9 Aralık 2014 Salı

EL-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ


EL-ESMÂÜ’L-HÜSNÂ



ألثابتة فى القرآن والسنة:

بسم الله الرحمن الرحيم.

﴿ وَ لِلّٰهِ الْأَسْمَآءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَاۖ وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓى  أَسْمَآئِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ  ٧ [سورة الأعراف:٧/١٨٠] 

Hamd olsun Allâh-ü Te’âlâ’ya ki Kitâb-ı Celîli’nde:

“En güzel isimler Allâh’ındır. O’na o güzel isimleriyle duâ edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezâsına çarptırılacaklardır.”[1]

عَنْ ‏أَب۪ي هُرَيْرَةَ -رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ- أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ قَالَ: "إِنَّ لِلّٰهِ تِسْعَةً وَتِسْع۪ينَ إِسْمًا، مِائَةً  إِلَّا وَاحِدًا، مَنْ أَحْصَاهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ." -رواه البخارى-

Hadîs-i Şerîf’te de: “Allâh’ın 99 (doksandokuz) İsmi (Şerîf’i) vardır. Bu isimleri ezberleyen kimse cennete girer”[2] buyurulmaktadır.

 

هُوَاللّٰهُ الَّذ۪ى لٰٓا إِلٰهَ إِلَّاهُوَ

شرح أسمآء الله الحسنى
وعن أبى هريرة رَضِىَ اللَّهُ عَنْه قال: قال رسولُ اللَّهِ : إنَّ للَّهِ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسماً مَنْ حَفِظَهَا دَخَلَ الجَنَّةَ، إنَّ اللَّهَ وِتْرٌ يُحِبُّ الوِتْرَ.وفي رواية: "مَنْ أحْصَاهَا [ أخرجه البخارى بهذا اللفظ، ومسلم بدون ذكر الوتر، والترمذى.وزاد فعدها ]: "﴿ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ ... الرَّحْمَنُ. الرَّحِيمُ. ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٢] ﴿ ... اَلْمَلِكُ. الْقُدُّوسُ. السَّلَامُ. الْمُؤْمِنُ. الْمُهَيْمِنُ. الْعَزِيزُ. الْجَبَّارُ. الْمُتَكَبِّرُ ... ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣] ﴿ ... الْخَالِقُ. الْبَارِئُ. الْمُصَوِّرُ ... ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٤] الخَالِقُ. البَارِئُ. المُصوِّرُ. الغَفَّارُ. الْقَهَّارُ. الوَهَّابُ. الرَّزَّاقُ. الْفَتَّاحُ. الْعَلِيمُ. القَابِضُ. الْبَاسِطُ. الخَافِضُ. الرَّافِعُ. المُعِزُّ. المُذِلُّ. السَّمِيعُ. الْبَصِيرُ. الحَكَمُ. الْعَدْلُ. اللَّطِيفُ. الخَبِيرُ. الحَلِيمُ. العَظِيمُ. الْغَفُورُ. الشَّكُورُ. الْعَلِىُّ. الْكَبِيرُ. الحَفِيظُ. المُقيتُ. الحَسِيبُ. الجَلِيلُ. الكَرِيمُ. الرَّقيبُ. المُجِيبُ. الْوَاسِعُ. الحَكِيمُ. الْوَدُودُ. المَجِيدُ. الْبَاعِثُ. الشَّهِيدُ. الحَقُّ. الْوَكِيلُ. الْقَوِىُّ. المَتِينُ. الْوَلِىُّ. الحَمِيدُ. المُحْصِى. المُبْدِئُ. المُعيدُ. المُحْيِى. المُمِيتُ. الحَىُّ. القَيُّومُ. الوَاجِدُ. المَاجِدُ. الْوَاحِدُ. الأحَدُ. الصَّمَدُ. الْقَادِرُ. المُقْتَدِرُ. المُقَدِّمُ. المُؤَخِّرُ. الأوَّلُ. الأخِرُ. الظَّاهِرُ. البَاطِنُ. الوَالِى. المُتَعَالِى. البَرُّ. التَّوَّابُ. المُنْتَقِمُ. الْعَفُوُّ. الرَّءوُفُ. مَالِكُ المُلْكِ. ذُو الجَلالِ وَالإكْرَامِ. المُقْسِطُ. الجَامِعُ. الْغَنِىُّ. المُغْنِى. المَانِعُ. الضَّارُّ. النَافِعُ. النُّورُ الهَادِى. الْبَدِيعُ الْبَاقِى. الْوَارِثُ. الرَّشِيدُ. الصَّبُورُ. [ولم يفصل الاسماء غير الترمذى.].
Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâh-ü ‘anh) anlatıyor: “Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm)  buyurdular ki: "Allâh’ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allâh tektir, teki sever."
Bir rivâyette: "Kim o isimleri sayarsa cennete girer" buyurmuştur.[3]
Tirmizî’nin rivâyetinde Rasûlüllâh (‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm) Allâh’ın isimlerini şöyle yazdı:
"O Allâh ki O’nda başka ilâh yoktur. Rahmân’dır. Rahîm’dir.[4] El-Melikü’l-Kuddûsü, es-Selâmü, el-Mü’minü, el-Müheyminü, el-’Azîzü, el-Cebbâru, el-Mütekebbiru,[5] el-Hâliku, el-Bâriü, el-Musavviru,[6] el-Ğaffâru, el-Kahhâru, el-Vehhâbü, er-Rezzâku, el-Fettâhu, el-’Alîmü, el-Kâbizu, el-Bâsitu, el-Hâfidu, er-Râfiu, el-Muizzü, el-Müzillü, es-Semîu, el-Basîru, el-Hakemü, el-Adlü, el-Latîfü, el-Habîru, el-Halîmü, el-’Azîmu, el-Ğafûru, eş-Şekûru, el-’Aliyyü, el-Kebîru, el-Hâfîzu, el-Mukîtü, el-Hasîbü, el-Celîlü, el-Kerîmü, er-Rakîbü, el-Mucîbü, el-Vâsi’u, el-Hakîmü, el-Vedûdü, el-Mecîdü, el-Bâisü, eş-Şehîdü, el-Hakku, el-Vekîlü, el-Kaviyyü, el-Metînü, el-Veliyyü, el-Hamîdü, el-Muhsî, el-Mubdiü, el-Mu’îdü, el-Muhyî, el-Mümîtü, el-Hayyü, el-Kayyûmü, el-Vâcidü, el-Mâcidü, el-Vâhidü, el-Ehadü, es-Samedü, el-Kâdiru, el-Muktediru, el-Muehhiru, el-Evvelü, el-Âhiru, ez-Zâhiru, el-Bâtinü, el-Vâlî, el-Müte’âlî, el-Berru, et-Tevvâbü, el-Müntekimü, el-’Afuvvü, er-Raûfü, Mâlikü’l-Mülki, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muksidu, el-Câmi’u, el-Ğaniyyü, el-Muğnî, el-Mâni’, ed-Daârru, en-Nâfi’u, en-Nûru, el-Hâdî, el-Bedîu, el-Bâkî, el-Vârisü, er-Raşîdü, es-Sâbûru.”
İsimleri bu şekilde, sâdece Tirmizî (rahımehüllâh) saymıştır.[7]
أي من له الأُلوهِيَّةُ وهو أنه تعالى مُستَحِقٌّ للعبادةِ وهي نهايةُ الخشوعِ والخضوعِ، قال الله تعالى: ٨ اَللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ ٧ [سورة الزمر:٣٩/٦٢] ٨ قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ اِلَى اَجَلٍ مُسَمًّى قَالُوا اِنْ اَنْتُمْ اِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا تُرِيدُونَ اَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ اَبَاؤُنَا فَاْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ ٧ [سورة إبراهيم:١٤/١٠] ٨ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ فَاعْبُدُوهُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ ٧ [سورة الأنعام:٦/١٠٢] ٨ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ قُلِ اللَّهُ قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ اَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الْاَعْمَى وَالْبَصِيرُ اَمْ هَلْ تَسْتَوِى الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ اَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ  الْقَهَّارُ ٧ [سورة الرعد:١٣/١٦]
- 1           
ALLÂH (C.C.): Yûce Yaratıcı’nın bütün ilâhî sıfatları kendisinde toplayan “İsm-i A’zâmı”ı, en ulu ismi. Allâh eşi, benzeri, dengi bulunmayan; mekân ve zamândan münezzeh olan; ev­veli ve sonu olmayan; bütün varlıkları yaratan ve yaşatan tek ilâhtır, tek ma’bûddur.
“Allâh, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.” (Zümer Sûresi, 39/62.) “Peygamberleri dedi ki: “Gökleri ve yeri yaratan Allâh hakkında şüphe mi var? (Hâlbuki) O, günahlarınızı bağışlamak ve sizi belli bir zamana kadar ertelemek için sizi (imana) çağırıyor. Onlar, “Siz de bizim gibi sadece birer insansınız. Bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirin” dediler.” (İbrâhim Sûresi, 14/10) “İşte sizin Rabbiniz Allâh. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O’na kulluk edin. O, her şeye vekil (her şeyi yöneten, görüp gözeten) dir.” (En’âm Sûresi, 6/102). “De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allâh’tır” de. De ki: “O'nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allâh’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allâh’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.” (Ra’d Sûresi, 13/16).
Allâh’ın zâtı üzerinde düşünmek harâmdır. Onun zâtını idrâk etmek aklen mümkün değildir.
وَاللّٰهُ تَعَالٰى وَاحِدٌ لَا مِنْ طَر۪يقِ الْعَدَدِ وَلٰكِنْ مِنْ طَر۪يقِ أَنَّهُ لَا شَر۪يكَ لَهُ، بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ. ٨ قُلْ هُوَ اللّٰهُ أَحَدٌۚۨ ﴿١﴾ اللّٰهُ الصَّمَدُۚ ﴿٢﴾ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ ﴿٣﴾ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَدٌ ﴿٤﴾ ٧ [سورة الإخلاص:١١٢/١-٤] لَايُشْبِهُهُ۫ شَيْئٌ مِنَ الْاَشْيَآءِ مِنْ خَلْقِه۪ وَلَا يُشْبِهُ شَيْئًا مِنْ خَلْقِه۪، لَمْ يَزَلْ وَلَا يَزَالُ بِاَسْمَآئِه۪ وَصِفَاتِهِ الذَّاتِيَّةِ وَالْفِعْلِيَّةِ.
Yûce Allâh-ü Te’âlâ sâdece sayı yönüyle değil, ortağı olmaması yönüyle birdir.[8]
-Bismillâhirrahmânirrahîm-. “De ki: “O, Allâh-ü Te’âlâ birdir (eşsizdir), Allâh-ü Te’âlâ Samed’dir. (Her şey O’na muhtâctır; O, hiçbir şeye muhtâc değildir.) O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Kendisi de doğmamıştır. Hiçbir şey O’na denk ve benzer değildir.” (İhlâs Sûresi, 112/1-4.)
﴿الرَّحْمَنُ﴾: وهو من الأسماءِ الخاصَّةِ بالله أي أن الله شَمِلَت رحمتُه المؤمنَ والكافرَ في الدنيا وهو الذي يرحم الْمُؤْمِنِينَ فقط في الآخرة قال تعالى:٨ اَلرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ ٧ [سورة الفاتحة:١/٣] ٨ وَالَّذَانِ يَاْتِيَانِهَا مِنْكُمْ فَاَذُوهُمَا فَاِنْ تَابَا وَاَصْلَحَا فَاَعْرِضُوا عَنْهُمَا اِنَّ اللَّهَ كَانَ تَوَّابًا رَحِيمًا ٧ [سورة النسآء:٤/١٦] ٨ وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا ٧ [سورة الفتح:٤٨/١٤]
- 2           
(O, Allâh) Rahmân ve Rahîm’dir.” (Fâtiha Sûresi, 1/3). Sizlerden fuhuş (zina) yapanların her ikisini de incitip kınayın. Eğer onlar tövbe edip ıslah olurlarsa, onları incitip kınamaktan vazgeçin. Çünkü Allâh, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Nisâ Sûresi, 4/16’dan). “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allâh’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine ceza verir. Allâh, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Feth Sûresi, 48/14).
﴿الرَّحِيمُ﴾: أي الذي يرحَم المؤمنينَ فقط في الآخرة قالَ تعالى: ٨... وَكَانَ بِالْمُؤْمِنِينَ رَحِيمًا٧ [سورة الأحزاب:٣٣/٤٣].رواية الترمذيخ ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٢]
- 3           
ER-RAHMÂN: Dünyada bütün mahlûkâta merhamet eden, şefkat gösteren, ihsân eden. “Rahmeti çok”, “çok merhametli”, “sonsuz merhametli” anlamlarında, sadece Allâh için kullanılan sıfat-isimdir. Tam bir Türkçe karşılığı yoktur. Mü’min olsun, kâfir olsun; iyi olsun, kötü olsun, herkes “Rahmân”ın ifade ettiği rahmetin kapsamındadır. Varlıklar da bu rahmet ve merhametin eseri olarak var olmuşlar ve varlıklarını da yine bu sayede sürdürmektedirler. Rahîm” kelimesi de, “Rahmân” gibi Allâh Te’âlâ’nın sıfatlarından biridir. Aynı şekilde, “rahmeti çok”, “çok merhametli”, “sonsuz merhametli” anlamlarını taşır. Ancak “Rahmân”, Allâh Te’âlâ’ya has bir sıfat-isim iken, ER-RAHÎM: Âhırette, müminlere acıyan, bağışlayan, esirgeyen. İnsanlar için de kullanılabilir. Nitekim Tevbe sûresi 128. âyette, bu sıfat Hz.Peygamber için de kullanılmıştır.
“ … Allâh, mü’minlere çok merhamet edendir.” (Ahzâb Sûresi, 33/43). O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allâh’tır. Gaybı da, görünen âlemi de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.” (Haşr Sûresi, 59/22).
﴿المُلكِ﴾: أي أنَّ الله موصوفٌ بِتَمامِ المُلكِ، ومُلكه أزلي أبدي وأما المُلك الذي يعطيه للعبد في الدنيا فهو حادث يزول قال تعالى: ٨ فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ  وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْاَنِ مِنْ قَبْلِ اَنْ  يُقْضَى اِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُلْ رَبِّ زِدْنِى عِلْمًا ٧ [سورة طه:٢٠/١١٤]
- 4           
EL-MELİK: Yaratıcı, kâinâtın sâhibi.
“Şüphe yok ki ben Allâh’ım. Benden başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” (Tâ-Hâ Sûresi, 20/114’den).
﴿الْقُدُّوسُ﴾: الطاهر من العيوب، فهو المنزَّهُ عن الشريكِ والوَلَدِ وصفاتِ الخلقِ كالحاجةِ للمكانِ أو الزمانِ فهو خالقُهما وما سِواهُمَا، وهو تباركَ وتعالى المُنَزَّهُ عن النقائِص الطَّاهِرُ من العُيوبِ قال تعالى: ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 5           
EL-KUDDÛS: Ayıplardan temiz demektir.
﴿السَّلَامُ﴾: ذو السلام، أى الذى سلم من كل عيب، وبرئ من كل آفة، ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 6           
ES-SELÂM: Selâm sahibi, yani herçeşit ayıptan selâmette, her türlü âfetten berî demektir.
﴿المؤمن﴾: الذى يصدق عباده وعده فهو من الإيمان بمعنى التصديق، أو يؤمّنهم يوم القيامة من عذابه، فهو من الأمان ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 7           
EL-MÜ’MİN: Kullarına va’dinde sâdık olan demektir. Tasdîk mânasına olan imandan gelir. Yahut, kıyamet günü kullarına, azabına karşı garanti veren, güven veren demektir, bu mâna emân’dan gelir.
﴿المُهَيْمِنُ﴾: الشهيد، وقيل: الأمين، وأصله مؤيمن، فقلبت الهمزة هاء، وقيل: الرقيب والحافظ، ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 8           
EL-MUHEYMİN: Şâhid olan (görüp gözeten) demektir. Emîn mânasına geldiği de söylenmiştir. Aslı, müeymin’dir, ancak hemze, hâ’ya kalbolmuştur. Keza er-Rakîb ve el-Hâfiz mânâsına geldiği de söylenmiştir.
﴿العَزِيزُ﴾: القاهر الغالب، والعزة: الغلبة، هو القويُّ الذي لا يُغلَبُ لأنه تعالى غَالِبٌ على أمرِهِ قال تعالى: ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 9           
EL-’AZÎZÜ: Kahreden, galebe çalan demektir. "İzzet", galebe, çalmak mânasına gelir.
﴿الجَبَّارُ﴾: هو الذى أجبر الخلق، وقهرهم على ما أراد من أمر ونهى، وقيل: هو العالى فوق خلقه، هو الذي جَبَرَ مفاقِرَ الخَلقِ أو الذي قَهَرَهُم على ما أرادَ قال تعالى: ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 10       
EL-CEBBÂR: Mahlukâtı mecbur eden; emir veya yasak her ne dilerse ona zorlayan demektir. Bu kelimenin, bütün mahlukâtının fevkinde yücedir mânasına geldiği de söylenmiştir.
﴿المتَكَبِّرُ﴾: المتعالى عن صفات الخلق، وقيل: الذى يتكبر على عتاة خلقه إذا نازعوه العظمة فيقصمهم، والتاء في المتكبر تاء المنفرد، والمتخصص، لاتاء المتعاطى المتكلف، وقيل: إن المتكبر من الكبرياء الذى هو عظمة اللّه تعالى لا من الكبر الذى هو مذموم، هو العظيمُ المتعالي عن صفاتِ الخَلقِ القاهِرُ لعُتَاةِ خَلقِهِ قال تعالى: ٨ هُوَ اللَّهُ الَّذِى لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٣]
- 11       
EL-MÜTEKEBBİR: Mahlukâta ait sıfatlardan yüce, uzak mânasına gelir. Ayrıca: "Mahlukâtından büyüklük taslayarak kendisiyle azamet yarışına kalkanlara büyüklüğünü gösteren ve onlara haddini bildiren mânasına geldiği de söylenmiştir. Keza şu mânaya geldiği de belirtilmiştir: "Mütekebbir" Allâh’ın azametini ifâde eden kibriyâ kelimesinden gelir, tezyîfî bir mâna taşıyan kibir kelimesinden gelmez.
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allâh’tır. O, mülkün gerçek sahibi, kutsal (her türlü eksiklikten uzak), barış ve esenliğin kaynağı, güvenlik veren, gözetip koruyan, mutlak güç sahibi, düzeltip ıslah eden ve dilediğini yaptıran ve büyüklükte eşsiz olan Allâh’tır. Allâh, onların ortak koştuklarından uzaktır.” (Haşr Sûresi, 59/23).
هو مُبرِزُ الأشياء من العَدَمِ إلى الوجودِ فلا خالِقَ إلا هو عَزَّ وجَلَّ قال تعالى: ٨ يَا اَيُّهَا النَّاسُ اذْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللَّهِ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْاَرْضِ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ فَاَنَّى تُؤْفَكُونَ ٧ [سورة فاطر:٣٥/٣]
- 12       
EL-HÂLİK: Yaratan, yoktan vâr eden. Takdîrine uygun bir şekilde yaratan
“Ey insanlar! Allâh’ın size olan nimetini hatırlayın. Allâh’tan başka size göklerden ve yerden rızık veren bir yaratıcı var mı? O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde nasıl oluyor da haktan döndürülüyorsunuz?” (Fâtır Sûresi, 35/3).
﴿البَارِئ﴾: هو الذى خلق الخلق لا عن مثال، إلا أن لهذه اللفظة من اختصاص بالحيوان ما ليس لغيره من المخلوقات، وقلما تستعمل في غير الحيوان فيقال برأ اللّه تعالى النسمة، وخلق السموات والأرض، أي أنه هو خلق الخَلقَ لا عَن مِثالٍ سَبَقَ قال تعالى: ٨ الْبَارِئُ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٤]
- 13       
EL-BÂRİÜ: Mahlukâtı, mevcut bir misâle bakmaksızın, yoktan, örneksiz olarak yaratan mânasına gelir. Bu kelime, öncelikle hayvanlar için kullanılır, diğer mahluklar için pek kullanılmaz. Hayvanlar dışındaki mahlukât hakkında nâdiren kullanılır. Meselâ: Allâh canlıları yoktan yarattı demek için   بَرَأَ اللَّهُ تَعَالَى النَّسَمَةَ   dediğimiz halde, semâvat ve arz hakkında    خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَاْلاَرْضَ   deriz.
﴿المُصَوِّرُ﴾: هو الذى أنشأ خلقه على صور مختلفة، ومعنى التصوير التخطيط والتشكيل، الذي أَنشَأَ خَلقَهُ على صُوَرٍ مختلفَةٍ تَتَمَيَّزُ بها على اختلافِها وكَثرَتِها قال تعالى: ٨ هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ ٧ [سورة الحشر:٥٩/٢٤]
- 14       
EL-MUSAVVİR: Mahlukâtı farklı sûretlerde yaratan" demektir. Tasvîr lügat olarak hat ve şekil çizmek mânasına gelir.
“O, yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allâh’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar O’nun şânını yüceltmektedirler. O, gâlip olan, her şeyi hikmeti uyarınca yapandır.” (Haşr Sûresi, 59/24).
﴿الغَفَّارُ﴾: هو الذى يغفر ذنوب عباده مرة بعد مرة، وأصل الغفر: الستر والتغطية، واللّه تعالى غافر لذنوب عباده ساتر لها بترك العقوبة عليها، هو الذي يَغفِرُ الذنوبَ قال تعالى: ٨ خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى الَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِى لِاَجَلٍ مُسَمًّى اَلَا هُوَ الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ ٧ [سورة الزمر:٣٩/٥]
- 15       
EL-ĞAFFÂR: Kullarının günahlarını tekrar tekrar affeden, mânasına gelir. Gafr kelimesi, aslında setr (örtmek) ve kapamak mânalarına gelir. Allâh Teâla kullarının günahlarını affedici, onlar için cezayı terketmek sûretiyle (günahları) örtücüdür.
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Zümer Sûresi, 39/5).
هو الذي قَهَرَ المخلوقاتِ بالموتِ قال تعالى: ٨ قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ قُلِ اللَّهُ قُلْ اَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ اَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِاَنْفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِى الْاَعْمَى وَالْبَصِيرُ اَمْ هَلْ تَسْتَوِى الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ اَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ  الْقَهَّارُ ٧ [سورة الرعد:١٣/١٦]
- 16       
EL-KAHHÂR: Yenilmeyen, yegâne gâlib olan.
“De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allâh’tır” de. De ki: “O'nu bırakıp da kendilerine (bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki: “Kör ile gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allâh’a, O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allâh’ın yaratması onlara göre birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allâh’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet sahibidir.” (Ra’d Sûresi, 13/16).
هو الذي يجودُ بالعطاءِ من غيرِ استِثَابةٍ أي يثيبُ الطائعينَ فَضلًا منهُ وكَرَمًا قال تعالى: ٨ اَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ الْعَزِيزِ الْوَهَّابِ ٧ [سورة ص:٣٨/٩]
- 17       
EL-VEHHÂB: Karşılıksız ni’metler veren.
“Yoksa mutlak güç sahibi ve çok bağışlayan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?” (Sâd Sûresi, 38/9).
هو المتكفّل بالرزقِ وقد وسعَ رِزقُه المخلوقاتِ كُلَّهُم قال تعالى: ٨ إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٧ [سورة الذاريات:٥١/٥٨]
- 18       
EL-RAZZÂK: Bedenlerin ve rûhların gıdâsını yaratıp veren. Her varlığın rızkını veren.
“Şüphesiz Allâh rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.” (Zâriyât Sûresi, 51/58).
﴿الفَتَّاحُ﴾: هو الحاكم بين عباده، يقال فتح الحاكم بين الخصمين إذا فصل بينهما، ويقال للحاكم الفاتح، وقيل: هو الذى يفتح أبواب الرزق والرحمة لعباده، والمنغلق عليهم من أرزاقهم، هو الذي يَفتَحُ على خَلقِهِ ما انغلَقَ عليهم من أمورِهِم فيُيَسّرُها لهم فَضلًا منه وكَرَمًا قال تعالى: ٨ قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَلِيمُ ٧ [سورة سبإ:٣٤/٢٦]
- 19       
EL-FETTÂH: Kulları arasında hâkim demektir. Araplar, hâkim iki hasmın (dâvalıdâvacı) arasındaki ihtilafı çözdüğü zaman: "Hâkim iki hasmın arasını fethetti" derler. Hükmetti, çözüme kavuşturdu mânasında, hâkime fâtih dendiği de olmuştur. Mamafih "Kullarına rızk ve rahmet kapılarını açan", rızıklarından kapanmış olanları açan mânasına da gelir.
“De ki: “Rabbimiz hepimizi kıyamet günü bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O, gerçeği apaçık ortaya koyan,[9] hakkıyla bilendir.” (Sebe Sûresi, 34/26).
هو العالِمُ بالسرائرِ والخفياتِ التي لا يدرِكُها علمُ المخلوقاتِ ولا يجوزُ أن يُسمى الله عارفًا قال تعالى: ٨ يُرِيدُ اللَّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ ٧ [سورة النساء:٤/٢٦]
- 20       
EL-ALÎM: Gizli-açık, geçmiş-gelecek, her şeyi, ezelî ve ebedî ilmi ile çok iyi bilen. Hakkıyla bilen.
“Allâh, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allâh, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ Sûresi, 4/26).
﴿الْقَابِضُ﴾: الذى يمسك الرزق عن عباده بلطفه وحكمتهِ، هو الذي يَقتُرُ الرزقَ بحكمته ويَبسطُه بجودِهِ وكَرَمِهِ قال تعالى: ٨ وَاللهُ يَقْبِضُ وَيَبْسُطُ ٧ [سورة البقرة:٢/٢٤٥]
- 21       
EL-KÂBIZ: Kullarının rızkını lütfu ve hikmetiyle tutan mânasına gelir.
﴿البَاسِطُ﴾: الذى يبسط الرزق لعباده ويوسعه عليهم بجواده ورحمته فهو الجامع بين العطاء والمنع، هو الذي يَقتُرُ الرزقَ بحكمته ويَبسطُه بجودِهِ وكَرَمِهِ قال تعالى: ٨ مَنْ ذَا الَّذِى يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ اَضْعَافًا كَثِيرَةً وَاللَّهُ يَقْبِضُ وَيَبْصُطُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٧ [سورة البقرة:٢/٢٤٥]
- 22       
EL-BÂSIT: Kullarına rızkı açıp cûd ve rahmetiyle genişleten demektir. Böylece Cenâb-ı Hakk, hem ihsan sahibi, hem de onu men edici olmaktadır.
“Kimdir Allâh’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allâh da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allâh daraltır ve genişletir. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara Sûresi, 2/245).
﴿الخَافِضُ﴾: الذى يخفض الجبارين والفرا عنة. أى يضعهم ويهينهم، هو الذي يُخْفِضُ الجبارين ويُذِلُّ المتكبرين ويرفَعُ أولياءَهُ بالطاعةِ فيُعلي مراتِبَهُم. ت
- 23       
EL-HÂFİD: Cebbarları ve firavunları alçaltan demektir. Yâni onları horlar ve değersiz kılar demektir.
﴿الرَّافِعُ﴾: الذى يرفع أولياءه ويعزهم، فهو الجامع بين الإعزاز والإذلال،
- 24       
ER-RÂFİ’: Velîlerini, dostlarını yüceltir. Azîz kılar demektir. Böylece Allâh, hem zelîl hem de azîz kılıcı olmaktadır.
أي أن الله أعزَّ أولياءَه بالنعيمِ المقيم في الجنةِ وأَذَلَّ الكافرينَ بالخلودِ في النارِ، وفي كتاب الله عز وجل ٨ قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ  قَدِيرٌ ٧ [سورة آل عمران:٣/٢٦]
- 25       
EL-MUÎZ: Dilediğini ‘azîz eden.
أي أن الله أعزَّ أولياءَه بالنعيمِ المقيم في الجنةِ وأَذَلَّ الكافرينَ بالخلودِ في النارِ، وفي كتاب الله عز وجل ٨ قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ  قَدِيرٌ ٧ [سورة آل عمران:٣/٢٦]
- 26       
EL-MÜZİLL: Dilediğini zillete düşüren, alçaltan.
 
 
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allâh’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/26).
 
 
هو السَّامعُ للسِّرِّ والنَّجوى بلا كيفٍ ولا ءالةٍ ولا جارحةٍ وهو سميعُ الدعاءِ أي مجيبُهُ قال تعالى: ٨ وَاللَّهُ يَقْضِى بِالْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ لَايَقْضُونَ بِشَىْءٍ اِنَّ اللَّهَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ ٧ [سورة غافر=المؤمن:٤٠/٢٠]
- 27       
ES-SEMİ’: Mükemmel işiten.
“Allâh, hak ve adâletle hükmeder. Allâh’tan başka taptıkları ise hiçbir hükümde bulunamazlar. Şüphesiz Allâh hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Mü’min=Ğâfir Sûresi, 40/20).
أي أنه تعالى يرى المرئيات بلا كيفٍ ولا ءالةٍ ولا جارحةٍ قال تعالى: ٨ فَاطِرُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا وَمِنَ الْاَنْعَامِ اَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ ٧ [سورة الشورى:٤٢/١١]
- 28       
EL-BASÎR: Gizli açık, her şeyi çok iyi gören.
“O, gökleri ve yeri yaratandır. Size kendinizden[10] eşler, hayvanlardan da (kendilerine) eşler yaratmıştır. Bu sûretle sizi üretiyor. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Şûrâ Sûresi, 42/11).
﴿الَحَكَمُ﴾: الحَاكم، وحقيقته الذى سلم له الحكم ورد إليه، أي الحاكِمُ بين الخلقِ في الآخرةِ ولا حَكَمَ غيرُه وهو الحَكَمُ العَدلُ قال تعالى: ٨ وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى اِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتَّى يَحْكُمَ اللَّهُ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ ٧ [سورة يونس:١٠/١٠٩]
- 29       
EL-HAKEM: Hâkim demektir. Bu da hakikatı hükmetme yetkisi kendisine verilen, ona gönderilen demek olur.
(Ey Muhammed!) Sana vahyolunana uy ve Allâh hükmünü verinceye kadar sabret. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus Sûresi, 10/109).
﴿العَدْلُ﴾: هو الذى لا تميل به الأهواء فيجور في الحكم، وهو من المصادر التى يسمى بها كرجل ضيف وزور، هو المنزَّهُ عن الظُّلمِ والجَورِ لأن الظُّلمَ هو وَضعُ الشّىءِ في غَيرِ مَوضِعِهِ. ت
- 30       
EL-‘ADL: Kendinde heva meyli olmayan, hükümde doğruluktan ayrılmayan cevre yer vermeyen mânasına gelir. Aslında masdardır. Ancak âdil makamında kullanılmıştır. Âdil’den daha beliğdir, çünkü müsemma, fiilin kendisiyle isimlenmiştir.
﴿اللّطِيفُ﴾: الذى يوصل إليك أربك في رفق، وقيل: هو الذى لطف عن أن يدرك بالكيفية، هو المحسِن، إلى عبادِه في خَفاءٍ وسترٍ من حيث لا يحتسِبون قال تعالى: ٨ لَاتُدْرِكُهُ الْاَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْاَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ ٧ [سورة الأنعام:٦/١٠٣]
- 31       
EL-LATÎFÜ: Arzunu sana rıfkla ulaştıran demektir. "Mahiyeti, idrak edilemeyecek kadar latîf" mânasına geldiği de söylenmiştir.
“Gözler O’nu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder.”  O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (En’âm Sûresi, 6/103).
﴿الخَبِيرُ﴾: العالم العارف بما كان وما يكون، هو المطَّلع على حقيقةِ الأشياءِ فلا تخفى على الله خافيةٌ وهو عالم بالكلِّياتِ والجُزئِياتِ ومن أَنكَرَ ذلك كَفَرَ قال تعالى: ٨ وَهُوَ الَّذِى خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ وَيَوْمَ يَقُولُ كُنْ فَيَكُونُ قَوْلُهُ  الْحَقُّ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنْفَخُ فِى الصُّورِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ ٧ [سورة الأنعام:٦/٧٣]
- 32       
EL-HABÎRU: Olanı ve olacağı bilen kimseye denir.
“O, gökleri ve yeri, hak ve hikmete uygun olarak yaratandır. Allâh’ın “ol” deyip de her şeyin oluvereceği günü hatırla. O’nun sözü gerçektir. Sûr’a üflendiği gün de mülk (hükümranlık) O’nundur. Gaybı da, görülen âlemi de bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (En’âm Sûresi, 6/73).
هو ذو الصَّفحِ والأناةِ الذي لا يَستَفِزُّهُ غَضَبٌ ولا عِصيانُ العُصاةِ، والحليمُ هو الصَّفوحُ مع القُدرَةِ قال تعالى: ٨ وَإِنَّ اللهَ لَعَلِيمٌ حَلِيمٌ ٧ [سورة الحج:٢٢/٥٩]
- 33       
فهو عظيمُ الشأنِ مُنَزَّهٌ عن صفاتِ الأجسامِ فالله أعظمُ قدرًا من كلّ عظيمٍ قال تعالى: ٨ لَهُ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ٧ [سورة الشورى:٤٢/٤]
- 34       
EL-’AZÎM: Zâtının ve sıfatlarının mâhiyeti anlaşılamayacak kadar ulu.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O, yücedir, büyüktür.” (Şûrâ Sûresi, 42/4).
﴿الغَفُورُ﴾: من أبنية المبالغة في الغفران، هو الذي تكثُر منه المغفرةُ قال تعالى: ٨ نَبِّئْ عِبَادِى اَنِّى اَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ ٧ [سورة الحجر:١٥/٤٩]
- 35       
EL-GAFÛRU: Bağışlamada mübalağa eden, çok bağışlayan demektir.
“Ey Muhammed! Kullarıma, benim elbette çok bağışlayıcı, çok merhametli olduğumu, haber ver.” (Hıcr Sûresi, 15/49).
﴿الشَّكُورُ﴾: الذى يجازى عباده ويثيبهم على أفعالهم الصالحة فشكر اللّه تعالى لعباده إنما هو مغفرته لهم وقبوله لعبادتهم. هو الذي يُثيبُ على اليسيرِ من الطَّاعَةِ الكثيرَ من الثَّوابِ قال تعالى: ٨ وَقَالُواالْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِى اَذْهَبَ عَنَّا الْحَزَنَ اِنَّ رَبَّنَا لَغَفُورٌ شَكُورٌ ٧ [سورة فاطر:٣٥/٣٤]
- 36       
EŞ-ŞEKÛRU: Kullarını, sâlih fiilleri sebebiyle mükâfatlandıran ve sevap veren demektir. Allâh’ın kullarına şükrü, onlara mağfireti ve ibâdetlerini kabul etmesidir.
“Şöyle derler: “Hamd, bizden hüznü gideren Allâh’a mahsustur. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir.” (Fâtır Sûresi, 35/34).
هو الذي يَعلو على خَلقِهِ بقهرِهِ وقدرَتِهِ، ويستحيلُ وصفُه بارتفاعِ المكانِ لأنه تعالى منزّهٌ عن المكانِ والله خالِقُهُ، قال ابن منظور في لسانِ العربِ: العلاءُ الرِّفعة قال تعالى: ٨ لَهُ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ٧ [سورة الشورى:٤٢/٤]
- 37       
EL-’ALİYY: Yûceler yûcesi.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O, yücedir, büyüktür.” (Şûrâ Sûresi, 42/4).
﴿الكَبِيرُ﴾: هو الموصوف بالجل وكبر الشأن. هو الجليلُ كبيرُ الشأنِ، والله أكبرُ معناه أنَّ الله أكبرُ من كلّ شىءٍ قدرًا قال تعالى: ٨ وَلَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ عِنْدَهُ اِلَّا لِمَنْ اَذِنَ لَهُ حَتَّى اِذَا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ قَالُوا الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِىُّ الْكَبِيرُ ٧ [سورة سبإ:٣٤/٢٣]
- 38       
EL-KEBÎRU: Celâl (büyüklük) ve şânının yüceliği sıfatlarını taşıyan kimsedir.
“Allâh katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz. (Şefaat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.” (Sebe Sûresi, 34/23).
معناه الحافِظُ لمن يشاءُ من الشَّرِّ والأذى والهَلَكَةِ قال تعالى: ٨ وَمَا كَانَ لَهُ عَلَيْهِمْ مِنْ سُلْطَانٍ اِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يُؤْمِنُ بِالْاَخِرَةِ مِمَّنْ هُوَ مِنْهَا فِى شَكٍّ وَرَبُّكَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ حَفِيظٌ ٧ [سورة سبإ:٣٤/٢١]
- 39       
EL-HAFÎZ: Koruyup gözeten ve dengede tutan.
“Oysa şeytanın onlar üzerinde hiçbir hâkimiyeti yoktu. Ancak ahirete inananları, onun hakkında şüphe içinde bulunanlardan ayırt edelim diye (ona bu fırsatı verdik). Senin Rabbin her şey üzerinde hakiki bir koruyucudur.” (Sebe Sûresi, 34/21).
﴿المُقِيتُ﴾ هو المقتدر، وقيل: هو الذى يعطى أقوات الخلائق. هو المقتدِرُ وهو رازقُ القوتِ قال تعالى: ٨ مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ مُقِيتًا ٧ [سورة النساء:٤/٨٥]
- 40       
EL-MUKÎTÜ: Bedenlerin ve rûhların gıdâsını yaratıp veren, bilip gücü yeten ve koruyan, her çeşit rızkı yaratan. Muktedir demektir. Ayrıca, mahlukâta gıdalarını veren mânasına geldiği de söylenmiştir.
“Kim güzel bir (işte) aracılık ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allâh’ın her şeye gücü yeter.” (Nisâ Sûresi, 4/85).
﴿الحَسِيبُ﴾: هو الكافى، وهو فعيل بمعنى مفعل كأليم بمعنى مؤلم، وقيل: هو المحاسب. أي هو المحاسِبُ للعبادِ بما قدَّمَت أيديهِم قال تعالى: ٨ ... وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا ٧ [سورة النساء:٤/٦]
- 41       
EL-HASÎBÜ: el-Kâfi demektir. Muf’il mânasında fâildir, tıpkı mü’lim mânasında elîm gibi, hasîb’in muhâsib mânasında kullanıldığı da söylenmiştir.
“ … Hesap görücü olarak Allâh yeter.” (Nisâ Sûresi, 4/6’dan).
أي الموصوفُ بالجلالِ ورِفعةِ القدرِ. ت
- 42       
EL-CELÎL: Celâl ve azâmet sâhibi olan.
هو الكثيرُ الخيرِ فيبدأُ بالنعمةِ قبلَ الاستحقاقِ ويتفضّلُ بالإحسانِ من غيرِ استثابةٍ قال تعالى: ٨ يَا اَيُّهَا الْاِنْسَانُ مَا غَرَّكَ بِرَبِّكَ الْكَرِيمِ ٧ [سورة الانفطار:٨٢/٦]
- 43       
EL- KERÎM: Keremi bol, karşılıksız veren.
“Ey insan! Seni kerîm (cömert) Rabbine karşı seni ne aldattı?” (İnfitâr Sûresi, 82/6).
﴿الرَّقيبُ﴾: هو الحافظ الذى  يغيب عنه شئ. هو الحافظُ الذي لا يغيبُ عنهُ شىءٌ قال تعالى: ٨ ... إِنَّ اللهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا ٧ [سورة النساء:٤/١]
- 44       
ER-RAKÎBÜ: Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan hâfız (muhâfız) demektir.
“ … Şüphesiz Allâh, üzerinizde bir gözetleyicidir.” (Nisâ Sûresi, 4/1’den).
﴿المُجِيبُ﴾: هو الذى يقبل دعاء عباده ويستجيب لهم. هو الذي يجيبُ المضطَرَّ إذا دعاهُ ويغيثُ الملهوفَ إذا استغاثَ به قال تعالى: ٨  ... اِنَّ رَبِّى قَرِيبٌ مُجِيبٌ ٧ [سورة هود:١١/٦١]
- 45       
EL-MUCÎBÜ: Kullarının duasını kabul edip, icâbet eden zât demektir.
“Şüphesiz Rabbim yakındır ve dualara cevap verendir.” (Hûd Sûresi, 11/61’den).
﴿الوَاسِعُ﴾: الذى وسع غناه كل فقير ورحمته كل شئ. هو الذي وَسِعَ رِزقُهُ جميعَ خَلقِهِ قال تعالى: ٨ وَاَنْكِحُوا الْاَيَامَى مِنْكُمْ وَالصَّالِحِينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَاِمَائِكُمْ اِنْ يَكُونُوا فُقَرَاءَ يُغْنِهِمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ ٧ [سورة النور:٢٤/٣٢]
- 46       
EL-VÂSİU: Zenginliği, bütün fakrları bürüyen; rahmeti herşeyi kuşatan demektir.
Sizden bekâr olanları, kölelerinizden ve cariyelerinizden durumu uygun olanları evlendirin. Eğer bunlar yoksul iseler, Allâh onları lütfuyla zenginleştirir. Allâh, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Nûr Sûresi, 24/32).
٨الحَكِيمٌ٧: هو المُحكِمُ لخلقِ الأشياءِ كما شاءَ لأنه تعالى عالِمٌ بِعواقِبِ الأمورِ قال تعالى: ٨ يُرِيدُ اللَّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ ٧ [سورة النساء:٤/٢٦]
- 47       
EL-HAKÎM: Her şeyi hıkmetle yaratan. Bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan.
“Allâh, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allâh, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ Sûresi, 4/26).
﴿الوَدُودُ﴾: فعول بمعنى مفعول من الودّ، فاللّه تعالى هو مودود: أى محبوب في قلوب أوليائه، أو هو بمعنى فاعل. أى إن اللّه يود عباده الصالحين بمعنى يرضى عنهم. هو الذي يَوَدُّ عبَادَهُ الصالحين فيرضى عنهم ويتقبَّلُ أعمالَهم قال تعالى: ٨ وَهُوَ الْغَفُورُ الْوَدُودُ ٧ [سورة البروج:٨٥/١٤]
- 48       
EL-VEDÛDÜ: el-Vedd (sevgi) kelimesinden mef’ûl mânasında feûl’dür. Allâh Te’âlâ Mevdûd’dur. Çok sevilir. Yani velîlerinin kalbinde sevgilidir. Veya fâil mânasında feûldür. Yani Allâh Teâla sâlih kullarını sever, bu da "onlardan razı olur" demektir.
“O, çok bağışlayandır, çok sevendir.” (Burûc Sûresi, 85/14).
﴿المجيدُ﴾: هو الواسع الكريم، وقيل: هو الشريف. هو الواسعُ الكرمِ العالي القدرِ قال تعالى: ٨ قَالُوا اَتَعْجَبِينَ مِنْ اَمْرِ اللَّهِ رَحْمَتُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِ اِنَّهُ حَمِيدٌ مَجِيدٌ ٧ [سورة هود:١١/٧٣]
- 49       
EL-MECÎDÜ: Keremi geniş olan demektir. Şerif mânasını taşıdığı da söylenmiştir.
“Melekler, “Allâh’ın emrine mi şaşıyorsun? Allâh’ın rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağının) ev halkı! Şüphesiz O, övülmeye lâyıktır, şanı yücedir.” dediler.” (Hûd Sûresi, 11/73).
﴿البَاعِثُ﴾: هو الذى يبعث الخلق بعد الموت يوم القيامة. هو الذي يبعثُ الخلقَ بعد الموتِ ويجمَعُهُم ليومٍ لا ريبَ فيه قال تعالى: ٨ وَاَنَّ السَّاعَةَ اَتِيَةٌ لَارَيْبَ فِيهَا وَاَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِى الْقُبُورِ ٧ [سورة الحج:٢٢/٧]
- 50       
EL-BÂİSÜ: Mahlukâtı, ölümden sonra kıyamet günü yeniden diriltir demektir.
“Çünkü kıyamet muhakkak gelecektir. Onda hiçbir şüphe yoktur ve şüphesiz Allâh, kabirlerdeki kimseleri diriltecektir.” (Hacc Sûresi, 22/7).
﴿الشَّهيد﴾: هو الذى لايغيب عنه شئ، يقال: شاهد وشهيد، كعالم وعليم: أنه حاضر يشاهد الأشياء ويراها. هو الذي لا يغيبُ عن علمِهِ شىءٌ قال تعالى: ٨ ... إِنَّ اللهَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ شَهِيدٌ ٧ [سورة الحج:٢٢/١٧]
- 51       
EŞ-ŞEHÎDÜ: Kendisinden hiçbir şey gâib olmayan kimse demektir. Şâhid ve şehîd aynı mânada kullanılır, tıpkı âlim ve alîm kelimeleri gibi. Mâna şöyledir: Allâh, (her yerde) hâzırdır. Eşyayı müşahede edip her an görür.
“ … Çünkü Allâh, her şeye şahittir.” (Hacc Sûresi, 22/17’den).
﴿الحَقُّ﴾: هو المتحقق كونه ووجوده. هو الثابتُ الوجودِ الذي لا شَكَّ في وجودِهِ قال تعالى: ٨ يَوْمَئِذٍ يُوَفِّيهِمُ اللَّهُ دِينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ اَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبِينُ ٧ [سورة النور:٢٤/٢٥]
- 52       
EL-HAKKU: Varlığı ve vücudu gerçek olan demektir.
“O gün Allâh, onlara kesinleşmiş cezalarını tastamam verecek ve onlar Allâh’ın apaçık bir gerçek olduğunu bileceklerdir.” (Nûr Sûresi, 24/25).
﴿الوَكِيلُ﴾: هو الكفيل بأرزاق عباده، وحقيقته أنه الذى يستقل بأمر الموكول إليه، ومنه قوله تعالى: حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ. هو الكفيلُ بأرزاقِ العِبادِ والعالِمُ بأحوالِهم قال تعالى: ٨ اَلَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ اِيمَاناً وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ ٧ [سورة آل عمران:٣/١٧٣] ٨ وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَاِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ بَيَّتَ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ غَيْرَ الَّذِى تَقُولُ وَاللَّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا ٧ [سورة النساء:٤/٨١]
- 53       
EL-VEKÎLÜ: Kulların rızıklarına kefil demektir. Hakikat şudur: Kendisine tevkîl edilmiş olanı işinde müstakil söz sâhibi olmaktır.
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, “İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun” dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve “Allâh bize yeter, O ne güzel vekildir!” dediler.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/173).
“Sana “baş üstüne” derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin; (senin gündüz) söylediklerinin aksini kurarlar. Allâh, onların geceleyin kurduklarını yazmaktadır. Sen onlara aldırma. Allâh’a tevekkül et. Vekil olarak Allâh yeter.”[11] (Nisâ Sûresi, 4/81).
﴿القَوِىُّ﴾: القادر، وقيل: هو التام القدرة والقوة الذى لايعجزه شئ. هو التَّامُّ القُدرَةِ الذي لا يُعجِزُهُ شىءٌ، ولا يقالُ الله قوةٌ أو قدرةٌ إنما هو ذو القوةِ والقدرةِ، والقوة بمعنى القدرة قال تعالى: ٨ ... إِنَّ اللهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ ٧ [سورة الحج:٢٢/٤٠]
- 54       
EL-KAVİYYÜ: el-Kâdir (güçlü) demektir. Ayrıca: "Kudreti ve kuvveti tam, O’nu hiçbir şey âciz kılamaz" mânasına da gelir.
“Şüphesiz ki Allâh, çok kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Hacc Sûresi, 22/40’dan).
﴿المَتِينُ﴾ هو الشديد القوى الذى لاتلحقه في أفعاله مشقة. هو الذي لا يَمَسُّهُ تَعَبٌ ولا لُغوب قال تعالى: ٨ إِنَّ اللهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ ٧ [سورة الذاريات:٥١/٥٨]
- 55       
EL-METÎNÜ: Şedîd ve kavî olup, hiçbir fiilinde meşakkatle karşılaşmayan demektir.
“Şüphesiz Allâh rızık verendir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.” (Zâriyât Sûresi, 51/58).
﴿الْوَلِىُّ﴾: الناصر، وقيل: المتولى الأمور القائم بها كولّى اليتيم. هو الناصرُ ينصُرُ عبادَه المؤمنينَ، فالأنبياءُ وأتباعُهم هم المنصورون في المعنى لأن عاقبَتهم حميدةٌ قال تعالى: ٨ وَهُوَ الَّذِى يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَاقَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ وَهُوَ الْوَلِىُّ الْحَمِيدُ ٧ [سورة الشورى:٤٢/٢٨]
- 56       
EL-VELİYYÜ: Nâsır (yardımcı) demektir. Ayrıca: "İşlerin kendisiyle yürüdüğü mütevelli, yetimin velîsi gibi" diye de açıklanmıştır.
“O, insanlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indiren, rahmetini her tarafa yayandır. O, dost olandır, övülmeye lâyık olandır.” (Şûrâ Sûresi, 42/28).
﴿الحَمِيدُ﴾: المحمود الذى استحق الحمد بفعله وهو فعيل بمعنى مفعول. هو المستحقُّ للحمدِ والثناءِ والمدحِ قال تعالى: ٨ لِلَّهِ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ اِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَنِىُّ الْحَمِيدُ ٧ [سورة لقمان:٣١/٢٦]
- 57       
EL-HAMÎDÜ: Fiiliyle hamde hak kazanan mahmûd kimsedir. Bu kelime mef’ûl mânasında fâildir.
“Göklerde ve yerde ne varsa Allâh’ındır. Şüphesiz Allâh, her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye lâyık olandır.” (Lokmân Sûresi, 31/26).
﴿المحْصِى﴾: هو الذى أحصى كل شئ بعلمه فلا يفوته شئ من اشياء دق أو جلّ. هو الذي أحصى كل شىء علمًا وعددًا قال تعالى: ٨ لِيَعْلَمَ اَنْ قَدْ اَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَاَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَاَحْصَى كُلَّ شَىْءٍ عَدَدًا ٧ [سورة الجن:٧٢/٢٨]
- 58       
EL-MUHSÎ: İlmiyle herşeyi sayan, nazarından büyük veya küçük hiçbir şey kaçmayan kimse demektir.
“Rablerinin risâletlerini hakkıyla eriştirmiş olduklarını bilmesi için (öyle muhafızlar tayin buyurulmuştur). Allâh, onların her hâlini kuşatmış ve her şeyi inceden inceye sayıp dökmüştür.” (Cinn Sûresi, 72/28).
﴿المُبْدِئُ﴾: الذى أنشأ الأشياء، واخترعها ابتداء. هو الذي ابتدأ الأشياء فأوجدها عن عدمٍ، والمعيدُ هو الذي يعيد الخلق بعد الحياة إلى الممات ثم يعيده بعد الموت إلى الحياة قال تعالى: ٨ اِنَّهُ هُوَ يُبْدِئُ وَيُعِيدُ ٧ [سورة البروج:٨٥/١٣]
- 59       
EL-MÜBDİÜ: Eşyayı yoktan ilk defa var eden, yaratan demektir.
“Şüphesiz O, başlangıçta yaratmayı yapar, sonra onu tekrarlar.” (Bürûc Sûresi, 85/13).
﴿المُعِيدُ﴾: هو الذي يعيد الخلق بعد الحياة إلى الممات، وبعد الممات إلى الحياة.
- 60       
EL-MÜ’ÎDÜ: Mahlukâtı hayattan sonra tekrar ölüme, öldükten sonra da tekrar hayata iâde eden kimse demektir.
﴿المحيي﴾: هو الذي يحيي النطفةَ الميتةَ فيخرجُ منها النَّسَمَةَ الحيةَ ويحيي الأجسامَ الباليةَ بإعادة الأرواح إليها عندَ البعثِ
- 61           
EL-MUHYÎ Mahlûklara can veren.
﴿المُمِيتُ﴾: الذي يميتُ الأحياءَ ويوهِنُ بالموتِ قوةَ الأصحاءِ الأقوياءِ قال تعالى: ٨ قُلِ اللَّهُ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يَجْمَعُكُمْ اِلَى يَوْمِ الْقِيَمَةِ لَارَيْبَ فِيهِ وَلَكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَايَعْلَمُونَ ٧ [سورة الجاثية:٤٥/٢٦]
- 62           
EL-MÜMÎT: Her canlıya ölümü tattıran.
“De ki: “Allâh sizi yaşatıyor. Sonra sizi öldürecek, sonra da kendisinde şüphe olmayan Kıyamet gününde sizi bir araya getirecek, ama insanların çoğu bilmezler.” (Câsiye Sûresi, 45/26).
﴿الحيُ﴾: هو الذي لم يَزَل موجودًا وبالحياةِ موصوفًا، قال الطحاويُّ: "ومن وَصَفَ الله بمعنًى من معاني البشر فقد كَفَر". قال تعالى: ﴿ هُوَ الْحَىُّ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ ﴾ [سورة غافر=المؤمن:٤٠/٦٥]
- 63           
EL-HAYY: Ezelî ve ebedî bir hayat ile diri olan.
“O, diridir. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O hâlde sadece Allâh’a itaat ederek (samimi olarak)  O’na ibadet edin. Hamd, âlemlerin Rabbine mahsustur.” (Mü’min=Ğâfir Sûresi, 40/65).
﴿الْقَيُّومُ﴾: هو الدائمُ الذي لا يتغيَّر وهو القائمُ بتدبيرِ أمورِ الخلائِق قال تعالى: ٨ اَللَّهُ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ اَلْحَىُّ الْقَيُّومُ لَا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌ لَهُ مَا فِى السَّمَوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ مَنْ ذَا الَّذِى يَشْفَعُ عِنْدَهُ اِلَّا بِاِذْنِهِ يَعْلَمُ مَا بَيْنَ اَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِشَىْءٍ مِنْ عِلْمِهِ اِلَّا بِمَا شَاءَ وَسِعَ كُرْسِيُّهُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَا يَؤُدُهُ حِفْظُهُمَا وَهُوَ الْعَلِىُّ الْعَظِيمُ ٧ [سورة البقرة:٢/٢٥٥]
- 64           
EL-KAYYÛM: Zâtı ile kâim olan, mahlûkları varlıkta durduran.
“Allâh, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. [12] O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.”[13] (Bakara Sûresi, 2/255).
﴿الوَاجِدُ﴾: هو الغنى الذى  يفتقر، وهو من الجدة والغنى هو الغنيُّ الذي لا يفتقرالى شيء. ت
- 65           
EL-VÂCİDÜ: Fakirliğe düşmeyen zengin demektir. Bu kelime, gına demek olan cide kökünden gelir.
﴿المَاجِدُ﴾: هو عظيمُ القدرِ واسعُ الكرمِ. ت
- 66           
EL-MÂCİD: Keremi, ihsânı bol olan.
﴿الوَاحِدُ﴾: هو الفرد الذى لم يزل وحده، ولم يكن معه آخر، وقيل: هو المنقطع القرين والشريك. هو الواحد الذي لا ثاني له في الأزلية والألوهية قال تعالى: ٨ قُلْ اِنَّمَا اَنَا مُنْذِرٌ وَمَا مِنْ اِلَهٍ اِلَّا اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ ٧ [سورة ص:٣٨/٦٥]
- 67           
EL-VÂHİDÜ: Tek başına devam eden, yanında bir başkası olmayan ferd’dir. Ayrıca, şerîk ve arkadaşı olmayan kimse mânası da mevcuttur.
(Ey Muhammed!) De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Her şey üzerinde mutlak otorite sahibi olan bir Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Sâd Sûresi, 38/65).
﴿الصَّمَدُ﴾: هو السيد الذى يصمد إليه الخلق في حوائجهم. أى يقصدونه. هو الذي يُصمَدُ إليه في الأمورِ كلِّها ويُقصَدُ في الحوائِجِ والنَّوازِل قال تعالى: ٨ اللهُ الصَّمَدُ ٧ [سورة الإخلاص:١١٢/٢]
- 68           
ES-SAMEDÜ: İhtiyaçlarını te’min etmek üzere, halkın kendisine başvurduğu efendidir. Yani halkın kendisine yöneldiği kimsedir.
“Allâh Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)(İhlâs Sûresi, 112/2).
﴿ القادرُ﴾: هو الذي لا يعتريه عجزٌ ولا فُتورٌ وهو القادرُ على كل شىءٍ لا يعجزِه شىءٌ قال تعالى: ٨ اَوَلَمْ يَرَوْا اَنَّ اللَّهَ الَّذِى خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضَ وَلَمْ يَعْىَ بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلَى اَنْ يُحْيِىَ الْمَوْتَى بَلَى اِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ٧ [سورة الأحقاف:٤٦/٣٣]
- 69           
EL-KÂDİR: Kudret sâhibi, Her şeye gücü yeten, kudretli.
“Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allâh’ın, ölüleri diriltmeye gücünün yeteceğini görmediler mi? Evet şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Ahkâf Sûresi, 46/33).
﴿المُقْتَدِرُ﴾: مفتعل من القدرة، وهو أبلغ من قادر. هو القادرُ الذي لا يمتنعُ عليه شىءٌ قال تعالى: ٨  كَذَّبُوا بِاَيَاتِنَا كُلِّهَا فَاَخَذْنَاهُمْ اَخْذَ عَزِيزٍ مُقْتَدِرٍ ٧ [سورة القمر:٥٤/٤٢]
- 70           
EL-MUKTEDİRU: Kudret kökünden müfteil babındandır. Kâdir’den daha öte bir güçlülük ifâde eder.
“Bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları mutlak güç ve iktidar sahibinin yakalaması gibi yakaladık.” (Kamer Sûresi, 54/42).
﴿المقَدِّمُ﴾: الذى يقدم الأشياء فيضعها في مواضعها. هو المنزِلُ للأشياء منازلَها يقدِمُ ما يشاءُ منها ويؤخرُ ما يشاءُ بحكمتهِ، روى البخاري ومسلم في الصحيح أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال: "أنت المقدم وأنت المؤخر". ت
- 71           
EL-MUKADDİMÜ: Eşyayı takdim edip, yerli yerine koyan demektir.
﴿المُؤخِّرُ﴾: الذى يؤخرها إلى أماكنها، فمن استحقّ التقديم قدّمه، ومن استحقّ التأخير أخره.
- 72           
EL-MUAHHIRU: Eşyayı yerlerine te’hir eden demektir. Kim takdime hak kazanırsa ona takdîm eder, kim de te’hîre hak kazanırsa ona da te’hîr eder.
﴿الأوَّلُ﴾: هو السابق الأشياء كلها. هو الأزليُّ القديمُ الذي ليسَ له بدايةٌ قال الله تعالى: ٨ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
- 73           
EL-EVVELÜ: Bütün eşyadan önce var olan demektir.
“O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır.  O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
﴿الآخِرُ﴾: الباقى بعد الأشياء كلها. هو الباقي بعدَ فناءِ الخلقِ وهو الدائمُ الذي لا نهايةَ له قال تعالى: ٨ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
- 74           
EL-ÂHİRU: Bütün eşyadan sonra bâkî kalacak olan demektir.
“O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır.  O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
﴿الظَّاهِرُ﴾: هو الذي ظهر فوق كل شئ وعلاه. هو الظاهرُ فوقَ كلّ شىءٍ بالقهرِ والقوةِ والغَلَبَةِ لا بالمكانِ والصورةِ والكيفيةِ فإنها من صفاتِ الخلقِ قال تعالى: ٨ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
- 75           
EZ-ZÂHİRU: Herşeyin üstünde zâhir olan ve onların üstüne çıkan şey demektir.
“O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır.  O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
﴿البَاطِنُ﴾: هو المحتجب عن أبصار الخلائق.هو الذي لا يستولي عليه تَوهُّمُ الكيفيةِ وهو خالقُ الكيفيَّاتِ والصُّوَرِ قال تعالى: ٨ هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ٧ [سورة الحديد:٥٧/٣]
- 76           
EL-BÂTINÜ: Mahlukâtın nazarlarından gizlenen demektir.
“O, ilk ve sondur. Zâhir ve Bâtın’dır.  O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd Sûresi, 57/3).
﴿الوَالِى﴾: مالك الأشياء المتصرف فيها. هو المالكُ لكلّ شىءٍ ونافذُ المشيئةِ في كلّ شىءٍ. ت
- 77           
EL-VÂLÎ: Eşyanın mâliki ve onlarda tasarruf eden demektir.
﴿المُتَعالِى﴾ هو المنزه عن صفات المخلوقين تعالى أن يوصف بها وجلّ. هو المنزَّه عن صفاتِ المخلوقينَ والقاهرُ لخلقِهِ بقدرتِهِ التَّامَّةِ قال تعالى: ٨ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِ ٧ [سورة الرعد:١٣/٩]
- 78           
EL-MÜTE’ÂLÎ: Mahlukâtın sıfatlarından münezzeh olan, bu sıfatların biriyle muttasıf olmaktan yüce ve âlî olan.
“O, gaybı da görülen âlemi de bilendir, çok büyüktür, çok yücedir.” (Ra’d Sûresi, 13/9).
﴿البَرُّ﴾: هو العطوف على عباده ببره ولطفه. هو المحسِنُ إلى عبادِهِ الذي عَمَّ بِرُّهُ وإحسانُه جميعَ خلقِهِ فمنهُم شاكِرٌ ومنهم كافر قال تعالى: ٨ اِنَّا كُنَّا مِنْ قَبْلُ نَدْعُوهُ اِنَّهُ هُوَ الْبَرُّ الرَّحِيمُ ٧ [سورة الطور:٥٢/٢٨]
- 79           
EL-BERRU: Katından gelen bir iyilik ve lütufla, kullarına karşı merhametli, şefkatli demektir.
“Gerçekten biz bundan önce O’na yalvarıyorduk. Şüphesiz O, iyilik edendir, çok merhametlidir.” (Tûr Sûresi, 52/28).
هو الذي يَقبَلُ التوبةَ كلَّما تكرَّرَت قال تعالى: ٨ اَلَمْ يَعْلَمُوا اَنَّ اللَّهَ هُوَ يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ وَاَنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ ٧ [سورة التوبة:٩/١٠٤]
- 80           
ET-TEVVÂB: Tevbeleri kabûl eden.
“Onlar, kullarının tövbesini kabul edenin ve sadakaları alanın Allâh olduğunu; tövbeyi çok kabul edenin, çok merhametli olanın Allâh olduğunu bilmediler mi?” (Tevbe Sûresi, 9/104).
﴿المُنْتَقِمُ﴾: هو المبالغ في العقوبة لمن يشاء، وهو مفتعل من نقم ينقم إذا بلغت به الكراهية حدّ السخط. هو الذي يبالغُ في العقوبةِ لمن يشاءُ من الظَّالمين وهو الحَكَمُ العَدلُ قال تعالى: ٨ ... وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُوانْتِقَامٍ ٧ [سورة آل عمران:٣/٤]
- 81           
EL-MÜNTEKIMÜ: Dilediğine ceza vermede şiddetli davranan demektir. Nekame kökünden müfteil babında bir kelimedir. Nekame, hoşnudsuzluğun öfke ve nefret derecesine ulaşmasıdır.
“ … Allâh, mutlak güç sahibidir, intikam sahibidir.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/4).
﴿الْعَفُوُّ﴾: فعول من العفو بناء مبالغة، هو الصفوح عن الذنوب. هو الذي يصفَحُ عن الذنوبِ ويتركُ مجازاة المُسىءِ كَرَمًا وإحسانًا قال تعالى: ٨ ذَلِكَ وَمَنْ عَاقَبَ بِمِثْلِ مَا عُوقِبَ بِهِ ثُمَّ بُغِىَ عَلَيْهِ لَيَنْصُرَنَّهُ اللَّهُ اِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ ٧ [سورة الحج:٢٢/٦٠]
- 82           
EL-AFÜVVÜ: Afv’dan feûl babında bir kelimedir. Bu bâb mübalağa ifâde eder. Öyle ise mâna: "Günahları çokça bağışlayan" demek olur.
“Bu böyle. Bir de kim kendisine verilen eziyetin dengiyle karşılık verir de sonra yine kendisine zulmedilirse, elbette Allâh ona yardım eder. Hiç şüphesiz ki Allâh çok affedendir, çok bağışlayandır.” (Hacc Sûresi, 22/60).
﴿الرَّؤُوفُ﴾: هو الرحيم العاطف برأفته على عباده، والفرق بين الرأفة والرحمة أن الرحمة قد تقع في الكراهية للمصلحة، والرأفة لاتكاد تقع في الكراهية. هو شديدُ الرَّحمةِ قال تعالى: ٨ ... اِنَّ رَبَّكُمْ لَرَؤُفٌ رَحِيمٌ ٧ [سورة النحل:١٦/٧]
- 83           
ER-RAÛFÜ: Katından gelen bir re’fetle (şefkatle) kullarına merhametli ve şefkatli olan demektir. Re’fetle rahmet arasındaki farka gelince; rahmet bazan maslahat gereği istemeyerek de olabilir. Re’fet isteksiz olmaz, isteyerek olur.
“ ... Şüphesiz Rabbiniz çok esirgeyicidir, çok merhametlidir.” (Nahl Sûresi, 16/7).
٨مَالِكَ الْمُلْكِ﴾: الذي يعود إليه المُلك الذي أعطاه لبعض عباده في الدنيا، قال تعالى: ٨ قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِى الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ اِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَىْءٍ  قَدِيرٌ ٧ [سورة آل عمران:٣/٢٦]، وليس هذا المُلك الذي هو صفةٌ له أزليةٌ أبديةٌ، لأن الذي وصف نفسه به بقوله ٨ ... مَالِكَ الْمُلْكِ ... ٧ [سورة آل عمران:٣/٢٦] هو المُلكُ الذي فَسَّرَ به البخاري وغيره وجه الله في قوله تعالى: ٨ وَلَا تَدْعُ مَعَ اللَّهِ اِلَهًا اَخَرَ لَا اِلَهَ اِلَّا هُوَ كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ لَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٧ [سورة القصص:٢٨/٨٨] إلا ملكه أي سلطانه. ت
- 84           
MÂLİKÜ’L-MÜLK: Celâl, azâmet, şeref, kemâl ve ikrâm sâhibi.
“De ki: “Ey mülkün sahibi olan Allâh’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.” (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/26).\
“Sen Allâh ile beraber başka bir ilâha ibadet etme. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun zatından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas Sûresi, 28/88).
﴿ذُو الجَلاَلِ والإكْرامِ﴾: مصدر جليل، يقال: جليل بين الجلة والجل. أي أن الله مستحِقٌّ أن يُجَلَّ فلا يُجحَدَ ولا يُكفَرَ بِهِ، وهو المكرِمُ أهلَ ولايتِهِ بالفوزِ والنورِ التَّامِ يوم القيامةِ قال تعالى: ٨ وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ٧ [سورة الرحمن:٥٥/٢٧]
- 85           
ZÜ’L-CELÂL-İ VE’L-İKRÂM: Celâl, celîl’in masdarıdır. Celâl, celâlet, nihâyet derecede büyüklük, azamet demektir. Zü’l-Celâl büyüklük sahibi olan mânasına gelir.
“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân Sûresi, 55/27).
﴿المُقْسِطُ﴾: العادل في حكمه، أقسط الرجل إذا عدل فهو مقسط، وقسط إذ جار فهو قاسط. هو العادِلُ في حُكمِهِ المنزَّهُ عن الظُّلمِ والجَورِ لا يُسألُ عما يَفعَل. ت
- 86           
EL-MUKSİDU: Hükmünde âdil, demektir. Ef’al babında adaletli oldu mânasına olan bu kelime, sülâsî aslında zulmetti mânasına gelir. Nitekim kasıt; cevreden, zâlim demektir.
﴿الجَامِعُ﴾: الذى يجمع الخلائق ليوم الحساب. هو الذي يجمَعُ الخلائقَ ليومٍ لا ريبَ فيه قال تعالى: ٨ رَبَّنَا اِنَّكَ جاَمِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ اِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ ٧ [سورة آل عمران:٣/٩]
- 87           
EL-CÂMİU: Kıyamet günü mahlukâtı toplayan demektir.
“Rabbimiz! Şüphesiz sen, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allâh va’dinden dönmez.”  (Âl-i ‘Imrân Sûresi, 3/9).
﴿الْغَنِيُّ﴾: هو الذي استغنى عن خلقِه والخلائقُ تفتقِرُ إليه قال تعالى: ٨ هَا اَنْتُمْ هَؤُلَاءِ تُدْعَوْنَ لِتُنْفِقُوا فِى سَبِيلِ اللَّهِ فَمِنْكُمْ مَنْ يَبْخَلُ وَمَنْ يَبْخَلْ فَاِنَّمَا يَبْخَلُ عَنْ نَفْسِهِ وَاللَّهُ الْغَنِىُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ وَاِنْ تَتَوَلَّوْا يَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ ثُمَّ لَايَكُونُوا اَمْثَالَكُمْ ٧ [سورة محمد:٤٧/٣٨]
- 88           
EL-ĞANİYY: Her şeyden müstağnî, kendi dışındaki her şey O’na muhtâc. İhtiyaçsız.
“İşte sizler, Allâh yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz. Ama içinizden cimrilik yapanlar var. Kim cimrilik yaparsa ancak kendi zararına cimrilik yapmış olur. Allâh, her bakımdan sınırsız zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O’ndan yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar.” (Muhammed Sûresi, 47/38).
﴿المُغني﴾: هو الذي جَبَرَ مفاقِرَ الخلقِ وساقَ إليهم أَرزاقَهُم، قال تعالى: ٨ وَاَنَّهُ هُوَ اَغْنَى وَاَقْنَى ٧ [سورة النجم:٥٣/٤٨]
- 89           
EL-MUĞNÎ: İhtiyaç gören, fazlıyla doyuran.
“Şüphesiz O, başkalarına muhtaç olmaktan kurtardı ve varlık sahibi kıldı.” (Necm Sûresi, 53/48).
﴿المَانِعُ﴾: هو الناصر الذى يمنع أوليائه أن يؤذيهم. هو الذي يمنعُ من يشاءُ ما يشاء. ت
- 90           
EL-MÂNİU: Dostlarını, başkalarının eziyetinden koruyan yardımcı demektir.
﴿الضّرّ﴾: هو القادرُ على أن يَضُرَّ من يشاءُ وينفعَ من يشاءُ. ت
- 91           
ED-DÂRR: Zarar veren.  Elem, zarar verenleri yaratan.
﴿النافع﴾: هو القادرُ على أن يَضُرَّ من يشاءُ وينفعَ من يشاءُ. ت
- 92           
EN-NÂFİ: Menfaat veren şeyleri yaratan. Fayda veren.
﴿النُّورُ﴾: هو الذى يبصر بنوره ذوو العماية ويرشد بهداه ذوو الغواية. أي الذي بنورِهِ أي بهدايَتِهِ يَهتدِي ذو الغَوَايَة فيرشَدُ قال تعالى: ﴿ اَللَّهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللَّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْاَمْثَالَ  لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ ٧ [سورة النور:٢٤/٣٥]، أي أن الله تعالى هادي أهل السموات والأرض لنور الإيمان، فالله تعالى ليس نورًا بمعنى الضوء بل هو الذي خلق النور. ت
- 93           
EN-NÛRU: Körlüğü olanları nuruyla görür kılan, dalâlette olanları da hidâyetiyle irşâd eden demektir.
“Allâh, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allâh, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allâh, insanlar için misaller verir. Allâh, her şeyi hakkıyla bilendir.”[14] (Nûr Sûresi, 24/35).
﴿الهادي﴾: هو الذي منَّ على مَن شاءَ من عبادِهِ بالهدايةِ والسَّداد قال تعالى: ٨ وَاللَّهُ يَدْعُوا اِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِى مَنْ يَشَاءُ اِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ ٧ [سورة يونس:١٠/٢٥]
- 94           
EL-HÂDÎ: Yol gösteren, murâda erdiren. Hidâyet veren.
“Allâh, esenlik yurduna çağırır ve dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus Sûresi, 10/25).
﴿البدِيع﴾: هو الذي خَلَقَ الخلقَ مبدِعًا له ومخترِعًا لا على مِثالٍ سَبَقَ قال تعالى: ٨ بَدِيعُ السَّمَوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاِذَا قَضَى اَمْرًا فَاِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونَ ٧ [سورة البقرة:٢/١١٧]
- 95           
EL-BEDÎ’: Eşi ve örneği olmayan, sanatkârâne yaratan. Misâlsiz, örneksiz yaratan.
“O, gökleri ve yeri örneksiz yaratandır. Bir işe hükmetti mi ona sadece “ol” der, o da hemen oluverir.” (Bakara Sûresi, 2/117).
﴿الباقي﴾: هو الواجب البقاء الذي لا يجوز عليه خلافُه عقلًا قال تعالى: ٨ وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ٧ [سورة الرحمن:٥٥/٢٧]
- 96           
EL-BÂKİ: Varlığının sonu olmayan. Varlığı ebedî olan.
“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân Sûresi, 55/27).
﴿الوَارِثُ﴾: هو الباقى بعد فناء الخلائق. هو الباقي بعد فناءِ الخلق قال تعالى: ٨ وَإنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ ٧ [سورة الحجر:١٥/٢٣]
- 97           
EL-VÂRİSÜ: Her şeyin asıl sâhibi olan. Mahlukâtın yok olmasından sonra da bâki kalan demektir.
“Hiç şüphesiz biz diriltir, biz öldürürüz ve biz (her şeye gerçek) varisleriz.” (Hıcr Sûresi, 15/23).
﴿الرَّشِيدُ﴾: هو الذى يرشد الخلق إلى مصالحهم، فعيل بمعنى مفعل. هو الذي أَرشَدَ الخَلقَ إلى مصالِحِهِم
- 98           
ER-RAŞÎDÜ: İrşâda muhtâc olmayan. Bütün işleri isâbetli ve hedefine ulaşıcı, irşâd edici olan. Mahlukâta maslahatların gösteren demektir.
﴿الصَّبوُر﴾: هو الذى  يعاجل العصاة بالانتقام منهم بل يؤخر ذلك إلى أجل مسمى، فمعنى الصبور في صفة اللّه تعالى قريب من معنى الحليم إلا أن الفرق بين الأمرين أنهم لا يأمنون العقوبة في صفة الصبور كما يأمنون منها في صفة الحليم، سبحانه وتعالى عما يقول الجاحدون علوّاً كبيراً. هو الذي لا يعاجِلُ العصاةَ بالانتقامِ منهم بل يُؤَخِّرُ ذلك إلى أجلٍ مُسَمّى ويُمهِلُهُم إلى وقتٍ معلومٍ. رواية الترمذي --- كتب ستة:٧/٧-١٠.
- 99           
ES-SABÛRU: Çok sabırlı. Cezâ vermede, acele etmez. Âsîlerden intikam almada acele etmeyen, cezalandırmayı belli bir müddet te’hîr eden demektir. Allâh’ın sıfatı olarak sabûr’un mânası halîm’in mânasına yakındır. Ancak ikisi arasında şöyle bir fark vardır: Sabûr sıfatında cezanın mutlaka olacağını beklemeyebilirler. Ancak halîm sıfatıyla Allâh’ın cezasına kesin nazarıyla bakarlar. Allâh inkarcıların söylediklerinden münezzeh ve mukaddestir, uludur, yücedir. (Kütüb-i Sitte, İ.Canan, 7/7-14.)
﴿الأحَدُ﴾: الفرد، والفرق بين الواحد والأحد، أن أحداً بنى لنفى مايذكر معه من العدد فهو يقع على المذكر والمؤنت، يقال: ما جائنى أحد. أى  لاذكر ولا أنثى، وأما الواحد فإنه وضع لمفتتح العدد، تقول: جائنى واحد من الناس، و تقول فيه جائنى أحد من الناس، فالواحد بنى على انقطاع النظير والمثل، والأحد بنى على الانفراد، والوحدة عن الأصحاب، فالواحد منفرد بالذات، والأحد منفرد بالمعنى.
الأحَدُ
EL-AHAD-Ü: Ferd demektir. Ahad ile vâhid arasındaki farka gelince, ahad, kendisiyle bir başka adedin zikredilmesini men edecek bir yapıya sâhiptir. Kelime hem müzekker, hem de müennestir. "Bana kimse (ahad) gelmedi derken, gelmeyen hem erkektir, hem de kadındır." Vâhid’e gelince bu sayıların ilki olarak vazedilmiştir: "Bana halktan biri (vahid) geldi" denir ama, "Bana haktan kimse (ahad) geldi" denmez. Vâhid, emsâl ve nazîri kabûl etmeyen bir mâna üzere bina edilmiştir. Ahad ise ifrad ve arkadaşlardan yalnızlık üzere bina edilmiştir. Öyle ise, vâhid, zât itibariyle münferiddir, ahad ise mâna itibariyle münferiddir. (Kütüb-i Sitte, İ.Canan, 7/7-14.)
جَلَّ جَلَالُهُ، جَلَّ شَانُهُ، جَلَّ وَعَلٰى.
حَدَّثَنَا هِشَامُ بْنُ عَمَّارٍ. ثَنَا عَبْدُ الْمَلِكِ بْنُ مُحَمَّدٍ الصَّنْعَانِيُّ. ثَنَا أَبُو الْمُنْذِرِ زُهَيْرُ اِبْنُ مُحَمَّدٍ التَّمِيمِيُّ. ثَنَا مُوسَى بْنُ عُقْبَةَ. حَدَّثَنِى عَبْدُ الرَّحْمَنِ الاعْرَجُ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ؛ أَنَّ رَسُولَ للَّهِ صَلَّي اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: إِنَّ اللَّهِ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ اسْمًا. مِائَةً إلا وَاحِدًا. إنَّهُ وِتْرٌيُحِبُّ الْوِتْرَ. مَنْ خَفِظَهَا دَخَلَ الْجَنَّةَ. وَهِيَ: اللَّهُ الْوَاحِدُ الْصَّمَدُ الاوَّلُ الاخِرِ الظَّاهِرُ الْبَاطِنُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ الْمَلِكُ الْحَقُّ السَّلاَمُ الْمَؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ الرَّحْمنُ الرَّحِيمُ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْعَلِيمُ الْعَظِيمُ الْبَارُّ الْمُتَعَالِ الْجَلِيلُ الْجَمِيلُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْقَادِرُ الْقَاهِرُ الْعَلِيُّ الْحَكِيمُ الْقَرِيبُ الْمُجِيبُ الْغَنِيُّ الْوَهَّابُ الْوَدُودُ الْشَّكُورُ الْمَاجِدُ الْوَاجِدُ الْوَالِي الْرَّاشِدُ الْعَفُوُّ الْغَفُورُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ التَّوَّابُ الرَّبُّ الْمَجِيدُ الْوَلِيُّ الشَّهِيدُ الْمُبِينُ الْبُرْهَانَ الرُّءوفٌ الرَّحِيمُ الْمُبْدِئُ الْمُعِيدُ الْبَاعِثُ الْوَارِثُ الْقَوِيُّ الشَّدِيدُ الضَّارُّ النَّافِعُ الْبَافِي الْوَاقِي الْخَافِضُ الرَّافِعُ الْقَابِضُ الْبَاسِطُ الْمُعِزُّ الْمُذِلُّ الْمُقْسِطُ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَتِينُ الْقَائِمُ الْهَادِي الْكَافِي الابَدُ الْعَالِمُ الصَّادِقُ النَّورُ الْمُنِيرُ التَّامُّ الْقَدِيمُ الْوِتْرُ الاحَدُ الصَّمَدُ الَّذِي لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً أحَدٌ. قَالَ زُهَيْرٌ: فَبَلَغَنَا مِنْ غَيْرِ وَاحِدٍ مِنْ أهْلِ الْعِلْمِ؛ أَنَّ أوَّلَهَا يُفْتَحُ بَقُوْلِ: لاَ إلهَ إَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ. لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ بِيَدِهِ الْخَيْرُ وَهُوَ عَلَى كُلُّ شَيْءٍ قَدِيرٌ. لاَ إلهَ إَّ اللَّهُ لَهُ الاسْمَاءُ الْحُسْنَى. فِي الزوائد: لم يخرج أحمد من الائمة الستة عدد أسماء اللَّه الحسنى من هَذَا الوجه و من غيره غير اِبْنِ ماجة والترمذي. مع نقديم وتأخير. وطريق والترمذي أصح شئ فِي الباب. قَالَ: وإسناد طريق اِبْنِ ماجة ضغيف. لضعف عبد الملك بن مُحَمَّد.
Hz. Ebû Hureyre radıyallâhu anh anlatıyor: Rasûlüllâh ‘aleyhi’s-salât-ü ve’s-selâm buyurdular ki: "Allâh Teâla hazretlerinin doksandokuz ismi vardır, yüzden bir eksik. O, tektir, teki sever. Kim bu isimleri ezberlerse cennete girer. Onlar şunlardır: “Allâh, el-Vâhid, es-Samed, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Hâlık, el-Bâri, el-Musavvir, el-Melik, el-Hakk, es-Selâm, el-Mü’min, el-Müheymin, el-’Aziz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Latîf, el-Habîr, es-Semî’, el-Basîr, el-’Alîm, el-’Azîm, el-Bârr, el-Müte’âl, el-Celîl, el-Cemîl, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Kâdir, el-Kâhir, el-’Aliyyü, el-Hakîm, el-Karîb, el-Mücîb, el-Ganiyyü, el-Vehhâb, el-Vedûd, eş-Şekûr, el-Mâcid, el-Vâcid, el-Vâlî, er-Râşid, el-’Afüvvü, el-Ğafûr, el-Halîm, el-Kerîm, et-Tevvâb, er-Rabb, el-Mecîd, el-Vâlî, er-Râşid, el-’Afüvvü, el-Ğafûr, el-Halîm, el-Kerîm, et-Tevvâb, er-Rabb, el-Mecîd, el-Veliyyü, eş-Şehîd, el-Mübîn, el-Bürhân, er-Ra’ûf, er-Rahîm, el-Mübdiü, el-Mu’îd, el-Bâis, el-Vâris, el-Kaviyyü, eş-Şedîdü, ed-Dârru, en-Nâfi’u, el-Bâkî, el-Vâkî, el-Hâfid, er-Râfi’, el-Kâbid, el-Bâsit, el-Mu’ızzü, el-Müzillü, el-Muksit, er-Razzâk, Zû’l-Kuvve-ti, el-Metîn, el-Kâim, el-Hâdî, el-Kâfi, el-Ebed, el-Âlim, es-Sâdık, en-Nûr, el-Münîr, et-Tâmm, el-Kadîm, el-Vitru, el-Ahadu, es-Samedu, ellezi lem yelid velem yûled ve lem yekün lehu küfüven ahad.”
Zührî der ki: “Bana birçok ilim ehlinden ulaştığına göre, bu Esmâ-ü Hüsnâ’nın okunmasına “Lâ ilâhe illellâh-ü vahdehû lâ şerîke leh. Lehü’l-Mülkü ve Lehü’l-Hamd-ü bi-yedihi’l-Hayr ve hüve ‘alâ külli şey-in kadîr, lâ ilâhe illellâh-ü, lehü’l-Esmâü’l-Hüsnâ” diye başlanmalıdır.”
AÇIKLAMA:
1-        Esma-ü Hüsnâ ile ilgili rivâyet daha önce Tirmizî’de kaydedilen veçhi ile geçti. Orada her bir isimle ilgili gerekli açıklama yapıldı. Bununla onun arasında bâzı farklar var. Sözgelimi, bu rivâyette yer aldığı halde Tirmizî rivâyetinde yer almayan bâzı isimler var. Onlar şunlardır; ed-Dâim, el-Vekîl, el-Fâtır, es-Sâmi’, el-Mu’tî, el-Muhyî, el-Mümît, el-Mâni’, el-Câmi’.  Şu isimler Tirmizi’de olduğu halde bunda mevcut değildir;
2-        Şu isimler Tirmizi’de olduğu halde bunda mevcut değildir: el-Kuddüs, el-Gaffâr, el-Kahhâr, el-Fettah, el-Hakem, el-Adl, el-Kebîr, el-Hâfız, el-Muhît, el-Hasib, er-Rakib, el-Vâsi’, el-Hamîd, el-Muhsî, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Berr, el-Müntakim, Mâliku’l-Mülk, Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm, el-Muğnî, el-Bedi’, er-Reşîd ve es-Sabûr.
3-        Sadece bu rivayette geçtiği için daha önce açıklanmamış olan bazı isimleri kısaca açıklayalım:
EL-BÂRR: Kullarına şefkatli olup ikramda bulunan.
EL-CEMÎL: Güzel olan, her şeye güzellik veren.
EL-KÂHİR: Kahredici, yenici ve kullarına dilediği talimat ve fermanı vermeye yetkili.
EL-KARÎB: Kullarına kendi canlarından daha yakın olan.
ER-RAŞÎD: Kullarına yolların en doğrusunu gösteren.
ER-RABB: Sahib ve terbiye edici, yaşatıcı.
EL-MÜBÎN: Kullarına gerekli şeyleri açıklayan.
EL-BÜRHÂN: Kullarına hak ve doğru yolu gösteren.
EŞ-ŞEDÎD: Azabı şiddetli olan.
EL-VAKİ’: Koruyucu olan.
ZÜ’L-KUVVE-Tİ: Kuvvet sahibi.
EL-KÂİM: Varlığı başka bir varlığa bağlı olmayan, diğer varlıklara varlık veren.
ED-DÂİM: Varlığı devamlı olan. Varlığının önü sonu olmayan.
EL-HÂFIZ: Varlıkları hıfzedip koruyan.
EL-FÂTIR: Kâinatı yoktan var eden.
ES-SÂMİ’: Her şeyi işiten.
EL-MU’TÎ: Dilediği kuluna dilediği kadar veren.
EL-KÂFÎ’: Kuluna yardımcı olmaya yeterli olan.
EL-EBED: Ebedi olan, varlığının sonu olmayan.
EL-‘ÂLİM: Her şeyi bilen.
ES-SÂDIK: Doğru olan.
EL-MÜNÎR: Varlıkları aydınlatan, onlara nur veren.
ET-TÂMM: Eksiği ve noksanlığı olmayan.
EL-KADÎM: Ezeli olup, varlığının başlangıcı olmayan.
EL-VİTR: Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde tek olan, ortağı olmayan.
EL-EHAD: Bir olan, eşi benzeri olmayan.[15]

 

 



[1] A’râf Sûresi, 7/180’den.
[2] Buhârî, “de’avât”, 68.
[3] Buhârî hadisi bu lafızla tahric etmiştir. Müslim’de “tek” kelimesi yoktur. (Buhârî, De’avât 68; Müslim, Zikr 5, (2677); Tirmizî, De’avât 87, (3502). Kütüb-i Sitte, 7/5-6)
[4] Haşr Sûresi, 59/22.
[5] Haşr Sûresi, 59/23.
[6] Haşr Sûresi, 59/24.
[7] Kütüb-i  Sitte, İ. Canan, 7/5-6.
[8] Fıkh-ı Ekber, İmâm- A’zam (rh.a.).
[9] Âyetin bu kısmı, “O, en âdil hüküm verendir” şeklinde de tercüme edilebilir.
[10] Âyetin bu kısmı, “kendi türünüzden …” şeklinde de tercüme edilebilir.
[11] Münafıklar, İslâm toplumunu dağıtmak için akla hayale gelmedik hile ve desiselere başvurdular. Hz.Peygamberin huzurunda, “Tamam, kabul, baş üstüne” dedikleri hâlde, kendi başlarına kalınca gizli plânlar ve tuzaklar hazırlıyorlardı. Allâh, onların bütün tuzaklarını boşa çıkarmıştır.
[12] Kayyûm, “varlığı kendinden, kendi kendine yeterli, yarattıklarına hâkim ve onları koruyup gözeten” demektir.
[13] Bu âyet, Âyetü’l-Kürsî (kürsü âyeti) diye adlandırılır. “Kürsü”, Allâh’ın kudret ve azameti, O’nun her şeyi kapsayan ilmi demektir. O, yerde, gökte ve ikisi arasında olan her şeyin sahibi ve mâlikidir. Hiç kimse hâkimiyetinde, otoritesinde, mülkünde ve yönetiminde O’na ortak değildir. Hiçbir şey O’na rakip ve eş olamaz. O, mutlak ilim ve irade sahibidir. O’na hiçbir varlık güç yetiremez. O, bütün evrenin sahibi, yöneticisi ve hâkimidir.
[14] Bu âyette geçen, “Allâh, göklerin ve yerin nurudur” ifadesi, Allâh’ın yaratma ve yönetmedeki kudretini temsil etmektedir. Karanlık bir odanın duvarındaki hücrenin daha da karanlık ortamında bulunan bir ışık kaynağının, defalarca güçlendirildiğinde sağlayacağı ışık sütununun karanlık ortamı aydınlatmadaki gücü, Allâh’ın kâinat üzerindeki kudretini hatırlatmaktadır.
[15] Kütüb-i Sitte, İ. Canan, 17/506-508.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder