3 Mart 2014 Pazartesi

İSTİKLÂL MARŞI KABULÜ VE MEHMET AKİF ERSOYU ANMA GÜNÜ....SÜTÇÜ İMAM....



İstiklal Marşımızın Kabulü ve Mehmet Akif

Ersoyu Anma Günü
İstiklal Marşımızın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü (RUHUNA FATİHA)
Her milletin yetiştirmiş olduğu kıymetli insanlar vardır. Bu manada Yüce Milletimizin bağrından nice kıymetli insanlar yetişmiş, dünya tarih sayfalarında yerlerini almışlardır. Bu kıymetli vatan evlatlarından biride Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’dur.
Mehmet Akif, İstanbul'un Sarıgüzel semtinde, Sarı Nasuh mahallesinde 1873 yılında dünyaya geldi. Mehmet Akif'in olgunlaşmasında babasının tesiri fazladır. Arapça’yı ve dine ait eserleri Mehmet Akif hep babasından öğrenmiştir.
Mehmet Akif babası için «O benim hem babam, hem de hocamdır. Ben hayatta ne öğrendi isem ondan öğrendim» demiştir. Mehmet Akif, Fatih rüştiyesini bitirmiş ve mülkiye mektebinin idadî kısmına yazılmıştır. Burada da üç yıl okuyarak şahadetnamesini alan Mehmet Akif, bu sefer Mülkiye'nin yüksek kısmına devama başlamıştır.
Mehmet Akif, baytar mektebine devam ettiği sıralarda Tanzimat devri son bulmuştur. 1888 senesinde girdiği bu baytar mektebinde Mehmet Akif hep başarı ile sınıf geçmiştir. Mehmet Akif baytar mektebini bitirince Ziraat Nezareti (şimdiki Tarım Bakanlığı) baytarlık işleri şubesinde vazife aldı. Mehmet Akif, ilk şiirini 1895 de yayımladı. Bu şiir (Servet-i Fünun) adlı dergide çıkan (Kuran'a Hitap) adını taşıyan bir şiirdir. 4 Ekim 1906 da, esas baytarlık vazifesine ek olarak Halkalı Ziraat mektebi hocalığını da üzerine aldı. 11/11/1908 de İstanbul Darülfünunu umumî edebiyat profesörlüğüne tayin edildi. Mehmet Akif'in en çok eser verdiği yıllar 1908-1910 yıllardır.
Mehmed Âkif'in 1911'de 38 yaşında iken yayımladığı ilk kitabı Safahat bağımsız bir edebi kişiliğin ürünüdür. Mehmed Âkif'in şiir anlayışı Batılı, hatta o dönemde Batı'da bile örneklerine az rastlanacak ölçüde gerçekçidir. Mehmed Âkif milletini ve dînini seven, insanlara karşı merhametli bir mizaca sâhip, şâir tabiatının heyecanlarıyla dalgalanan, edebî bakımdan kıymetli şiirlerin yazarı meşhur bir Türk şâiridir. İstiklâl Marşı şâiri olması bakımından da Millî Şâir ismini almıştır.<![if !supportFootnotes]>[1]<![endif]>
Mehmet Akif, şiirlerinde insanları hep iyiye hep doğruya yönlendirmeye çalışmıştır. Mehmet Akif Ersoy kaderin ve tevekkülün yanlış yorumlandığını dile getirmek de, insanların kendilerine düşen sebeplere dayanmamalarını ve başlara gelen her türlü sıkıntıyı kadere yüklemeyi eleştirmektedir. Onun kaderi de içinde açıklandığı “Vaiz Kürsüde” şiirinden alınmış birkaç satır şöyledir.
Bırak çalışmayı, emret oturduğun yerden,
Yorulma, öyle ya, Mevlâ ecîr-i hâsın iken!
Yazıp sabahleyin evden çıkarken işlerini,
Birer birer oku tekmil edince defterini;
Bütün o işleri Rabbim görür. Vazîfesidir...
Yükün hafifledi... Sen şimdi doğru kahveye gir!
Çoluk, çocuk sürünürmüş sonunda aç kalarak...
Hudâ vekîl-i umûrun değil mi? Keyfine bak!
Görür de hâlini insan, fakat, bu derbederin,
Nasıl günâhına girmez tevekkülün, kaderin;
Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,
Muvaffakiyyete imkân bulur musun acaba?
Hamâkatin aşıyor hadd-i i'tidâli, yeter!
Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!
"Kader" senin dediğin yolda şer'a bühtandır.
Tevekkülün, hele, hüsrân içinde hüsrândır.
Kader ferâiz-i îmâna dahil... Âmennâ...
Fakat yok onda senin sapmış olduğun ma'nâ.
Kader: Şerâiti mevcûd olup da meydanda,
Zuhûra gelmesidir mümkinâtın a’yânda.
Niçin, nasıl geliyornuş... O büsbütün meçhûl;
Biz ihtiyârımızın sûretindeniz mes'ûl.
Kader nedir, sana düşmez o sırrı istiknâh;
Senin vazîfen itâ'at ne emrederse İlâh.
O, sokmak istediğin şekle girmesiyle kader;
Bütün evâmiri şer'in olur bir anda heder!
Neden ya, Hazret-i Hakk'ın Resûl-i Muhterem'i,
Bu bahsi men ediyor mü'minîne, boş yere mi?<![if !supportFootnotes]>[2]<![endif]>
Mehmet Akif Ersoy ne kadar sıkıntılar içerisinde olsak da geçmişimizden aldığımız, milli ve manevi değerlerimizden getirdiğimiz gücün bize her zaman yol gösterici olduğu inancını asla kaybetmemekte ve bizlere şöyle tavsiyelerde bulunmaktadır.
Lâkin ister misin, oğlum, mütesellî olmak:
İctimâî bütün âmillere, kudretlere bak.
Bunların herbirinin kuvveti, mâzîye inen,
Kökü mikdârı olur; çünkü bu âmillerden,
En derin köklüsü en sağlamı, en hâkimidir.
Şimdi, sen bizdeki kudretleri eşsen bir bir,
Göreceksin ki: Bu millette fazîlet en uzun,
En derin köklere yaslanmada; hem sonra onun,
Bir mübârek suyu var, hiç kurumaz: Dîn-i mübîn.
Hâdisât etmesin oğlum, seni aslâ bedbîn....
İki üç balta ayırmaz bizi mâzîmizden.
Ağacın kökleri mâdem ki derindir cidden,
Dalı kopmuş, ne olur? Gövdesi gitmiş ne zarar?
O, bakarsın, yine üstündeki edvârı yarar,
Yükselir, fışkırıp, âfâk-ı perîşânımıza;
Yine bin vâha serer kavrulan îmânımıza.<![if !supportFootnotes]>[3]<![endif]>
Mehmet Akif, dünya hayatının geçici olduğunu, sonunda kabire girileceğini, ahiret hayatının hiçbir zaman unutulmamasını  bizlere şöyle öğütlemektedir.
Namaz kılındı; duâ bitti. Kârban, yoluna
Düzüldü taht-ı memâtın girip birer koluna.
Yarım sâat henüz olmuştu. Yolcular durdu;
Demek ki; komşusu dünyânın âhiret yurdu.
Cenâze indi omuzdan yavaş yavaş, sonra,
Sokuldu servilerin ortasında bir çukura,
Atıldı üstüne üç beş kürek kemikli çamur
Kabardı toprağın altında bir an, bir ur!
Evet, çıban, ki yatan duymuyorsa dehşetini,
Dönün de arkadakinden sorun fecâ'atini·
Sükûn içinde uyurken şu bir yığın toprak
İlel'ebed o küçük rûh çırpınıp duracak!...<![if !supportFootnotes]>[4]<![endif]>
Mehmet Akif Ersoy Sevgili Peygamberimizin dünyaya gelişini ve dünyada gerçekleştirmiş olduğu güzellikleri şu şekilde mısralara dökmektedir.
Ondört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü; bir öksüz çıkıverdi!
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet şer'-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünyâ neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma'sûma bütün bir beşeriyye,t...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
"Ölen insan mıdır, ondan kalacakşey: Eseri;<![if !supportFootnotes]>[5]<![endif]>
Mehmet Akif çalışmanın gerekliliğini ise şiirlerinde şöyle dile getirmektedir.
Davran artık kârbânın arkasından durma, koş!
Mahv olursun bir dakîkan geçse hattâ böyle boş.
Kurtuluş yok sa'y-i dâimden, terakkîden bugün.
Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur!<![if !supportFootnotes]>[6]<![endif]>
Mehmet Akif, insanın kendi yaratılış hikmetini anlamasını, ne kadar ulvi bir şekilde yaratıldığını ve insanın mahiyetini şöyle anlatmaktadır.
Haberdâr olmamışsın kendi zâtından da hâlâ sen,
"Muhakkar bir vücûdum!" dersin ey insan, fakat bilsen.
Senin mâhiyyetin hattâ meleklerden de ulvîdir:
Avâlim sende pinhandır, cihanlar sende matvîdir:<![if !supportFootnotes]>[7]<![endif]>
Mehmet Akif Ersoy bir başka şiirinde geçmiş olayların önemini tarihten ders çıkarılması gerektiğini şöyle vurgulamaktadır.
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
"Târîh "i "tekerrür" diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?<![if !supportFootnotes]>[8]<![endif]>
Her milletin kendine özgü bir marşı vardır. Bizim marşımız İstiklal Marşı ise, toplumsal birlikteliğimizden, düşmana esir olmamayı şeref saymaktan, bu vatan uğruna can vermekten, cennet vatanı kimselere bırakmamayı ahdetmekten ortaya çıkmıştır. Marşımız Mehmet Akif Ersoy tarafından kaleme alınsa da aslında İstiklal Marşı, her birimizin yüreğindeki sevdanın dışa yansımasıdır.
Mehmet Akif Ersoy Milli Marşımız “İstiklal Marşı”nı milli ve manevi değerlerimizin ortak paydası olarak dile getirmektedir. Nitekim vatan, bayrak, yıldız, hak, hürriyet, istiklal, yurt, millet, ırk, kahramanlık, gibi milli kavramlarla iman, şehadet, helal, cennet, huda, ezan, mabed, vecd gibi dini motifler birbiriyle uyum halinde zengin bir belagatla kullanılmış, böylece Milli Mücadele’yi gerçekleştiren halkın ruhunda mevcut olan iki önemli kavram İstiklal Marşı’nın da iki temel temasını oluşturmuştur.<![if !supportFootnotes]>[9]<![endif]>
İstiklal Marşının yazılması ile ilgili süreç şöyle gelişmiştir. İstiklâl mücadelesinin başladığı ilk günlerden itibaren gazete yazılarıyla, vaazlarıyla, hutbeleri ve şiirleriyle halkın mücadele bilincine ulaşması için elinden geleni yapan Mehmet Akif, İstanbul’da durmamış ve Anadolu’yu belde belde, köy köy dolaşarak bu mücadelenin sadece Türk milletinin mücadelesi olmadığını, savaşın kaybedilmesi durumunda İslam’ın da paymâl edileceğini anlatmıştır.  Halkın bilinçlenmesinde faaliyetleriyle büyük emek sarf eden Akif, 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne Burdur Mebusu olarak girmiş ve mücadelenin ruhunu, gerçek mahiyetini bu defa da halkın mümessillerine anlatmaya çalışmıştır.
 Eğitim Bakanlığı İstiklal Marşı için yazılmış güfteleri incelemiş ancak içlerinde İstiklal Marşı olabilecek bir eser bulamamıştır. Bakan Hamdullah Suphi, Mehmet Akif ‘in marşa ödül koyulması nedeniyle katılmadığını öğrenince şaire yazdığı mektupta ödül konusunun uygun bir şekilde çözümlenebileceğini ve yarışmaya katılmasını belirtir. Aralık 1920 sonlarına doğru Ankara’ya gelen Akif eğitim bakanı Hamdullah Suphi’nin 5 şubat 1921 tarihli mektubuyla aldığı İstiklal Marşı siparişi için şimdilerde müze olan Hacettepe’nin arkasındaki Tacettin Dergahındaki odasına çekilerek marşı yazmaya başlar. İstiklal Marşı 17 şubat 1921 tarihinde Hakmiyeti Milliye Sebilürreşat ta yayınlanır. İstiklal Marşı 12 Mart 1921 günü kabul edilir. Paltosu olmayan Akif kazandığı beş yüz liralık ödülü yoksul kadın ve çocuklarına iş öğreterek yoksulluklarına son vermek için kurulan “Darülmesai “ ye bağışlar.<![if !supportFootnotes]>[10]<![endif]>
İstiklal Marşı, Yunan ordularının Anadolu içlerine kadar yayıldığı, Sevr Antlaşması’nın imzalandığı, cephelerden çeşitli haberlerin geldiği, Milli Mücadele’nin ve Meclisin en heyecanlı günlerinin yaşandığı bir dönemde Mehmet Akif Ersoy tarafından aynı heyecanla kaleme alınmıştır. Mehmet Akif Ersoy İstiklal Marşı’nı Safahat adlı kitabına almamış ve “O benim değil milletimindir” demiştir.<![if !supportFootnotes]>[11]<![endif]>  
İstiklal Marşımızın kabul edilişinin 88. yılında ve Mehmet Akif Ersoy’u anma gününde vaazımızı İstiklal Marşımızın o güzel, o eşsiz, yüreğimizin sesi olan mısralarıyla bitiriyoruz.
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül... Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl;
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl.
Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: Bendimi çiğner, aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım...
Garb'ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hâyasızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın...
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyâları alsan da, bu cennet vatanı.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin ma'bedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar - ki şehâdetleri dinin temeli -
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.
O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım;
Her cerihamdan, İlahi, boşanıp kanlı yaşım,
Fışkırır ruh-i mücerred gibi yerden na’şım!
O zaman yükselerek Arş’a değer belki başım.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;
Hakkıdır, Hakk’a tapan, milletimin istiklal.
Mehmet Akif Ersoy’un dile getirdiği gibi bizde Yüce Rabbimizden “Bu cennet Vatanımızın şerefli evlatlarına bir daha İstiklal Marşı yazdıracak zorluklar içerisindeki bir zaman dilimi nasip etmesin” diye duada bulunuyoruz. Allah-u Teala Vatanımıza dirlik, milletimize birlik nasip etsin.
Allah’a emanet olun. Cumanız mübarek olsun.
Ahmet ÜNAL
Vaiz
Alıntı:


2011 yılında İstiklal Marşı'nın kabulünün 90. ve Mehmet Akif Ersoy'un vefatının 75. yıl olması nedeniyle Türkiye genelindeki lise ve dengi okul öğrencilerine yönelik "kompozisyon, şiir, resim ve mektup" türlerindeki yarışmalardan mektup dalında Güneysu İmam Hatip Lisesi öğrencisi Ümit Demir Türkiye birincisi oldu. “Kıymetli Vatan Şairi, Her bir parmağından güzel bir güftenin döküldüğü ellerinizden öperek ve sizlere sonsuz hürmetlerimi sunarak sözlerime başlamak isterim” cümleleri ile başlayan mektubu ile büyük beğeni kazanan Demir, almış olduğu dereceden dolayı çok mutlu olduğunu ifade etti.

İşte O mektup:

“Kıymetli Vatan Şairi,
Her bir parmağından güzel bir güftenin döküldüğü ellerinizden öperek ve sizlere sonsuz hürmetlerimi sunarak sözlerime başlamak isterim. Bu mektubu size Anadolu’nun herhangi bir vilayetinin herhangi bir kazasının ismi ehemmiyetsiz bir lisesinden yazıyorum. Duydum, hastaymışsınız. Pek derin bir üzüntüye kapıldım. Geçmiş olsun! Bu mektubu size gözünü sizin şiirlerinizle açmış, sizin şiirlerinizle yaşamına yön vermiş ve yön vermeye arzulu on yedi yaşında bir genç olarak yazıyorum.

Üstadım, her şeyden önce size en derin şükranlarımı sunuyorum. Çünkü siz hiç farkında olmadan sizden kilometrelerce ötede yaşama “merhaba” demiş bir Anadolu gencinin kader yolunu çizmesine vesile oldunuz. O genç ki, her elini açtığında belki annesi, babasına olduğu kadar sizin için de Rabb’ine yalvardı. Pek çok kere sizin elinizi öpme şansını ona vermesi için Allah’a dilekte bulundu. Rabb nasip etmedi belki ama onun kalbine Akif sevgisini öyle bir işledi ki, duası kabul olsa belki ancak bu kadar mesut olurdu.

Şair-i azam, siz varlığınızla benim gibi ufuksuz bir gence ışık oldunuz. Şair, düşünür, veteriner hekimi, öğretmen, vaiz, hafız, Kur'an mütercimi, yüzücü… Karşımızda dört dörtlük, çok yönlü bir insan var. Yaşamımız için siz bulunmaz bir hazinesiniz. Üstadım, biz sizden güç aldık; bu güçle geleceğe baktık. Böyle yapmaya da devam edeceğiz.

Değerli büyüğüm, size İstiklal Marşımızı yazdıran o bulunmaz ruhun ne olduğunu kendi kendime sordum, hep sordum. Cevabını bir türlü bulamadım fakat şunu anladım ki, siz hem yaşadığına inanan hem de inandığını yaşayan gerçek bir müminsiniz. İnsanın, ancak imanla hayat bulup huzura erdiğini ve imansız bir hayatın zindan hayatı olduğunu, imanın her iki dünya için ne kadar da kıymetli bir nimet olduğunu sizinle anladım. İman denen kuvvetin bir köşeye geçip kimseden habersiz bir yaşam sürmek olmadığını, miskinliğin çok kötü bir özellik olduğunu da sizinle kavradım.

Kurtuluş mücadelemizi düşündüm bir anda. Konya’ya gittiniz vekil olarak, burada ortaya çıkan nifak tohumlarını kurutmak üzere; öğütler dağıtmak üzere. Oradan Kastamonu’ya geçtiniz. Nasrullah Camii’nde öyle bir vaaz verdiniz ki, dinleyenlerin kalbindeki vatan savunması arzusu had safhaya ulaştı, gönüller coştu. Kastamonu’daki çığlıklar, Diyarbakır’da yankı buldu. İlahi aşkı Fuzûli’den öğrenmiştik; vatan aşkını da sizden öğrenmiş olduk. Keşke o gün orada; o kalabalıklar içinde gözyaşı döken bir vatansever de ben olsaydım.

Yıl 1916, Osmanlı son nefeslerini veriyor. Dünya harple kavruluyor. Devlet tarafından Arabistan'a gönderiliyorsunuz. Göreviniz, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmek için "karşı propaganda" yapmak. Berlin’deyken heyecanla Çanakkale Savaşı ile ilgili haberleri takip ediyor ve nihayet on dört ay süren savaşın zaferle sonuçlandığı haberini Arabistan'dayken alıyorsunuz. Bu haber karşısında öyle muazzam bir coşku duyuyorsunuz ki; Çanakkale Destanı'nı kaleme alıyorsunuz. Görmediğiniz ama bir kor gibi yüreğinizi yakan bir harbi en güzel şekilde tasvir ediyorsunuz. Çanakkale’nin aslanlarına “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber / Sana aguşunu açmış duruyor bak Peygamber!” diye haykırıyorsunuz.

Yıl 1920, Yunanlılar Bursa’yı işgal ediyor. Komutan doğrudan Osman Gazi’nin türbesine girip ayağını sandukanın üzerine koyup fotoğraf çektiriyor ve diyor ki: “Kalk koca Türk!.. Senden ırkımın intikamını almaya geldim. Bak kurduğun devlet paramparça oldu.” Bu sözler üzerine Taceddin Dergahı’ndan yüreklere dolan ve yürekleri dolduran iniltiniz yükseliyor, “Bülbül” feryadınız arşı dolduruyor: “Dolaşsın, sonra İslâm'ın harem-gâhında nâ-mahrem... Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” diye haykırıyorsunuz. Siz bu milletin duygularının en büyük tercümanı oldunuz. Ah u efgânınızla gönülleri titrettiniz, ruhları her daim dinç tuttunuz!

Hatırlayın lütfen. Yıl 1921, Türk Kurtuluş Savaşı'nın en çetin dönemi, ülke bir millî marşa gereksinim duyuyor. Bir şiir yarışması düzenleniyor, yarışmaya 724 şiir gönderiliyor. Kazanacak şiire para ödülü konduğu için başlangıçta siz katılmak istemiyorsunuz. Şiirlerin hiçbiri ülkenin o an içinde bulunduğu durumu ve duyguları anlatmaya kâfi gelmiyor. Ancak Millî Eğitim Bakanı’nın ısrarı üzerine yarışmaya katılıyorsunuz; ama kazanırsanız ödülü almamak koşuluyla. Üstelik herkes biliyor ki, o gün o paraya çok ihtiyacınız var. Siz ne büyük bir insansınız ki, vatan sevginizin karşısına hiçbir maddî değeri koymuyorsunuz. Parayı alıyor, anasız babasız çocuklara bağışlıyorsunuz, siz ise bir dostunuzdan ödünç aldığınız eski bir ceketle yaşamınızı devam ettiriyorsunuz. Ne büyük fedakârlık! Kelimeler kifayetsiz kalıyor bu anlarda.

Geceleri gözünüze uyku girmiyor. Taceddin Dergahı’nda duvarlara yazıyorsunuz hislerinizi. Biz gençler için duygularınızı duvarlara kazıyorsunuz sanki. Sonunda “Allah bir daha bu millete yazdırmasın!” dediğiniz İstiklal Marşımız mecliste defalarca coşkuyla okunuyor. Defalarca gözyaşı döktürüyor vekillere, avuçlarının içi patlarcasına alkışlıyor vekiller. Keşke o alkış sahiplerinden biri de ben olsaydım. Göz pınarlarım kuruyana kadar; coşkudan çıldırma noktasına gelene kadar size tezahürat edenlerden biri de ben olsaydım. Değil bir insan, o şiirin okunduğu kürsü olsam, o şeref bile bu aciz âşığınıza yeter de artardı bile!

Yüce sanatkâr, siz öğrettiniz bize vatan sevgisini, fedakârlığı; siz öğrettiniz azmi, gayreti, kararlılığı. İmandan mahrum bir bedenin bir et parçasından ibaret olduğunu siz aşıladınız bu körpe beyinlere. Vatan sevgisini benlik sevgisinin önünde tutamayan zavallılardan olmamak gerektiğini de hepsi birbirinden kıymetli şiirlerinizle siz telkin ettiniz görüşü kısa bizlere. Yaşam kadar ölümün de tabi olduğuna da sizinle bir kez daha ikna olduk. “Hepsi göçmüş hani yoldaşlarının hiçbiri yok / Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak / Postu sermekse meramın yola, serdirmezler / hadi gölgenle beraber silinip gitmene bak.” dediğinizde biz anlamıştık bile bu geçici yaşamın kalıcı bir dünyanın tarlası olduğunu.

Üstadım, size sizi anlatmak değildir niyetim. Bize neler kazandırdığınızı bir kez de bizim ağzımızdan duymanızdır arzum. Hastasınız, Allah afiyet versin ve sizi başımızdan eksik etmesin. Milletimiz için sizin gibi baş tacı rehberlere her daim ihtiyacımız var. Bilmeden, görmeden bize kattıklarınız için şükranlarımı sunuyor ve belki de sizin emanetinize sahip çıkamamamız olasılığına karşın hakkınızı helâl etmenizi diliyorum.  


























































Hiç yorum yok:

Yorum Gönder