5 Ekim 2015 Pazartesi

AYASOFYA'YI BİR DE İSKENDER PALA'DAN OKUYALIM...لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْط۪ينِيَّةُ


 
İSTANBUL’UN FETHİ İLE İLGİLİ HADÎS-İ ŞERÎF
حديث بشر الخثعمى:[1] ١٨٩٥٧--- حَدَّثَـنَا عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ أَب۪ي شَـيْـبَـةَ، قَالَ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ أَحْمَدَ: وَسَمِعْـتُـهُ أَنَا مِنْ عَبْدِ اللّٰهِ بْنِ مُحَمَّدِ بْنِ أَب۪ي شَـيْـبَـةَ، قَالَ: حَدَّثَنَا زَيْدُ بْنُ الْحُبَابِ، قَالَ: حَدَّثَـنِي الْوَل۪يدُ بْنُ الْمُغ۪يرَةِ الْمَعَافِرِيُّ، قَالَ: حَدَّثَـن۪ي عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ بِشْرٍ ۨالْخَـثْـعَمِيُّ، عَنْ أَب۪ـيـهِ أَنَّـهُ سَمِعَ النَّبِيَّ ﷺ يَقُولُ:
"لَتُفْتَحَنَّ الْقُسْطَنْط۪ينِيَّةُ فَلَنِعْمَ الْاَم۪يرُ أَم۪يرُهَا وَلَنِعْمَ الْجَيْشُ ذٰلِكَ الْجَيْشُ."
قَالَ فَدَعَان۪ي مَسْلَمَةُ بْنُ عَبْدِ الْمَلِكِ فَسَأَلَن۪ي فَحَدَّثْـتُـهُ، فَغَزَا الْقُسْطَنْط۪ينِـيَّـةَ.[2]
Muhammed b. Ebî Şeybe, Zeyd b. el-Hubâb’dan, O, Velîd b. Muğîre el-Me’âfiriy-yü’den işitmiş, Velid b. Mugîre Abdullâh b. Bişr el-Has’amiy-yü’den o da babasından işittiğine göre Nebî (sallellâh-ü ‘aleyh-i ve sellem) şöyle buyurmuştur:
--- “Kostantiniyye (İstanbul) muhakkâk fethedilecektir. Onu fetheden emir/komutan ne güzel emir/komutan, onu fetheden ordu/asker ne güzel ordudur/askerdir.”[3]
 
Le Tuftehanne’l-Kustantîniyyetu. Fe le Ni’me’l-Emîr-u Emîruhâ Ve Le Ni’me’l-Ceyş-ü Zâlike’l-Ceyş.
 
(Ravâhu’l-İmâm Ahmed b. Hanbel fî Müsnedihî)
 
İmam Ahmed bin Hanbel, Müsned adlı eserinde bu Hadîs-i Şerif-i rivâyet etmiştir.
Elbette fethedilecek
Letuftehanne
"لَتُـفْتَحَنَّ
İstanbul
El-kustantîniyye
الْقُسْطَنْط۪ينِيَّةُ؛
Ne kadar güzel, ne kadar hoş
Ni’me
فَـلَنِعْمَ
Komutan
el-Emîr
الْاَم۪يرُ
Onun komutanı
Emîruhâ
أَم۪يرُهَا،
Ne kadar güzel, ne kadar hoş
 
وَلَنِعْمَ
Ordu=Asker
el-Ceyş
الْجَيْشُ
O, şu
Zâlike
ذٰلِكَ
Ordu=Asker
 
الْجَيْشُ."


[1] قال السندي: بشر الخثعمي، هو بشر بن ربيعة الخثعمي أو الغنوي، له صحبة، عداده في أهل الشام.
[2] الكتاب: مسند الإمام أحمد بن حنبل، المؤلف: أبو عبد الله أحمد بن محمد بن حنبل بن هلال بن أسد الشيباني (المتوفى: ٢٤١ هـ)، المحقق: شعيب الأرنؤوط - عادل مرشد، وآخرون، إشراف: د عبد الله بن عبد المحسن التركي، الناشر: مؤسسة الرسالة، الطبعة: الأولى، ١٣٢١ هـ - ٢٠٠١ م، حديث بشر الخثعمى، رقم الحديث:١٨٩٥٧؛ باب الغين: ١٧٦٠--- بِشر، الغَنَويّ: قَالَ لِي مُحَمد بْنُ الْعَلاءِ، قَالَ: حدَّثنا زَيْدُ بْنُ حُباب، حدَّثنا الْوَلِيدُ بْنُ المُغِيرة المَعافري، عَنْ عُبَيد بْنِ بِشر الغَنَويّ، عَنْ أَبيه، سَمِعَ النَّبِيّ ﷺ يَقُولُ: "لَتُفتَحَنَّ القُسطَنطِينِيَّةُ، فَلَنِعمَ الأَمِيرُ أَمِيرُها، ولَنِعمَ الجَيشُ ذَلِكَ الجَيشُ." قال فَدَعانِي مَسلَمَةُ بنُ عَبد المَلِكِ، فَحَدَّثتُهُ، فَغَزاها حَدَّثني عَبدة، قال: حدَّثنا زيد، قال: حدَّثنا الْوَلِيدُ، عَنْ عُبَيد اللهِ بْنِ  بِشر الغَنَويّ، حَدَّثني أَبِي: سَمِعتُ النَّبيَّ صَلى اللَّهُ عَلَيه وسَلم، مِثلَهُ. وتابعهُ ابنُ أَبِي شَيبة. (الكتاب: التاريخ الكبير، المؤلف: محمد بن إسماعيل بن إبراهيم بن المغيرة البخاري، أبو عبد الله (المتوفى: ٢٥٦ هـ)، الطبعة: دائرة المعارف العثمانية، حيدر آباد – الدكن، طبع تحت مراقبة: محمد عبد المعيد خان، عدد الأجزاء: ٨، رقم الحديث:١٧٦٠.
[3] Hadîs-i Şerîf’in geçtiği kaynaklar kronolojik olarak şöyledir: Buhârî (öl. 870), et-Târihu’l-Kebîr, Ahmed b. Hanbel (öl. 855), el-Müsned, Taberânî (öl. 971), el-Mu’cemü’l-Kebîr, İbn Kânî (öl. 962), Mu’cemü’s-Sahâbe, Hâkim en-Nîsâbûrî (öl. 1014), el-Müstedrek ‘Ale’s-Sahîhayn, Bezzâr (öl. 905), Müsned. Ayrıca İbn ‘Abdi’l-Berr (öl. 1071), el-İstiâb’da, İbnü’l-Esîr (öl. 1233), Esedü’l-Ğâbe’de, İbn Hacer (öl. 1448), el-İsâbe’de, Zehebî (öl. 1347), Telhîsü’l-Müstedrek’te, Suyûtî (öl. 1505), el-Câmiu’s-Sağîr’de hadîsi nakletmişler, Hâkim, İbn ‘Abdi’l-Berr, Zehebî ve Suyûtî “İsnâdı Sahîhtir” demişlerdir. Hadîsin Senedi: Bişr el-Ganevî ondan oğlu Abdullah b. Bişr el-Ganevî ondan öğrencisi el-Velid b. el-Muğîre el-Mu’âfirî ondan Zeyd b. el-Hubâb ondan Muhammed b. el-Alâ rivâyet etmişlerdir.
 
TİZ BU MAKÂM-I MÜBÂREK BİR CAMİ-İ KEBÎR OLA!

Fâtih Sultân Mehmet (rh. a.) Ayasofya’ya ilk girip te her tarafını bakımsız ve pis bir halde görüne hatırladığı Şeyh Sâdî’nin beyti’dir.

Bûm-i nevbet mî-zened ber-târım-i Efrâsiyâb

Perdedârî mî-künêd der-kasr-ı Kayser ‘ankebût.


Mânâsı: "Efrâsiyâb'ın kubbesinde nöbeti baykuş tutuyor; Kayser'in sarayında ise örümcek bekçilik yapmakta." ihtimâl ki Fâtih Sultân Mehmet (rh. a.) o anda şu gerçeği düşünüyordu: Târihte hangi millet yok olmuştur ki, önce onun mâbedleri harâb olmamış olsun.

Fâtih Sultân Mehmet (rh. a.), kafasına koydu ki bu mâbed câmi-i olmalı ve en kısa zamanda tâ’mirine başlanılmalı. Şöyle fermân buyurdu: "Tiz vakitte bu makâm-ı mübârek bir Cami-i Kebîr'e tahvîl ola!" Ayasofya mâbed olarak yapılmıştı ve şimdi Fâtih, oranın mâbed olarak idâmesini emrediyordu, işte bu Emr ü Fermân üzre, 1934 yılına kadar oradan musallîler ve münâdîler hiç eksik olmadı.

Burada en kuvvet ve kudrete sâhîb olan insanların bile saray ve mâlik-hânelerinin en sonunda virâne hâline geldiği nüktesi mevcuttur… Aynı zamanda Ma’betlerin önem ve ehemmiyetini vurgulayarak, bir milletin Ma’betleri yıkılırsa o milletin sonunun geldiğini anlatmaktadır.

Temmuz - Agustos - Eylül - 1999
Ayasofya ve Şiir

İskender PALA

Bir güzel gördüm bugün ben Ayasofya'dan yana
San melektir indi Hak emriyle dünyadan yana

Nihani (ö. 1564)

İskender PALA
29 Mayıs 1453 Salı günü istanbul semaları, tarihinde hiç görmediği bir velveleyle yankılanıyordu. Sultan Mehmed'in orduları şehre girmişti. O dönemlerde köhne Bizans'ın tefessüh etmiş ahlakı, insanlarını da hurafelere bağlanmaya yöneltmiş, korkunun pençesinde kıvrandırır olmuştu.

Şehir düşünce, halk çığlık çağlığa Ayasofya'da toplanmış, son bir ümitle bu büyük kilisede kurtuluş duaları ile kubbeleri sarsmaya başlamışlardı, itikatlarına göre Türkler, Büyük Konstantin sütununun yanına kadar geldiklerinde gökten bir melek zuhur edecek ve bunu gören Türkler, bir daha geri dönmemek üzere Asya'daki eski vatanlarına kaçacaklardı, işte bu umut ateşi idi ki papazlardan başlayıp kilisedeki en edna kula kadar perde perde yayılan münacatlarda tezahür etmekte, Ayasofya duvarları son Bizans ayini ile pitoresklerini salıverecek duruma gelmekteydi.

Ve Fatih ilerliyordu. Bayezit'ten geçip de şehrin harabiyetini bizzat görünce hayıflanması ayyuk perdesine varmış; zihninde hep şu soru zonklar olmuştu: "Nasıl olur da dışarıdan fevkalade güçlü görünen Bizans, bizzat kendi payitahtı olan Konstantiniyye'yi bu derece bakımsız bırakıp harap olmasına müsaade ederdi?" Kendisi savaş esnasında şehri en az zararla yarınlara çıkarmanın hesaplarını yapar ve askerlerine bu yolda talimatlar verirken; nasıl olur da Konstantin öz yurdu için hiçbir imar faaliyeti göstermemiş olabilirdi? Şehrin bütün abideleri harab halde idi. Eski Saray'ın önünden geçerken içi burkulmuş ve son bir umutla, Ayasofya'ya yönelmişti. Ayasofya'dan gelen ilahi ve dua sesleri ta Çemberlitaş'tan (ki bu sütunu 330 yılında I. Konstantin diktirmiş ve üzerine de heykelini koydurtmuştu) duyuluyordu. Önde fethin o güzel askerleri mabede doğru ilerliyordu. Her adımda kilise kubbelerinden taşan ve yükselen sesler artıyor, ama yine de askerler korkusuzca yaklaşıyorlardı. Bir ara velveleden mabedin kubbeleri çökecek sanıldı. Maamafih İslam'ın kutlu askerlerinin adımlarında bir şaşma olmuyordu. Nihayet mabedin kapısına varıldığında yalnızca içerdeki Bizans tebaasının ürkek bakışları arttı. Beklediler, beklediler... Bizans papazlarının yıllar boyunca kendilerine vadettikleri mucize bir türlü gerçekleşmedi ve Türk askerinin nazik yönlendirmeleri üzerine mabed boşaltılıp Fatih'in teşrifine hazırlandı.

TİZ BU MAKAM-I MÜBAREK BİR CAMİ-İ KEBiR OLA!

Fatih'in sanatkar ruhu, yıllar yılı medhini duyduğu bu muhteşem eser karşısında ürpermiş, ama bütün diğer Bizans mabedleri gibi oranın da bakımsız halini görünce Sadi'nin Gülistan'ında anılan şu beyti terennümden kendini alamamıştı:

Bum nevbet mi-zened ber-tarem-i Efrasiyab
Perdedari mi-küned der-kasr-ı Kayser ankebut

Bu beyit o anda mucize gibi bir ifade oldu ve Fatih'in şair cephesine de son derece muvafık düştü. Manası şöyleydi: "Efrasiyab'ın kubbesinde nöbeti baykuş tutuyor; Kayser'in sarayında ise örümcek bekçilik yapmakta." ihtimal ki Fatih o anda şu gerçeği düşünüyordu: Tarihte hangi millet yok olmuştur ki, önce onun mabedleri harab olmamış olsun.

Fatih, kafasına koydu ki bu mabed cami olmalı ve en kısa zamanda tamirine başlanılmalı. Şöyle ferman buyurdu: "Tiz vakitte bu makam-ı mübarek bir cami-i kebir'e tahvil ola!" Ayasofya mabed olarak yapılmıştı ve şimdi Fatih, oranın mabed olarak idamesini emrediyordu, işte bu emr ü ferman üzre, 1934 yılına kadar oradan musalliler ve münadiler hiç eksik olmadı.

JÜSTİNYANÜS'ÜN RÜYASI
Şimdi gerilere; ta gerilere gidelim ve hakkında Bizans ve Türkler tarafından sayısız efsaneleri aynı huşu ile söylenen Ayasofya'nın iik efsanesine kulak verelim.

Büyük Konstantin ölmeden evvel oğluna bir mabed yaptırmasını vasiyet etmişti. Bizanslılar'ın "Büyük Kilise" dedikleri Ayasofya'nın ilk binasının bu emir doğrultusunda yapılıp 12 Mayıs 360 tarihinde açılışı yapıldı. Ardından bazı değişiklikler geçiren bina 415 yılındaki büyük yangında harab olmuş, yerine yapılan mabed bir asır dayanabilmişti. 532 yılında şehrin büyük bir kısmı ile birlikte mabed yeniden yanıp kül oldu. O sırada Bizans tahtında imparator Jüstinyanüs oturmakta idi. Yıkılan mabedi ihya etmek üzere hummalı arzularla kıvranan Jüstinyanüs bir gece bir rüya gördü. Ayasofya'nın yerinde nurani bir aziz gezinmekte ve bazı köşelerde bir miktar durmaktaydı, imparator, derhal onun huzuruna vardı. Gördü ki elinde bir gümüş levha var ve üzerinde de bir mabed resmi yer almakta. O resmi görünce gönlü su gibi akmış, bedeni iştiyak ateşiyle yanmıştı. İçinden "Ya Rab! Şu resim bende olsaydı ve ona göre bir mabed yaptırsaydım" diye geçirdi. O sırada aziz elindeki levhayı kendisine uzatıp "Al Jüstinyanüs. Binanı bu resme göre yap. Adını da Ayasofya koy" dedi. Ertesi sabah bütün mimarlarını çağırttı. İçlerinden Miletli isidoros, elinde bir çizim ile huzura çıkmıştı. Hayret ki hayret! Resim imparatorun rüyasında gördüğü resmin aynısı idi. Meğer aynı aziz, o gece isidoros'un da rüyasına girmiş ve akıllı mimar da uyanır uyanmaz gördüklerini kağıda işlemişti.

O günden tezi yok çalışmalara başlandı ve rüyadaki bina gerçeğe dönüşmeye başladı. Ayasofya, Hz. Adem'den itibaren görülmemiş ve görülmeyecek bir mabed olmak üzere yapılacaktı. Mimar Aydınlı Antemius ile isidoros baş başa vermişler, adlarını ebedileştirme doğrultusunda çizimler yaparak sınırsız ilhamlarına zengin malzemeyi ekleyip bir şahesere imza atmaya hazırlanıyorlardı. Günde bin amelenin çalıştığı ve imparatorun fasılasız her gün gezdiği inşaat, doğrusu pek muhteşem oluyordu. Nihayet takvimler 27 Aralık 537 tarihini gösterdikleri gün inşaat bitmiş, açılış merasimi yapılmıştı. O gün Jüstinyanüs, 14 at koşulmuş arabasıyla Ayasofya'nın kral kapısından girmiş ve hayalinin hakikate dönüşmesi üzerine gurura kapılıp ellerini heyecanla açarak "Ey Süleyman! Sana galebe ettim" demişti. Bu gururun ceremesi daha Jüstinyanüs hayattayken kendini gösterdi ve bir zelzelede kubbe yarı yarıya çöktü. 557 yılında yeniden yapılan kubbe müteakip zamanlarda, defalarca kuvvetlendirildi. Zamanla mabedin diğer pek çok yapısı değişti, yahut tekrar be tekrar tamir edildi.

AYASOFYA'DA OSMANLI İMZASI
Özellikle Osmanlı sultanları bu camiye büyük önem verdiler ve hemen her biri oranın imarını kutsal bir görev şuuruyla daima ön planda tuttular. En köklü tamirleri ve ilaveleri ise Fatih, II. Bayezid, Kanuni (Mimar Sinan marifetiyle), II. Selim, III. Murad, IV. Murad, III. Ahmed, II. Mahmud ve II. Abdülhamid gerçekleştirdiler.

Fatih'in camiye çevirip ilk defa 3 Haziran 1453 tarihinde cuma namazını kılarak açılışını yaptığı Ayasofya, Osmanlı sultanlarının selamlık ve cülus resimlerinde, dini gün ve gecelerde daima gündemde olmuş ve sosyal hayatın en canlı biçimde devam ettiği bir mekan ve merkez olarak tarih boyunca işlevini sürdürmüştür.

Efsanelerinden menkıbelerine; maneviyatından siyasi vakıalarına, sosyal hayattan ticari merkez oluşturmasına, bir semte adını vermesinden asar-ı atika oluşuna ve nihayet bir dünya kültürünün ortak değerlerini ihtiva etmesinden son dönem Türk siyasetinde kopardığı fırtınalara kadar Ayasofya, her zaman gündemde kalmış ve kalmaya devam edecek olan bir mabeddir. Özellikle Osmanlı içtimai hayatında camilerin yalnızca ibadet yeri değil; birer meşveret mahfili olarak da kullanılması, Ayasofya'ya ayrı bir misyon yüklemiş; sarayın hemen yakınında pek çok tarihi vakıaya şahitlik yapmasını sağlamıştır. Neler, neler bilir Ayasofya'nın duvarları ve neler, neler görmüştür o minareler!..

I. Cihan Harbi'nden yenik çıkıp da imparatorluk paylaşıma uğrayınca, Ayasofya üzerine oynanan oyunlar çoğalmış; bazılarının ihtirasları kabarmıştı. Bütün mabedler gibi mahzun olan Ayasofya da o acılı günlerden nasibini aldı ve hatta kubbesine haç hazırlayanlar oldu. Yazılarıyla, çinileriyle, minareleri, mihrabı, mahfelleriyle ve pek çok tadilatlarıyla artık özbeöz Türk'ün malı olan Ayasofya'ya haç dikilemezdi ve dikilemedi de (ancak asırlarca kubbesi altında getirilen tekbirlere, duyulan aminlere hasret kalan duvarları, Müslüman-Türk ananesinin cihanşümul hoşgörüsüne istinaden antik eser çehresine büründürüldü; müze yapılıp dünyaya bir ibret perdesi açıldı. Kıymetini bilene!..)

ŞİİRDE AYASOFYA
Ayasofya ve şiir!.. ikisi de kulağa hoş geliyor. İkisi yan yana gelince ise dimağları bir kand-i mükerrer lezzeti istila ediyor.

Klasik şiirimiz, devrinin pek çok sosyal hadiselerine olduğu kadar şehirlerin sayısız mekanlarına da ışık tutar. Bazılarının dediği ve kendi dediğine inandığı gibi bu şiir hayattan uzak değil, bilakis zamanın elinden tutarcasına onu kendisine hedef edinen bir yapıya sahiptir. Bu çerçeveden bakıldığında klasik şiirimizin mekan anlayışı, bizim bugünkü şairlerimizin düşüncelerinden daha şümullü ve duyarlıdır. İşte bu minval üzere Ayasofya'nın klasik şiirimize akseden yönlerini, şimdi küçük bir değerlendirmeye tabi tutacağız.

Divanların hiç umulmayan yerlerinde, yaşanılan hayat, tarih ve coğrafya ile ilgili epizotlara rastlamak mümkündür. Haddizatında bu tür beyitler üzerinde yapılacak bir araştırmada, Ayasofya'nın bütün Osmanlılık mazisini bulmak bile mümkün olabilir. Sadece mimari değil, içtimai açıdan da Ayasofya'nın kafakağıdını çıkarabilmek, klasik şiirimizin laboratuvarında çalışmaya da muhtaçtır. Özellikle ayasofya üzerinde yer alan kitabelerdeki mısralar, bina hakkında birinci elden arşiv vesikalarını bile kıskandıracak derecede kıymetli bilgiler ihtiva ederler. Ancak biz bütün bu şiirleri bir yana bırakıp bizzat Ayasofya hakkında kaleme alınmış özel manzumelere temas edeceğiz. İlla ki Haşmet'in (ö. 1768) Ramazaniyye'sindeki bir beyti de zikretmeden gecemeyeceğiz. Şair, mübtelaların ramazandaki hallerini anlatırken şöyle diyor:

Bekleriz biz de Ayasofiye'de küp dibini
Pay-i humdan geçemez camie varsa rindan

Şöyle demektir: "Rind olanlar camiye de gitseler şarap küpünün dibinden ayrılmazlar. Nitekim biz de Ayasofya'ya teravihe gittiğimizde küpün dibini bekleriz."

Burada şair, Ayasofya'daki küpün dibinde namaz kıldığını şairane bir hayal ile söylemektedir. Şimdi gözümün önüne XVIII. yüzyılda bir ramazan akşamı geliyor ve şairlerin teravih sonrası kendi aralarında küp şakaları yaptıklarını görür gibi oluyorum. Kimbilir ne zengin şakalardı onlar!..

HEVESNAME'DE AYASOFYA
İstanbul fethi için "Fetihname-i Mahruse-i İslambol"u telif eden Tuğrayi Cafer Çelebi (Nam-ı diğer Tacizade), Hevesname adlı ünlü eserinde -ki bu eser XVI. yüzyıl başlarındaki İstanbul'u anlatır-Ayasofya için mücevher değerinde 17 beyit söyler. Önce onları okuyalım:

Bu hasn önünde bir ferhunde ma'bed
Müzehheb sakfı divarı mümehhed

Müşeyyed sahnı vü muhkem esası
Mutalla hurde minadan sıvası

Tabi ki menzil ü me'va-yı İsa
Feda her takına yüz can-ı Kisra

Cihan mülküne vüs'atde müsavi
Mualla kubbesi eflake havi

Mülevven ca-be-ca a'm ak u takı
Yeşil mermer kimi, kimi somaki

Ruham-ı ferş-i pak ayineden pak
Sütunlar mihver-i aktab-ı eflak

Bu ferşin mermerinde olan emvac
Kılıpdır sahnını derya-yı mevvac

Derununda ibadet ehli bimerr
Sütunlar taklar yer yer mukarrer

Kimi varmış rükua kimi kıyama
Ederler taat ol Rabbü'l-Enam'a

İmaret olmamışken rub'-ı meskun
Bu ali kubbe vaz olmuş hümayun

Sipihr-i ser-firazın tacıdır ol
Mukaddes canların mi'racıdır ol

Ayasofya adı cay-ı inayet
Makam u menzil ü cay-ı ibadet

Ne denlü var ise hurrem me'abid
Mübarek buk'alar ali mesacid

Kamunundur şeh-i Perviz-bahtı
Olupdur minberanın tac u tahtı

Önünde minberin bir hub mahfil
Olur azine gün huffaza menzil

Ederler nice aşr ayet kıraat
Kılıp mihraba te'sir ol tilavet

Aynı guş eylemek sevdasına cüst
Yüzün ol yane etmiş kıbleye püşt

Tacizade'nin anlattığı manzara içinde yer alan Ayasofya, bugünkü durumundan birazcık farklıdır. Öncelikle kenarında su kemerleri mevcuttur. Bugün bu kemerlerin, Mimar Sinan tarafından tamir edilen kalıntıları Şehzadebaşı'nda görülebilir. Duvarları sağlam ve tavanı süslüdür. Sağlam temeller üzerine oturmuş olup duvarları kırık mozayik kaplıdır. Hazret-i İsa'nın beşiği ve menzili burada olup camiin her bir tak'ı için binlerce Kisra feda edilebilir.

Evliya Çelebi, Ayasofya'da Hz. isa'nın doğduğu zaman yıkandığı taş teknenin bulunduğunu ve burada yıkanan çocukların sıhhatli olacaklarını yazmakta ise de bizce bu rivayet, caminin güney cihetindeki dehlizlerde bulunan ve Hz. isa'nın beşiği olarak bilinen taştan dolayı olsa gerektir. Hatta kadınlar yeni doğmuş çocuklarında hastalık peyda olursa, buraya koyarak Allah'a yalvarırlar ve çocuklar da sıhhat bulup bir daha hastalanmazlar imiş.

Şair devamla Ayasofya'nın genişliğiyle ünlü kubbesinden, kimi somaki, kimi yeşil renkli mermer sütun ve taklarından bahseder ve mermerlerinin terlediğini vurgular.

Ayasofya'nın gerideki mermer sütunlarından en batıda bulunanı, bugün hala Terler Direk olarak bilinmektedir. Rivayete göre bu sütun önünde edilen dualar hemen kabul olurmuş. Hatta asırlar boyunca binlerce insan, türlü dertlerine şifa umarak sütuna ellerini sürmüş ve parmaklarının izi sütunda derin bir çukur bırakmıştır. Fatih, bu sütuna parmağını takıp çevirmiş, Ayasofya'nın daha evvel güney-batıya bakan mihrab istikameti böylece kıbleye çevrilmiştir.

Çelebiye göre camide her an Allah'a ibadet eden yüzlerce insan mevcuttur. Bunların her biri namazdaki duruşlarıyla kah sütunlara (kıyam hali), kah kemerlere (rüku hali) benzerler.

Henüz dünya üzerinde yerleşim alanları belirmemiş ve dünyanın iskanı yerli yerine oturmamışken, Ayasofya, İmparatorlar gibi ayakta imiş. O gökkubbenin tacı; mukaddes canların mi'racıdır. Bir ibadet yurdu olarak Ayasofya, daha başka ne kadar güzel ve nadide mabed var ise hepsinin sultanıdır. Oranın minberi de diğer minberlere nazaran tac ve tahta sahiptir. Minberin önündeki mahfil ise, cuma günleri güzel sesli hafızların çıkıp nice aşırlar, ayetler okudukları bir mekandır. Öyle ki burada tilavet olunan aşr-ı şerifler, tevhidler ve tehliller, ta mihraba tesir edecek derecede gür çıkan bir akustik ve dolayısıyla uhrevi bir şada taşırlar. Nitekim herkes (müezzinlerin önündekiler de dahil olmak üzere) bu ulvi sadayı daha iyi dinleyebilmek için cami içinde yüzlerini kıble cihetine dönmüş olarak durup dinlerler.

Görüldüğü gibi Tacizade Cafer Çelebi, fetihten sonraki dönemde Ayasofya'nın mimari, coğrafi, içtimai ve dini cihetlerini bu 17 beyitte gayet güzel bir üslupla hülasa edivermiştir. Şiirden anlaşılan o ki, toplumun Ayasofya'ya olan itibarı ve dolayısıyla eskiden beri Ayasofya çevresinde gelişen merkezi yerleşim, Osmanlılar çağında da devam etmiş ve bu kutsal mekanın mahremiyeti ve kıymeti günbegün artmıştır.

KOCA NİŞANCI'DAN BİR GAZEL
Cafer Çelebi'den tahminen yarım asır kadar sonra, "Koca Nişancı" lakabıyla bilinen Celalzade Mustafa Paşa (ö. 1569), Ayasofya'yı konu alan bir manzume kaleme alır.

Ayasofya'yı cennet ile özdeşleştirdiği bu dört beyitlik manzume şöyledir:

Melek görmeği dilersen yürü var hatır-ı şadi
Ayasofya'nın içinde ko dursun ol dil-i zarı

Mekanı Cennetü'l-Me'va veya Firdevs-i sanidir
Behişt olma mı ol cami melek olıcak üstadı

Yürü var anda ey gafil eğer Firdevs istersen
Saadet ola maksudun hidayet eyleye Hadi

Anın gibi dahi bir eyledi mahluk ol Halık
Yedi kat gökler üstünde Ayasofiyye'dir adı

Beyitlerin günümüz Türkçesi'ne çevirisi aşağı yukarı şöylece yapılabilir:

(Ey kişi!) Eğer melek görmeyi dilersen, yürü var hatırını hoş tutarak Ayasofya'nın içine gir ve kırık gönlünü oraya bırak (içinde biraz eğleş).

Orası ya Cennetü'l-Me'va veya ikinci bir Firdevs cennetidir. Öyle ya, üstadı melek olunca, o cami de bir cennet sayılmaz mı?..

Ey gafil! Eğer Firdevs cennetini arıyorsan, yürü var orada saadetle olmayı dile, ki hidayete eriştiren Allah, seni de maksadına eriştirir.

Her şeyin yaratıcısı yüce Allah, yedi kat göklerin üstünde Ayasofya'nın bir benzerini daha yarattı -ki orası cennettir-.

Şair bu dört mısrada bize, Ayasofya'da ruhların şadlık bulduğunu, oranın kubbe ve duvarlarındaki melek tasvirleri dolayısıyla bir cennete benzediğini, orada herkesin maksadına erişecek duayı eylediği takdirde kabul olunacağını anlatıyor ve tıpkı Kabe benzeri Beyt-i Mamur gibi Ayasofya'nın bir benzerinin de semada bulunduğuna dair efsaneyi hatırlatıyor. Ancak bütün beyitlerde orayı bir cennete benzeterek, Ayasofya'ya ibadet için girenlerin de elbette cennete girmiş gibi olacaklarını ima ediyor. Bu mısralarda binanın, mimari özelliklerinden çok, dini cephesi ön plana çıkartılmıştır. Anlaşılan o ki XVI. asır ortalarında Asayofya'nın dini kutsallığı neredeyse Eyüp Sultan ile boy ölçüşecek mertebelere gelmiştir. Bunun en önemli sebebi, hiç şüphesiz caminin ihtişamı ve gündelik hayatın ta içinde yer alması ise de; ikinci önemli sebep, cemaatinin çokluğu ile ibadete kattığı ulviyettir. İlgilisine not: Şair, son mısrada geçen ayasofiyye kelimesini Aya sufiyye (Ey sufi) şeklinde telaffuz edilecek biçimde yazmış ve manayı da ona göre yoğurmuştur. Bundan anlaşılan; Ayasofya'nın tasavvuf ehli kişilerce de önemli sayılmasıdır.

TARİHÇİ KALEMİYLE AYASOFYA
Yine aynı asrın son yılında (1699) vefat etmiş olan Hoca Sadeddin Efendi, Ayasofya için yazdığı 8 beyitlik bir şiirde, kendi döneminin Ayasofya'sına ait manzum bir plan bırakmış ki neredeyse sonraki asırlarda bina yıkılsa; mimarlar bu sekiz beyite bakarak aşağı yukarı

Ayasofya'yı yeniden inşa edebilirler. O bir tarihçi idi. Ama şiirde de adı tazimle yad edilenlerdendi. Burada sözünü edeceğimiz mısralarını ise bir mimar, yahut sanat tarihçisi edasıyla kaleme almıştır. O beyitler şunlardır:

Bir ulu kubbedir merfu' u a'zam
İçinde mahv otur on beş bin adem

Anın mermerleri hiç vasf olunmaz
Misali anların şimdi bulunmaz

Minar-asa sütunlar sebz ü ezrak
Somaki vü sarı vü ak u eblak

Kimisin tunçtan dökmüştür üstad
Aceb tavr üzre urmuş ana bünyad

Dahi mevvac-ı zerrin mermeri var
Müzeyyen anlar ile çar-divar

Mülevven mermer ile sathı mefruş
Olur seyreyleyen hayran u medhüş

Mutabbakdır iki yerden yolu var
Seğirdip çıksa olur esb rehvar

Aceb peykerdir ol bünyan-ı ali
Basit-i hakde yokdur misali

Efendi'nin tanımına göre Ayasofya büyük ve yüksek bir kubbeye sahiptir. İçinde 15.000 kişi rahatlıkla namaz kılabilir. Mermerlerini anlatmaya kelimeler acizdir ve artık dünyada öyle mermerlerin bir daha bulunması imkansızdır. Sütunlarının her bireri minare gibi yüksek olup yeşil ve kızıl renklerdedir. Ayrı ayrı sarı, beyaz ve akıtmalı somaki mermerdendir. Mimar, onlardan bazılarını tunçtan dökmüştür ve onun binaya verdiği mimari özellik, akıllara ziyandır. Dört duvarı, tezyinatla süslenmiş altın dalgalı mermerlerle kaplıdır. Zemin ise rengarenk mermer ile döşenmiş olup seyredenlerde hayranlık hissi uyandırır. Bina tabakalar halinde yapılmış olup üst katlara çıkmak için iki yerden yolu vardır. Bu yollardan biri at koşarak çıksa zorlanmaz. Velhasıl o bir semboldür ve yeryüzünde onun bir eşi daha asla bulunmaz.

NABi'DEN BİR GÜZELLEME
Buraya kadar okuduğumuz şiirde XVI. yüzyıl Ayasofya'sının değişik cephelerini görmeye ve göstermeye çalıştık. Bu şiirlerin tamamı Ayasofya'yı bir mekan olarak alıp ona uygun çevre ve sosyal hayat panoramaları çizmektedirler. Divan şiirinin klasik kalıplarından taşan ve bizzat muhiti konu edinen bu manzumeler, şüphesiz birer belge niteliğindedirler. Keza tarih kitaplarında bulunamayacak malumat vererek klasik şiirimizin ne derece hayata bağlı olduğuna da delalet etmektedirler. Şimdi okuyacağımız şiir, bunlardan farklı olarak Ayasofya'nın mimari cephesini değil sosyal cephesini konu alır ve klasik şiirin sınırlarını zorlayarak gözlerimizin önüne bir hayal perdesi açar. Şiir, Divan Edebiyatı'nın üstadlarından ve hikemi tarzın en büyük mümessili Urfalı Yusuf Nabi'ye (ö. 1712) aittir ve "Ayasofya'da" redifli 12 beyitlik müzeyyel bir gazeldir. Okuyoruz:

Ruze ruze cem' olur rindan Ayasofiyye'de
Halka-bend-i üns olur yaran Ayasofiyye'de

Etmek için fikr-i ekl ü şürbü hatırdan beder
Akd-i cem'iyyet eder ihvan Ayasofiyye'de

Olmadan dest-i dua-cünban Ayasofiyye'de
Müşkilat-ı halk olur asan Ayasofiyye'de

Mevce-i a'mal eder enfas ile çerha suud
Lücce-i tal'at eder tufan Ayasofiyye'de

Her ne denlü gayri camide ibadat olsa da
Olur efzun yine sad-çendan Ayasofiyye'de

Düşmen-i dirin-i nefs ile cihad-ı ekbere
Leşker-i ta'at bulur meydan Ayasofiyye'de

Andeliban-ı behişti şerm ile hamuş eder
Her taraf avaze-i Kur'an Ayasofiyye'de

Ab-ı germ-i dide vü sabun-ı istiğfar ile
Pak olur pirahen-i isyan Ayasofiyye'de

Ferş-i berrak-ı rühamın eyledikçe secde-gah
Saf olur ayine-i iman Ayasofiyye'de

Pişgahında neval-i rahmeti hazır bulur
Kim olursa sıdk ile mihman Ayasofiyye'de

Sahn-ı safında meta-ı bi-diriğ-i mağfiret
Buriya-yı Mısr ile yeksan Ayasofiyye'de

Şeb-be-şeb manend-i kandil-i füruzan Nabiya
İnşirah-ı dil bulur insan Ayasofiyye'de

Üstad buyurmuş ki:

Şehrin rindleri her ramazan geldikçe Ayasofya'da buluşurlar. Yaran, orada dostluk halkasını pekiştirirler.

Yeme-içme endişesini hatırdan silmek için, ihvan Ayasofya'da bir cemiyet kurarlar (da manevi lezzetlerle meşgul olurlar).

Ayasofya'da duaya kalkan eller boş dönmezken; bilakis halkın bütün müşkilatları, bir bir kolayca çözülür.

Emel dalgaları, ulvi nefesler ile feleğe ulaşır da güzellik denizi Ayasofya'da tufana dönüşür.

Diğer camilerde her ne kadar lezzetli ibadetler yapılsa da, Ayasofya'da yapılanlar yine de onlardan yüzlerce kez üstün ve fazla olur.

Nefis kafirinin askerleri ile cihad-ı ekber etmek için, itaat askerleri Ayasofya'da meydan bulurlar.

Bu beyitte Peygamberimiz'in nefis ile yapılan cihadı, Cihad-ı Ekber (en büyük savaş) olarak tavsifine ve Ayasofya Meydanı'na telmihler vardır.

Ayasofya'nın dört bir yanında okunan Kur'an sesleri, cennet bülbüllerini utandırıp susmaya mecbur eder.

İsyan gömleği, Ayasofya'da gözyaşının sıcak suyu ve istiğfar sabunu ile yıkanıp temizlenir.

Ayasofya'nın pak mermer zemininde secde eyleyince, iman aynasına saf bir cila vurulmuş olur.

Her kim temiz bir kalb ile Ayasofya'ya misafir olursa, daha camiin girişinde rahmet azığını hazır bulur.

Ayasofya'nın berrak zemininde, bağışlanmanın korkusuzca elde edilen metaı, kaliteli Mısır hasırlarıyla eşdeğerde tutulur.

Ey Nabi! Ayasofya'da insan, gecelerden gecelere parlayıp duran kandiller misali gönül ferahlaması bulur.

VE HÜZÜN
Ayasofya hakkında şüphesiz daha pek çok şiirler yazılmıştır. Kah fethin sembolü, kah ihtişamlı bir mabed oluşuyla yüzlerce şair Ayasofya'yı mısralara işlemekte haklıdırlar. Ne var ki son 60 yılı aşkındır büründüğü matem, bu şiirleri şevkle okumaya manidir, ihtimal ki bundan böyle destanlar yazılsa, mersiyeler düzülse de bu hüzün hafifleyesi değildir. İki bin yılın cihanperver sevgilisini, hep özlediği semaya açık ellerden mahrum etmek, elbette ki asaletimizden ve maneviyatımızdan pek çok şeyleri alıp götürmektedir.

O halde!..
O halde, son sözü Arif Nihat Asya'ya bırakalım ve düşünelim:

Beş vakit, loşluğunda saf saftık;
Davetin vardı dün ezanlarda...
Seni, ey mabedim, utansınlar
Kapayanlar da; açmayanlar da!


www.yagmurdergisi.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder