EL-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ
ألثابتة فى القرآن والسنة:
بسم الله الرحمن الرحيم.
﴿ وَ
لِلّٰهِ الْأَسْمَآءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ
بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓى
أَسْمَآئِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ ٧ [سورة
الأعراف:٧/١٨٠]
Hamd olsun Allâh-ü Te’âlâ’ya ki Kitâb-ı Celîli’nde:
“En güzel isimler Allâh’ındır. O’na o güzel isimleriyle
duâ edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar
yaptıklarının cezâsına çarptırılacaklardır.”[1]
عَنْ
أَب۪ي هُرَيْرَةَ -رَضِيَ اللّٰهُ
عَنْهُ- أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ ﷺ
قَالَ: "إِنَّ لِلّٰهِ تِسْعَةً وَتِسْع۪ينَ إِسْمًا، مِائَةً إِلَّا وَاحِدًا، مَنْ أَحْصَاهَا دَخَلَ
الْجَنَّةَ." -رواه البخارى-
Hadîs-i
Şerîf’te de: “Allâh’ın 99 (doksandokuz)
İsmi (Şerîf’i) vardır. Bu isimleri ezberleyen kimse cennete girer”[2] buyurulmaktadır.
﴿الْوَلِىُّ﴾: الناصر، وقيل: المتولى الأمور القائم بها كولّى
اليتيم. هو الناصرُ ينصُرُ عبادَه المؤمنينَ، فالأنبياءُ وأتباعُهم هم المنصورون
في المعنى لأن عاقبَتهم حميدةٌ قال تعالى: ٨ وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَاقَنَطُوا
وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ وَهُوَ الْوَلِىُّ الْحَمِيدُ ٧ [سورة الشورى:٤٢/٢٨]
|
|
- 1
|
||
EL-VELİYYÜ: Nâsır
(yardımcı) demektir. Ayrıca: "İşlerin kendisiyle yürüdüğü mütevelli,
yetimin velîsi gibi" diye de açıklanmıştır.
|
||||
“O,
insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa
yayandır. O, dost olandır, övülmeye lâyık olandır.” (Şûrâ
Sûresi, 42/28).
|
||||
﴿الحَمِيدُ﴾:
المحمود الذى استحق الحمد بفعله وهو فعيل بمعنى مفعول. هو المستحقُّ للحمدِ
والثناءِ والمدحِ قال تعالى: ٨ لِلَّهِ مَا
فِى السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ اِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمِيدُ ٧ [سورة
لقمان:٣١/٢٦]
|
|
- 2
|
||
EL-HAMÎDÜ: Fiiliyle
hamde hak kazanan mahmûd kimsedir. Bu kelime mef’ûl mânasında fâildir.
|
||||
“Göklerde
ve yerde ne varsa Allâh’ındır. Şüphesiz Allâh, her bakımdan sınırsız zengin
olandır, övülmeye lâyık olandır.” (Lokmân Sûresi, 31/26).
|
||||
﴿المحْصِى﴾: هو
الذى أحصى كل شئ بعلمه فلا يفوته شئ من اشياء دق أو جلّ. هو الذي أحصى كل شىء
علمًا وعددًا قال تعالى: ٨ لِيَعْلَمَ
اَنْ قَدْ اَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَاَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ
وَاَحْصَى كُلَّ شَىْءٍ عَدَدًا ٧ [سورة الجن:٧٢/٢٨]
|
|
- 3
|
||
EL-MUHSÎ: İlmiyle
herşeyi sayan, nazarından büyük veya küçük hiçbir şey kaçmayan kimse
demektir.
|
||||
“Rablerinin
risâletlerini hakkıyla eriştirmiş olduklarını bilmesi için (öyle
muhafızlar tayin buyurulmuştur). Allâh, onların her hâlini kuşatmış ve her şeyi inceden
inceye sayıp dökmüştür.” (Cinn Sûresi, 72/28).
|
||||
﴿المُبْدِئُ﴾:
الذى أنشأ الأشياء، واخترعها ابتداء. هو الذي ابتدأ الأشياء فأوجدها عن عدمٍ،
والمعيدُ هو الذي يعيد الخلق بعد الحياة إلى الممات ثم يعيده بعد الموت إلى
الحياة قال تعالى: ٨ اِنَّهُ هُوَ
يُبْدِئُ وَيُعِيدُ ٧ [سورة البروج:٨٥/١٣]
|
|
- 4
|
||
EL-MÜBDİÜ: Eşyayı
yoktan ilk defa var eden, yaratan demektir.
|
||||
“Şüphesiz
O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra onu tekrarlar.” (Bürûc
Sûresi, 85/13).
|
||||
﴿المُعِيدُ﴾: هو
الذي يعيد الخلق بعد الحياة إلى الممات، وبعد الممات إلى الحياة.
|
|
- 5
|
||
EL-MÜ’ÎDÜ:
Mahlukâtı hayattan sonra tekrar ölüme, öldükten sonra da tekrar hayata iâde
eden kimse demektir.
|
||||
﴿المحيي﴾:
هو الذي يحيي النطفةَ الميتةَ فيخرجُ منها النَّسَمَةَ الحيةَ ويحيي الأجسامَ
الباليةَ بإعادة الأرواح إليها عندَ البعثِ
|
|
- 6
|
||
EL-MUHYÎ
Mahlûklara can veren.
|
||||
﴿المُمِيتُ﴾:
الذي يميتُ الأحياءَ ويوهِنُ بالموتِ قوةَ الأصحاءِ الأقوياءِ قال تعالى: ٨
قُلِ اللَّهُ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ اِلَى يَوْمِ
الْقِيَمَةِ لَارَيْبَ فِيهِ وَلَكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَايَعْلَمُونَ ٧ [سورة
الجاثية:٤٥/٢٦]
|
|
- 7
|
||
EL-MÜMÎT:
Her canlıya ölümü tattıran.
|
||||
“De ki: “Allâh sizi yaşatıyor. Sonra sizi
öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya
getirecek, ama insanların çoğu bilmezler.”
(Câsiye Sûresi, 45/26).
|
||||
﴿الحيُ﴾: هو الذي
لم يَزَل موجودًا وبالحياةِ موصوفًا، قال الطحاويُّ: "ومن وَصَفَ الله
بمعنًى من معاني البشر فقد كَفَر". قال تعالى: ﴿ هُوَ الْحَىُّ لَا اِلَهَ
اِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ
الْعَالَمِينَ ﴾ [سورة غافر=المؤمن:٤٠/٦٥]
|
|
- 8
|
||
EL-HAYY: Ezelî ve ebedî bir hayat ile diri olan.
|
||||
“O, diridir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde sadece Allâh’a
itaat ederek (samimi olarak) O’na
ibadet edin. Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur.” (Mü’min=Ğâfir Sûresi,
40/65).
|
||||
﴿الْقَيُّومُ﴾: هو
الدائمُ الذي لا يتغيَّر وهو القائمُ بتدبيرِ أمورِ الخلائِق قال تعالى: ٨
اَللَّهُ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ
وَلَا نَوْمٌ لَهُ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَنْ ذَا الَّذِى
يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَمَا
خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِشَىْءٍ مِنْ عِلْمِهِ اِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ
كُرْسِيُّهُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ
الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ٧ [سورة البقرة:٢/٢٥٥]
|
|
- 9
|
||
EL-KAYYÛM:
Zâtı ile kâim olan, mahlûkları varlıkta durduran.
|
||||
“Allâh, kendisinden başka hiçbir ilâh
olmayandır. Diridir, kayyumdur. [1] O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her
şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte
bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden,
kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü,
bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün
evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez.
O, yücedir, büyüktür.”[2]
(Bakara Sûresi, 2/255).
|
||||
﴿الوَاجِدُ﴾: هو
الغنى الذى يفتقر، وهو من الجدة والغنى هو
الغنيُّ الذي لا يفتقرالى شيء. ت
|
|
- 10
|
||
EL-VÂCİDÜ:
Fakirliğe düşmeyen zengin demektir. Bu kelime, gına demek olan cide kökünden
gelir.
|
||||
﴿المَاجِدُ﴾:
هو عظيمُ القدرِ واسعُ الكرمِ. ت
|
|
- 11
|
||
EL-MÂCİD:
Keremi, ihsânı bol olan.
|
||||
﴿الوَاحِدُ﴾:
هو الفرد الذى لم يزل وحده، ولم يكن معه آخر، وقيل: هو المنقطع القرين والشريك. هو
الواحد الذي لا ثاني له في الأزلية والألوهية قال تعالى: ٨
قُلْ اِنَّمَا اَنَا مُنْذِرٌ وَمَا مِنْ اِلَهٍ اِلَّا اللَّهُ الْوَاحِدُ
الْقَهَّارُ ٧ [سورة ص:٣٨/٦٥]
|
|
- 12
|
||
EL-VÂHİDÜ: Tek başına
devam eden, yanında bir başkası olmayan ferd’dir. Ayrıca, şerîk ve arkadaşı
olmayan kimse mânası da mevcuttur.
|
||||
“(Ey
Muhammed!) De ki: “Ben
ancak bir uyarıcıyım. Her şey üzerinde mutlak otorite sahibi olan bir Allâh’tan
başka hiçbir ilâh yoktur.” (Sâd Sûresi, 38/65).
|
||||
﴿الصَّمَدُ﴾: هو
السيد الذى يصمد إليه الخلق في حوائجهم. أى يقصدونه. هو الذي يُصمَدُ إليه في
الأمورِ كلِّها ويُقصَدُ في الحوائِجِ والنَّوازِل قال تعالى: ٨
اللهُ الصَّمَدُ ٧ [سورة
الإخلاص:١١٢/٢]
|
|
- 13
|
||
ES-SAMEDÜ:
İhtiyaçlarını te’min etmek üzere, halkın kendisine başvurduğu efendidir. Yani
halkın kendisine yöneldiği kimsedir.
|
||||
“Allâh
Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)” (İhlâs
Sûresi, 112/2).
|
||||
﴿ القادرُ﴾: هو
الذي لا يعتريه عجزٌ ولا فُتورٌ وهو القادرُ على كل شىءٍ لا يعجزِه شىءٌ قال
تعالى: ٨ اَوَلَمْ
يَرَوْا اَنَّ اللَّهَ الَّذِى خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَمْ يَعْىَ
بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلَى اَنْ يُحْيِىَ الْمَوْتَى بَلَى اِنَّهُ عَلَى
كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ٧ [سورة الأحقاف:٤٦/٣٣]
|
|
- 14
|
||
EL-KÂDİR: Kudret sâhibi, Her şeye gücü yeten,
kudretli.
|
||||
“Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allâh’ın,
ölüleri diriltmeye gücünün yeteceğini görmediler mi? Evet şüphesiz O, her
şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Ahkâf Sûresi, 46/33).
|
||||
﴿المُقْتَدِرُ﴾:
مفتعل من القدرة، وهو أبلغ من قادر. هو القادرُ الذي لا يمتنعُ عليه شىءٌ قال
تعالى: ٨ كَذَّبُوا بِاَيَاتِنَا كُلِّهَا
فَاَخَذْنَاهُمْ اَخْذَ عَزِيزٍ مُقْتَدِرٍ ٧ [سورة
القمر:٥٤/٤٢]
|
|
- 15
|
||
EL-MUKTEDİRU: Kudret
kökünden müfteil babındandır. Kâdir’den daha öte bir güçlülük ifâde eder.
|
||||
“Bütün
âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları mutlak güç ve iktidar sahibinin
yakalaması gibi yakaladık.” (Kamer Sûresi, 54/42).
|
||||
﴿المقَدِّمُ﴾:
الذى يقدم الأشياء فيضعها في مواضعها. هو المنزِلُ للأشياء منازلَها يقدِمُ ما
يشاءُ منها ويؤخرُ ما يشاءُ بحكمتهِ، روى البخاري ومسلم في الصحيح أن رسول الله
صلى الله عليه وسلم قال: "أنت المقدم وأنت المؤخر". ت
|
|
- 16
|
||
EL-MUKADDİMÜ: Eşyayı
takdim edip, yerli yerine koyan demektir.
|
||||
﴿المُؤخِّرُ﴾:
الذى يؤخرها إلى أماكنها، فمن استحقّ التقديم قدّمه، ومن استحقّ التأخير أخره.
|
|
- 17
|
||
EL-MUAHHIRU: Eşyayı
yerlerine te’hir eden demektir. Kim takdime hak kazanırsa ona takdîm eder,
kim de te’hîre hak kazanırsa ona da te’hîr eder.
|
||||
﴿الأوَّلُ﴾:
هو السابق الأشياء كلها. هو الأزليُّ القديمُ الذي ليسَ له بدايةٌ قال الله
تعالى: ٨ هُوَ
الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ
عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
|
|
- 18
|
||
EL-EVVELÜ: Bütün
eşyadan önce var olan demektir.
|
||||
“O, ilk
ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her
şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
|
||||
﴿الآخِرُ﴾:
الباقى بعد الأشياء كلها. هو الباقي بعدَ فناءِ الخلقِ وهو الدائمُ الذي لا
نهايةَ له قال تعالى: ٨ هُوَ
الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ
عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
|
|
- 19
|
||
EL-ÂHİRU: Bütün
eşyadan sonra bâkî kalacak olan demektir.
|
||||
“O, ilk
ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her
şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
|
||||
﴿الظَّاهِرُ﴾: هو
الذي ظهر فوق كل شئ وعلاه. هو الظاهرُ فوقَ كلّ شىءٍ بالقهرِ والقوةِ
والغَلَبَةِ لا بالمكانِ والصورةِ والكيفيةِ فإنها من صفاتِ الخلقِ قال تعالى: ٨
هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ
عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
|
|
- 20
|
||
EZ-ZÂHİRU: Herşeyin
üstünde zâhir olan ve onların üstüne çıkan şey demektir.
|
||||
“O, ilk
ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her
şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
|
||||
﴿البَاطِنُ﴾: هو
المحتجب عن أبصار الخلائق.هو الذي لا يستولي عليه تَوهُّمُ الكيفيةِ وهو خالقُ
الكيفيَّاتِ والصُّوَرِ قال تعالى: ٨ هُوَ
الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ
عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
|
|
- 21
|
||
EL-BÂTINÜ:
Mahlukâtın nazarlarından gizlenen demektir.
|
||||
“O, ilk
ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır. O, her
şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
|
||||
﴿الوَالِى﴾: مالك
الأشياء المتصرف فيها. هو المالكُ لكلّ شىءٍ ونافذُ المشيئةِ في كلّ شىءٍ. ت
|
|
- 22
|
||
EL-VÂLÎ: Eşyanın
mâliki ve onlarda tasarruf eden demektir.
|
||||
﴿المُتَعالِى﴾
هو المنزه عن صفات المخلوقين تعالى أن يوصف بها وجلّ. هو المنزَّه عن صفاتِ
المخلوقينَ والقاهرُ لخلقِهِ بقدرتِهِ التَّامَّةِ قال تعالى: ٨
عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِ ٧ [سورة
الرعد:١٣/٩]
|
|
- 23
|
||
EL-MÜTE’ÂLÎ:
Mahlukâtın sıfatlarından münezzeh olan, bu sıfatların biriyle muttasıf
olmaktan yüce ve âlî olan.
|
||||
“O,
gaybı da görülen âlemi de bilendir, çok büyüktür, çok yücedir.” (Ra’d
Sûresi, 13/9).
|
||||
﴿البَرُّ﴾: هو
العطوف على عباده ببره ولطفه. هو المحسِنُ إلى عبادِهِ الذي عَمَّ بِرُّهُ
وإحسانُه جميعَ خلقِهِ فمنهُم شاكِرٌ ومنهم كافر قال تعالى: ٨ اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُ
اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحِيمُ ٧ [سورة الطور:٥٢/٢٨]
|
|
- 24
|
||
EL-BERRU:
Katından gelen bir iyilik ve lütufla, kullarına karşı merhametli, şefkatli
demektir.
|
||||
“Gerçekten
biz bundan önce O’na yalvarıyorduk. Şüphesiz O, iyilik edendir, çok
merhametlidir.” (Tûr Sûresi,
52/28).
|
||||
هو
الذي يَقبَلُ التوبةَ كلَّما تكرَّرَت قال تعالى: ٨ اَلَمْ
يَعْلَمُوا اَنَّ اللَّهَ هُوَ يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَاْخُذُ
الصَّدَقَاتِ وَاَنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ ٧ [سورة
التوبة:٩/١٠٤]
|
|
- 25
|
||
ET-TEVVÂB:
Tevbeleri kabûl eden.
|
||||
“Onlar, kullarının tövbesini kabul edenin ve sadakaları alanın
Allâh olduğunu; tövbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın Allâh
olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe Sûresi, 9/104).
|
||||
﴿المُنْتَقِمُ﴾:
هو المبالغ في العقوبة لمن يشاء، وهو مفتعل من نقم ينقم إذا بلغت به الكراهية
حدّ السخط. هو الذي يبالغُ في العقوبةِ لمن يشاءُ من الظَّالمين وهو الحَكَمُ
العَدلُ قال تعالى: ٨ ...
وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُوانْتِقَامٍ ٧ [سورة آل عمران:٣/٤]
|
|
- 26
|
||
EL-MÜNTEKIMÜ:
Dilediğine ceza vermede şiddetli davranan demektir. Nekame kökünden müfteil
babında bir kelimedir. Nekame, hoşnudsuzluğun öfke ve nefret derecesine
ulaşmasıdır.
|
||||
“ … Allâh,
mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/4).
|
||||
﴿الْعَفُوُّ﴾:
فعول من العفو بناء مبالغة، هو الصفوح عن الذنوب. هو الذي يصفَحُ عن الذنوبِ
ويتركُ مجازاة المُسىءِ كَرَمًا وإحسانًا قال تعالى: ٨
ذَلِكَ وَمَنْ عَاقَبَ بِمِثْلِ مَا عُوقِبَ بِهِ ثُمَّ بُغِىَ عَلَيْهِ
لَيَنْصُرَنَّهُ اللَّهُ اِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ ٧ [سورة
الحج:٢٢/٦٠]
|
|
- 27
|
||
EL-AFÜVVÜ: Afv’dan
feûl babında bir kelimedir. Bu bâb mübalağa ifâde eder. Öyle ise mâna:
"Günahları çokça bağışlayan" demek olur.
|
||||
“Bu
böyle. Bir de kim kendisine verilen eziyetin dengiyle karşılık verir de sonra
yine kendisine zulmedilirse, elbette Allâh ona yardım eder. Hiç şüphesiz ki Allâh
çok affedendir, çok bağışlayandır.” (Hacc Sûresi, 22/60).
|
||||
﴿الرَّؤُوفُ﴾: هو
الرحيم العاطف برأفته على عباده، والفرق بين الرأفة والرحمة أن الرحمة قد تقع في
الكراهية للمصلحة، والرأفة لاتكاد تقع في الكراهية. هو شديدُ الرَّحمةِ قال
تعالى: ٨ ... اِنَّ
رَبَّكُمْ لَرَؤُفٌ رَحِيمٌ ٧ [سورة النحل:١٦/٧]
|
|
- 28
|
||
ER-RAÛFÜ: Katından
gelen bir re’fetle (şefkatle) kullarına merhametli ve şefkatli olan demektir.
Re’fetle rahmet arasındaki farka gelince; rahmet bazan maslahat gereği
istemeyerek de olabilir. Re’fet isteksiz olmaz, isteyerek olur.
|
||||
“ ...
Şüphesiz Rabbiniz çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.” (Nahl
Sûresi, 16/7).
|
||||
٨مَالِكَ الْمُلْكِ﴾: الذي يعود إليه
المُلك الذي أعطاه لبعض عباده في الدنيا، قال تعالى: ٨
قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ
الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ
بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ
قَدِيرٌ ٧ [سورة آل عمران:٣/٢٦]، وليس هذا المُلك الذي هو
صفةٌ له أزليةٌ أبديةٌ، لأن الذي وصف نفسه به بقوله ٨ ... مَالِكَ الْمُلْكِ ... ٧ [سورة
آل عمران:٣/٢٦] هو المُلكُ الذي فَسَّرَ به البخاري وغيره وجه الله في قوله
تعالى: ٨ وَلَا تَدْعُ
مَعَ اللَّهِ اِلَهًا اَخَرَ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ
اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٧ [سورة
القصص:٢٨/٨٨] إلا ملكه أي سلطانه. ت
|
|
- 29
|
||
MÂLİKÜ’L-MÜLK: Celâl, azâmet, şeref, kemâl ve ikrâm sâhibi.
|
||||
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allâh’ım! Sen mülkü dilediğine
verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin,
dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye
hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/26).\
“Sen Allâh ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan
başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm
yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas
Sûresi, 28/88).
|
||||
﴿ذُو
الجَلاَلِ والإكْرامِ﴾: مصدر جليل، يقال: جليل بين الجلة والجل. أي أن الله
مستحِقٌّ أن يُجَلَّ فلا يُجحَدَ ولا يُكفَرَ بِهِ، وهو المكرِمُ أهلَ ولايتِهِ
بالفوزِ والنورِ التَّامِ يوم القيامةِ قال تعالى: ٨ وَيَبْقَى
وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ٧ [سورة
الرحمن:٥٥/٢٧]
|
|
- 30
|
||
ZÜ’L-CELÂL-İ VE’L-İKRÂM: Celâl,
celîl’in masdarıdır. Celâl, celâlet, nihâyet derecede büyüklük, azamet
demektir. Zü’l-Celâl büyüklük sahibi olan mânasına gelir.
|
||||
“Ancak
azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân
Sûresi, 55/27).
|
||||
﴿المُقْسِطُ﴾:
العادل في حكمه، أقسط الرجل إذا عدل فهو مقسط، وقسط إذ جار فهو قاسط. هو
العادِلُ في حُكمِهِ المنزَّهُ عن الظُّلمِ والجَورِ لا يُسألُ عما يَفعَل. ت
|
|
- 31
|
||
EL-MUKSİDU: Hükmünde
âdil, demektir. Ef’al babında adaletli oldu mânasına olan bu kelime, sülâsî
aslında zulmetti mânasına gelir. Nitekim kasıt; cevreden, zâlim demektir.
|
||||
﴿الجَامِعُ﴾:
الذى يجمع الخلائق ليوم الحساب. هو الذي يجمَعُ الخلائقَ ليومٍ لا ريبَ فيه قال
تعالى: ٨ رَبَّنَا
اِنَّكَ جاَمِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ اِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ
الْمِيعَادَ ٧ [سورة آل عمران:٣/٩]
|
|
- 32
|
||
EL-CÂMİU: Kıyamet
günü mahlukâtı toplayan demektir.
|
||||
“Rabbimiz!
Şüphesiz sen, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın.
Şüphesiz Allâh va’dinden dönmez.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/9).
|
||||
﴿الْغَنِيُّ﴾: هو
الذي استغنى عن خلقِه والخلائقُ تفتقِرُ إليه قال تعالى: ٨
هَا اَنْتُمْ هَؤُلَاءِ تُدْعَوْنَ لِتُنْفِقُوا فِى سَبِيلِ اللَّهِ فَمِنْكُمْ
مَنْ يَبْخَلُ وَمَنْ يَبْخَلْ فَاِنَّمَا يَبْخَلُ عَنْ نَفْسِهِ وَاللَّهُ
الْغَنِىُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا
غَيْرَكُمْ ثُمَّ لَايَكُونُوا اَمْثَالَكُمْ ٧ [سورة
محمد:٤٧/٣٨]
|
|
- 33
|
||
EL-ĞANİYY: Her şeyden müstağnî, kendi dışındaki
her şey O’na muhtâc. İhtiyaçsız.
|
||||
“İşte sizler, Allâh yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. Ama
içinizden cimrilik yapanlar var. Kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına
cimrilik yapmış olur. Allâh, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise
fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum
getirir de onlar sizin gibi olmazlar.” (Muhammed
Sûresi, 47/38).
|
||||
﴿المُغني﴾:
هو الذي جَبَرَ مفاقِرَ الخلقِ وساقَ إليهم أَرزاقَهُم، قال تعالى: ٨
وَاَنَّهُ هُوَ اَغْنَى وَاَقْنَى ٧ [سورة النجم:٥٣/٤٨]
|
|
- 34
|
||
EL-MUĞNÎ: İhtiyaç
gören, fazlıyla doyuran.
|
||||
“Şüphesiz O, başkalarına muhtaç olmaktan kurtardı ve varlık
sahibi kıldı.” (Necm Sûresi, 53/48).
|
||||
﴿المَانِعُ﴾:
هو الناصر الذى يمنع أوليائه أن يؤذيهم. هو الذي يمنعُ من يشاءُ ما يشاء. ت
|
|
- 35
|
||
EL-MÂNİU:
Dostlarını, başkalarının eziyetinden koruyan yardımcı demektir.
|
||||
﴿الضّرّ﴾:
هو القادرُ على أن يَضُرَّ من يشاءُ وينفعَ من يشاءُ. ت
|
|
- 36
|
||
ED-DÂRR: Zarar veren. Elem, zarar verenleri yaratan.
|
||||
﴿النافع﴾:
هو القادرُ على أن يَضُرَّ من يشاءُ وينفعَ من يشاءُ. ت
|
|
- 37
|
||
EN-NÂFİ: Menfaat veren şeyleri yaratan. Fayda
veren.
|
||||
﴿النُّورُ﴾:
هو الذى يبصر بنوره ذوو العماية ويرشد بهداه ذوو الغواية. أي الذي بنورِهِ أي
بهدايَتِهِ يَهتدِي ذو الغَوَايَة فيرشَدُ قال تعالى: ﴿ اَللَّهُ نُورُ
السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ
اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ
يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا
غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ
عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللَّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللَّهُ
الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ
بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ٧ [سورة النور:٢٤/٣٥]، أي أن الله تعالى هادي أهل
السموات والأرض لنور الإيمان، فالله تعالى ليس نورًا بمعنى الضوء بل هو الذي خلق
النور. ت
|
|
- 38
|
||
EN-NÛRU: Körlüğü
olanları nuruyla görür kılan, dalâlette olanları da hidâyetiyle irşâd eden
demektir.
|
||||
“Allâh,
göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre;
içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi
parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan
zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse
aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allâh, dilediği kimseyi
nuruna iletir. Allâh, insanlar için misaller verir. Allâh, her şeyi hakkıyla
bilendir.”[3] (Nûr
Sûresi, 24/35).
|
||||
﴿الهادي﴾: هو
الذي منَّ على مَن شاءَ من عبادِهِ بالهدايةِ والسَّداد قال تعالى: ٨
وَاللَّهُ يَدْعُوا اِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِى مَنْ يَشَاءُ اِلَى
صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ ٧ [سورة يونس:١٠/٢٥]
|
|
- 39
|
||
EL-HÂDÎ: Yol gösteren, murâda erdiren. Hidâyet
veren.
|
||||
“Allâh, esenlik yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola
iletir.” (Yûnus Sûresi, 10/25).
|
||||
﴿البدِيع﴾: هو
الذي خَلَقَ الخلقَ مبدِعًا له ومخترِعًا لا على مِثالٍ سَبَقَ قال تعالى: ٨
بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِذَا قَضَى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ
لَهُ كُنْ فَيَكُونَ ٧ [سورة البقرة:٢/١١٧]
|
|
- 40
|
||
EL-BEDÎ’: Eşi ve örneği olmayan, sanatkârâne
yaratan. Misâlsiz, örneksiz yaratan.
|
||||
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi
ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.” (Bakara
Sûresi, 2/117).
|
||||
﴿الباقي﴾: هو
الواجب البقاء الذي لا يجوز عليه خلافُه عقلًا قال تعالى: ٨
وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ٧ [سورة
الرحمن:٥٥/٢٧]
|
|
- 41
|
||
EL-BÂKİ: Varlığının sonu olmayan. Varlığı ebedî
olan.
|
||||
“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
(Rahmân Sûresi, 55/27).
|
||||
﴿الوَارِثُ﴾: هو
الباقى بعد فناء الخلائق. هو الباقي بعد فناءِ الخلق قال تعالى: ٨
وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ ٧ [سورة
الحجر:١٥/٢٣]
|
|
- 42
|
||
EL-VÂRİSÜ: Her
şeyin asıl sâhibi olan. Mahlukâtın yok olmasından sonra da bâki kalan
demektir.
|
||||
“Hiç şüphesiz
biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) varisleriz.” (Hıcr
Sûresi, 15/23).
|
||||
﴿الرَّشِيدُ﴾: هو
الذى يرشد الخلق إلى مصالحهم، فعيل بمعنى مفعل. هو الذي أَرشَدَ الخَلقَ إلى
مصالِحِهِم
|
|
- 43
|
||
ER-RAŞÎDÜ: İrşâda
muhtâc olmayan. Bütün işleri isâbetli ve hedefine ulaşıcı, irşâd edici olan. Mahlukâta
maslahatların gösteren demektir.
|
||||
﴿الصَّبوُر﴾:
هو الذى يعاجل العصاة بالانتقام منهم بل
يؤخر ذلك إلى أجل مسمى، فمعنى الصبور في صفة اللّه تعالى قريب من معنى الحليم
إلا أن الفرق بين الأمرين أنهم لا يأمنون العقوبة في صفة الصبور كما يأمنون منها
في صفة الحليم، سبحانه وتعالى عما يقول الجاحدون علوّاً كبيراً. هو الذي لا
يعاجِلُ العصاةَ بالانتقامِ منهم بل يُؤَخِّرُ ذلك إلى أجلٍ مُسَمّى ويُمهِلُهُم
إلى وقتٍ معلومٍ. رواية
الترمذي --- كتب ستة:٧/٧-١٠.
|
|
- 44
|
||
ES-SABÛRU: Çok
sabırlı. Cezâ vermede, acele etmez. Âsîlerden intikam almada acele etmeyen,
cezalandırmayı belli bir müddet te’hîr eden demektir. Allâh’ın sıfatı olarak
sabûr’un mânası halîm’in mânasına yakındır. Ancak ikisi arasında şöyle bir
fark vardır: Sabûr sıfatında cezanın mutlaka olacağını beklemeyebilirler.
Ancak halîm sıfatıyla Allâh’ın cezasına kesin nazarıyla bakarlar. Allâh
inkarcıların söylediklerinden münezzeh ve mukaddestir, uludur, yücedir.
(Kütüb-i
Sitte, İ.Canan, 7/7-14.)
|
||||
﴿الأحَدُ﴾:
الفرد، والفرق بين الواحد والأحد، أن أحداً بنى لنفى مايذكر معه من العدد فهو
يقع على المذكر والمؤنت، يقال: ما جائنى أحد. أى لاذكر ولا أنثى، وأما الواحد فإنه وضع لمفتتح
العدد، تقول: جائنى واحد من الناس، و تقول فيه جائنى أحد من الناس، فالواحد بنى
على انقطاع النظير والمثل، والأحد بنى على الانفراد، والوحدة عن الأصحاب،
فالواحد منفرد بالذات، والأحد منفرد بالمعنى.
|
الأحَدُ
|
|||
EL-AHAD-Ü: Ferd
demektir. Ahad ile vâhid arasındaki farka gelince, ahad, kendisiyle bir başka
adedin zikredilmesini men edecek bir yapıya sâhiptir. Kelime hem müzekker,
hem de müennestir. "Bana kimse (ahad) gelmedi derken, gelmeyen hem
erkektir, hem de kadındır." Vâhid’e gelince bu sayıların ilki olarak
vazedilmiştir: "Bana halktan biri (vahid) geldi" denir ama,
"Bana haktan kimse (ahad) geldi" denmez. Vâhid, emsâl ve nazîri
kabûl etmeyen bir mâna üzere bina edilmiştir. Ahad ise ifrad ve arkadaşlardan
yalnızlık üzere bina edilmiştir. Öyle ise, vâhid, zât itibariyle münferiddir,
ahad ise mâna itibariyle münferiddir. (Kütüb-i
Sitte, İ.Canan, 7/7-14.)
|
||||
جَلَّ
جَلَالُهُ، جَلَّ شَانُهُ، جَلَّ وَعَلٰى.
|
||||
حَدَّثَنَا
هِشَامُ بْنُ عَمَّارٍ. ثَنَا عَبْدُ الْمَلِكِ بْنُ مُحَمَّدٍ الصَّنْعَانِيُّ.
ثَنَا أَبُو الْمُنْذِرِ زُهَيْرُ اِبْنُ مُحَمَّدٍ التَّمِيمِيُّ. ثَنَا مُوسَى
بْنُ عُقْبَةَ. حَدَّثَنِى عَبْدُ الرَّحْمَنِ الاعْرَجُ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ؛
أَنَّ رَسُولَ للَّهِ صَلَّي اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: إِنَّ اللَّهِ
تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسْمًا. مِائَةً إلا وَاحِدًا. إنَّهُ وِتْرٌيُحِبُّ
الْوِتْرَ. مَنْ خَفِظَهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ. وَهِيَ: اللَّهُ الْوَاحِدُ
الْصَّمَدُ الاوَّلُ الاخِرِ الظَّاهِرُ الْبَاطِنُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ
الْمُصَوِّرُ الْمَلِكُ الْحَقُّ السَّلاَمُ الْمَؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ
الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ الرَّحْمنُ الرَّحِيمُ اللَّطِيفُ
الْخَبِيرُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْعَلِيمُ الْعَظِيمُ الْبَارُّ الْمُتَعَالِ
الْجَلِيلُ الْجَمِيلُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْقَادِرُ الْقَاهِرُ الْعَلِيُّ
الْحَكِيمُ الْقَرِيبُ الْمُجِيبُ الْغَنِيُّ الْوَهَّابُ الْوَدُودُ
الْشَّكُورُ الْمَاجِدُ الْوَاجِدُ الْوَالِي الْرَّاشِدُ الْعَفُوُّ الْغَفُورُ
الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ التَّوَّابُ الرَّبُّ الْمَجِيدُ الْوَلِيُّ الشَّهِيدُ
الْمُبِينُ الْبُرْهَانَ الرُّءوفٌ الرَّحِيمُ الْمُبْدِئُ الْمُعِيدُ
الْبَاعِثُ الْوَارِثُ الْقَوِيُّ الشَّدِيدُ الضَّارُّ النَّافِعُ الْبَافِي
الْوَاقِي الْخَافِضُ الرَّافِعُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الْمُعِزُّ الْمُذِلُّ
الْمُقْسِطُ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ الْقَائِمُ الْهَادِي
الْكَافِي الابَدُ الْعَالِمُ الصَّادِقُ النَّورُ الْمُنِيرُ التَّامُّ
الْقَدِيمُ الْوِتْرُ الاحَدُ الصَّمَدُ الَّذِي لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً أحَدٌ. قَالَ زُهَيْرٌ: فَبَلَغَنَا مِنْ غَيْرِ
وَاحِدٍ مِنْ أهْلِ الْعِلْمِ؛ أَنَّ أوَّلَهَا يُفْتَحُ بَقُوْلِ: لاَ إلهَ إَّ
اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ. لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ بِيَدِهِ
الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَى كُلُّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. لاَ إلهَ إَّ اللَّهُ لَهُ
الاسْمَاءُ الْحُسْنَى. فِي الزوائد: لم يخرج أحمد من الائمة الستة عدد أسماء
اللَّه الحسنى من هَذَا الوجه و من غيره غير اِبْنِ ماجة والترمذي. مع نقديم
وتأخير. وطريق والترمذي أصح شئ فِي الباب. قَالَ: وإسناد طريق اِبْنِ ماجة ضغيف.
لضعف عبد الملك بن مُحَمَّد.
Hz. Ebû Hureyre
radıyallâhu anh anlatıyor: Rasûlüllâh ‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm buyurdular
ki: "Allâh Teâla hazretlerinin doksandokuz ismi vardır, yüzden bir
eksik. O, tektir, teki sever. Kim bu isimleri ezberlerse cennete girer. Onlar
şunlardır: “Allâh, el-Vâhid, es-Samed, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir,
el-Bâtın, el-Hâlık, el-Bâri, el-Musavvir, el-Melik, el-Hakk, es-Selâm,
el-Mü’min, el-Müheymin, el-’Aziz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, er-Rahmân,
er-Rahîm, el-Latîf, el-Habîr, es-Semî’, el-Basîr, el-’Alîm, el-’Azîm,
el-Bârr, el-Müte’âl, el-Celîl, el-Cemîl, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Kâdir,
el-Kâhir, el-’Aliyyü, el-Hakîm, el-Karîb, el-Mücîb, el-Ganiyyü, el-Vehhâb,
el-Vedûd, eş-Şekûr, el-Mâcid, el-Vâcid, el-Vâlî, er-Râşid, el-’Afüvvü, el-Ğafûr,
el-Halîm, el-Kerîm, et-Tevvâb, er-Rabb, el-Mecîd, el-Vâlî, er-Râşid,
el-’Afüvvü, el-Ğafûr, el-Halîm, el-Kerîm, et-Tevvâb, er-Rabb, el-Mecîd,
el-Veliyyü, eş-Şehîd, el-Mübîn, el-Bürhân, er-Ra’ûf, er-Rahîm, el-Mübdiü,
el-Mu’îd, el-Bâis, el-Vâris, el-Kaviyyü, eş-Şedîdü, ed-Dârru, en-Nâfi’u,
el-Bâkî, el-Vâkî, el-Hâfid, er-Râfi’, el-Kâbid, el-Bâsit, el-Mu’ızzü,
el-Müzillü, el-Muksit, er-Razzâk, Zû’l-Kuvve-ti, el-Metîn, el-Kâim, el-Hâdî,
el-Kâfi, el-Ebed, el-Âlim, es-Sâdık, en-Nûr, el-Münîr, et-Tâmm, el-Kadîm, el-Vitru,
el-Ahadu, es-Samedu, ellezi lem yelid velem yûled ve lem yekün lehu küfüven
ahad.”
Zührî der ki: “Bana
birçok ilim ehlinden ulaştığına göre, bu Esmâ-ü Hüsnâ’nın okunmasına “Lâ ilâhe illellâh-ü vahdehû lâ şerîke leh.
Lehü’l-Mülkü ve Lehü’l-Hamd-ü bi-yedihi’l-Hayr ve hüve ‘alâ külli şey-in
kadîr, lâ ilâhe illellâh-ü, lehü’l-Esmâü’l-Hüsnâ” diye başlanmalıdır.”
AÇIKLAMA:
1-
Esma-ü Hüsnâ ile ilgili rivâyet daha önce Tirmizî’de
kaydedilen veçhi ile geçti. Orada her bir isimle ilgili gerekli açıklama
yapıldı. Bununla onun arasında bâzı farklar var. Sözgelimi, bu rivâyette yer
aldığı halde Tirmizî rivâyetinde yer almayan bâzı isimler var. Onlar
şunlardır; ed-Dâim, el-Vekîl, el-Fâtır, es-Sâmi’, el-Mu’tî, el-Muhyî,
el-Mümît, el-Mâni’, el-Câmi’. Şu isimler Tirmizi’de olduğu halde bunda
mevcut değildir;
2-
Şu isimler Tirmizi’de olduğu halde bunda mevcut
değildir: el-Kuddüs, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Fettah, el-Hakem, el-Adl,
el-Kebîr, el-Hâfız, el-Muhît, el-Hasib, er-Rakib, el-Vâsi’, el-Hamîd,
el-Muhsî, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Berr, el-Müntakim,
Mâliku’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muğnî, el-Bedi’, er-Reşîd ve
es-Sabûr.
3-
Sadece bu rivayette geçtiği için daha önce
açıklanmamış olan bazı isimleri kısaca açıklayalım:
EL-BÂRR: Kullarına şefkatli olup ikramda bulunan.
EL-CEMÎL: Güzel olan, her şeye güzellik veren.
EL-KÂHİR: Kahredici, yenici ve kullarına dilediği talimat ve
fermanı vermeye yetkili.
EL-KARÎB: Kullarına kendi canlarından daha yakın olan.
ER-RAŞÎD: Kullarına yolların en doğrusunu gösteren.
ER-RABB: Sahib ve terbiye edici, yaşatıcı.
EL-MÜBÎN: Kullarına gerekli şeyleri açıklayan.
EL-BÜRHÂN: Kullarına hak ve doğru yolu gösteren.
EŞ-ŞEDÎD: Azabı şiddetli olan.
EL-VAKİ’: Koruyucu olan.
ZÜ’L-KUVVE-Tİ: Kuvvet sahibi.
EL-KÂİM: Varlığı başka bir varlığa bağlı olmayan, diğer
varlıklara varlık veren.
ED-DÂİM: Varlığı devamlı olan. Varlığının önü sonu olmayan.
EL-HÂFIZ: Varlıkları hıfzedip koruyan.
EL-FÂTIR: Kâinatı yoktan var eden.
ES-SÂMİ’: Her şeyi işiten.
EL-MU’TÎ: Dilediği kuluna dilediği kadar veren.
EL-KÂFÎ’: Kuluna yardımcı olmaya yeterli olan.
EL-EBED: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.
EL-‘ÂLİM: Her şeyi bilen.
ES-SÂDIK: Doğru olan.
EL-MÜNÎR: Varlıkları aydınlatan, onlara nur veren.
ET-TÂMM: Eksiği ve noksanlığı olmayan.
EL-KADÎM: Ezeli olup, varlığının başlangıcı olmayan.
EL-VİTR: Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tek olan,
ortağı olmayan.
|
[1] Kayyûm, “varlığı kendinden, kendi kendine yeterli,
yarattıklarına hâkim ve onları koruyup gözeten” demektir.
[2] Bu âyet, Âyetü’l-Kürsî (kürsü âyeti) diye
adlandırılır. “Kürsü”, Allâh’ın kudret ve azameti, O’nun her şeyi kapsayan ilmi
demektir. O, yerde, gökte ve ikisi arasında olan her şeyin sahibi ve mâlikidir.
Hiç kimse hâkimiyetinde, otoritesinde, mülkünde ve yönetiminde O’na ortak
değildir. Hiçbir şey O’na rakip ve eş olamaz. O, mutlak ilim ve irade
sahibidir. O’na hiçbir varlık güç yetiremez. O, bütün evrenin sahibi,
yöneticisi ve hâkimidir.
[3] Bu âyette geçen, “Allâh, göklerin ve yerin nurudur”
ifadesi, Allâh’ın yaratma ve yönetmedeki kudretini temsil etmektedir. Karanlık
bir odanın duvarındaki hücrenin daha da karanlık ortamında bulunan bir ışık
kaynağının, defalarca güçlendirildiğinde sağlayacağı ışık sütununun karanlık
ortamı aydınlatmadaki gücü, Allâh’ın kâinat üzerindeki kudretini
hatırlatmaktadır.
[4] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 17/506-508.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder