm'ın söylediği gibi:
"Arz, tek bir çörek olur!" dedi. Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) bize baktılar. Sonra azı dişleri görününceye kadar tebessüm
buyurdular ve:
"Peki Cennet Ehli-nin katıklarını sana haber vereyim mi?"
dediler. Adam: "Buyurun!" dedi. Aleyhissalatu vesselâm:
"Bâlâm ve nûn!" buyurdular. Adam:
"Bu nedir?" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Öküz ve balıktır. Bunların ciğerlerinin kenarından yetmiş bin kişi
yer" buyurdular." Buhârî, Rikâk 44; Müslim, Münâfikûn 30, (2792).
AÇIKLAMA:
1- Hadîsteki arzdan maksat, dünyâ arzıdır.
2- Nüzl, şarihlerin umumiyetle benimsedikleri mânâya göre, misafirlere
yemekten önce ikram edilen şey, bir nevi iştah açıcı çerez demektir.
3- Hadîsin mânâsı üzerinde âlimler ihtilaf eder. Teferruata girmeden İbn-ü
Hacer'in te'vilini kaydediyoruz: "Hadîsten şu mânâ elde edilmektedir:
"Mü'minler (hesap verme zamânında), Mevkıf'da uzun müddet beklerken açlık cezâsı
çekmezler. Allâh Teâla hazretleri, kudretiyle arzın mahiyetini değiştirir, yenebilecek
bir hale getirir de, onlar, ayaklarının altından, yeni bir muamele ve külfete
hacet kalmadan yerler. Bu yeme hâdisesi, Cennete gidecekler için Cennete
girmezden önce hâsıl olacaktır."
4- Resûlullah, Yahudinin ihbarına gülmüştür. Çünkü vahye dayanarak kendi
söylediklerini, Yahudi, kitaplarından öğrendiği bilgiye dayanarak aynen
söylemekle, kendisini te'yid etmiş, Aleyhissalâtu vesselâm da bu muvafakattan
memnuniyet duymuş ve bu hissini gülerek izhar etmiştir.
5- Hadîste, Cennetliklerin katığı olarak zikredilen nûn, balık olarak
tefsîr edilmiştir. Bâlâm kelimesi farklı izahlara tâbi tutulmuştur. Bunun
İbrânice olabileceği de söylenmiştir. Çoğunluk, bununla öküzün kastedildiğini kabûl
etmiştir.
6- Öküz ve balığın ciğerinden yiyeceklerin sayısı yetmiş bin olarak ifâde
edilmiştir. Şârihler bu yetmiş bin, Cennete sorgusuz sualsiz gireceği
belirtilen yetmiş bin olma ihtimalinden bahsettikleri gibi, bu rakamla hasr
değil, çokluğun kastedilmiş olma ihtimalini de belirtirler. Hadîste geçen
zâidetu'lkebîd, karaciğerin bir kısmının adıdır. Şârihler hayvanın en lezzetli
kısmı olduğunu belirtirler.
وعن الخدري رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَال رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: أدْنَى أهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً الّذى لَهُ
ثَمَانُونَ ألْفَ خَادِمٍ، وَاثْنَانِ وَسَبْعُونَ زَوْجَةً؛ وَتُنْصَبُ لَهُ
قُبَّةٌ مِن لُؤْلُو وَزَبْرجَدٍ وَيَاقُوتٍ كَمَا بَيْنَ الْجَابِيَةِ الى
صَنْعَاءَ. أخرجه الترمذي.
el-Hudrî r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet Ehli-nden derecesi en düşük olanın seksen bin hizmetçisi,
yetmiş iki zevcesi vardır. Onun için inciden, zebercedden ve yakuttan bir çadır
kurulur. Bu çadır, Câbiye'den San'a'ya kadar uzanan bir büyüklüktedir."
Tirmizî, Cennet 23, (2565).
AÇIKLAMA:
1- Cennet’te, mertebece en düşük mü'mine verilebilecek hizmetçi ve
zevcelerle ilgili rakamın hasr olabileceği gibi, kesretten kinâye olabileceği
de belirtilmiştir. Zevce olarak zikredilenler hûrilerdir, dünyevî zevceler
bunun dışındadır.
2- Cennetliğin çadırı kubbe ile ifâde edilmiştir. Kubbe kelimesi, bu
çadırın yuvarlak olacağını belirtir. Câbiye, Suriye'de bir kasabadır. San'a da
Yemen'de bir şehir adıdır. İkisinin arasında bir aylık mesâfe mevcûddur.
Böylece, çadırın büyüklüğü ifâde edilmiş olmaktadır.
Hadîs şu mânâyı zihne vermektedir: "Cennetliğin en düşük mertebelisi
böylesine büyük ni’metlere mazhâr olursa, en yukarı mertebelerde olanlar nâsıl ni’metlere
mazhâr olacaklar?"
Hadîste yüce mertebelere tâlib olmaya teşvik vardır.
وعن ابنِ عُمرَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهما
قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ أدْنَى أهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لِمَنْ
يَنْظُرُ الى جِنَانِهِ وَأزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَنِعَمِهِ وَسُرُرِهِ مَسِيرَةَ
ألْفِ عَامٍ. وَأكْرَمُهُمْ على اللَّهِ مَنْ يَنْظُرُ الى وَجهِهِ غُدْوَةً
وَعَشِيَّةَ. ثُمَّ قَرَأ ﷺ: وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاظِرَةٌ الى رَبِّنَا نَاضِرَةٌ.
أخرجه الترمذي .
İbn-ü Ömer r.’a.üma anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennet Ehli-nin mertebece en düşük olanı o kimsedir ki:
"Bahçelerine, zevcelerine, ni’metlerine, hizmetçilerine, koltuklarına
bakar. Bunlar bin yıllık yürüme mesâfesini doldururlar.
Cennetliklerin Allâh nezdinde en kıymetli olanları ise, Vech-i İlâhîye
sabah ve akşam nazar ederler." Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) sonra şu âyeti okudu. (Meâlen): "Yüzler vardır, o gün ter ü
tâzedir, Rablerini görecektir" (Kıyâmet 22-23). Tirmizî, Cennet 17,
(2556), Tefsîr, Kıyâmet (3327).
وعن الْمُغِيرةَ بْنِ شُعْبَةَ رَضِيَ
اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: سَألَ مُوسىَ عَليْهِ السَّمُ
رَبَّهُ تَعالى: مَا أدْنىَ أهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً؟ قَالَ: هُوَ رَجُلٌ
يَجِئُ بَعْدَ مَا أُدْخِلَ أهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ، فَيُقَالُ لَهُ:
اَدْخِلِ الْجَنَّةَ. فَيَقُولُ: أي رَبِّ وَكَيْفَ وَقَدْ نَزَلَ النّاسُ
مَنَازِلَهُمْ وَأخَذُوا أخَذَاتِهِمْ. فَيُقَالُ: أمَا تَرْضىَ أنْ يَكُونَ لَكَ
مِثْلُ مُلْكِ مَلِكٍ مِنْ مُلُوكِ الدُّنْيَا؟ فَيَقُولُ: رَبِّ رَضِيتُ.
فَيَقُولُ: لَكَ ذلِكَ وَمِثْلُهُ وَمِثْلُهُ وَمِثْلُهُ وَمِثْلُهُ. فَيَقولُ في
الْخَامِسَةِ: رَضِيتُ رَبِّ فَيَقُولُ: هذَا لَكَ وَعَشْرَةُ أمْثَالِهِ، وَلَكَ
مَا اشْتَهَتْ نَفْسُكَ وَلَذَّتْ عَيْنُكَ. فَيَقُولُ: رَبِّ رَضِيتُ. فَقَالَ:
فأعَْهُمْ مَنْزِلَةً؟ قَالَ: أُولئِكَ الّذِينَ أرَدْتُ، غَرَسْتُ كَرَامَتَهُمْ
بِيَدِيَّ وَخَتَمْتُ عَلَيْهَا فَلَمْ تَرَ عَيْنٌ وَلَمْ تَسْمَعْ أُذُنٌ وَلَمْ
يَخْطُرْ عَلى قَلْبِ بَشَرٍ. أخرجه مسلم والترمذي.قوله )أخَذُوا أخَذاتِهِمْ( أي
نزلوا منازلهم المختصة بهم .
Muğîre İbn-ü Şu'be r.’a. anlatıyor: "Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Hz. Mûsâ ‘aleyhi’s-selâm Rabbine sordu:
"Derece itibariyle Cennet Ehli-nin en düşüğü nâsıldır? "Rab
Teâla buyurdu: "O, Cennet Ehli Cennete dâhîl edildikten sonra gelecek olan
bir adamdır ki kendisine:
"Cennete gir!" denilir. Adam:
"Ey Rabbim nâsıl gireyim. Herkes yerlerine yerleşti, mekânlarını
tuttu!" der. Ona şöyle denilir: "Sana
dünyâ meliklerinden birinin mülkü kadar mülk verilmesine râzı mısın?"
"Rabbim, râzıyım!" der.
Rabb Te’âlâ:
"Sana bu verilmiştir. Onun misli, onun misli, onun misli, onun
misli de."
Adam beşincide:
"Ey Rabbim râzı oldum (yeter)!" der. Rabb Te’âlâ:
"Bu sana verildi, on misli daha verildi. Ayrıca gönlün her ne
isterse, gözün neden zevk alırsa, sana hep verilmiştir!" buyurur. Adam:
"Rabbim râzı oldum (yeter)" der. (Hz. Mûsâ sormaya devâm
eder):
"Ya derecesi en üstün olan (nâsıldır)?"
"İşte irade ettiklerim bunlardı. Onların keramet fidanlarını kendi
elimde diktim ve üzerlerine mühür
vurdum. Onlara hazırladığımı, ne bir göz görmüş ne bir kulak işitmiştir, hiçbir beşer kalbine de hutur etmemiştir." Müslim, İman 312,
(189); Tirmizî, Tefsîr Secde, (3196).
وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللَّهُ
عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ: يَقُولُ اللَّهُ عَزَّ وَجَلَّ ‘هْلِ
الْجَنَّةِ: يَا أهْلَ الْجَنَّةِ؟ فَيَقُولُونَ: لَبَّيْكَ رَبَّنَا وَسَعْدَيْكَ
وَالْخَيْرُ في يَدَيْكَ. فَيَقُولُ: هَلْ رَضِيتُمْ؟ فَيَقُولُونَ:
وَمَالَنَا نَرْضَى يَا رَبَّنَا، وَقَدْ
أْعطَيْتَنَا مَالَمْ تُعْطِ أحَدًا مِنْ خَلْقِكَ. فَيَقُولُ: أَ أُعْطِيكُمْ
أفْضَلَ مِنْ ذلِكَ؟ فَيَقُولُونَ: وَأيُّ شَيْءٍ أفْضَلُ مِنْ ذلِكَ؟ فَيَقُولُ:
أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِِي فََ أسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أبَدًا. أخرجه
الشيخان والترمذي .
Ebû Said el-Hudrî (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: "Allâh-ü Te’âlâ hazretleri Cennet Ehli-ne:
"Ey Cennet ahâlîsi!" diye seslenir. Onlar:
"Ey Rabbimiz buyur! Emrine amadeyiz! Hayır senin elindedir!"
derler. Rabb Te’âlâ:
"Râzı oldunuz mu?" diye sorar. Onlar: "Ey
Rabimiz! Râzı olmamak ne haddimize! Sen
bize mahlûkâtından bir başkasına vermediğin ni’metler verdin!" Rabb Te’âlâ:
"Ben sizlere bundan daha fazlasını vereyim mi?" der. Onlar:
"Bu verdiklerinden daha üstün ne olabilir?" derler. Rabb
Te’âlâ:
"Size rızamı helal kıldım. Artık, size ebediyyen gadab
etmeyeceğim!" buyururlar."
Buhârî, Rikak 51, Tevhîd 38; Müslim, Cennet 9, (2829); Tirmizî, Cennet 18,
(2558).
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: عُرِضَ عَليّ أوَّلُ ثَثَةٍ يَدْخُلُونَ الْجنَّةَ:
شَهِيدٌ، وَعَفِيفٌ مُتَعَفِّفٌ، وَعَبْدٌ أحْسَنَ عِبَادَةَ اللَّهِ وَنَصَحَ
لِمَوالِيهِ. أخرجه الترمذي .
Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Bana Cennete giren ilk üç kişi arzedildi. Bunlardan biri şehid,
biri iffetli olan (ve azla yetinerek) iffetini koruyan, biri de Allâh'a ibâdetini
güzel yapan ve efendilerine hayırhah olan bir köle idi." Tirmizî, Fezâilu'l-Cihad
13, (1642).
وعن حارثة بن وهْب رَضِيَ اللَّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: أَ أخْبِرُكُمْ بِأهْلِ الْجَنَّةِ؟ قَالُوا: بَلىَ
يَا رَسُولَ اللَّهِ. قَالَ: كُلُّ ضَعِيف مُتَضَعِّفٍ لَو أقْسَمَ عَلى اللَّهِ
‘بَرَّهُ، أَ أخْبِرُكُمْ بِأهْلِ النَّارِ؟ كُلُّ عُتُلٍّ جَوَّاظٍ مُسْتَكْبِرِ.
أخرجه الشيخان .
Harise İbn-ü Vehb (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm): "Size Cennet ehlini
haber vereyim mi?" buyurdular.
Ashab:
"Evet ey Allâh'ın Resulü!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Herbir biçâre addedilen zayıf kimsedir. Bu kimse, bir husûsta Allâh'a
yemîn etse, Allâh onun dilediğini yerine getirerek tebrie eder ve hanis
kılmaz" buyurdu ve tekrar sordu:
"Size cehennem ehlini haber vereyim mi?" Bunlar kaba, cimri ve
kibirli kimselerdir." Buhârî, Tefsîr, Nun 1, Edeb 61, Eyman 9; Müslim,
Cennet
46, (2853); Tirmizî, Cehennem 13, (2608).
و‘بي داوُدَ مِنْ روايةِ حارِثة رَضِيَ
اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: َ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ الْجَوَّاظُ
وََ الْجَعْظَرِيُّ.قالَ و”الجَوَّاظ” الغليظ الفظ.قُلتُ: “الْجَوَّاظُ” الجموع
المنوع. وقيل السمين المختال في مشيته، وقيل القصير البطين.و”الْجَعْظَرِيُّ” الفظ
الغليظ، واللَّه أعلم .
Ebû Davud'da Harise (r.’a.)'den gelen bir rivâyette Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) şöyle buyurmuştur:
"Cennete ne zengin cimri, ne
de kaba merhametsiz girer." Ebû Davud, Edeb 8, (4801).
AÇIKLAMA:
Cennete giremeyecekleri belirtilen şahıslarla ilgili kelimelerin ifâde
ettikleri mânâlarda alimler ihtilaf etmiştir:
Utüll: Katı, batıl sebeple
düşmanlığı ileri götüren demektir.
Cevvaz: Katı kalpli, çok biriktirip harcamaktan, hayır yapmaktan
kaçınan; çok şişman, yürürken kibirlenen, kısa boylu, ağır, merhametsiz, facir,
çok yiyen gibi mânâlara geldiği söylenmiştir.
Ca'zerî: "Kaba, kibirli,
elinde olmayanla övünen gibi mânâlara gelmektedir. Yapılan açıklamalardan, bu
kelimelerin birbirine yakın mânâlarda, kötü huyları ifâde etmek için
kullanıldığı anlaşılmaktadır.
CEHENNEMLİKLER
عن النّعمان بن بشير رَضِيَ اللَّهُ
عَنْهما قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: أهْوَنُ أهْلِ النّارِ عَذَابًا مَنْ لَهُ
نَعَْنِ وَشِراكَانِ مِنْ نَارٍ يَغْلِي مِنْهُمَا دِمَاغُهُ كَما يَغْلِي
الْمِرْجَلُ، مَا يَرى أنّ أحَدًا أشَدّ مِنْهُ عَذَابًا وَإنّهُ ‘هْوَنُهُمْ
عَذَابًا. أخرجه الشيخان والترمذي.
Nu'man İbn-ü Beşir (r.’anhümâ) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cehennemliklerin ‘azâb cihetiyle en hafif olanı, ayağında ateşten
bir nalın ve nalın bağı olan kimsedir
ki, ayağındakiler sebebiyle, tıpkı tencerenin kaynaması gibi, başında dimağı
kaynar. Öyle tahammülfersa bir ‘azâb
duyar ki, ‘azâbca insanların en hafifi olduğu halde, kendinden şiddetli ‘azâb çeken olmadığını zanneder." Buhârî,
Rikak 8, Müslim, İman 363,l (213); Tirmizî, Cehennem 12, (2607).
وعن سَمُرَةَ بن جُنْدَبٍ رَضِيَ اللَّهُ
عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنّ مِنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ النّارُ الى
كَعْبََيْهِ، وَمنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ الى رُكْبَتَيْهِ، وَمِنْهُمْ مَنْ
تَأخُذُهُ الى حُجْزَتِهِ، وَمِنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ الى تَرْقُوَتِهِ. أخرجه
مسلم .
Semüre İbn-ü Cündeb (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"(Cehennemlikler derece derecedir.) Bir kısmı vardır, ateş onları
topuğuna kadar yakalar, bir kısmı vardır, dizlerine kadar yakalar, bir kısmı
vardır kemere kadar yakalar, bir kısmı vardır köprücük kemiğine kadar
yakalar." Müslim, Cennet 33, (2845).
وعن أبي الدّرْدَاءِ رَضِيَ اللَّهُ
عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: يُلْقىَ عَلى أهْلِ النّارِ الْجُوعُ،
فَيَعْدِلُ مَاهُمْ فيهِ مِنَ الْعَذَابِ، فَيَسْتَغِيثُونَ، فَيُغَاثُونَ
بِطَعَامٍ مِنْ ضَرِيعٍ َ يُسمِنُ وََ يُغنِى مِنْ جُوعٍ فَيَسْتَغِيثُونَ
بِالطَّعَامِ، فَيُغَاثُونَ بِطَعَامٍ ذي غُصَّةٍ. فَيَذكُرُونَ أنَّهُمْ كَانُوا
يُجِيزُونَ الْغُصَصَ في الدُّنْيَا بِالشَّرَابِ. فيَسْتَغِيثُونَ بِالشَّرَابِ.
فَيُدْفَعُ إلَيْهِمُ الْحَمِيمُ بِكََلِيبِ الْحَدِيدِ. فَإذَا أُدْنِىَ مِنْ
وُجُوهِهِمْ شَوىَ وُجُوهَهُمْ فَإذَا دَخَلَ بُطُونَهُمْ قَطَعَ مَا في
بُطُونِهِمْ فَيَقُولُونَ: اُدْعُوا خََزَنَةَ جَهَنَّمَ عَسَاهُمْ يُخَفِّفُونَ عَنَّا
فَيَدْعُونَهُمْ فَيَقُولُونَ: ألَمْ تَكُ تَأتِيكُمْ رُسُلُكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ؟
قَالُوا: بَلىَ. قَالُوا: فَادْعُوا وََمَا دُعَاءُ الْكَافِرينَ إَّ في ضََلٍ.
فَيَقُولُونَ: اُدْعُ مَالِكًا، فَيَقُولُونَ: يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا
رَبُّكَ. فَيُجِيبُهُمْ: إنَّكُمْ مَاكِثُونَ. قَالَ ا‘عْمَش رَحِمَهُ اللَّهُ
نُبِّئْتُ اَنَّ بَيْنَ دُعَائِهِمْ مَالِكًا وَإجَابَتِهِ مِقْدَارَ ألْفِ عَامٍ
فَيَقُولُونَ: اُدْعُوا رَبَّكُمْ، فََ أحَدَ خَيْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ،
فَيَقُولُونَ: رَبَّنَا غلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْمًا
ضَالِّينَ. رَبَّنَا أخْرِجْنَا مِنْهَا فإنْ عُدْنَا فإنَّا ظَالِمُونَ. قَالَ
فَيُجِيبُهُمْ: اِخْسَئُوا فِيهَا وََ تُكَلّمُون. قَال: فَعِنْدَ ذلِكَ يَئِسُوا
مِنْ كُلِّ خَيْرٍ، فَيأخُذُونَ في الزَّفيرِ وَالشَّهِيقِ وَيَدْعُونَ
بِالْوَيْلِ وَالثُّبُورِ. أخرجه الترمذي.وزاد رزين: فَيُقَالُ لَهُمْ: َ تَدْعُوا
الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا وَادْعُوا ثُبُورًا كَثِيرًا.”الضَّريعُ” نبت بالحجاز
له شوك.و”الحميمُ” الماء المتناهي الحرارة.و”الزَّفيرُ” إدخال النفس الى الجوف مع
صوت.و”الثبورُ” الهك .
Ebû'd-Derda (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cehennem ehline açlık mûsâllat
edilir. Bu, içinde bulundukları ‘azâba eşit
dereceye ulaşır. Açlığa karşı yardım
talep ederler. Onlara besleyici olmayan
ve açlığı gidermeyen dari' (denen dikenli bir ot) verilir. Tekrar
yiyecek isterler, bu sefer de boğazda tıkanıp kalan bir yiyecekle imdat edilir. (Bu da boğazlarında takılır kalır, ne
ileri geçer, en de geri gelir). Derken dünyâda iken, bu durumda, bir
içecekle takılan lokmaları
kaydırdıklarını hatırlarlar ve bir içecek talep ederler. Kendilerine demir
kancalar bulunan kaplarda kaynar sular verilir. Bu kaplar, yüzlerine
yaklaştırılınca, yüzlerini dağlayıp atar.
Su karınlarına girince içlerini
param parça eder. Bu sefer de: "Cehennemin bekçilerini
çağırın, ola ki ‘azâbımızı biraz hafifletir!" derler. Onları çağırırlar. Onlar gelince:
"Size peygamberleriniz bu halleri açıklayan haberleri getirmemiş
miydi?" derler. Onlar:
"Evet getirmişti (ama dinlemedik)" derler. Bunun üzerine, bekçiler:
"Siz isteyin durun!
Kâfirlerin istekleri (burada) boşadır!"
derler" (Gâfir 50).
Cehennemlikler bekçilerden ümidi
kesince:
"(Cehenneme müvekkel melek) Malik'i çağırın!" derler. (Malik
gelince):
"Ey Malik (söyle de) Rabbin bizim
hakkımızda ölüme hükmetsin!"
derler. Malik de onlara:
"Hayır! (Siz burada canlı olarak ebedî) kalıcılarsınız!" diye cevâb
verecek" (Zuhruf 77).
(Hadîsin râvîlerinden) A'meş rahimehullah der ki: "Bana bildirildi
ki, cehennemliklerin Malik'e
yalvarmaları ile Malik'in onlara verdiği cevâb arasında bin yıllık zaman
geçecektir. Cehennemlikler, bu sefer aralarında:
"Rabbinize duâ edin sizin
için O'ndan daha hayırlı kimse yok!"
diyecekler ve elbirlik şöyle yakaracaklar:
"Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe çalmıştı, biz gerçekten
sapıtmış kimselerdik. Ey Rabbimiz bizi bundan çıkar. Eğer (yine) küfre dönersek
artık hiç şüphesiz ki zâlimlerden
oluruz" (Mü'minun 106-107). Rabb Te’âlâ, onlara: "Cehennemin içine
yıkılıp gidin! Bana bir şey söylemeyin!" diyecek" (Mü'minun 108).
Rasûlüllâh devâmla dedi ki: "Bu cevâb üzerine, cehennem ehli her
çeşit hayırdan ümidlerini keserler; hıçkırmaya, nedamet etmeye, dövünüp
yırtınmaya başlarlar." Tirmizî, Cehennem 5, (2589).
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ الْحَمِيمَ لَيُصَبُّ عَلى رُُؤُوسِهِمْ فَيَنْفُذُ
حَتّى يَخْلُصَ الى جُوفِهِ فَيَسْلِتُ مَا في جَوْفِهِ حَتّى يَمْرُقَ مِنْ
قَدَمَيْهِ، وَهُوَ الصَّهْرُ ثُمَّ يُعَادُ كَمَا كَانَ. أخرجه الترمذي. وقوله: “فَيَنْفُذُ”
أي يخرق ويجوز.وقوله: “فَيَسلتُ ما في جَوْفِهِ” أي يستأصله.”حَتّى يَمْرُقَ” أي
ينْفذ ويخرج.”والصَّهرُ” ا“ذابة .
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cehennemliklerin tepelerine kaynar su dökülür. Bu su, vücudlarının
içine nüfuz eder, öyle ki karınlarına kadar ulaşır; içlerinde ne var ne yok,
söker atar ve ayaklarını delip, geçer.
Bu hâdise,
يُصْهَرُ بِهِ
مَا في بُطُونِهِمْ وَالْجُلُودُ
"Bununla karınlarının içinde ne varsa
hepsi ve derileri eritilecektir" (Hacc 20) Âyetinde zikri geçen) eritme
(es-Sahru) hâdisesidir. Sonra (eriyen cesedleri) eski haline iade edilir."
Tirmizî, Cehennem 4, (2585).
وعنه رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: ضِرْسُ الْكَافِرِ مِثْلُ أُحُدٍ، وَغَلِظُ جِلْدِهِ مَسِيرَةُ
ثَثٍ. أخرجه مسلم والترمذي .
Yine Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Kâfirin cehennemdeki bir azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin
kalınlığı da üç gecelik yol mesâfesidir." Müslim, Cennet 44, (2851);
Tirmizî, Cehennem 3, (2580, 2581, 2582).
AÇIKLAMA:
Tirmizî'nin rivâyetinde, deri kalınlığı kırk iki zira' olarak ifâde
edilmiştir. Farklılık, "Her kâfirin derisinin eşit kalınlıkta
olmayacağı" şeklinde te'vil edilebilir. Yine Tirmizî'deki rivâyetlerde
bâzı farklı bilgiler gelmiştir: "Kafirin uyluğu Beyza dağı kadardır.
Oturduğu yer de üç gecelik mesâfe, Medine'den Rebeze'ye kadar. -Bir diğer rivâyette:-
Medine'den Mekke'ye kadar ki uzaklıktır." Burada da "her kâfirin
oturduğu yer aynı büyüklükte olmayacak" diye te'vil edilebilir.
وعن ابنِ عمر رَضِيَ اللَّهُ عَنْهما
قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ الْكَافِرَ لَيَسْحَبُ لِسَانَهُ في النّارِ
الْفَرْسَخَ وَالْفَرْسَخَيْنِ يَتَواطَّؤُهُ النّاسُ. أخرجه الترمذي .
İbn-ü Ömer (r.’anhümâ) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini kıyâmet günü yerde
sürür, (Mevkıf'te) insanlar onun üzerine basarlar." Tirmizî, Cehennem 3,
(2583).
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ أوَّلَ مَنْ يُدْعَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ آدَمُ.
فيَقُولُ: يَا آدَمُ. فَيَقُولُ: لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ. فَيَقُولُ: أخْرِجْ بَعْثَ
جَهَنَّمَ مِنْ ذُرِّيَّتِكَ. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ: كَمْ أخْرِجُ؟ فَيَقُولُ:
أُخْرِجْ مِنْ كُلِّ مِائَةٍ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ. قِيلَ: فَمَا يَبْقىَ مِنَّا
يَا رَسُولَ اللَّهِ؟ قَالَ: إنَّ أُمَّتِي في اُمَمِ كَالشَّعْرَةِ الْبيْضَاءِ
في الثَّوْرِ ا‘سْوَدِ. أخرجه البخاري .
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Kıyâmet günü ilk çağırılacak olan, Hz. Adem'dir. Hak Teala
hazretleri:
"Buyur ey Rabbim, emrindeyim!" der. Rabb Teala:
"Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!" emreder. Adem:
"Ey Rabbim ne miktarını ayırayım?" diye sorar. Rabb Teala:
"Her yüzden doksan dokuzunu!" fermân buyurur."
(Ashab bu esnada atılıp): "Ey Allâh'ın Resulü! Bizden geriye ne
kaldı?" derler. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Benim ümmetim, diğer ümmetler yânında siyah öküzün başındaki beyaz
tüy gibi (az)dır!" buyurdular." Buhârî, Rikak 45.
وعنه رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ إبْرَاهِيمَ يَرى أبَاهُ آزَرَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
عَلَيْهِ الْغَبْرَةُ وَالْقَتَرَةُ. فَيَقُولُ لَهُ إبْرَاهِيمُ: ألَمْ أقُلْ
لَكَ َ تُعْصِنِي. فَيَقُولُ لَهُ أبُوهُ: فَاليَوْمَ َ أعْصِيكَ. فَيَقُولُ
إبْرَاهِيمُ: يَا رَبِّ ألَمْ تَعِدْنِي أنَّكَ َ تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ،
فأىَّ خِزْيٍ أخْزَى مِن أبِي ا‘بْعَدِ. فَيَقُولُ اللَّهُ: إنِّي حَرَّمْتُ
الْجَنَّةَ عَلى الْكَافِرينَ. ثُمَّ يُقَالُ: يا إبْرَاهيمُ: مَا تَحْتَ
رِجْلَيْكَ؟ فَيَنْظُرُ فإذَا هُوَ بِذيخٍ مُلْتَطِخٍ، فَيُؤْخَذُ بِقَوائِمِهِ،
فَيُلْقَى في النَّارِ. أخرجه البخاري.”القتَرةُ” غبرة معها سواد.و”الذِّيخُ” ذكر
الضباع .
Yine Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Hz. İbrahim aleyhisselam, kıyâmet günü, babası Azer'i yüzü
üzerinde bir siyahlık ve toz toprak olduğu halde görür. Babasına:
"Ben sana dünyâda iken, "Bana âsî olma!" demedim
mi?" der. Babası ona:
"İşte bugün ben artık sana âsî olmayacağım!" der. Bunun
üzerine İbrahim aleyhisselam:
"Ey Rabbim! Sen yeniden
diriltme gününde beni rüsvay etmeyeceğini vaadetmiştin. Rahmetten uzak babamın
halinden daha rüsvay edici başka ne var?" diye yakarır. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
"Ben Cenneti kâfirlere haram kıldım!" cevabında bulunur. Sonra
şöyle nida edilir:
"Ey İbrahim, ayaklarının altında ne var, biliyor musun?" İbrahim yere
bakar ve kana bulanmış bir sırtlan görür. Derhal ayaklarından tutulup
ateşe atılır. (İşte bu, İbrahim'in babasıdır, o çirkin surete
sokulmuştur)." Buhârî, Enbiya 8, Tefsîr, Şuara 1.
AÇIKLAMA:
1- Bu Hadîste, âhirette kâfir olarak ölenlere rahmet edilmeyeceği, kişi
kâfir olarak öldüğü takdîrde en yüce makama bile sahip olsa oğlunun hiçbir
fayda sağlayamayacağı ifâde edilmektedir. Halilullah olan
Hz. İbrahim, babasına yardımcı olmak isteyecek, ancak babası kâfir olarak
öldüğü için şefaati kabûl edilmeyecektir.
2- Azer'in sırtlan suretine çevrilmesi iki sebebe dayandırılarak izah
edilmiştir:
1) Ahmaklığı sebebiyledir. Çünkü sırtlan uyanık olması gereken şeylerde
gafletiyle bilinir ve hayvanların en
ahmağı addedilir. Azer de oğlunun uyarılarına rağmen ahmaklık edip, eliyle yonttuğu putlara uluhiyet izâfe
etmekten vazgeçmemiştir.
2) Azer'in o pis ve çirkin surete çevrilmesi, Hz. İbrahim'in ondan
teberri etmesini sağlamak içindir. Tabii görünüşüyle ateşe atılsa, Hz. İbrahim
üzülecek idi. Böyle olunca nefsi ondan nefret etmiştir.
CENNETLİKLERİN VE CEHENNEMLİKLERİN MÜŞTEREKEN ZİKREDİLDİGİ HADİSLER
عن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: تَحَاجَّتِ الْجَنَّةُ والنّارُ: فَقَالَتِ النَّارِ:
أُوثِرْتُ بِالْمُتَكَبِّرينَ وَالْمُتَجَبِّرِينَ، وَقَالَتِ الْجَنَّةُ: فَمَا
لِي َ يَدْخُلُنِي إَّ ضُعَفَاءُ النّاسِ وَسَقَطُهُمْ؟ فقَالَ اللَّهُ تَعالى
لِلْجَنَّةِ: أنْتِ رَحْمَتِي أرْحَمُ بِكِ مَنْ أشَاءُ مِنْ عِبَادِي، وقَالَ
لِلنّارِ: أنْتِ عَذَابِي أُعَذِّبُ بِكِ مَنْ أشَاءُ مِنْ عِبَادِي، وَلِكُلِّ
وَاحِدَةٍ مِنْكُمَا مِلْؤُهَا. فأمَّا النّارُ فََ تَمْتَلِئُ حَتّى يَضَعَ
اللَّهُ تَبَارَكَ وَتعالى فيهَا رِجْلَهُ. فَتَقُولُ: قَطِ قَطِ. فَهُنَالِكَ
تَمْتَلئُ وَيُزْوَى بَعْضُهَا الى بَعْضٍ وََ يَظْلِمُ اللَّهُ تعالى مِنْ
خَلْقِهِ أحَدًا. وَاَمَّا الْجَنَّةُ فإنَّ اللَّهَ يُنْشِئُ لَهَا خَلْقًا.
أخرجه الشيخان والترمذي.”السقط” في ا‘صل المزدرى به. ومنه السقط: الردئ من المتاع
.
Hz. Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki: "Cennet ve cehennem, aralarında (ihtilaf ederek Allâh nezdinde )
dava açtılar. Cehennem:
"Ben, mütekebbirler (dünyâda büyüklük taslâyanlar) ve mütecebbirler
(zorbalık yapanlar) için tercih
edildim!" diye dövündü. Cennet ise:
"Ey Rabbim! Bana niçin sâdece zayıflar ve (insanlar nazarında)
düşük olanlar, (hakir görülenler) girer?" dedi. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri
önce Cennete hitap etti:
"Sen benim rahmetimsin. Kullarımdan dilediklerime rahmetimi seninle
ulaştıracağım!" Sonra da cehenneme hitap etti:
"Sen de benim ‘azâbımsın.
Kullarımdan dilediğimi seninle ‘azâblandıracağım!" (Her ikisine
yönelerek):
"İkiniz(in de vazifesi var! İkiniz de) dolacaksınız!" buyurdu.
Ancak cehennem, bir türlü dolmak
bilmedi. Allâh-ü Te’âlâ da ayağını üzerine bastı. Derken cehennem:
"Yeter! yeter!" diye
inledi. Bu suretle dolmuş olan cehennemin ağzı birbirine kavuştu. Allâh mahlûkâtından
hiçbir ferde aslâ zulmetmez.
Cennete gelince, Allâh yeni mahlûkât
yaratarak onu dolduracaktır." Buhârî, Tefsîr, Kaf 1, Tevhîd 25;
Müslim, Cennet 35, (2846); Tirmizî, Cennet 22, (2564).
AÇIKLAMA:
Burada idrâk ve şuurdan uzak bilinen Cennet ve cehennemin konuşması,
iddialaşması vs. mevzubahistir. Alimler, Hadîsi izahta farklı görüşler ileri
sürmüştür. Bir kısmı zâhirî mânânın te'vil edilmesi gereğini kabûl eder. Nevevî
der ki: "Bu Hadîs zâhiri üzeredir, te'vil
gerekmez. Allâh, Cennet ve cehenneme temyiz ve idrâk yaratmıştır.
Dolayısıyle münakaşa ve mübaheseye muktedirler." İbn-ü Battâl,
Mühelleb'in: "Bu münakaşanın gerçekten vukuu câizdir, Allâh onlarda hayat,
fehim ve konuşma yaratmış olabilir. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri herşeye
kadirdir" dediğini kaydeder.
Bâzı şarihler, mecâz olmasının câiz olduğunu söyler ve Mülk suresinde
cehennemin sözü olarak geçen
هَلْ مِنْ مَزِيد
"Daha var mı?" ifâdesinin de böyle olduğunu belirtir. Bu
ihtilafta cehennemin, kendisine gelenlerle övündüğünü görmekteyiz. Zannetmiştir ki, dünyâdaki büyüklerin içine atılması, Allâh
nezdinde, kendisine Cennet’ten daha iyi
bir durum kazandırmaktadır. Cennet de kendisine hep Allâh'a dost olanların
konması sebebiyle Allâh nezdinde cehennemden daha iyi bir mevkie sahip olduğu
zannındadır. Ancak Allâh-ü Te’âlâ hazretleri, onlara, içinde iskan edilenler
sebebiyle birinin diğerine bir
üstünlükleri olmadığını belirtmektedir.
Cennet ve cehennemin bir cüz'üne, Allâh'ın konuşma hassası vererek
onları konuşturabileceğini kabûl edip, Hadîsin zâhire göre anlaşılmasını esâs
alan müfessirlerden bâzıları
وَإنَّ الدَّارَ اŒخِرَةِ لَهِيَ الْحَيَوَانُ
"Âhiret yurdu hayatın ta
kendisidir" (Ankebut 64) Âyetini de delil getirirler. Bunlara göre "Âhirette
her ne varsa canlıdır. Cennet ve cehennem de canlıdır, öyleyse konuşmaları
sahihtir."
Lisân-ı halin de muhtemel olduğu söylenmişse de çoğunluk nezdinde, Nevevî'nin belirttiği mülahaza evladır.
وعن أبي سعيدٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: أمَّا أهْلُ النّارِ الّذِينَ هُمْ أهْلُهَا فإنَّهُمْ َ
يَمُوتُونَ فيهَا وََ يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أصَابَتْهُمُ النّارُ
بِذُنُوبِهِمْ فأمََاتَتْهُمْ إمَاتَةً. حَتّى إذَا كَانُوا فَحْمًا أُذِنَ في
الشَّفَاعَةِ، فَجئَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ، فَبُثُوا عَلى أنْهَارِ
الْجَنَّةِ. ثُمَّ قِيلَ: يَاأهْلَ الْجَنَّةِ، أفيضُوا عَلَيْهِمْ مِنَ الْمَاءِ.
فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبّةِ في حَمِيلِ السَّيْلِ. أخرجه مسلم .
Ebû Said (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Hakkıyla cehennemlik olan
cehennemlikler var ya, onlar cehennemde ne ölürler ne de yaşarlar. Lakin günâhları -yahut
hataları denmiştir- sebebiyle ateşe
duçar olan birkısım kimseler vardır ki, ateş onları tamamen öldürür. Yanıp kömür olduktan sonra,
kendilerine şefaat edilme izni verilir. Böylece
grup grup getirilirler ve Cennet
nehirlerine dağıtılırlar. Sonra:
"Ey Cennet Ehli! Bunların üzerlerine su dökün" denilir.
Bunlar, sel yatağında biten bir ot gibi
yeniden biterler." Müslim, İman 306, (185).
وعنه رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال: قَالَ
رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: يُخَلَّصُ الْمُؤْمِنُونَ مِنَ النّار، فَيُحْبَسُونَ على
قَنْطَرَةٍ بَيْنَ الْجَنَّةِ وَالنّارِ، فَيُقْتَصُّ لِبَعْضِهِمْ مِنْ بعْضٍ
مَظَالِمَ كَانَتْ بَيْنَهُمْ في الدُّنْيَا، حَتّى إذَا هُذِّبُوا وَنُقُّوا
أُذِنَ لَهُمْ في دُخُولِ الْجَنَّةِ. فَوَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ ‘حَدُهُمْ
أهْدَى بِمَنْزِلِهِ في الْجَنَّةِ مِنْهُ بِمَنْزلِهِ كَانَ في الدُّنْيَا. أخرجه
البخاري .
Yine Ebû Said (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Mü'minler cehennemden kurtarılıp, Cennetle cehennem arasındaki
köprüde bir müddet hapsedilirler. Bu sırada, aralarında dünyâda geçmiş olan haksızlıklar kısas
edilir. Böylece günâhlardan temizlenip paklandıktan sonra Cennete girmelerine
izin verilir. Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e yemîn olsun,
onlardan herbiri, Cennet’teki evini, dünyâdaki evinden daha iyi bilir."
Buhârî, Mezâlim 1, Rikak 48.
AÇIKLAMA:
1- Bu Hadîste, imanla kabre giren herkesin, günâhlarının cezâsını
çektikten sonra Cennete gireceği belirtilmektedir. Ancak, cehennemliklerin
birbirlerine karşı işlemiş oldukları zulümler de son defa kısas edilip, günâhdan
eser kalmadıktan sonra, "şefaat"le Cennete alınacaklardır. Hadîs, günâh
kiri bulunan kimsenin Cennete giremeyeceğini ifâde eden
َ يَحِلُّ َحَدٍ مِنْ اَهْلِ الْجَنَّةِ اَنْ
يَدْخُلَ الْجَنَّةَ وََحَدٍ قِبَلَهُ مَظْلَمَةٌ
"Üzerinde kul hakkı bulunan hiç kimse Cennete
giremez" Hadîsini te'yid eder.
2- Hadîsten hareketle bâzı alimler "Cennetle cehennem arasında da
bir köprü olmalı" diyerek cehennem üzerindeki köprüden ayrı ikinci bir köprünün daha varlığını iddia
etmiştir. Ancak umumiyetle, bunun malum köprünün uzantısı olacağı kabûl
edilmiştir.
3- Hadîste mevzubahis edilen temizlenme Hadîsesi, birbirlerine karşı
hakları olan kimsenin günâhını verip sevâbını alma şeklinde bir ödeşmedir.
Mevzubahis olan temizlenme bu suretle
cereyan edecektir. Üzerinde ödenmemiş kul hakkı bulunan kimse, ona kendi sevâbından
verecek ve şahsî derecesini düşürecektir Öbürü de sevâbını almakla derecesini
yüceltecektir, alacak sevâbı kalmamışsa, bunun günâhından ona yüklenecektir.
وعن عِمْرَانِ بْنِ حُصَيْن رَضِيَ
اللَّهُ عَنْهما قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: يَخْرُجُ قَوْمٌ مِنَ النّارِ
بِشَفَاعَةِ مُحَمّدٍ ﷺ فَيَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ، يُسَمَّوْنَ الْجَهَنّمِيِّينَ.
أخرجه البخاري وأبو داود والترمذي .
İmran İbn-ü Husayn (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Muhammed (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)'in şefaati ile, birkısım
insanlar cehennemden çıkacak, Cennete girecektir. Bunlara cehennemlikler
denecektir." Buhârî, Rikak 513, Ebû Davud, Sünnet 23, (4740); Tirmizî,
Cehennem 10, (2603).
وعن أبي هريرة رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إنَّ رَجلَيْنِ مِمَّنْ يَدْخُلُ النّارَ يَشْتَدُّ
صِيَاحُهُمَا فيهَا، فَيَقُولُ اللَّهُ تَعالى: أخْرِجُوهُمَا. ثُمَّ يَقُولُ:
‘يِّ شَىْءٍ صِيَاحُكَما؟ فَيَقُونِ: فَعَلْنَا ذلِكَ لِتَرْحَمَنا. فَيقُولُ:
إنَّ رَحْمَتِي لَكُمَا أنْ تَنْطَلِقَا فَتُلْقِيَا أنْفُسَكما في النّارِ.
فَيَنْطَلِقَانِ. فَيُلْقِي أحَدُهُمَا نَفْسَهُ، فَيَجْعَلُهَا اللَّهُ عَلَيْهِ
بَرْدًا وَسَمًا. وَيَقُومُ اŒخَرُ فََ يُلْقِي نَفْسَهُ. فَيَقُولُ اللَّهُ
تَعالى: مَا مَنَعَك أنْ تُلْقي نَفْسَكَ كَمَا ألْقىَ صَاحِبُك؟ فَيَقُولُ: يَا
رَبِّ إنِّي ‘رْجُو أنْ َ تُعِيدُنِي فيهَا بَعْدَ أنْ أخْرَجْتَنِي مِنْهَا.
فَيَقُولُ اللَّهُ تَبَارَكَ وَتَعالى: لَكَ رَجَاؤُكَ. فَيُدْخََنِ الْجَنَّةَ
مَعًا بِرَحْمَةِ اللَّهِ تَعالى. أخرجه الترمذي .
Ebû Hureyre (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cehenneme giren iki kişinin
oradaki bağırtıları şiddetlenecek. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri: "Çıkarın
bunları!" buyuracak. Onlara:
"Niçin bağırıyorsunuz?" diye soracak. Onlar:
"Bize merhamet edesin diye
böyle yaptık!" diyecekler. Rabb Te’âlâ:
"Benim size rahmetim, gidip kendinizi ateşe atmanız
şeklindedir!" buyuracak. Onlar
gidecekler. Biri kendisini ateşe atacak. Allâh da ateşi ona soğuk ve selametli
kılacak. Diğeri kalkar fakat kendini ateşe atamaz. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
"Arkadaşının attığı gibi,
seni de kendini atmaktan alıkoyan
nedir?" diye sorar. Adam:
"Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha
göndermeyeceğini ümid ediyorum!" der. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
"Haydi ümidini verdim!" der. İkisi de Allâh'ın rahmetiyle Cennete
sokulurlar." Tirmizî, Cehennem 10, (2602).
وعن ابْنِ مَسعود رَضِيَ اللَّهُ عَنْه
قال: قَالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: آخِرُ مَنْ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ رَجُلٌ، فَهُوَ
يَمْشِي مَرَّةً، وَتَسْفَعُهُ النَّارُ مَرَّةً، فإذَا جَاوَزَهَا الْتَفَتَ
إلَيْهَا، فقَال: تَبَارَكَ اللَّهُ الّذِي نَجَّانِي مِنْكِ. لَقَدْ أعْطَانِى
اللَّهُ تَعالى شَيْئًا مَا أعْطَاهُ أحَدًا مِنَ ا‘وَّلِىنَ وَاŒخَرِينَ.
فَتُرْفَعُ لَهُ شَجَرَة. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أدْنِنِي مِنْ هذهِ الشَّجَرَةِ
‘سْتَظِلَّ بِهَا وَأشْرَبَ مِنْ مَائِهَا. فَيَقُولُ اللَّهُ يَاابْن آدَمَ
لَعَلِّي إنْ أعْطَيْتُكَهَا تَسْألُنِي غَيْرَهَا؟ فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أسْأَلُكَ غَيْرَهَا، وَيُعَاهِدُهُ أنْ َ
يَسألَهُ غَيْرَهَا. وَرَبُّهُ يَعْذُرُهُ، ‘نَّهُ يَرى مَا َ صَبْرَ لَهُ
عَلَيْهِ. فَيُدْنِيهِ مِنْهَا فَيَسْتَظِلُّ بِظِلِّهَا وَيَشْرَبُ مِنْ مَائِهَا.
ثُمَّ تُرْفَعُ لَهُ شَجَرَةٌ هِيَ أحْسَنُ مِنَ ا‘ولى. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ
أدْنِنِي مِنْ هذِهِ ‘سْتَظِلَّ بِظِلِّهَا وَأشْرَبَ مِنْ مَائِهَا، َ أسْألُكَ
غَيْرَهَا. فَيَقُولُ: يَا ابْنَ آدَمَ ألَمْ تُعَاهِدُنِي أنْ َ تَسْألَنِي
غَيْرَهَا؟ لَعَلِّي إنْ أدْنَيْتُكَ مِنْهَا تَسْألُنى غَيْرَهَا؟ فَيُعَاهِدُهُ
أنْ َ يَسْألَهُ غَيْرَهَا، وَرَبُّهُ يَعْذِرُهُ ‘نَّهُ يَرى مَا َ صَبْرَ لَهُ
عَلَيْهِ فَيُدْنِيهِ مِنْهَا، فَيَسْتَظِلُّ بِظِلِّهَا وَيَشْرَبُ مِنْ
مَائِهَا. ثُمَّ تُرْفَعُ لَهُ شَجَرَةٌ عِنْدَ بَابِ الْجَنَّةِ هِىَ أحْسَنُ
مِنْ ا‘ولَتَيْنِ. فَيقُولُ: يَا رَبِّ أدْنِنِي مِنْ هذهِ ‘سْتَظِلَّ بِظِلِّهَا
وَأشْرَبَ مِنْ مَائِهَا َ أسْألُكَ غَيْرَهَا. فَيَقُولُ: يَا ابْنَ آدَمَ، ألَم
تُعَاهِدْنِى أنْ َ تَسْألنِي غَيْرَهَا؟ قَالَ: بَلى يَا رَبِّ، َ أسْألُكَ
غَيْرَهَا. وَربُّهُ يَعْذُرُهُ ‘نَّهُ يَرى مَاَ صَبْرَ لَهُ عَلَيْهِ
فَيُدْنِىهِ مِنْهَا. فإذَا أُدْنِيَ مِنْهَا سَمِعَ أصْوَاتَ أهْلِ الْجَنَّةِ،
فَيَقُولُ: أيْ رَبِّ أدْخِلْنِي الْجَنَّةَ. فَيَقُولُ: يَا ابْنَ آدَمَ مَا
يُصَرِّينِي مِنْكَ؟ ايُرْضِيكَ أنْ أُعْطِيكَ قَدْرَ الدُّنْيَا وَمِثْلَهَا مَعَهَا.
فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أتَسْتَهْزِئُ بِى، وَأنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ. فَضَحِكَ
ابْنُ مَسْعُودٍ. فقَالَ: أَ تَسْألُونِي مِمَّ ضَحِكْتُ؟ فَقيلَ: مِمَّ تَضْحَكُ؟
فقَالَ: هكذَا ضَحِكَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ. فَقِيلَ مِمَّ تَضْحَكُ؟ فقالَ مِنْ
ضَحِكِ رَبِّ الْعَالَمِينَ حِينَ قَالَ: أتَسْتَهْزِئُ بِي وَأنْتَ رَبُّ
الْعَالَمِينَ. فَيَقُولُ: إنِّي َ أسْتَهْزِئُ بِكَ وَلكِنِّي عَلى مَا أشَاءُ
قَادِرٌ. أخرجه مسلم.قوله “مَا يُصرِّينِي مِنْكَ” أي ما الذي يرضيك ويقطع مسألتك،
من التصرية، وهى الجمع والقطع. ومنه المصراة التي جمع لبنها وقطع حلبه .
İbn-ü Mes’ûd (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennete en son giren kimse,
bazan yürür, bazan ağlar. Ateş de arada
sırada onu yalar geçer. Cehennemi tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve:
"Senden beni kurtaran Allâh münezzehdir! Allâh-ü Te’âlâ hazretleri,
bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi verdi!" der. Derken
ona bir ağaç gösterilir.
"Ya Rabbi! der, beni şu
ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim,
suyundan içeyim." Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
"Ey ademoğlu! Dilediğini versem benden başka bir şey istemezsin
değil mi?" der. Adam:
"Ey Rabbim, ondan başka bir şey istemeyeceğim!" der ve başka
bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabûl eder. Çünkü
o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca yaklaştırır. Adamcağız, onun
gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama, evvelkinden daha güzel bir
ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp:
"Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan
içeyim, artık senden başka bir şey istemeyeceğim!" der. Allâh-ü Te’âlâ:
"Ey ademoğlu! Bana
öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin? Ben seni yaklaştıracak
olsam başka şeyler
isteyeceksin!" der. Adam, başka şey
istemeyeceği husûsunda söz verir. Rabbi
de onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona
yaklaştırır. Adam onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer.
Sonra ona Cennet’in kapısının yânında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç
diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine:
"Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da
gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey
istemiyorum!" der. Rabb Te’âlâ:
"Ey ademoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair bana söz
vermemiş miydin?" der. Adam:
"Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey istemeyeceğim!" der. Rabbi onu mazur görür. Çünkü o,
sabredemeyeceği bir şey görmüştür.
Onu bu ağaca yaklaştırır. Adam ona yaklaştırılınca
Cennet Ehli-nin seslerini işitir. (Dayanamayıp):
"Ey Rabbim! Beni Cennete sok!" der. Rabb Te’âlâ:
"Ey ademoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir! Dünyâ kadarını ve beraberinde mislini
versem râzı olur musun!" der. Adam:
"Ey Rabbim! Benimle istihza mı ediyorsun? Sen ki Âlemlerin Rabbisin!" der."
İbn-ü Mes’ûd bu noktada güldü ve: "Niye güldüğümü sormuyor musunuz?"
dedi.
"Niye güldün söyle!" dediler.
"Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) da böyle gülmüştü. "Niye güldünüz?" diye soruldu da:
"Rabbülalemin'in, adamın "Sen ki Âlemlerin Rabbisin, benimle
istihza mı ediyorsun?" demesine
gülmesine gülüyorum!" dedi.
Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
"Ben seninle istihza etmiyorum. Lakin ben, Azimüşşan dilediğimi
yapmaya kadirim!" buyurdular." Müslim, İman 310, (187).
DÖRDÜNCÜ BAB: RU’YETULLAH (ALLÂH'IN GÖRÜLMESİ)
عَنْ جرير بنِ عَبْدُاللَّهِ رَضِيَ
اللَّهُ عَنْه قال: نظَرَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ الى الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ.
فقَالَ: إنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ عَيَانًا كَمَا تَرَوْنَ هذَا الْقَمَرَ َ
تُضَامُونَ في رُؤْيَتِهِ. فإنِ اسْتَطَعْتُمْ أنْ َ تُغْلَبُوا عَلى صََةٍ قَبْلَ
طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا فَافْعَلُوا. ثُمَّ قَرأ: وَسَبِّحْ
بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشّمْسِ وَقَبْلَ الْغُروبِ. أخرجه الخمسة إ
النسائي .
Cerir İbn-ü Abdillah (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:
"Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz
göreceksiniz ve O'nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça
görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz husûsunda size
galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın,
vaktini geçirmeyin)."
Cerir der ki: "Rasûlüllâh, sonra şu Âyeti okudu: "Rabbini
güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et!" (Taha 130).
Buhârî, Mevâkîtu's-Salat 6, 26, Tefsîr, Kaf 1, Tevhîd 24; Müslim, Mesacid 211,
(633); Ebû Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizî, Cennet 16, (2554).
AÇIKLAMA:
1- Sâdedinde olduğumuz Hadîs, kıyâmet günü mü'minlerin, Allâh-ü Te’âlâ'yı
gözleriyle göreceklerini ifâde ediyor. Ru’yetullah meselesi, ‘Ulemâ arasında
derin tahlillere ve münakaşalara mevzu olmuş kelâmî bir meseledir. Şu kadarını söyleyelim: Ehl-i Sünnet ‘Ulemâsı âhirette
Allâh'ı mü'minlerin göreceği husûsunda müttefiktir. Bu meselede, pek çok Hadîsten
başka, Kur'an-ı Kerim'den de delil gösterilmiştir.
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ الى رَبِّهَا
نَاظِرَة
"O gün yüzler vardır ter ü tazedir,
Rablerini görecektir" (Kıyâmet 22-23). Haricîler, Mu'tezile ve Mürcie'den bâzıları
"Görme işi, görülen şeyin mahluk olmasını bir mekân işgal etmesini
gerektirir" mülahazasıyla ru’yetullahı
inkar etmişler, mezkûr Âyette geçen نَاظِرَة (görecek) kelimesini مُنْتَظِرَة (bekleyecek) diye te'vil etmişlerdir. Kendi
görüşlerine delil olarak: َتُدْرِكُهُ اَْبْصَارُ "O'nu gözler idrâk edemez" (En'am
103) Âyetiyle, Hz. Mûsâ hakkında söylenmiş olan
لَنْ
تَرينيِ "Sen beni göremeyeceksin" (A'raf
143) Âyetlerini zikretmişlerdir. Ancak Ehl-i Sünnet, bu Âyetlerin dünyâdaki
görmeyi nefyettiğini söyleyerek, onların iddiasına itibar etmemiştir.
2- Hadîste geçen َتُضَامُونَ (sıkışıklığa düşmeyeceksiniz) ta’biri, rivâyetlerde farklı imlalarla gelmiştir.
Hepsi, görme olacağını ifâde etmede
bütünleştiler. Sözgelimi hilalin görülmesi rahat değildir, bâzıları zorlanır,
belli noktalarda görüldüğü için tezahum
ve sıkışıklık mevzubahis olabilir. Hâlbuki
dolunay görülmesi herkes tarafından, zahmetsizce vukua gelir, birbirlerini
itmeye de gerek kalmaz. İşte kıyâmette Rabb Te’âlâ'nın görülmesi bu çeşitten
bir görülmedir.
وعن صُهيب رَضِيَ اللَّهُ عَنْه قال:
قالَ رَسُولُ اللَّهِ ﷺ: إذَا دَخَلَ أهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ يَقُولُ اللَّهُ
تَعالى: تُرِيدُونَ شَيْئًا أزِيدُكُمْ؟ فَيَقُولُونَ: ألَمْ تُبَيِّضْ
وُجُوهَنَا، ألَمْ تُدْخِلْنَا الْجَنَّةَ، ألَمْ تُنْجِنَا مِنَ النّارِ؟ قَالَ:
فَيُكْشَفُ الْحِجَابُ. فَمَا أُعْطُوا شَيْئًا أحَبَّ إليْهِمْ مِنَ النَّظَرِ
الى رَبِّهِمْ تَبَارَكَ وَتعالى. ثُمَّ تَ هذِهِ اŒيَةَ: لِلَّذِينَ أحْسَنُوا
الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ. أخرجه مسلم والترمذي .
Hz. Süheyb (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) buyurdular ki:
"Cennetlikler Cennete girince Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
"Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilâveten
vereyim!" buyurur. Cennetlikler:
"Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi? Sen bizi Cennete koymadın mı?
Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz?)" derler.
Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir
şey verilmemiştir."
Süheyb der ki: "Rasûlüllâh bu sözlerinden sonra şu Âyeti tilâvet buyurdular.
(Me’âlen): "İyi iş, güzel amel
yapanlara, daha güzel iyilik bir de ziyâde vardır" (Yunus 26). Müslim,
İman 297, (181); Tirmizî, Cennet 16, (2555).
وعن أبِِى ذَرٍّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْه
قال: سَألْتُ رَسُولَ اللَّهِ ﷺ: هَلْ رَأيْتَ رَبّكَ تَعالى؟ قَالَ: نُورٌ، أنّي
أرَاهُ. أخرجه مسلم والترمذي .
Ebû Zerr (r.’a.) anlatıyor: "Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm)'a: "Sen Rabb Te’âlâ'nı hiç gördün mü?" diye sordum.
"Nurdur, ben O'nu nâsıl görürüm" buyurdular. " Müslim,
İman 291, (178); Tirmizî, Tefsîr, Necm, (3278).
AÇIKLAMA:
Nevevî, bu Hadîsin mânâsını şöyle
tavzih eder: "Bunun mânâsı: "O'nun
hicâbı (perdesi) nurdur, O'nu ben nâsıl görebilirim?" demektir.
İmam Ebû Abdillah el-Mazirî de: "...mânâsı: "Nur, görmede bana mâni’
oluyor, tıpkı herkes için olduğu gibi: Işık gözü kamaştırır, bakanla, araya
girdiği eşyânın bakan tarafından görülmesine mâni’ olur" demektir."
Müslim'in bir rivâyetinde, Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm), Ebû
Zerr'in "Rabbini gördün mü?" sorusuna verdiği cevâb رَاَيْتُ نُورًا "Bir nur gördüm" şeklindedir. Bunu
şarihler: "Ben, nur gördüm o kadar, başka bir şey görmedim" şeklinde
tavzih ederler.
İki rivâyet zâhirde zıt gibi görünür ise de, aslında böyle bir zıddiyet
yoktur. Aynı mânâda birleşirler. Çünkü birincide kastedilen, gözün görmekten
aciz kalacağı baskın nurdur. Rasûlüllâh bunu göremediğini ifâde buyurmaktadır.
İkinci nur, birinci perde olan, görülebilecek bir nurdur. Rasûlüllâh bu perde nuru görmüştür.
Nitekim gece karanlığında bakılınca karşıdan bize ışık tutulsa ışığı görürüz,
ancak gerisini göremeyiz.
Allâh'ın nura nisbetini ifâde eden nâssları te'vil ederek anlamaya çalışan bir kısım
alimler,
اللَّهُ نُورُ السّمَواتِ وَاَرْضِ
"Allâh semâvat ve arzın nurudur" Âyeti ile, Allâh'ı nur olarak ifâde
eden diğer Hadîsleri "Allâh nurun halıkıdır" şeklinde bir te'vile
tabi tutarlar. Bunlara göre Allâh'a nur demek, teşbih olmaktadır. Zira, nur,
bir nevi cisimdir. Hâlbuki Allâh لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ dir. Yani "Onun bir benzeri
yoktur."
Mevzu, müteakip Hadîste daha da açıklığa kavuşacak.
وعن مسروق قال: قُلْتُ لِعَائِشَةَ
رَضِيَ اللَّهُ عَنْها. يَاأُمَّتَاهُ: هَل رَأى مُحَمّدٌ ﷺ رَبَّهُ؟ فَقَالتْ:
لَقَدْ قَفَّ شَعْرِي مِمّا قلْتَ. أيْنَ أنْتَ مِنْ ثَثٍ، مَنْ حَدّثَكَهُنَّ
فَقَدْ كَذَبَ. مَنْ حَدّثَكَ أنَّ مُحَمّدًا رأى رَبَّهُ فَقَدْ كَذَبَ. ثُمَّ
قَرَأتْ: َ تُدْرِكُهُ ا‘بْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ ا‘بْصَارَ. وَمَنْ حَدّثَكَ
أنَّهُ يَعْلَمُ مَا في غَدٍ فَقَدْ كَذَبَ. ثُمَّ قَرَأتْ: وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ
مَاذَا تَكسِبُ غَدًا؛ وَمَنْ حَدّثَكَ أنَّهُ كَتَمَ شَيْئًا مِنَ الْوَحْيِ
فَقَدْ كَذبَ. ثُمَّ قَرأتْ: يَا أيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغَ مَا أُنْزِلَ إلَيْكَ
مِنْ رَبِّكَ اŒيةَ: وَلَكِنَّهُ رَأى جِبْرِيلَ في صُورَتِهِ مَرَّتَيْنِ. أخرجه
الشيخان والترمذي .
Mesruk rahimehullah anlatıyor: "Hz. ‘Âişe (r.’anhâ)'ye dedim ki:
"Ey anneciğim! Muhammed (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) Rabbini gördü
mü?" Bu soru üzerine:
"Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin
yok mu? Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur. Şöyle ki: Kim sana:
"Muhammed Rabbini gördü" derse yalan söylemiş olur.
(Hz. ‘Âişe bu noktada, sözüne
delil olarak) şu Âyeti okudu. (Me’âlen): "Onu gözler idrâk edemez, O ise
gözleri idrâk eder" (En'am 103).
Devâmla dedi ki: "Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira Âyet-i Kerîmede
(me’âlen): "Hiçbir nefis yarın ne kesbedeceğini bilemez" (Lokman 34)
buyrulmuştur. Kim sana Muhammed'in vahiyden bir şey gizlediğini söylerse o da
yalan söylemiştir. Çünkü Âyet-i Kerîmede (me’âlen): "Ey Peygamber! Sana
Rabbinden her indirileni tebliğ et. ŞÂyet bunu yapmazsan Allâh'ın risaletini
tebliğ etmiş olmazsın" (Maide 67) buyrulmuştur. Lakin Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) Cibril'i (suret-i asliyesinde) iki sefer görmüştür." Buhârî, Tefsîr,
Maide 7, (Bed'ül-Halk 6, Tefsîr, Necm 1, Tevhîd 4; Müslim İman, 287, (177);
Tirmizî, Tefsîr, En'am (3070).
AÇIKLAMA:
Bu Hadîs, bâzı tariklerinde şöyle başlar: "Mesruk der ki: "Ben
Hz. ‘Âişe'nin yânında dayanmış duruyordum. Bana: "Ey Ebû
Mesruk! Üç söz vardır, kim onlardan birini söylerse, Allâh'a en büyük iftirayı
yapmış olur..." dedi.
Hz. ‘Âişe Allâh hakkında en büyük
iftira olarak tavsif ettiği sözleri yukaridâ kaydettiğimiz üzere teker teker
sayar ve onların butlanını gösteren Âyetleri zikreder.
Hz. ‘Âişe (r.’anhâ)'nin cedelî üslubundan, bu üç iddianın, daha onun zamânında
piyasada tedavül ettiğini ve meselelerin münakaşa edilmeye başlandığını
anlamaktayız. Hadîsin Teysir'e intikal eden veçhinde yok ise de, başka
vecihlerinde bu meselelerden bâzısına, Mesruk'un, mukâbil Âyet okuyarak itiraz
ettiğini görmekteyiz. Mesela, Hz. ‘Âişe'nin: "O'nu gözler idrâk edemez, O
ise gözleri idrâk eder" Âyetiyle delillendirdiği, "Allâh'ın
görülemeyeceği" fikrine karşı şöyle der:
"Ey mü'minlerin annesi! Bana mühlet
tanı, beni fazla sıkıştırma. Allâh-ü Te’âlâ hazretleri:
وَلَقَدْ رَآه بِاُفُقِ الْمُبِينِ وَلَقَدْ
رَآهُ نَزْلَةً اُخْرى
"Yemîn olsun ki, peygamber onu apaçık
ufukta gördü" (Tekvir 23); "Yemîn olsun ki, onu başka bir inişte de
gördü" (Necm 13) buyurmadı mı?"
dedim. Hz. ‘Âişe de: "Bu ümmetten, o meseleyi Rasûlüllâh'a ilk soran ben oldum. Aleyhissalâtu vesselâm:
"O Cibril'dir. Ben onu bu iki defadan başka halkedildiği şekilde görmedim. Onu, semâdan
inerken vücudunun büyüklüğü arz ile semâ arasını kaplamış olarak
gördüm" buyurdular" der.
Hz. İbn-ü ‘Abbâs (r.’anhümâ)'dan gelen bâzı rivâyetler de meselenin o
zaman ciddi şekilde münakaşa edildiğini gösterir. Bir rivâyette İbn-ü Ömer'in,
Abdullah İbn-ü ‘Abbâs'a adam göndererek
هَلْ رأى مُحَمّدٌ رَبّهُ
"Muhammed Rabbini gördü mü?" diye
sordurduğunu, İbn-ü ‘Abbâs'ın da:
"Evet!" diye cevâb verdiğini, bir başka rivâyette İbn-ü ‘Abbâs'ın:
"(Ateşte yanmayan) hulle ile Hz. İbrahim'in, kelâm (Allâh'la konuşma) ile
Hz. Mûsâ' nın, ru’yet (Allâh'ı görmek) ile de Hz. Muhammed'in mümtaz kılınmasına hayret mi ediyorsunuz? Allâh-ü
Te’âlâ hazretleri İbrahim'i hulle ile, Mûsâ'yı kelâmla, Muhammed'i de ru’yetle
seçkin kıldı" dediğini görmekteyiz.
İbn-ü Abbâs, bu ifâdelerinde "görme" Hadîsesini mutlâk
bırakmıştır. Yani bu ifâdelerde Rasûlüllâh’ın Cenâb-ı Hakk'ı
"gözleriyle" gördüğü mânâsı da mevcûddur. Hâlbuki, yine İbn-ü ‘Abbâs'tan
bize nakledilen bâzı rivâyetlerde bu görme hâdisesi "gözle" değil
"kalble" vuku bulmuştur. Nitekim Müslim'in bir rivâyetinde
مَا كَذَبَ
الْفُؤَادُ مَا رَأى وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً اُخْرى
"Onun gördüğünü kalb yalan çıkarmadı..
Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yânında gördü"
(Necm 11-14) âyeti hakkında şöyle demiştir:
رأى
رَبَّهُ بِفُؤآدِهِ مَرَّتَيْنِ "O, Rabbini kalbiyle iki sefer
görmüştür." Bir başka tarikte رَآهُ بِقَلْبِهِ "O'nu kalbiyle gördü" demiş, bir
başka rivâyette
لَمْ يَرَهُ رَسولُ اللَّهِ ﷺ بِعَيْنِهِ
إنَّمَا رَآهُ بِقَلْبِهِ
"Resûlullah (‘aleyhi’s-salât-ü
ve’s-selâm) Rabbini gözüyle görmedi, bilakis kalbiyle gördü" diye ısrar
etmiştir.
Alimler, bu meselede Hz. ‘Âişe'nin nefyi ile İbn-ü ‘Abbâs'ın isbatını
şöyle te'lîf ederler: "Nefiy gözle görmekle ilgilidir, isbat ise kalble
görmekle ilgilidir." Ve derler ki: "Kalble ru’yetten maksad, kalbin
hakiki görmesidir. Sâdece ilim husulü değildir. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Allâh'ı
her an bilmekte idi. Öyleyse, ru’yeti isbattan maksad, Allâh'ı kalbi ile
görmesidir. Ona hâsıl olan ru’yet, kalpte yaratılmış olan ru’yettir, tıpkı
diğer insanlara gözde yaratılan ru’yet gibi. Ru’yet (görme) hâdisesi ise, her
ne kadar âdeten gözde yaratılması câri ise de, hadd-i zâtında, aklen husûsi bir
şarta bağlı değildir."
İbn-ü Hacer, mevzuyu, önceki Hadîsin şerhi zımnında kaydettiğimiz rivâyetleri
de zikrederek tahlile şöyle devâm eder: "İbn-ü Huzeyme kuvvetli bir
senetle Hz. Enes'ten: "Muhammed Rabbini gördü" rivâyetini kaydeder.
Müslim'de Ebû Zerr rivâyeti olarak, onun Resûlullah'a bu husûsta sorduğu, Rasûlüllâh’ın:
"Nurdur, nâsıl görebilirim?" dediği kaydedilmiştir. Ahmed'de yine Ebû
Zerr'den: "Bir nur gördüm" cevabını aldığını, İbn-ü Huzeyme'de Ebû
Zerr'in: "Allâh'ı kalbiyle gördü, gözüyle görmedi" dediği kaydedilmiştir.
Böylece, Ebû Zerr'in Nur'u zikirdeki gayesi açıklık kazanmaktadır: "Nur, Rasûlüllâh’ın,
Allâh'ı gözüyle görmesine mâni olmuştur."
İbn-ü Hacer devâmla der ki: "Kurtubî, el-Müfhim'de, "Bu
meselede tevakkuf etmek gerekir" diyenlerin görüşünü tercih eder. Bu
görüşü birkısım muhakkiklere nisbet eder ve: "Bu babta kesin bir delil
yok" diyerek mezkûr görüşü takviye eder ve devâmla der ki: "Her iki
görüş sahiplerinin istidlalde kullandıkları deliller zâhirde müteârızdırlar ve
te'vile kâbildirler. Mesele ise, amelî meselelerden değil ki, zannî delillerle
iktifa edilsin. Bu mesele akideye girmektedir. Akide husûsunda katî delillerle
istidlâl edilir. İbn-ü Huzeyme, Kitâbu't-Tevhîd'de ru’yetin isbatını tercih
etmiş, bu husûsta istidlal için sözü uzatmıştır. Onu burada zikretmeyeceğiz. İbn-ü
Abbâs'tan vârid olan görüşü, "ru’yet iki sefer vâkî oldu, biri
kalbiyle" diye te'vil eder. Bu husûsta kaydettiğim seni iknaya
yeterlidir."
İbn-ü Hacer, Ahmed İbn-ü Hanbel'in de ru’yeti isbat edenlerden olduğuna
dair rivâyet geldiğini kaydeder, ancak bunun bir rivâyet hatası olduğuna dair
yapılan açıklamaları da kaydeder.
Ru’yetin sübutuna meyleden Nevevî der ki: "Hz. ‘Âişe, ru’yeti merfu
bir Hadîse dayanarak reddetmiyor, eğer nezdinde bu husûsta bir rivâyet olsaydı
onu zikrederdi. İstinbatını, Âyetin zâhirinden zikrettiği mânâya
dayandırmıştır. Hâlbuki bu meselede sahâbeden birkısmı kendisine mühâlefet
etmiştir. Usul kâidesine göre, sahâbeden biri bir hükme varır, diğer bir sahâbe
de ona mühâlefet ederse, onun bu sözü kesin, bağlayıcı bir hüccet olmaz."
İbn-ü Hacer, Nevevî'nin bu sözünü kaydettikten sonra, bunu nâsıl
söylediğine hayretini ifâde eder ve Hz. ‘Âişe'nin, Müslim'de gelen ve biri şu
açıklamamızın baş tarafında kaydettiğimiz rivâyet[37]
olmak üzere kaydettiği birkaç rivâyetle, Hz. ‘Âişe'nin bu meselede Rasûlüllâh’ın
açıklamasına dayandığını belirtir.
Hadîste mevzû’ edilen bu husûs, Rasûlüllâh’ın Cebrâîl ‘aleyhi’s-selâm'ı
fıtrî ve aslî hüviyetiyle iki sefer görmesidir. Bunun biri yeryüzünde vukûa
gelmiştir. Vahyin bidÂyetlerinde, yukarı ufukta, arz ve semâ arasını dolduran
bir azamette görmüştür. İkincisi ise, Mi’râc sırasında, Sidretü'l-Müntehâ'nın yânında
vukûa gelmiştir.
[1] Secde Sûresi, 32/17. Buhârî, Bed'ül-Halk 8, Tefsîr
Secde 1, Tevhîd 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizî, Tefsîr, (3195).
[2] Tirmizî
Cennet 2, (2528).
[3] Neml
Sûresi, 27/62.
[4] Buhârî,
Tefsîr, Rahman 1, 2, Bedu'l-Halk 8, Tevhîd 24; Müslim, İman 180, (296);
Tirmizî, Cennet 3, (2530).
[5] İsrâ
Sûresi, 17/24.
[6] Yûnus
Sûresi, 10/26.
[7] Yûnus
Sûresi, 10/26.
[8] Ridâ:
Bele kadar giyilen (gömlek), izâr, belden aşağı giyilen elbisedir.
[9] Kâf
Sûresi, 50/35.
[10] Buhârî,
Bed'ü'l-Halk 8, Tefsîr, Rahman 1, 2, Tevhîd 24; Müslim, Cennet 23, (2838);
Tirmizî, Cennet 3, (2530).
[11] Tirmizî,
Cennet 4, (2531).
[12] Tirmizî,
Cennet 4, (2533).
[13] Tirmizî
Cennet 4, (2534).
[14] Vâkı’a
Sûresi, 56/30-31. Tirmizî, Tefsîr, Vakıa, (3289, Cennet 1, (2525).
[15] Tirmizî,
Cennet 1, (2527).
[16] Nisâ
Sûresi, 4/145.
[17] Buhârî,
Bed'ül-Halk 8, Tefsîr, Vakı'a 1; Müslim Cennet 6, (2826); Tirmizî, Cennet 1,
(2525).
[18] Tirmizî,
Cennet 7, (2541).
[19] Buhârî,
Eşribe 12; Müslim, İman 264, (164).
[20] Tirmizî,
Cennet 11, (2546).
[21] Zuhruf
Sûresi, 43/71.
[22] Tirmizî,
Cennet 24, (2567).
[23] Müslim,
Cennet 13, (2833).
[24] Tirmizî,
Cenet 15, (2553).
[25] Buhârî,
Bed'ü'l-Halk 10; Müslim, Cennet 29, (2843); Muvatta, Cehennem 1, (2, 994);
Tirmizî, Cehennem 7, (2592).
[26] Bakara
Sûresi, 2/24 den.
[27] Tirmizî,
Cehennem 8, (2594); Muvatta, Cehennem 2, (2, 994). Metin Tirmizî'ye aittir.
[28] Tirmizî,
Cehenmem 4, (2587).
[29] Kehf
Sûresi, 18/29.
[30] Tirmizî,
Cehennem 2, (2578).
[31] Tirmizî,
Tefsîr, Enbiya, (3164).
[32] Tirmizî,
Cehennem 4, (2588).
[33] Buhârî,
Bed'ülhalk 10; Müslim, Mesacid 185, (617); Tirmizî, Cehennem 9, (2595).
[34] Tirmizî,
Cehennem 1, (2577).
[35] Fecr
Sûresi, 89/23.
[36] Zümer
Sûresi, 39/67.
[37] Mezkûr
rivâyette, Hz. ‘Âişe, sorusu üzerine Mesrûk'a: "Bu ümmetten, o meseleyi
Resûlullah'a ilk soran ben oldum. Aleyhissalâtü vasselâm : "O,
Cibril'dir!.." buyurdular" demiştir.
Cennet ve Cehennem ile alakalı hadisler çoktur; bunlardan bir kısmı şöyledir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: "Salih kullarım için ben, Cennet'te hiç bir gözün görmediği hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir insan gönlünün hatırlamadığı bir takım nimetler hazırladım." (et-Tâc, el-Câmiu li'l-Usül, fî ahâdisi'r-Rasul, V, 402).Başka bir hadislerinde de, Rasûlullah (s.a.s.) Cennet'in gümüş ve âltın kerpiçten yapıldığını, harcının misk, taşlarının inci ve yakut olduğunu, oraya girenlerin bolluk ve refâh içinde, üzüntüsüz ve kedersiz yaşayacağını ebedî kalacaklarını, ölmeyeceklerini, elbiselerinin eskimeyeceğini ve gençliklerinin yok olmayacağını ifade eder. (et-Tâc, aynı yer).
Rasûlullah (asv) bir hadislerinde şöyle buyurur:
"Siz gerçekten tıpkı şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi gözle (açıkça) göreceksiniz. Onu görmekte haksızlığa uğramıyacak, izdihâma düşmeyeceksiniz." (Buhârî, Mevâkıt 16, 26).Suheyb (r.a.)'ın rivayetine göre Peygamber (s.a.s.):
"İyi iş ve güzel amel işleyenlere daha güzel karşılık ve bir de ziyâde (Allah'ı görmek) vardır."(Yunus, 10/26)ayetini okuduktan sonra şöyle buyurdu:
"Cennetlikler Cennet'e girdiği zaman Allah (c. c.) şöyle buyuracak: "Size daha da vermemi istediğiniz bir şey var mı?" Cennetlikler de şöyle derler: "Yüzlerimizi ak çıkarmadın mı, bizi Cennet'e koymadın mı, bizi Cehennem'den kurtarmadın mı? (o yeter)." Rasûlullah sözlerine devam buyurarak: "Cenâb-ı Hak perdeyi kaldırır, Cennetliklere artık Rablerine bakmaktan daha sevimli gelecek hiç bir şey verilmiş olmaz." (Müslim'in rivayeti, et-Tâc, V, 423).Ebu Hureyre: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Allah Teala Hazretleri ferman etti ki: "Ben Azimu'ş-Şan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım."Ebu Hureyre ilaveten dedi ki:
"Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun, (Mealen): "Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükafaatların saklandığını kimse bilemez." (Buhari, Bed'ül-Halk 8, Tefsir Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, Tirmizi, Tefsir.)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Gümüşten iki cennet vardır. Kapları ve içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir. Altından iki cennet vardır, kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyaları da hep altındandır. Adn cennetinde, cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında Allah'ın veçhindeki ridau'l-kibriyadan (büyüklük perdesinden) başka bir şey yoktur."(Buhari, Tefsir, Rahman 1, 2, Bedu'l-Halk 8, Tevhid 24; Müslim, İman 180; Tirmizi, Cennet 3.)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennette bir ağaç vardır ki, binekli bir kimse yüz yıl gölgesinde yürüse onu katedemez. İstersiniz şu ayeti okuyun: "Daimi gölgededirler, çağlayıp duran su başlarındadırlar." (Vakıa 30-31)." (Tirmizi, Tefsir, Vakıa, Cennet 1)Ebu Hureyre: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennette hiçbir ağaç yoktur ki gövdesi, altından olmasın." (Tirmizi, Cennet 1)Ebu Hureyre: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır."Tirmizi, Hz. Enes'ten şu ziyadede bulunmuştur:
"Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır, arzla sema arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır." (Buhari, Bed'ül-Halk 8, Tefsir, Vakı'a 1; Müslim, Cennet 6; Tirmizi, Cennet 1)Sa'd İbnu Ebi Vakkas: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennette olan şeyden bir tırnağın azalttığı miktar, semavat ve dünya arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak görünürdü. Eğer cennet ehlinden bir adam dünya ehline zuhur etse ve bilezikleri görünse o(nun şavkı) güneşin ziyasını bastırırdı, tıpkı güneşin, yıldızların ziyasını bastırması gibi." (Tirmizi, Cennet 7)Büreyde (ra) Bir adam Resulullah (sav)'a: "Cennette at var mı?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam da:
"Allah Teala Hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır."buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de: "Cennette deve var mı?" diye sordu. Ama buna Aleyhissalatu vesselam öncekine söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular:
"Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır." (Tirmizi, Cennet 11)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennette siyah gözlülerin (hurilerin) toplanma yerleri vardır. Orada, benzerini mahlukatın hiç işitmediği güzel bir sesle şarkı okurlar ve şöyle söylerler: "Bizler ebedileriz, hiç ölmeyiz! Bizler nimetlere mazharız, fakr bilmeyiz! Rabbimizdan razıyız, mükedder olmayız! Kendisinin olduğumuz beylerimize ne mutlu!"(Tirmizi, Cennet 24)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgarı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları: "Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!" derler. Erkekler de: "Sizler de, Allah'a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!" derler." (Müslim, Cennet 13)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o surete girer."(Tirmizi, Cennet 15)Şimdi de cehennem ile ilgili hadislerden bazı örnekler verelim:
Resulullah (sav): "Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir cüzdür!" buyurmuştu. (Yanındakiler): "Zaten bu ateş, vallahi (asileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi" dediler. Aleyhissalatu vesselam: "Cehennem ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir kat'ın harareti, bunun mislindedir." (Buhari, Bed'ü'l-Halk 10; Müslim, Cennet 29; Muvatta, Cehennem 1; Tirmizi, Cehennem 7)
Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cehennem ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı. Şimdi o siyah ve karanlıktır." (Metin Tirmizi'ye aittir.) (Tirmizi, Cehennem 8; Muvatta, Cehennem 2)Ebu Saidi'l-Hudri: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cehennemi kuşatan surun dört (ayrı) duvarı vardır. Her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesafesi kadardır." (Tirmizi, Cehenmem 4)Hasan Basri: Utbe İbnu Gazvan (ra), Basra'da minberde (hutbe esnasında) dedi ki: "Resulullah (sav) bize şöyle buyurmuşlardı:
"Cehennemin kıyısından büyük bir taş bırakıldı. Bu taş yetmiş yıl aşağı doğru düştü de henüz dibe ulaşmadı."(Utbe İbnu Gazvan, devamla) der ki: "Hz. Ömer (ra):
"Ateşi çok zikredip hatırlayın. Zira onun harareti pek şiddetlidir; derinliği çok fazladır, çengelleri demirdendir." buyurdu." (Tirmizi, Cehennem 2)Ebu Said el-Hudri: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Veyl, cehennemde bir vadidir. Kafir orada, kırk yıl batar da dibine ulaşamaz." (Tirmizi, Tefsir, Enbiya)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkumdan cehennemliğin hali ne olur (anlayın)!" (Tirmizi, Cehennem 4)Ebu Hureyre: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cehennem, Rabbine şikayet ederek: "Ey Rabbim! Bir parçam diğer bir parçamı yemektedir." dedi. Bunun üzerine, Allah Teala Hazretleri ona, iki nefes almaya izin verdi; Bir nefes kışta, bir nefes de yazda. (Yazdaki nefesi) sizin rastladığınız en şiddetli sıcaktır. (Kıştaki nefesi de) sizin rastladığınız en şiddetli (soğuk olan) zemherirdir." (Buhari, Bed'u'l-halk 10; Müslim, Mescaid 185; Tirmizi, Cehennem 9)Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Kıyamet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır. Bunun, gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan iki dili vardır. Der ki: "Ben üç takım (insanı cezalandırmak) için vazifelendirildim: Allah'la birlikte bir başka ilaha dua eden kimse, bile bile zulmeden cebbar, tasvirciler."(Tirmizi, Cehennem 1)İbnu Mes'ud: Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Kıyamet günü cehennem, yetmiş bin yuları olduğu halde getirilir. Her yularında, onu çeken yetmiş bin melek vardır." (Müslim, Cennet 29 ; Tirmizi, Cehennem 1)İbnu Abbas (ra) bana: "Cehennemin genişliği ne kadardır, biliyor musun?" diye sordu. Ben: "Hayır!" deyince: "Doğru, Allah'a yemin olsun, bilemezsin!" dedi ve ilave etti: "Bana Hz. Aişe (ra) dedi ki: Resulullah (sav)'a: "Kıyamet günü arz toptan O'nun bir kabzasıdır (tam tasarrufundadır). Gökler de O'nun sağ eliyle dürülmüşlerdir." (Zümer,39/67) ayetinden sormuş ve: "Bu sırada insanlar nerede olurlar (ey Allah'ın Resulü)" demiştim. Aleyhissalatu vesselam: "Cehennem köprüsünde!" cevabını verdi." (Tirmizi, Tefsir, Zümer)
Resulullah (sav) buyurdular ki:
"Cennetin etrafı mekarihle (nefsin hoşlanmadığı şeylerle) sarılmıştır. Cehennemin etrafı da şehevi (nefsin arzuladığı, cazip) şeylerle sarılmıştır." (Sahiheyn'de, Ebu Hureyre'den bu rivayet aynen gelmiştir.)(Kaynak: Kütüb-i Sitte Şerhi, Prof. Dr. İbrahim Canan)
http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=179846
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder