Ezeliyet Bahsi
Kader
meselesinin anlaşılamamasındaki en büyük sebep “zaman”
ve “ezel” kavramlarının birbiriyle karıştırılması ve yanlış
değerlendirilmesidir. İnsan, zaman ve mekân içerisinde yaşadığı için, her
hadiseyi ve hakikati de zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte ve “ezeli”, zamanın
başlangıcı zannetmekle hata yapmaktadır. İşte kaderi anlayamamak, böyle yanlış
bir kıyasın mahsulüdür.
Zaman,
kâinatın yaratılmasıyla başlayan ve içerisinde hadiselerin cereyan ettiği soyut
bir kavramdır. Geçmiş, hâl ve gelecek olarak
üçe taksim edilir. Bu taksim, mahlûkata göredir. Yani “asır, sene, ay, gün, dün, bugün, yarın” gibi
bütün kavramlar, ancak yaratılmışlar için söz konusudur. Ezel ise, zamanın
başlangıcının evveli demek değildir. Ezelde geçmiş, hâl ve gelecek yoktur.
Ezel, bütün
bu zamanların aynı anda görüldüğü ve bilindiği bir makamdır. Dilerseniz şimdi,
Allah’ın ezeliyet sıfatını
misaller ile anlamaya çalışalım:
Zamanı
temsil edecek bir çizgi düşünelim. Bu çizginin ortası, şimdiki zaman, yani şu
anda içinde bulunduğumuz an olsun. Bu çizginin sağındaki nokta ise geçmiş zaman
olsun. İşte bu noktada kâinat yaratıldı ve daha sonra ilk insan Hz. Âdem (as)...
ve o zamandan bugüne kadar yaratılan her şey; hâl ile geçmiş zamanın ifade
edildiği bu iki nokta arasında var oldu.
Zaman
çizgimizin solundaki nokta ise, gelecek zamandır. Bu nokta, kıyametin de
ötesinde cennet ve cehennem hayatını içine alan sonsuzluk hayatıdır. Şu anda
içinde bulunduğumuz hâl noktası ile gelecek zaman noktası arasında ise;
torunlarımız, onların torunları ve kıyamete kadar yaratılacak her şey, hatta
bunun da ötesinde öldükten sonra dirilme, hesaba çekilme, amellerin tartılması
ve sırattan geçme gibi hadiseler var.
Ezel
ise, bu zaman çizgimizin, geçmiş noktasının sağ tarafı değildir. İşte kaderi
anlayamamamızın sebebi, ezelin burası olduğunu zannetmemiz ve ezeli, zaman
çizgisi üzerinde bir yere oturtmamızdır. Zira ezeli burası zannettiğimizde,
Allah’ın yarını bilmesi için yarının gelmesi gerekecektir. İşte bu zannımız ve
ezeliyet kavramını yanlış anlamamız ise, şu soruyu sormamıza sebep
olacaktır:
“Allah günahkâr olmamı yazmışsa benim suçum ne?”
Şimdi
ezel kavramını, zaman çizgimizde resmettiğimizde bu sorunun ne kadar manasız bir
soru olduğu anlaşılacaktır.
İşte
ezel burasıdır. Geçmiş
zamanın sağ tarafı değil, bir zamansızlıktır; hâl, geçmiş ve geleceği aynı anda
tutan ve gören bir makamdır.
Dolayısıyla Allah, bugünü gördüğü ve bildiği gibi, yarını da,
öbür günü de ve cennet ile cehennem hayatının yaşanacağı sonsuzluk hayatına
kadar her şeyi de bugün ile birlikte görmektedir.
Allah
için hâl, geçmiş ve gelecek gibi kavramlar yoktur. Bu kavramlar zaman ile
kayıtlı olan bizler içindir. Şimdi bu meseleyi diğer bir örnek ile
inceleyelim:
Şu
tablo bizim zaman çizgimiz olsun. Ortası hâl yani şimdiki zaman, sağ tarafı
geçmiş zaman, sol tarafı ise gelecek zaman. Şimdi şu zaman tablomuzun üzerine
bir ayna tuttuk. Ayna, zemine yakın olduğu için sadece “hâl” aynada aksetti.
Geçmiş ve gelecekten içine hiçbir şey girmedi. Şimdi aynayı biraz kaldıralım. Ve
şu pozisyonda aynamızda hâl ile birlikte geçmiş ve geleceğin de bir bölümü
aksetti. Aynayı biraz daha kaldırdığımızda, bir önceki pozisyonda aynada
gözükmeyen geçmiş ve geleceğin bir bölümü daha onda aksetti.
Demek
aynayı kaldırdıkça, aynada gözüken zaman dilimi genişlemektedir. Şimdi aynayı en
tepeye kaldıralım. İşte bu noktada ayna, hâl, geçmiş ve geleceğin tamamını içine
aldı. İşte bu noktaya “Ezeliyet noktası” denilir
ki, üç zamanın tamamını aynı anda görmektir.
İşte “Allah ezelidir.” dediğimizde, Allah’ın bütün zaman ve mekânları aynı anda
gördüğü, bildiği ve zaman kaydından münezzeh olduğu anlaşılır.
Şimdi
de “Ezeliyet” kavramını başka bir misalde görelim: Erzurum’dan İstanbul’a doğru üç vasıtanın yola çıktığını farz
ediyoruz… Bu vasıtalardan bir tanesi İstanbul’a girmek üzere İzmit’te, diğeri
İzmit’tekine kıyasla biraz daha geride Eskişehir’de ve üçüncü vasıtamız da
ikisinin gerisinde Ankara’da olsun.
Şimdi bu
üç vasıtaya dikkat ettiğimizde şunları görürüz: İzmit’te olan vasıtamız,
Eskişehir ve Ankara’da olan araçlara kıyasla önde, yani istikbaldedir. Zira
onların geçeceği yollardan çoktan geçmiştir. Eskişehir’de olan vasıtamız ise,
İzmit’te olana göre geçmiştedir. Zira öndeki araç Eskişehir’den çoktan
geçmiştir. Ancak Ankara’da olana kıyasla istikbaldedir. Zira daha bu araç onun
mevkiine ulaşmamıştır. Ankara’da olan vasıtamız ise diğer iki araca kıyasla da
geçmiştedir. Zira bu iki araç da Ankara’yı çoktan geçmiştir.
Araçlar
arasında geçmiş, gelecek gibi tabirler kullanılırken, yukarıda olan ve üç
vasıtayı aynı anda aydınlatan güneş için zaman ifade eden bu tabirler
kullanılmaz. Yani güneş şuna göre geçmiştedir, buna göre gelecektedir,
denilemez. Çünkü güneş bu üç vasıtayı aynı anda aydınlatmakta, ışığı ile üçünü
aynı anda kuşatmaktadır. İşte güneşin bu hali, yani yerdeki vasıtalar için
geçerli olan zaman kaydıyla kayıtlı olmaması
ve üç zamanı aynı anda kuşatması, ezeliyete misaldir.
Aynen
bunun gibi, bizler de kâinatın yaratılmasıyla başlayan zaman yolunun bir
noktasındayız. Bizden önce geçen her şey bize göre mazide, yani geçmişte
kalmıştır. Bugünden, hatta bu andan sonraki zamanlar ve o zamanlarda yaratılacak
mahlûklar ise, bize kıyasla istikbaldedir. Evet, şu anda bizim dedelerimiz
geçmişte kaldılar. Hâlbuki bir zaman, onların dedeleri de istikbalden torun
bekliyorlardı. İşte dedelerimiz, kendi dedelerine göre istikbal olan zaman
diliminde bu dünyaya uğrayıp, teneffüs ederek, maziye döküldükleri gibi,
dedelerimize göre istikbalde olan bizler de bir gün maziye döküleceğiz. Ve bize
göre istikbalde olan torunlarımız hâle, yani şimdiki zamana
çıkacaklar.
Görüldüğü gibi, geçmiş, gelecek ve hâl gibi tabirler bizler
için kullanılmaktadır. Hâlbuki her şeyi ve zamanı yaratan Allah
için mazi, hâl ve istikbal gibi
kavramlar yoktur. O, misalimizdeki güneş gibi bütün bu zamanları aynı anda
ilminin ışığı ile kuşatmıştır. O halde “Allah yazdı diye biz yapıyoruz.” denilemez, zira Allah ezeliyeti ile bütün zamanları aynı anda
kuşattığından, bizim hür irademiz ile ne yapacağımızı bilmiş ve ne yapacaksak
kader defterimize onu yazmıştır. Allah yazdı diye biz yapmamaktayız, bilakis biz
yapacağımız için Allah yazmıştır.
Ezeliyet
bahsini daha iyi kavrayabilmemiz için son bir misal daha vereceğiz. Zira
ezeliyeti anlamak, kader meselesini anlamanın anahtarıdır. Kader bahsinde
bocalamanın en birinci sebebi Allah’ın ezeliyet sıfatının anlaşılamaması ve
Allah’ın zaman mefhumu ile kayıtlı olduğunun zannedilmesidir.
Bir
şiirin tamamını bildiğiniz takdirde, sizin ilminizin, şiirin bütün mısralarına
olan münasebeti aynıdır. Yani önceki misalde, güneşin üç vasıtayı aynı anda
seyretmesi gibi, sizin ilminiz de bütün mısralara aynı anda vakıftır. Fakat
şiirin mısraları için, kendi aralarında öncelik ve sonralık söz konusu
olmaktadır. Mesela, altıncı mısra, dördüncü mısradan sonra, onuncu mısradan ise
öncedir. Siz şiirin ilk beş mısrasını yazıp, altıncıyı yazmaya başladığınızda,
artık beşinci mısra mazide kalmış, yazılmıştır. Altıncı mısra ise hâl de yani
şimdiki zamandadır. Onuncu mısra ise henüz istikbaldedir. Yani daha vücuda
gelmemiş ve yazılmamıştır. Hâlbuki vücuda gelmeyen bu onuncu mısra sizin
ilminizde mevcuttur. O halde öncelik ve sonralık sizin ilminiz için söz konusu
değildir.
Aynen
bunun gibi; 19. asır ve o asırda yaşayanlar, 18. asra ve bu asırda yaşayanlara
göre istikbalde, 20. asra göre ise mazidedir. Ancak zamandan münezzeh olan Allah
için bütün bu asırlar, geçmiş, hâl ve istikbal aynı
anda ilim ve şuhud dairesindedir.
Demek
“Allah’ın ezeli ilmi” dediğimiz kader; geçmiş zamanda yapılmış bir plan olmayıp,
zaman dışı bir plandır. Bütün geçmiş ve gelecek zamanları aynı anda tutan zaman
üstü bir ilimdir.
O halde
“Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü
son derece batıl bir sözdür. Zira Allah, bizim ne yapacağımızı bilmeden kader
defterimizi yazmış ve bizi o yazıya göre hareket etmeğe mecbur etmiş değildir.
Bilakis, cüz’i irademizle neyi tercih edecek ve hangi fiili işleyeceksek,
ezeliyeti ile bilmiş ve kader defterimize yazmıştır.
Aslında
mazeret olarak öne sürülen “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü
temelde de yanlıştır. Çünkü kader defteri, Allah’ın ilminin bir tecellisidir.
İlim ise zorlama sıfatı değildir. Bu yazı sadece bir beyandır.
Mesela,
biz şimdi şöyle bir yazı yazsak: “Siz yaklaşık on beş dakika sonra televizyonunuzu kapatacaksınız.” Şimdi
siz, on beş dakika sonra televizyonunuzu kapatsanız, diyebilir misiniz ki,
“Eğer bu yazı olmasaydı ben televizyonumu
kapatmazdım…”
elbette diyemezsiniz. Çünkü bu sadece bir yazıdır, bir haberdir; zorlama
değildir.
Aynen
bunun gibi, “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.” sözü
de son derece yanlıştır. Bizlerin fiillerini Allah’ın ilmi yaratmıyor ki, ilmin
unvanı olan kader defterini suçlayabilelim.
Bizim
fiillerimiz Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır. İlmin bu yaratmada hiçbir
tesiri yoktur. O halde nasıl olur da biz, fiillerimizin icadında hiçbir tesiri
olmayan kader defterimizi sorumlu tutabiliriz? Bu, olsa olsa kişinin kendini
aldatmasından başka bir şey değildir.
Zira bu
sözü söyleyen kişiye deseniz ki:
“Niçin okula gidiyorsun, kaderini değiştiremezsin ki, eğer
kaderinde doktor olmak varsa, zaten olacaksın, bunun önüne geçemezsin, çalışmasan da doktor olursun. Yok eğer kaderinde
doktor olmak yoksa beyhude yoruluyorsun.”
Ya da
şöyle desek:
“Niçin dükkânını açıyorsun ki, kaderinde bugün kazanmak varsa, o zaten sana
gelir, dükkânını açmasan da olur. Yok, eğer kaderinde bugün kazanmak yoksa
dükkânını açsan da kazanamazsın, kaderini değiştirecek değilsin
ya.”
Eğer ona
bunları söylesek, kaderini değiştiremeyeceğini, bu yüzden okula gitmemesini ve
dükkânını açmamasını tavsiye etsek, hemen savunmasını yapar ve der ki;
“Sen çalışacaksın ki, Allah versin…” Ama iş
farzları eda etmeğe ya da haramlardan kaçmaya geldi mi, hemen kadere sığınır,
teslimiyetçi olur, suçu kadere yükler… Bu, kişinin kendisini aldatması değil de
nedir?
Hâlbuki
ezeliyet bahsinde gördük ki, Allah bizi hiçbir günaha zorlamıyor. Sadece,
zamanları ve mekânları kuşatan ilmiyle, bizim ne yapacağımızı biliyor ve kader
defterimize yazıyor.
Acaba,
günahımızı kadere yüklememize sebep olan ve “Allah kaderimi yazmış, ben ne yapsam değiştiremem.”
dedirten şey, ne yapacağımızı Allah’ın ezeliyeti ile bilmesi mi? Yani, eğer
Allah bizim ne yapacağımızı bilmeseydi biz mesul olurduk da, bildiği için mesul
olmayacak mıyız? Günahını kadere yükleyen insan ne istediğine bir baksın! Ve
bundan utansın!
Buraya
kadar verdiğimiz misaller ile Allah’ın “ezeliyetini” anlamaya çalıştık. Ancak şu unutulmamalıdır ki, verdiğimiz
bütün misaller, sadece akılların anlamaktan aciz kaldığı bir hakikati
yakınlaştırmak için küçük birer dürbündür. Yoksa akıllar, nasıl ki, Allah’ın
kudretinin ve azametinin büyüklüğünü hakkıyla anlamaktan acizdir, aynen bunun
gibi, Allah’ın ezeliyetini ve bütün zaman ve mekânlara ilminin aynı anda
münasebetini de tam idrakten acizdir… Ancak şu sönük dürbünler bile,
“Allah kaderimi böyle yazmış, benim suçum ne?”
sözünün ne kadar batıl olduğunu anlatmakta ve meselenin tam anlamıyla
anlaşılmasını sağlamaktadır.
Allah’ın
ezeliyeti ile birlikte, “ilmin maluma tabi olduğu”
kaidesi de anlaşılınca, kader hakkında cevapsız zannedilen bütün soruların,
birden cevaplarını bulduklarını
göreceksiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder