8 Mayıs 2015 Cuma

NİYÂZİ MISRÎ DİVÂNI....1-110


Niyâzi Mısrî Divânı

Zuhûr-u kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,


Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’ilün Mefâ’îlün Mefâ’îlün

Zuhûr-u kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,
Rumûz-u Künt-ü kenz’in mahzenîsin yâ Resûlallâh.

Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,
Hakîkatta hüviyette değilsin yâ Resûlallâh.

Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,
Dahî ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh.

Dehânın menba-i esrâr ilm-i “min ledünnâ”dır,
Hakâyık ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.

Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,
İçinde cümlenin ser-askerîsin yâ Resûlallâh.

Cihân bağında insân bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir,  sen zübdesisin yâ Resûlallâh.

Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yok ederdi,
Vücûdu zahmının sen merhemîsin yâ Resûlallâh.

Zuhûr-u[1] kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,
Rumûz-u
[2] Künt-ü kenz’in mahzenîsin[3] yâ Resûlallâh.

Yaratılan kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,
“Künt-ü kenz” remzinin mahzenîsin yâ Resûlallâh.

Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,
Hakîkatta hüviyette değilsin yâ Resûlallâh.

Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,
Hakîkatta hüviyette[4] değilsin yâ Resûlallâh.

[ Kaside-i Bürde´de geçen ifade gerçeği gözler önüne sermiştir.

“Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)  beşerdir, beşer gibi değil”

Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´in hayatı bunu göstermektedir.

Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz “Rab’im tarafından doyurulurum” sırrınca, günlerce aç durur; “benim gözüm uyur, kalbim uyumaz” buyurarak geceleri devamlı ibadet ederdi.

Bu normal insanlara uygun bir şey değildir.[5] O´nun yaşantısı iradenin cesette ulaşacağı son noktayı göstermektir. Bazıları gibi O alıştırma yaparak (riyazat) bu melekeyi kazanmadı.

Binaenaleyh, eğer Efendimiz Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) manevî âlemden beşer âlemine gelmeyi tercih etmeseydi üstünlüğü Rabb´i katında bilinir, yaratılmışlar yanında sırlı olur ve Allah (celle celâlühû)´ı gerçek manada beşere tanıtacak biride olmazdı.

Kullar Allah Teâlâ´yı aciz idraklerinde anlayamayınca, sorumsuzluk girdabında boğulup hayvan sıfatından kurtulmaları mümkün olmazdı.][6]

Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,
Dahî ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh.

Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,
Dahî ilmin hepsini kaplayıcı oldu yâ Resûlallâh.

[Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem; “Öncekilerin ve sonrakilerin ilimleri bana mirastır” buyurdu.

Mühür, yazılı bir metne veya nesneye kıymet kazandıran işarettir. Bu işaret ile açılan kapanır; kapanan açılır. Mühür sıfatı Fahri Âlem Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimize layık görülmüştür. O´nun için her şeyde O´nun tasarruf yetkisi vardır. Maneviyat ve maddiyat âleminde O´nun izni olmadan bir şey meydana gelmez. Allah Teâlâ´nın O´nun zatına ihsan kıldığı en büyük nimettir.][7]

Dehânın menba-i esrâr ilm-i “min ledünnâ”dır,
Hakâyık ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.

Ağızın sırlar ilminin menba-ı “min ledünnâ”dır,
Hakikatler ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.

Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,
İçinde cümlenin ser-askerîsin yâ Resûlallâh.

Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim gelecektir,
İçinde cümlenin baş askerisin yâ Resûlallâh.

[Bütün nebilerin dininde Allah Teâlâ nebilerine emretti ki;

“Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve sellem) sizin zamanınızda rasül olursa, ona iman etmelerini ümmetlerinize de emrediniz”

Gelmiş olan bütün dinlerde O´nun müjdesi temel alınmıştır.][8]

Cihân bağında insân bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir,  sen zübdesisin
[9] yâ Resûlallâh.

Cihân bağında insân bir ağaçtır gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir,  sen özüsün yâ Resûlallâh.

[Allah Teâlâ, Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i kendi tazimi ile tazim eyledi. Dolayısı ile O´nu tazim etmek Allah Teâlâ´yı tazim etmektir. Çünkü O Hakk´ın sureti ve mutlak sırrıdır. O, hem büyük ve hemde büyüklüğü kabul edilmiştir. Bundan dolayı halk O´na karşı edepli durur ve heybetinden titrerdi.

Allah Teâlâ, Kur’an-ı Kerim´de, her nebiyi ismi ile Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem)´i ise, “Ey Resulüm, Ey Peygamberim” diyerek Onu yücelten vasıflarla ile bildirmiştir.][10]

Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yok ederdi,
Vücûdu zahmının sen merhemîsin yâ Resûlallâh.

Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yok ederdi,
Vücûd yaramın sen merhemîsin yâ Resûlallâh.

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaratılış merkezi ve her güzel şeyin sebebi olmasındaki hikmet, imanları, akılları ve anlayışları ileri seviyeye ulaşmış kişilerin Allah Teâlâ karşısında acziyetlerinin farkına varmaları ve Efendimizin ilâhî mevkideki sonsuz itibarı nedeniyle çıkar yol olmuştur. Bu nedenle insan konumu ayarlarken ancak bu şekilde bir dayanak ile tatmin olarak huzur bulur. Çünkü geçmişin ve geleceğin açık bilgisi bizlere gizlidir. Gizli olan şeyde söz söylemekteki isabet ise vehmîdir.

Anlatılmış şeyler yanında anlatılmayanın çokluğu düşünülünce insanın Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme dayanmasına söz söylemek yanlış olduğu görülmektedir. Allah Teâlâ için beşer her ne kadar yakınlık kursa da beşere duyacağı yakınlıktaki ünsiyet gibi olmaz. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin miraca çıkmadan geçirdiği kalp ameliyatları beşerî vücudun manevî bilgiyi almadaki tahammülünün noksanlığına işarettir.

TAHMİS-İ AZBÎ

Kâmu mevcud olanın â’zamısın yâ Resûlallâh

Dilberi biçârenin sen merhemisin yâ Resûlallâh

Kâmunun â’zamısın ekremisin yâ Resûlallâh

Zuhûr-u kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,
Rumûz-u Künt-ü kenz’in mahzenîsin yâ Resûlallâh.

Atâ bahşâyişi [11]âlem olan ihsân feyzindir

Muhibbi nûru yezdânısın çevsayık [12]nûru mahzındır[13]

Sana her vechile bende olan kes abdi hâsındır

Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,
Hakîkatta hüviyette değilsin yâ Resûlallâh.

Senin şanında levlâk [14]nidâsın Hakk kıldıysa

Senin zâtı şerifinden o kim bir lem’a olduysa

İki âlemde lâ-şüphe[15] veli olada geldiyse

Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,
Dahî ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh.

Hakikat yok eden her varı ilm-i ledündür

Kaşın mihrabı sözün her bar ilmi “min ledün”dür

Cemâlin mazharı esrârı ilm-i “min ledün” dür

Dehânın menba-i esrâr ilm-i “min ledünnâ”dır,
Hakâyık ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.

Senin kadrin bilen kadrin özün ağlaya biliserdir

İki âlemde teşbihin cemâlin pâkin oluserdir

“Ve yabkâ vechike” [16]remzin bugün zâtın biliserdir

Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,
İçinde cümlenin ser-askerîsin yâ Resûlallâh.

Şeriattan elin her kim çekerse kaldı çırılçıplak

Kapında bende-i kemter gedâdır nice bin ishâk[17]

Hakikat âleme senden açıldı âlem ile sancak

Cihân bağında insân bir şecerdir gayriler yaprak,
Nebîler meyvedir,  sen zübdesisin yâ Resûlallâh.

Nice dem sırrını Azbî dahî ahdini gördü

Gamınla âşıkın oldum beni âşkınla yedirdi

Cefânı kessen ey dilber ölümden bana beterdi

Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yok ederdi,
Vücûdu zahmının sen merhemîsin yâ Resûlallâh.



[1] Zuhur: Meydana çıkmak.   Ansızın meydana gelmek.   Baş göstermek. Görünmek.   Hulul.   Galip olmak.   Âlîkadr

[2] Rumuz:(Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler

[3] Mahzen: Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer.   Erzak yeri.   Bodrum. Yeraltı.

[4] Hüviyet: asıl, mahiyet, kimlik.

[5] Mesela; Ashab-ı Kehf uyurlardı, kendileri zahmetsizce sağa sola dönerlerdi. Yapan kendileri, fakat yaptıran ise Allah Teâlâ idi. İbret manzarası olarak bize anlatıldılar.

Fakat bu geçen zamanın sırrından mahrum olmuşlardı. Allah Teâlâ´nın nefislerinde ölümden sonraki yaratılışı ve vaat ettiği şeylerin hakikatini görmek oldu.  Bu mükâfat ise kabul ettikleri tevhit inancının karşılığı idi. Başlarından geçen olayda insan için aklın ve vücudun tahammül edemeyeceği şeyi yaşamak olmuştur.

[6] (ALTUNTAŞ, 2004), s. 38

[7] (ALTUNTAŞ, 2004), s. 53

[8] (ALTUNTAŞ, 2004), s. 55

[9] Zübde:(C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa.   Bir şeyin en mühim kısmı.   Kaymak.   Her nesnenin iyisi ve hâlisi

[10] (ALTUNTAŞ, 2004), s. 71

[11] Bahşayiş: f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye

[12] Cevsak: Kasr, köşk, konak.

[13] Mahz: Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet.   Tâ kendisi.   Sadece.   Su katılmamış hâlis süt

[14] “Sen olmasaydın” nidası

[15] şübhesiz

[16] وَيَبْقَى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلالِ وَالاِكْرَامِ “Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacak.” (Rahmân, 27)

[17] İshak: nebi, resul; bilhassa Allah Teâlâ için söz söyleyen kimse, kâhin, kehanet sahibi.

 

UYAN GÖZÜN AÇ

Uyan gözün aç durma yalvar güzel Allah'a
Yolundan izin ayırma yalvar güzel Allah'a

Her geceyi kaaim ol her gündüzü saim ol
Hem zikr ile daim ol yalvar güzel Allah'a

Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez
Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allah'a

Aslığı ganimet bil her saati nimet bil
Gizlice ibadet kıl yalvar güzel Allah'a

Ömrünü hiçe sayma kendini oda yakma
Her şam u seher yatma yalvar güzel Allah'a

Hey nice yatırsun dur olma bu safadan dur
Bahr-ı keremi boldur yalvar güzel Allah'a

Her vakt-i seherde bir lütfu gelir Allah'ın
Ol vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allah'a

Allah'ın adın yadet, can ile dili şâd et
Bülbül gibi feryat et yalvar güzel Allah'a

Gel imdi Niyaziyle Allah'a niyaz eyle
Hacatı dıraz eyle yalvar güzel Allah'a

HÜDA DAVET EDER

Hüda davet eder elhamdülillah
Bu can dosta gider elhamdülillah

Hakikat Şehrine Çün rihlet oldu
Gönül durmaz uyar elhamdülillah

Duyaldan can ü dil vaslı habibi
Hem okur hem yazar elhamdülillah

Yakın geldi tulua Şems-i ruhum
Bugün kevnim doğar elhamdülillah

İlim dedikleridir halveti yar
Kamu ağyar gider elhamdülillah

Şehadet mansıbıdır ali mansıb
Bize veriliser elhamdülillah

Görüde mani yüzünden cemali
Bozuldu hep suver elhamdülillah

Biliştik bunda hem ihsanlar etti
Nasibimiz kadar elhamdülillah

Ne gam giderse dünyadan Niyazi
Visaline erer elhamdülillah

VAİZ

Bugün bir meclise vardım oturmuş pend ider vaiz
Okur açmış kitabını bu halkı ağlatır vaiz

İki bölmüş cihan halkın birini cennete salmış
Eliyle kürsüden biri tamuya sarkıtır vaiz

Çıkar ağzından ateşler yakar şeytan-ı melunu
Sanırsın yedi tamunun azabı kendidir vaiz

Tamuya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer
Ana yerleştirir halka acep hizmettedir vaiz

Yaraşır va'z ana hakkı ki yanar yakılır her dem
Niyazi'nin hemen ancak cihanda adıdır vaiz

ALLAH HU DİYEN

Tende canım canda cananımdır Allah Hu diyen
Dide sırrım serde sübhanımdır Allah Hu diyen

Dest-i kudretle yazılmış yüzüne ayat-ı Hakk
Gönlümün tahtında sultanımdır Allah Hu diyen

Cümle azadan gelir zikr-i ene'l Hakk haresi
Cism içinde zar-ı efganımdır Allah Hu diyen

Giceler ta subh olunca inletir bu dert beni
Derdimin içinde dermanımdır Allah Hu diyen

Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir
Katremin içinde ummanımdır Allah Hu diyen

Kisve-i tenden muarra seyreder bu gökleri
Çark uran abdalı uryanımdır Allah Hu diyen

Her kişiye kendinden akrab olan dost zatıdır
Ey Nİyazi dilde mihmanımdır Allah Hu diyen

BAHR İÇİNDE KATREYİM

Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana

Dost göründü çun ayan kalmadı bir şey nihan
Tufan olursa cihan bir katre tufan bana

Surette ne'm var benim sirettedir madenim
Kopsa kıyamet bugün gelmez perişan bana

Kaf-ı dil ankasıyım sırrın aşinasıyım
Endişelen hasıyım ad oldu insan bana

Niyazi'nin dilinden Yunus'durur söyleyen
Herkese çun can gerek Yunus durur can bana

YA RESULALLAH

Zuhur-ı kainatın madenisin ya Resulallah
Rumuz-ı küntü kenz'in mahzenisin ya Resulallah

Beşer denen bu alem ki senin suretle şahsındır
Hakikatte hüviyette değilsin ya Resulallah

Vücudun cümle mevcudatı nice cami' olduysa
Dahi ilmin muhit oldu kamusun ya Resulallah

Dehanın menba-ı esrar ilm-i min ledünnidir
Hakayık ilminin sen mahremisin ya Resulallah

Ne kim geldi cihana hem dahi her kim gelisedir
İçinde cümlenin ser-askerisin ya Resulallah

Cihan bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak
Nebiler meyvedir sen zübdesisin ya Resulallah

Şefaat kılmasan varlık Niyazi'yi yoğ ederdi
Vücudun zahmının sen merhemisin ya Resulallah

DERVİŞ OLAN

Derviş olan aşık gerek yolunda hem sadık gerek
Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek

Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye
Aşk ateşinde eriye altın gibi sızmak gerek

Zikr-i Hakka meşgul ola,yana yana ta kül ola
Her kim diler makbul ola tevhide boyanmak gerek

Eyven kişi yol alamaz maksudunu tez bulamaz
Yoğ olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek

Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı
Bu Mısri gibi balçığı her bir ayak basmak gerek

BULAN ÖZÜNÜ

Bulan özünü gören yüzünü
Bir yüzü dahi görmek dilemez

Vuslatta olan hayrette kalan
Aklın diremez kendin bulamaz

Her şam u seher odlara yanar
Her benzi solar ağlar gülemez

Aşık olagör sadık olagör
Cehd eylemeyen menzil alamaz

Meftun olalı mecnun olalı
Bu Mısri dahi akla gelemez

SENDE BUL

İster isen bulasın cananı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Kendi mir'atında gözle anı sen
Gayre bakma sende iste sende bul

Her sıfat kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
İrişince zatına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul

Kenz-i mahfi aşikar hep sendedir
Yazın kış,leyl-ü nehar hep sendedir
İki alemde ne var hep sendedir
Gayre bakma sende iste sende bul

Men-aref sırrına ir ko gafleti
Gör ne remzeyler bu insan sureti
Haşr ü neşr ile tamu'yu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul

Haşr-i suri halin inkar eyleme
Gülşen iken yerini nar eyleme
Enfüs ü afakı bil ar eyleme
Gayre bakma sende iste sende bul

Zat-ı Hakkı anla zatındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul

Sureti terk eyle mana bulagör
Ko sıfat-ı bahr-i zata dala gör
Ey Niyazi şark u garba dola gör
Gayre bakma sende iste sende bul

ARZULARSIN

Nadanı terk etmeden,yaranı arzularsın
Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın

Men arefe nefsehu kad arefe rabbehu
Nefsini sen bilmeden Sübhan'ı arzularsın

Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadan
İçindeki kenz-i bipayan'ı arzularsın

Taşra üfürmek ile yalınlanır mı ocak
Yönün Hakk'a dönmeden ihsanı arzularsın

Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni
Günahını bilmeden gufranı arzularsın

Sen şarabı içmeden serhoş-u mest olmadan
Nicesi Hak emrine fermanı arzularsın

Cevzin yeşil kabuğunu yemekle tad bulunmaz
Zahir ile ey fakih Kur'an-ı arzularsın
 

Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan
Kebap olup pişmeden büryanı arzularsın

Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok
Issız dağın başında mihmanı arzularsın

 

Ben bağ ile bostanı gezdim hıyar bulmadım
Sen söğüt ağacından rumman'ı arzularsın

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile
Yunus'leyin Niyazi irfanı arzularsın

AŞKA DÜŞ

Zühdünü ko, aşka düş ehl-i cenan etsin seni
Pîr-i aşka kulluk et canane can etsin seni
 

Bir zeman bülbül gib efganın ağdır göklere
Şol kadar kıl naleyi kim gülistan etsin seni
 

Ar u namusun bırak,şöhret kabasından soyun
Giy melamet hırkasın kim ol nihan etsin seni
 

Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim
Hak teala başlar üzre asüman etsin seni
 

Verme rahat nefsine daim gaza-yı ekber et
Ka'be-yi dil fetholup darül-eman etsin seni
 

Gel Niyazi'nin elinden bir kadeh nuş eyle kim
Mahvedip nam u nişanın bi-nişan etsin seni

VARİDAT

Can kuşunun her zeman ezkarıdır Varidat
Akl u hayalin heman efkarıdır Varidat
 

İşidicek adını duydu canım tadını
Bildim ki ariflerin esrarıdır Varidat
 

Sıdkile gönlün sever görmeye canım iver
Anın içün kim Hakk'ın emvarıdır Varidat
 

Ol dürr-i yekdane'nin kadri bilinmez anın
Bu dil-i viyrane'nin mi'marıdır Varidat
 

Gerçi kütüb çok yazar İlm-i Ledün'den haber
Cümlesi bir bağçedir ezkarıdır Varidat
 

İlm-i Füsus'la tamu odları söner kamu
Anın yerinde biten gülzarıdır Varidat
 

Muhyeddin ü Bedrettin etdiler ihyay-ı din
Derya Niyazi "Füsus" enkarıdır "Varidat"

DOST

Bakıp cemal-i yare çağırırım dost dost
Dil oldu pare pare çağırırım dost dost
 

Aşkın ile dolmuşum zühdümü yanılmışım
Mest-i müdam olmuşum çağırırım dost dost
 

Mescid ü meyhanede, hanede viyranede
Ka'be'de büthanede çağırırım dost dost
 

Sular gibi çağ çağ dolaşırım dağ dağ
Hayran bana sol u sağ çağırırım dost dost
 

Geldim cihane garib,oldum güle andelib
Herdem ciğerler delip çağırırım dost dost
 

Dünya gamından geçip,yokluğa kanat açıp
Aşk ile daim uçup çağırırım dost dost
 

Aradığım candadır,canda ve hem tendedir
Bilir iken bendedir çağırırım dost dost
 

Gah düşerim mutlak'a,gah asl u geh mülhak'a
Bakıp kamudan Hakk'a çağırırım dost dost
 

Dolunmaz ol hal ü had min-el ezel ta ebed
Unulmaz asla bu derd çağırırım dost dost
 

Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü
Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost
 

Derya olunca nefes parelenince kafes
Ta kesilince bu ses çağırırım dost dost
 

Ne yerdeyim ne gökde,ne ölüyüm ne zinde
Her yerde her zamanda çağırırım dost dost
 

Geldim o dost ilinden koka koka gülünden
Niyazi'nin dilinden çağırırım dost dost

BİZİ ANLAYAN

Zat-ı Hakk'da mahrem-i irfan olan anlar bizi
İlm-i sır'da bahr-i bi-payan olan anlar bizi
 

Bu fena gülzarına talib olanlar anlamaz
Vech-i baki hüsnüne hayran olan anlar bizi
 

Dünye vü ukba'yı tamir eylemekten geçmişiz
Her taraftan yıkılıp viyran olan anlar bizi
 

Biz şol Abdal'ız bırakdık eğnimizden şalımız
Varlığından soyunup üryan olan anlar bizi
 

Kahr u lütfu şey'-i vahid bilmeyen çekdi azab
Ol azabdan kurtulup sultan olan anlar bizi
 

Zahid'a ayık dururken anlamazsın sen bizi
Cür'a-yı safi içip mestan olan anlar bizi
 

Arifin her bir sözünü duymağa insan gerek
Bu cihanda sanmanız hayvan olan anlar bizi
 

Ey Niyazi katremiz deryaye saldık biz bu gün
Katre nice anlasın umman olan anlar bizi
 

Halkı koyup LAMEKAN ilinde menzil tutalı
Mısri'ya şol canlara canan olan anlar bizi

YAĞMA

Sevdim seni hep varım yağmadır alan alsın
Gördüm seni efkarım yağmadır alan alsın
 

Aldın çü beni benden geçdim bu can u tenden
Aklım dahi her varım yağmadır alan alsın
 

Ben varlığımı atdım dost varlığına yetdim
Her uslu'ya bazarım yağmadır alan alsın
 

Geçdim ben ad u san'dan çıkdım ben o dükkandan
Hep ırz ile vekarım yağmadır alan alsın
 

Geldi dile dildarım buldum gül ü gülzarım
Şimdengeru hep varım yağmadır alan alsın
 

Sen gaib ü hazırsın her halime nazırsın
Ahval ile etvarım yağmadır alan alsın
 

Çün buldu gönül yarim terk eyledim ağyarim
Iyman ile zünnarım yağmadır alan alsın
 

Mısri'ye vücub imkan bir oldu kamu a'yan
Taat ile ezkarım yağmadır alan alsın

KESRET-VAHDET

Oldum çü mahv-ı mahz-ı zat,buldum vücudumdan necat
Ben içmişim ab-ı hayat,ermez bana herkiz memat
 

Ben dost yolunda varımı terk eyledim önden sonra
Küfrile iymandan geçüp a'yanda bulmuşam sebat
 

Her kande baksam görünür gözlerime sırr-ı ezel
Her şey ulaşıp aslına çıktı aradan kainat
 

Dost ile ben dost olalı,zevkiyle işret bulalı
Zayf-ı mükerremdir bu can hep yediğim kand ü nebat
 

Halvet'den ettim rıhleti,kesretde buldum vahdet'i
Bazar'da düzdüm halveti,ruz u şeb'im iyd ü berat
 

Gördüm bu alemler kamu benim vücudumla dolu
Bir olmuş "Uçmağ" u "Tamu",cümle bana olmuş sıfat
 

Her ne yana kim eğilem,ol yana her şey eğilir
Olmuş Niyazi hep senin sayelerin sitti cihat

GÖNLÜM SANA

Çün sana gönlüm mübtela düştü
Derd ü gam bana aşina düştü

Zühd ü takva'ya yar idim evvel
Aşk ile benden hep cüda düştü

Vaiz eydür gel aşkı terk eyle
Bendeyim sabrım bi-vefa düştü

Nice terk etsin aşkı şol aşık
Ana karşı sen mehlika düştü

Vechini görsem dağılır aklım
Zülfün ana çün mukteda düştü

Kim seni buldu,kendi yok oldu
Vaslına ey dost can baha düştü

Aşka uşşakın davet etmişsin
Can kulağına ol seda düştü

Bu Niyazi'nin hiç vücudunda
Zerre komadı hep yaka düştü

GARİB BÜLBÜL

Ey garib bülbül diyarın kandedir
Bir haber ver gül-izarın kandedir
Sen bu yolda kimseye yar olmadın
Var senin elbette yarin kandedir
 

Arttı günden güne feryadın senin
Ah u efgan oldu mu'tadın senin
Aşk içinde kimdir üstadın senin
Bu senin sabru kararın kandedir
 

Bir enisin yok acep hayrettesin
Rahatı terk eyledin mihnetdesin
Gice gündüz bilmeyip hayretdesin
Ya senin leyl ü neharın kandedir
 

Ne göründü güle karşı gözüne
Ne büründü baktığınca özüne
Kimse mahrem olmadı hiç razına
Bilmediler şehsuvar'ın kandedir
 

Gökte uçarken seni indirdiler
Çâr unsur bendlerine urdular
Nûr iken adın Niyazi verdiler
Şol ezelki i'tibarın kandedir

ŞEYDA BÜLBÜL

Ey bülbül-i şeyda yine efgane mi geldin
Azm-i gül edip zar ile giryane mi geldin
 

Pervane gibi ateşe daim can atarsın
Evvelde bu aşk oduna sen yane mi geldin
 

Yağmur gibi yağarsa bela sen baş açarsın
Can veremeye dost yoluna kurbane mi geldin
 

Her şey çalışır bir sıfatı eyleye ma'mur
Sen cümle sıfat ilini viyrane mi geldin
 

Vech-i Ehadiyyet ki şu eşyada görünmüş
Bu kesrete ancak anı seyrane mi geldin
 

Bir kimse senin olmadı hiç raz'ına mahrem
Bilmem bu cihan içine yekdane mi geldin
 

Bu haste Niyazi'ye şifa remzin edersin
Derde düşen derdine dermane mi geldin

GÜL-BÜLBÜL

Gül müdür,bülbül müdür şol zar u efgan eyleyen?
Ten midir,ya dil midir, hem Arş'ı seyran eyleyen?
 

Nar u bad u ab u hak'in gel haber ver aslını
Kim bunların her birini emre ferman eyleyen?
 

Ateşin germiyyetinin sırrını duygur bize
Ki hılaf üzre anı kimdir gülistan eyleyen?
 

Yelde kimdir geh nesim ü geh saba zevkin veren
Gahi hışmiyle nice büldan'ı viyran eyleyen?
 

Kimdir anı,bana göster,şol sularda durmayup
Ruz u şeb yüz üstüne aşkile cevlan eyleyen?
 

Hak ne ma'dendir,biter andan maadin,geh nebat
Kim dir anı gahi hayvan,gahi insan eyleyen?
 

Ay u gün,yıldızları kim döndürür,ver gil haber
Hem ne sır için dönerler, bunca devran eyleyen?
 

Bade birdir,saki bir,meclisdeki yaran da bir
Badenin keyfiyyetini kim dir elvan eyleyen?
 

Kiminin mescidde boynun eğdirip,Abid eden
Kimini meyhanede, serhoş u sekran eyleyen?
 

Zahid'in benzin sarartıp,ağlatan kim, hem nedir
Kafirin küfrü, dahi fasık'da isyan eyleyen?
 

Halkdan ayırmış yüzünü,pünhana çekmiş özünü
Ne arar kendini halkdan böyle pünhan eyleyen?

Görse mecnunu gönül, bi-ihtiyar mail olur
Liyk görmez ol yüzü kesretde tuğyan eyleyen

 

Ehl-i derd uşşakı kimdir zar u giryan eyleyen?
Kim bu sırdan kimini mahrum edüp cahil eyleyen?
 

Vahdet ehli cümlede bir yüzü seyran ettiler

Kimini mahrem edinip, ehl-i irfan eyleyen?


Ey Niyazi kim vücudun terkederse ol dürür
Cümle yüzler içre ol bir yüzü seyran eyleyen

İNSAN-I KAMİL

Hak yolunun rehberi nefesidir kamilin
Dil tahtının serveri mefesidir kamilin

Nefsini mat eyleyen,ref'i-memat eyleyen
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir kamilin

İsteyu git ademi,ademde bul ademi
Sırr-ı nefahtü demi nefesidir kamilin

Sure-yi Necm'i oku anlagıl vahyi Hakk'ı
Bilesin o mantıkı nefesidir kamilin

Ruhül-Kudüs demini,ademde iste anı
Ölmüş gönülün canı nefesidir kamilin

Maye-yi zat denilen,fayz-i necat denilen
Ab-ı hayat denilen nefesidir kamilin

Diri kılan tenleri,zinde eden canları
Kaldıran ölenleri nefesidir kamilin

Mevtaya etse nefes,her yaneden gele ses
Haşreden ey hakşinas nefesidir kamilin

Niyazi'yi can eden zerresini kan eden
Katresin umman eden bir demidir kamilin

EY TARİKAT ERLERİ

Ey tarikat erleri,ey tarikat pirleri
Bir nişan verin bana, ol binişan kandedir?
 

Kandedir dostun yolu,kande açılır gülü
Dost bağçesi bülbülü, gül-i handan kandedir?
 

Aradım bahr ü berr'i bulmadım ben bu sırrı
Cism ü candan içeru gizli sultan kandedir?
 

Bildim ki can tendedir,ten can ile zindedir
Amma nidem bilmedim,cane canan kandedir?
 

Niyazi'ye can olan,sırrında sultan olan
Diyn ü hem iyman olan ol bimekan kandedir?

Cevap:
Ey gönül gel ağlama,zari zari inleme
Pirden aldım haberi, o binişan sendedir

Sendedir dostun ili,sende açılır gülü
Söyler bu can bülbülü, gül-i handan sendedir

Gezme gel bahr ü berr'i,kendinde işte sırrı
Cism ü cana hükmeden gizli sultan sendedir

Anladınsa sen seni,bildinse can u teni
Gayri ne var ey gönül, cane canan sendedir

Ten tahtıdır bu canın,can tahtıdır cananın
Ey Niyazi şübhesiz, ol bimekan sendedir

EY ZAHİD

Zahida suret gözetme içeru can'e bak
Vechi üzre gör ne yazmış Defter-i Rahman'e bak

Mushaf-ı hüsnünde yazılmış "Hüvallah" ayeti
Gel inanmazsan gir oku mekteb-i irfan'e bak

Çeşmini gösterdiğince aşıkın canını alır
Leblerin açdıkça can nefheyleyen canan'e bak

Zülfünün her bir telinde bağlı bin mecnunu gör
Hattı'nın leylindeki yüz-bin meh-i taban'a bak

Ateş-i ruhsar ile yanmış kararmış çehresi
Harf libasından muarra nokta-yi üryan'e bak

Hep mülazım kulluğunda bu cihanın şehleri
Kapusunda padişahlar kul olan sultan'e bak

Alem anın hüsnünün şerhinde olmuş bir kitab
Metnin istersen Niyazi suret-i insan'e bak

DERMAN ARARDIM

Derman arardım derdime derdim bana derman imiş
Burhan arardım aslıma aslım bana burhan imiş
 

Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş
 

Öyle sanırdım ayriyem,dost gayridir ben gayriyem
Benden görüp işideni bildim ki ol canan imiş
 

Savm u salat u haccile sanma biter zahid işin
İnsan-ı Kamil olmağa lazım olan irfan imiş
 

Kanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş
 

Mürşid gerektir bildire Hakkı sana hakkel-yakin
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
 

Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa oğratır
Mürşidi kamil olanın gayet yolu asan imiş
 

Anla heman bir söz dürür yokuş değildir düz dürür
Alem kamu bir yüz dürür gören anı hayran imiş
 

İşit Niyazi'nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak'tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhan imiş

AĞYAR KALMADI

Ben sanurdum alem içre bana hiç yar kalmadı
Ben beni terk eyledim bildim ki ağyar kalmadı
 

Cümle eşyada göründüm har var gülzar yok
Hep gülistan oldu alem şimdi hiç har kalmadı
 

Gice gündüz zar u efgan eyleyüp inlerdi dil
Bilmezem noldu kesildi ah ile zar kalmadı
 

Gitdi kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile
Hep Hak oldu cümle alem şehr ü bazar kalmadı
 

Din, diyanet, adet ü şöhret kamu vardı yele
Ey Niyazi noldu sende kayd-ı dindar kalmadı

CANDAN GEÇMEK

Kim ki candan geçmez ise diyn bize yar olmasın
Ar u ırz ile gelip aşıklara bar olmasın
 

Gam yükün aşık olan daim çeke gelmişdürür
Duymayan dost derdini aşka giriftar olmasın
 

Derd uyutmaz,rahat etmez gice gündüz aşıkı
Şol ki bülbüldür güle karşı nice zar olmasın
 

Zevk-i taatle kimesne hal-i aşkı anlamaz
Talib-i sadık ise belinde zünnar olmasın
 

Remz-i Hak'ka mahrem olmak değmenin karı değil
Kim dilerse aşk ile yar olsun ağyar olmasın
 

Zerrece aşk oldu kimde olsa yakar varlığın
Aşk odu ister ki Hak'dan gayrı hiç var olmasın
 

Cümle efkarın hurufun cem'idüp tevhid ile
Nokta-yı vahdet'de haşrol gayrı efkar olmasın
 

Ey Niyazi hal-i aşkı herkese faş eyleme
Sırr-ı Hak'dır ana bigane haberdar olmasın

SOR

Rumuz-i enbiyayı vakıf-ı esrar olandan sor
Enel-Hak sırrını candan geçüp ber-dar olandan sor
 

Yürü var ehl-i tecrid'i alayık ehline sor
Anı can u cihanı terkedüp deyyar olandan sor
 

Gehi kahrın,gehi lütfun kemalin bilmek istersen
Fena ender fena'da yok olup hem var olandan sor
 

Dila bu Mantıkkuttayr'ı fesahat ehli anlamaz
Bunu ancak ya Attar u yahut tayyar olandan sor
 

Anadan doğma gözsüzler kemahi görmez eşyayı
Niyazi vech-i dildarı Ulül-ebsar olandan sor

AŞK

Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktida
Zümre-yi ehl-i hakikat anı kılmış mukteda
 

Cümle mevdudat u ma'lumat'a aşk akdem dürür
Ziyra aşkın evveline bulmadılar ibtida
 

Hem dahi cümle fena buldukta aşk baki kalır
Bu sebebden didiler kim aşka yoktur intiha
 

Dilerem senden Hüda'ya eyle tefikın refik
Bir nefes gönlüm senin aşkından etme-gel cüda
 

Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al
Aşkını eyle iki alemde bana aşina
 

Aşkile tamu'da olmak cennetidir aşıkın
Liyk cennetde olursa tamu'dur aşksız ana
 

Ey Niyazi mürşid istersen bu yolda aşka uy
Enbiya vü evliya'ya aşk oluptur rehnüma

DİVANE

Padişah'a aşkını humhane kıl
Masiva'yı aşkına bigane kıl
Zikr ü fikrinle beni pür nur idüp
Mest ü medhuş eyleyüp divane kıl
 

Benliğimdir senden ayıran beni
Varlığım şehrini yık virane kıl
Mürg-i ruhum meylini kes gayrıdan
Şol cemalin şem'ine pervane kıl
 

Gönlümü mir'at-ı vech-i zat idüp
Ol tecelli'le beni mestane kıl
Cezbe-yi feyz'in şerabın doldurup
Bu Niyazi bendeni meyhane kıl

MASİVA

Dönmek ister gönlüm cümle sivadan
Dönelüm aşıklar Mevla derdiyle

Geçmek ister gönlüm mülk-i fenadan
Dönelüm aşıklar Mevla derdiyle

Derde düşen aşık nitsin cihanı
Derd ehlinün daim yanmakta canı

Döner arzulayı vasl-ı cananı
Dönelüm aşıklar Mevla derdiyle

Ay ü gün yıldızlar hem nuh felekler
Arşun etrafında saf saf melekler

Meydan-ı ışkunda cevlan iderler
Dönelüm aşıklar Mevla derdiyle

Ta'n eyleme zahid benüm halim
Dahl eyleme hergiz bu devranum

Dermanı dönmede buldum canuma
Dönelüm aşıklar Mevla derdiyle

Baş açup girdim ışk meydanına
Mansur olurum ene'l-Hak darına

Yanmakta Niyazi şevkun narına
Dönelüm aşıklar Mevla derdiyle

YOL

Ya Rab,bize ihsan it vuslat yolını göster
Surette koma can it,uzlet yolını göster

Eyledi heva garet,oldı işümüz adad
Dergahın ulı gayet,kudret yolını göster

Nefsümi hevadan kes,kalbümi riyadan kes
Meylümi sivadan kes,halvet yolını göster

Talim idüp esmayı,bildür bize eşyayı
Duymağa "Ev edna" yı,hikmet yolını göster

Candan sana talib kıl,her taate ragıb kıl
Bir pire müsahib kıl,hidmet yolını göster

Har içre biter gülzar,tan içre doğar envar
Her şeyde tecellin var,ruyet yolını göster

Şol kim ola vuslatta,halvet ola celvette
Bu Mısri'ye kesrette,vahdet yolını göster

Gerçi kullarda masiyyet çoktur
Rahmetin Mevla dahi artukdur

Gayriden bize hiç meded yoktur
Dertliyüz senden umarız derman

Gel dimezisen bigünahkara
Bir adem kadir mi yol vara

Çare yok senden olmasa çare
Dertliyüz Senden umarız derman

Şuna kim bir heda geldi
Feyz-i akdesten aşina geldi

Bir cefasına bin safa geldi
Dertliyüz Senden umarız derman

Bu Niyazi çün zikrune düşdi
Dün ü gün gönli fikrine düşdi

Zatuna iren şükrüne düşdi
Dertliyüz Senden umarız derman

GEL ALLAH'A DÖNELİM

Hevaya yiter gönül,gel Allah'a dönelüm gel
Siva ise yiter gönül,gel Allah'a dönelüm gel

Nice bir sevelüm gayrı,nice bir olalım ayrı
Analum vuslat-ı yarı,gel Allah'a dönelüm gel

Bize Hak'dan gel olmadın,ecel kösi çalmadın
Canun Azrail almadan,gel Allah'a dönelüm gel

Özenmez misün ol yara,ki aldanmışsın ağyara
Seni azdırmış emmare,gel Allah'a dönelüm gel

Taleb kıl her seher gahı,yürekten eylegil ahı
Sevenler buldı Allah'ı,gel Allah'a dönelüm gel

Soralım gel bilenlere,külli boyun virenlere
Visaline irenlere,gel Allah'a dönelüm gel

Niyazi'ye olup haldaş,olursun gel yola yoldaş
Döküp gözlerümüzden yaş,gel Allah'a dönelüm gel

DERMAN

İy kerim Allah iy gani sultan
Dertliyüz Senden umarız derman

Lütfuna had yok rahmetine payan
Dertliyüz Senden umarız derman

İNLEMEK

İnile ey dertli gönül inile
Ehl-i derdün inliyecek çağıdur

Gel tımar et yaranı sen ışk ile
Yaralarun onulacak çağıdur

Sen nedim idün evvel ol şah ile
İmtihan içün gelüpsin bu ile

Şol ki gafletle yatup itmez tareb
Gövdesinde yok mı ola can aceb

Uşda vahdet gülleri açıldı hep
Bülbülüm efgan idecek çağıdur

İnlemek sana yaraşur dert ile
Hem gözin kan ağliyacak çağıdur

Yok kararı gönlümün bilmem neden
Kasd ider bin pare olur bu beden

Var ise gitmek diler bu areden
Aslına azm eyleyecek çağıdur

Hakkı anunla itmeden bundan ubur
Mevtün elçisi gelicek çağıdur

İy Niyazi dünyada itmez huzur
Şol kişi kim olmaya ehl-i gurur

DERVİŞ

Derviş olan kişinün sözleri umman olur
Salik-i Hak olanun rahına bürhan olur

İlm-i ledün dersini arif olan kişiler
Haste-dil olanların derdine Lokman olur

Her seher efgan idüp bülbüli hayran ider
Dide-i giryan idüp sinesi büryan olur

Beyt-i dili pak olur zikr-i Hakkı işiden
Sabr u kararı gider işleri devran olur

Şem-i cemali döner pervane-i aşıkun
Zan ider ol cahilun devr ile isyan olur

Münkirleri dahi ider kime sözünüz dimez
Yine işi anlara lutf ile ihsan olur

Sanma Niyazi özün derviş oluptur senün
Derviş olan kişiler şöylece sultan olur

VAR OLMAK

Kim ki ışkun darına berdar olur
Cümle uşşak içre ol serdar olur

Bunda uşşakı yakan o akıbet
Nara İbrahim gibi gülzar olur

Korkma tamudan ger aşık isen
Bülbül olanın yiri gülzar olur

Cennet-i irfana dahil olanun
Kande baksa gördügi didar olur

Gözsiz onalanlar ol yüzi göremezler
Anı gören hep ulu'l-ebsar olur

Dünyanun lezzatına aldanma kim
Bir gün ola cümle zehr-i mar olur

Tac u tahtı kulluğuna ol şehün
Virürsen devletin tekrar olur

Ger kabul odunsa şah oldun ebed
Kande böyle assılı bazar olur

İlla tac ü tahtunla olmaz vasl-ı yar
Adet oldur ana can isar olur

Kim ki kendün yoh iderse Mısri'ya
Yoklığun dağılmasında var olur

CAN GÖZÜ

Derviş olan aşık gerek, yolunda hem sadık gerek
Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek

Alçaktan alçak yürüye, toprak içinde çürüye
Işk ateşinde eriye, altun gibi zarmak gerek

Zikr-i Hakka meşgul ola,yana yana ta kül ola
Her kim diler makbul ola, tevhide boyanmak gerek

Eyven kişi yol alamaz, maksudunu tiz bulamaz
Yok olmayan var olamaz, varını dağıtmak gerek

Dervişlerin en alçağı, buğday içinde burçağı
Bu Mısri gibi balçığı, her bir ayak basmak gerek

BİR ENİSİN YOK

Bir enisün yok aceb hayrettesün
Rahatı terk eyledün mihnettesün

Gice gündüz bilmeyüp hayrettesün
Ya senün leyl ü neharun kandedur

Ne görindi güle karşı gözüne
Ne yüründi bakduğunca özüne

Kimse mahrem olmadı hiç razuna
Bilmediler şehsüvarın kandedir

Gökte uçarken seni indirdiler
Çar unsur bendlerine urdılar

Nur iken adun Niyazi virdiler
Şol ezelki itibarun kandedur

MANSUR

İşkun kime yar olur,daim işi zar olur
Dinmez gözünün yaşi,yanar içi nar olur

Sevda-yı zülfün kimün takıldı gerdanına
Mansur gibi akıbet yolında berdar olur

Leyla-yı ışkun senün,her kimi Mecnun ider
Firkat odına yakup,her gice bimar olur

Varlık cibalun kesüp,dost iline yol ider
Ferhad'leyin gözinun,yaşları pınar olur

İbrahim Edhem'i derviş iden ışkundur
Derdüne düşen şahun tahtı tar mar olur

Ben de arı terk idüp girdüm bu dervişliğe
Her kim senün ışkına düşdi ise bi-ar olur

Bu yolda canun viren canan alur yirine
Işkı dükkanında anun canıyla bazar olur

İy dilber-i ruhani al koma iş bu canı
Sevdana düşeliden dünya bana dar olur

Terk it Niyazi seni bu anda ol sultanı
Her kim canından geçer ol vasıl-ı yar olur

HABERSİZ

Günde bir taş-ı bina-yı ömrümün düşdi yire
Can yatar gafil binası oldı viran bi-haber

Dil bekası Hak fenası istedi mülk-i tenim
Bir devasız derde düştüm ah ki Lokman bi-haber

Bir ticaret kılamadım nakd-i ömür oldı heba
Yola geldum lakin göçmüş cümle karban bi-haber

Kös-i rihlet çaldı mevt amma henüz can bi-haber
Asker-i azaya lerze düşdi sultan bi-haber

Ağlayıp nalan edip düştün yola tenha garib
Dide giryan sine püryan akıl hayran bi-haber

Azığum yok yazığum çok,yolda dürlü korku var
Yolımu alursa n'ola ger div ü şeytan bi-haber

Yol erü yolda gerekdür çağ-u çıplak aç-u tok
Mısri'ye gel didi sana çünkü canan bi-haber

YA MUHAMMED

Yine dil natunı söyler Muhammed
Dil ü can mülkini toylar Muhammed

Sen ol sultan-ı kevneynsin ki mahluk
Senün medhinde acizler Muhammed

Giyüp hil'at-i levlaki boyuna
Düşüptür saye serviler Muhammed

Alur şems ü kamer nurı yüzünden
Saçun "velleyli" yeldalar Muhammed

Kaşundur "Kabe Kavseyn ev-edna"
Teründür açılur güller Muhammed

Boyun eğmiş dudur çeşmüne hayran
Çemen sahnında sünbüller Muhammed

Lebün la'li dehanun madinüdür
Lisanun vahy-i Hak söyler Muhammed

Şu vaktin kim çıkup gezdün semayı
Bulup Hazrette rifatler Muhammed

Kamu ervah-ı peygamber hem emlak
Seni iclale gelmişler Muhammed

Seni şah-ı ilm kılup ol anda
Kamusı ümmet oldılar Muhammed

Niçin olmayalar ümmet ki Hakkun
Rızasın sende buldular Muhammed

Ne noksan ire cahına kılursan
Niyazi'ye şefaatler Muhammed

TEVHİD

Hakkı seven aşıklarun,eğlencesi tevhid olur
Işk oduna yanıklarun,eğlencesi tevhid olur

Durmaz isim sürer dili,sorar müdam doğrı yolı
Gerçek aradığın bile,eğlencesi tevhid olur

İzinden ayırmaz gözüni,canla tutar sözüni
Görmeğe iver yüzini,eğlencesi tevhid olur

Halkun arasından çıkar,tevhidi görse can atar
Bülbül gibi daim öter,eğlencesi tevhid olur

Mal ü menalın terk ider,ehl ü iyalin terk ider
Halüyle kalün terk ider,eğlencesi tevhid olur

Dünya vü ahiret perdesin,ardına atar cümlesin
Kor masiva eğlencesin,eğlencesi tevhid olur

Mırıya ayan kişinün gider çürüğü işinün
İçindeki can kuşunun eğlencesi tevhid olur


Mısri Divan 1

Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktida,

Zümre-i ehl-i hakikat anı kılmış mukteda.

Cümle mevcudat-u malumata aşk akdem dürür,

Zira aşkın evveline bulmadılar ibtida.

Hem dahi cümle fena buldukta aşk baki kalır,

Bu sebebdeb dediler kim aşka yoktur intiha.

Dilerim senden Hüda’ya eyle tevkifin refik,

Bir nefes gönlüm senin aşkından etme gel cüda.

Masiva-yı aşkının sevdasını gönlümden al,

Aşkını eyle iki alemde bana aşina.

Aşk ile tamuda olmak cennetidir aşıkın,

Lik cennette olursa tamudur aşkın ana.

Ey Niyazi Mürşid istersen bu yolda aşka uy,

Enbiya vü Evliyaye aşk oluptur rehnüma.

 

Vezin : Mefailün mefailün mefailün mefailün

Zehi kenz-i hafi kandan gelür her var olur peyda,

Gehi zulmet zuhur eder, gehi envar olur peyda.

Zehi derya-yi vahdet kim kesilmez hergiz emvacı,

Bu kesret alemi andan doğup naçar olur peyda.

Ne sihr-i bül acebdir kim bu yüzden görünür ağyar,

O yüzden gayrı yok tenha gelür dildar olur peyda.

O yüzden görüben ağyar döner şem’-i cemalinden,

Felekler de görüp anı döner edvar olur peyda.

Taşınur günde yüzbin can adem iklimine her dem,

Gelür yüzbin dahi andan bulur imar olur peyda.

Dışın içe hayalatı, için dışa zuhuratı,

Birinden ol birine tuhfeler her bar olur peyda.

O devriyle gelüptür Enbiya, Mürsel meratibce,

Gehi mü’min zuhur eder gehi küffar olur peyda.

Tecelli eyledikçe ol sarayı sırr-ı ahfada,

Bu suret alemi içre satu Pazar olur peyda.

Anın zatına gayet, su’una hergiz nihayet yok,

Anınçün her bir isminden gelür bir kar olur peyda.

Tecelli eyler ol daim celal-ü gehi cemalinden,

Birinin hasılı cennet, birinden nar olur peyda.

Cemali zahir olsa tiz celali yakalar anı,

Görürsün bir gül açılsa yanında har olur peyda.

Bu sırdandır ki bir Kamil zuhur etse bu alemde,

Kimi ikrar eder anı, kime inkar olur peyda.

Veli arif celal içre cemalini görür daim,

Bu haristanın içinde ana gülzar olur peyda.

Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvane,

Biri ancak görür darı, bire deyyar olur peyda.

İçi umman-ı vahdettir yüzü sahra-yı kesrettir,

Yüzün gören görür ağyar içinde yar olur peyda.

Alan lezzatı birlikten halas olur ikilikten,

Niyazi kande baksa ol heman didar olur peyda.

Görür ol kenz-i mahfiden nice zahir olur eşya,

Bilür her nakş-ü suretten nice esrar olur peyda.

 

Arabca şiirler :

“Merhaba ehlen ve sehlen merhaba”

“Hamden ilahi ala ma ente melce-una”

“Ve ba’di hamd-i illa lehu alen-Nebiyyis-salat-i”

“Kad eşrakted-dünya biş-şems-u Mevlana”

“Ya erham-el usat kün rahiyma”

“Sekzani vech-i mahbub-i şaraben”.

 

Vezin : Failatün failatün failatün failün

İnn-e lir Rahman-i tarfen kadr-i enfas-il vera,

Küllü mer’in salik-ün necha kadimen bil-heva.

Men lehu akl-ün nech yektedi bil-Mustafa,

Kad enarel-aşk-ı lil-uşşak-ı munhac-il Hüda.

Salik-i rah-ı hakikat aşka eyler iktida.

Cümle eşyaya birer halet konulmuştur tamam,

Birbirinden bazı nakıs bazın isti’datı tam.

Meşreb-i ala olan neş’e nedir hasıl kelam,

Aşktır ol neş’e-i kamil kim andandır müdam.

Meyde teşvir-i hararet neyde te’sir-i sada.

Gülşen-i vahdet çü kalb-i emr-i ram-ı aşktır,

Lezzet-i vuslat heman ancak müdam-ı aşktır.

Terk-i kevneyn eyleyen mest-i öüdam-ı aşktır,

Vadi-i hayret hakikatta makam-ı aşktır.

Çün müşahhas olmaz ol vadide sultan-ü geda.

Arifin aşk-ı İlahiden yeğ olmaz hemdemi,

Nuş edip sahba-yi zatı can olur her bir demi.

Mazhar ana ayn-i zahir görünür gider gamı,

Eylemez halvet sarayi sırr-ı vahdet mahremi.

Aşıkı ma’şuktan, ma’şuku aşıktan cüda.

Ehl-i Hak olmak dilersen zevk-ü taat terkin et,

İçini saf eyleyi gör var kiyafet terkin et.

Pend-i guş eyle basiretle sefahet terkin et,

Ey ki ahl-i aşka söylersin melamet terkin et.

Söylekim mümkün müdür tağyir takdir-i Hüda.

Varlığın mahvetmek oldu ayin-i erkan sadıka,

Kalbini yakmak gerek anın demadem barika.

Aşık oldur gitmeye her dem başından saika,

Aşk gülünü çekti hatt-i harf vücud-ü aşıka.

Kim ola sabit Hak isbatında nefyi maada.

Ey Niyazi ibtidasız zevk buldun aşktan,

 

Yarin isbatında (La) sız zevk buldun aşktan.

Daim-ü baki fenasız zevk buldun aşktan,

Ey Fuzuli intihasız zevk buldun aşktan.

Böyledir her iş ki Hak adıyla ola ibtida.

 

Vezin : Failatün failatün failatün failün.

İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva,

(Allemel esma) yı ta’lim etti ol hattan Hüda.

Zat-ı ilme Mustafa, esmaye Ademdir emin,

İkisinden zahir olmuştur ulum-i Enbiya.

 

Şerh :

“İki kaşın arasında çekti hatt-ı istiva”. Burada hatt-ı istivadan murad edilen nefs-i natıka (konuşan nefis) ,yani “Hakikat-ı İnsaniyye” dir.Aynı zamanda “Nefs-i kül” de tabir edilen nefs-i natıka için Nakşiyye ve sahir tarikat ehli insanın vücudunda birer mahal tayin ederler ve bu mahal de iki kaşın arasıdır.Cenab-ı Hüda ilm-i esmayi,yani isimlerin ilmini Nefs-i külden talim etti.İlm-i zatiyye ye,yani Allahın zat ilmine Hz.Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz,ilm-i esmaya da,yani isimlerinin ilmine de “Ve allem-e Adem-el esma-e külleha” ayeti mucibince Adem aleyhisselam emindir.Diğer peygamberlerin ilimleri bu ikisinin ilminden zahir olmuştur.

 

Zat-ü esma vü sıfat ef’al-ü asar cümleten,

Her zamanda bir Velinin vechine bunlar ziya.

Secde eyle Adem’e ta kim Hak-ka kul olasın,

Eden Adem’den iba Hak-tan dahi oldu cüda.

 

“Hazarat-ı hamse-i İlahiyye” olan “zat, isimler, sıfatlar fiiller ve eserler” in cümlesi her zamanda bir Velinin yüzüne ziya (nur) olur.

Adem’e secde etmeyen Hak-ka kul olmaz.Ademe secdeden maksad Allaha secdedir.Adem (A.S.) zatın mazharı olduğu için melekler kendisine secde ile Allah tarafından emrolundular.Eski zamanlarda nakıs olanların kamil olan insana secde etmesi adet idi.Hatta zamanı saadette Hazreti Peygamberden yeni müslüman olanlar bu eski adetlerine uyarak kendisine secde etmeleri için müsaade istediler.O zaman : “Eğer benim şeriatimde secde olsaydı kadının kocasına secde etmesini emrederdim.Benim şeriatimde öyle şey yoktur” buyurdu.Velhasıl Hakkın gayrıya secde etmek caiz değildir.Beytullaha (Kabeye) secde etmekliğimiz mazhar-ı zat olduğu içindir, her ne kadar mukayyed ise de Allahın emriyle olduğundan mahzuru yoktur.Nitekim Adem (A.S.) a melekler tarafından Allahın emriyle secde edildi.

 

Sureta gördüler Allah diyeni olmuş fakir,

Sandılar Allah fakirdir kendilerdir ağniya.

Kenz-i la yüfna yi bilmez kandedir illa fakir,

Bahr-ı bipayanı bulmaz etmeyen terk-i siva.

 

Hazreti Peygamberin saadetli zamanında henüz vergi konmazken önce Resulullah (S.A.V.) Ebu Bekir-issıddık (R.A.) hi Mekke-i Mükerreme çevresindeki Yahudilerin Hahamlarına yolladı, teşekkül eden yeni idari işlerin yürütülmesi için katkıda bulunmalarını istedi.Bunun üzerine Yahudiler,Muhammedin Rabbı fakir,biz zenginiz diye gürültü ve şamata ettiler.Halbuki kenz-i mahfi olan Zat-ı İlahiyi gerçek fakirden kimse bilmez.O sonsuz deryayı gayriyyetten geçmeyen, yani ağyarı terk eylemeyen bulmaz.

 

Ravza-i hadrayı bilmez Hızr’a yoldaş olmayan,

Ab-ı hayvan-ı bu zulmü görmeyenler sandı ma.

 

Hızır (A.S.) İskender-i Zülkarneyn ile ab-ı hayatı bulup içtiklerinden dolayı sürekli hayattadırlar diye kitaplarda yazılıdır.Hızır (A.S.) İdris (A.S.) devrinde yaşamış ve aynı zamanda onun sufli alemde tasarruf eden “Sahib-i şimali” idi.Zira İdris (A.S.) Enbiyanın “Gavs” ıdır.Onun “Sahib-i yemini” de ulvi alemde tasarruf eden İsa (A.S.) dır, hatta göğe kaldırıldığı da bu sebebdendir.Herbir nebi ölür,fekat bu ikisi, yani Hızır ve İskender (A.S.) lar kıyamete kadar diridirler.İşte bu ümmetten gelen Gavs’lar (Allahın ileri gelen velileri) keza İdris (A.S.) mın vekili olduklarından bu sufli alemde tasarruf ederler.

Musâ (A.S.) mın Hızır (A.S) ile yoldaş olmasına sebep; Bir kere Musânın kavmi : “Ya Musâ ,bu dünyâda senden daha bilgili başka kimse varmıdır?” diye sorması idi. Kendisi Ululazim Peygamberlerinden biri ol ması itibariyle cevaben : “Yoktur” dedi. Bunun üzerine Mısır’ daki Reşid –iskelesinde ( Akdeniz ile Kızıldenizin birleştikleri yerde ) buluşmaları Cenâb -ı Hak tarafından hazreti Musâya emrolundu. Hızırla onun yoldaşlık etmeleri anlatıldığı gibi ledün ilminin tahsili için değildi, çünkü hazreti Mûsâda esasen ledün ilmi mevcuttu. Hızır (A.S).mın gemiyi delipte içine su dolmadığı hazreti Mûsâya, seni de Cenâb –ı Hak daha sen beşikte iken bu gemi halkı gibi korudu demekti. Hızırın yolda bir çocuğu öldürmesiyle ; hazreti Mûsâ : “ Ne için böyle haksız yere bu çoçuğu öldürdün?” sorması üzerine Hızır: “Bu çocuk ileride büyüdüğü zaman âilesini küfre teşvik ettirecek idi, bana gayreti İlâhiyye geldi ,anın için öldürdüm” cevabını verdi.

Cenâb-ı Hak ve Resûllerinin şefkat ve merhametleri ,Melekler ve Velîlerin de gayretleri gâliptir. Nitekim Hızır’ın çocuğu öldürmesi gayreti İlâhiyyeden dolayıdır ve Fravunun boğulacağı sırada “ İnnî âmentü bi Rabb-i Musâ “, “ Mûsânın Tanrısına inandım “ diyecekken Cebrâilin onun ağzını çamurla tıkaması , ömrü boyunca Allâhlık iddiâsında bulunupta sonunda bu sözleri söylemekle İlâhi merhamete mazhar olmaması için Cebrailin gayretinin galeyan edip Fravunun ağzını çamurla kapayarak ona son nefesinde “ inandım” dedirtmemek istemesindendi.

 

Bil ki seddeyn iki kaş İskender ortasındadır,

Cem’i cem-ül cem ile feth oldu ebvâb-ı Hüdâ.

 

Seddeyn Çindedir ,oranın insanları kısa boyludurlar .Onlarda benî âdemdirler. Bunlara Ye’cüc ve Me’cüc denildiği boylarının cüce olduğundandır. Hurûfîler indinde “ Seddeyn” iki kaşa derler ve iki kaşın ortasına da “İskender “ denilir. Bazı kimselerde iki kaş ortası olur.

İkinci beyitte geçen ” Cem “ tevhîdde bekâ makamlarının birincisidir.Bu makâmda Hak zâhir ,halk bâtındır. Bekâ makâmlarının ikincisi “ Hazret-il cem “ makâmında ise halk zâhir, Hak bâtındır ki, bu makâm “ Şeriat makâmı “ dır. Her iki tevhid makâmının toplamı olan “Cem-ül cem “ makâmı bekâ makamlarının üçüncüsüdür.

 

Kande bulur Hak-kı inkâr eyleyen bu Mısrîyi,

Zâhir olmuşken yüzünde nûr-i Zât-ı Kibriyâ.

 

Yüzünde Zât-ı Kibriyânın nûru görünürken hazreti Mısrîyı inkâr edenler, nerede kaldıki Allâhı bulurlar.Bulamazlar, çünkü o bir Kâmildir.Hak-kın kâmili ise ancak ikrâr ile bulunur.

 

Vezin : Mef’ulü mef’âilü mefâ’ilü feûlün.

Bir göz ki onun olmaya ibret nazarında,

Ol düşmanıdır sâhibinin baş üzerine

Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden,

Akıt ana sen kurşunu hemen deliğinden.

Sol el ki onun olmaya hayr-ü hasenâtı

Verilmez ona Cennet ilinin derecâtı.

Ayak ki ibâdet yolunu bilmez onu kes,

Öğrensin onu mescid önünde kapıda as.

 

İbret nedir ? İbret, gözünle görüp bu mahlûkat mevcûdatın Hak-kın ef’âli olduğuna müşahededir.Ve her şey İlâhi kudret ile meydana geldiğini ve her şeyde Hak-kın sıfât-ı

 

subûtiyesinin bulunduğunu görmek ve ef’âlin sıfâta mazhar olduğunu anlamaktır. İşte bu tevhîd-i ef’âl ve tevhîd-i sıfattır.

 

“Bir dil ki Hak-kın zikri ile olmaya mu’tâd,

Urma sen ol et pâresine dil deyu hiç ad.”

Nefsim deme şol dîve ki ilter seni şerre,

Nefis odur anın fikri vü meyli ola hayre.

Gönül müdür ol kim içi vesvâs ile dolmuş,

Kibr ile hased askeri her yânını almış.

Şol cân ki fekat cismi diri tuta deme cân,

Hayvanda da vardır o damarlarda dolan kan.

 

Çünkü dil Hak-kı zikretmek içindir. Hak-kı zikretmeyen dile dil denilmez ( o yalnız bir et parçasıdır.).

 

“Can ol ki nefaht-ü dedi Kur’ânda ana Hak,

O nefha-i Rahmâniyyedir bu sırr-ı mutlak.”

 

Can odur ki, Cenab-ı Hak Kur’ânı Keriminde: “ Nefaht-ü “ dedi, yani “Fe izâ sevveytuhû ve nefaht-ü fîni min rûhî ...”,” Onu tesviye ettiğim vakit ona rûhumdan nefhettim”. İşte Âdemin yaradılışı tamamlanıp ona ruhdan üflendiğinde nefhedilen rûh mutlak olan Hak-kın ruhûdur . Bu rûh insana nisbet olunduğu halde “İzâfî ruh” denir. Çünkü asıl ruh mutlaktır. Meselâ, güneş sabahları doğunca her pencereden ışığı vurur, şimdi güneşin mukayyet olması lâzım gelmez. Güneş yine mutlaktır. İşte bunun gibi Hak-kın rûhu da mutlaktır. Bu âlemler işte bu nefha ile şenlendi.Nefhadan murat Îlâhi hayattır.

 

“Ol rûh –i izâfiye kim erdi odur insân,

Ol nokta-i kübradır olan sûret-i Rahmân.”

Însanda denür ana dahi hem Âdem-i ma’nâ,

Hem rûh-u musavverdir o hem âkil-ü danâ.

Zirâ ki cihâna neye geldiğini bil

Maksûd olunan matlab-i a’lâsını buldu.

Ol nefha imiş diri tutan cümle cihânı

Ol nefha imiş zîynet eden bâğ-ı cinânı.

Ol nefha ile oldu imâret bu avâlim,

Ol nefha ile oldu kamû yedi ekâlim.

 

Yukarıdaki beyitte geçen yedi ekâlim yedi iklim demektir. Yedi iklime ayrı ayrı yedi yıldız nâzırdır, yani bu iklimlerin tali’lerine bu yedi yıldız nezaret eder.

Bu yıldızlardan biri güneş, diğeri ay, ayrıca beş yıldız da bu yedi iklimin taliini gösterir. Mesela, Arabistan ikliminin talii güneştir. Anın için halkı çok yaşar. Ay Frengistan (Avrupa) ikliminin taliidir, halkı çok uzun ömürlü olmaz. Rum ikliminin (Türkiye ve yakın Şark memleket halkının ) talii zühre (Venüs) yıldızıdır. Tuna nehrinden ileriye (Asya Hindistan (Pakistan Çinhindi, Avustralya) talii Zühal (Saturn), Afrika memleketlerinin talii Müşteri (Jüpiter), sâir Amerika gibi uzak yerlerin Kutup ve Okyanusların talii Merih (Mars) yıldızıdır. Velhasıl herbir iklimin talii birer yıldızdır.

 

Ol nefha ile gözü açıklar görür ibret,

Ol nefha ile işidilir ma’nâ-i hikmet.

Ol nefha imiş Âdem’e bil meşreb-i a’lâ,

Ol nefha imiş kâf-ı vücûdundaki Ankâ.

 

Birinci beyitte “Ol nefha imiş Âdem’e bil meşreb-i a’lâ ” da geçen nefhadan maksad: Âdemin kalıbı tamamlandığında kendisine İlâhi hayat tecelli olundu. Yani önce “ Nur-i Muhammedî “ yaratılıp,sonra o nûr hazreti Âdemden tecelli olundu. Ten Âdemin, ruh Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V) nındır. Bu âlemden başka isimler ve sıfatlar âlemlerine “Meleküt âlemi “ tabir olunur.Ruh süfli olursa nefs, ruh ulvî olursa işte ona ruh denilir.

 

Dil anın ile kıldı özün zikrine mu’tâd,

Ol nefha ile dâim eder yâr adını yâd.

El anın ile vermeğe meyl eyledi mâli,

Ayak dahi doğrulttu bu nefha ile yolu.

Nefs anın ile râzıyye-vü marziyye oldu,

Emmâreliğin terk edüben tezkiyye buldu.

Rûh anın ile etti semâvâta urûcu,

Kıldı melekûta dahî anınla vulûcu.

Ulvî olup ıtlâka eriştirdi sülûku,

Mülki şu ki terk ede bulur şâh -ı mülûku.

İniş dahi yokuş bir olur cümle yanında,

Cismindeki can gibi bulur dostu canında.

Gider ikilik birlik olup her şey olur Hak,

Çün gide bulut âleme gün doğa muhakkak.

Ol nafha ki Âdem demidir Âdemi iste ,

Ol demde Niyâzi erilür menzil-i dosta.

_________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Habs için geldi, gelüp ıtlak için ferman bana,

Evvelki kahr , âhiri ihsân eder Sultan bana.

Erbâin’im çün tamâm oldu dahi on gün geçer,

Hatm olur menzil merâtib can olur canân bana.

Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ üçyüzellidir bilin,

Doğdu gün mağribden açtı zulmet-i Sübhân bana.

 

Hazreti Mısrî ile hazreti Hüdâyî (K.S.E) ayni devirde, yani İkinci Sultan Ahmet zamanında yaşamışlardı.Her ikisi de İstanbul'da Üsküdar'da şimdi Hüdâyî dergâhı bulunan mahalle Mısrî efendinin evi yakın ve birbirlerine komşu idiler.Mısrî efendi İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyn efendilerimiz hazretlerinin Nübüvvetlerine dâir bir risâle yazmıştı.Bu risâle hakkında Hüdâyi efendi ; Fahrı âlem (S.A.V ) hâtemül Enbiyâdır, andan sonra nübüvvet yoktur diyerek gadap etti. Halbuki burada Hazreti Resûlün nübüvveti teşriiyenin hâtemi olduğunu anlamadı ve hazreti Mısrîyi İkinci Sultan Ahmed’e şikayet etti. Padişâh da Mısrî efendinin evinde habsi için 3-4 tezkere gönderdi, hatta bunlardan birini fakirda gördüm.İşte bu sebepten Mısrî efendi 50 günlük hapisliği kabul etti ve sonra serbest bırakıldı.

Geldi Hak, bâtıl firar etti dolaştı mağribe ,

 

Zâhir oldu gizli sırlar verdi Hak bürhan bana.

Ol dem İsmâil gibi teslim-i Hak etti hemin,

İkiyüz bin dahi yetmişbeşte bir kurban bana.

Anladım zebh -i azîme bir işârettir bu koç,

Hem beşârettir gele Yahyâ ile mihmân bana.

Halkı âlem dediler İsâ’ya Mısrî bir zaman,

Dahî bundan özge mâ evhâ dedi Kur’an bana.

 

Mağrib mahalli gaybtır. 1275 tarihinde bir Kâmil insan zuhur edip, anın mensuplarının İmâm-ı Mehdi ye kadar yetişeceğine bir işârettir.

“ Halk-ı âlem dediler İsâ’ya Mısrî bir zaman” .

Mısrî efendiye zamanında İsâ meşrebinde bir adam demelerinin sebebi,İsâ gibi kendisine de İlâhi vahî gelir demelerindendi.

____________

Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün

Ey derde dermân isteyen Yetmezmi derd derman sana,

Ey râhat-ı cân isteyen Kurbân olandır cân sana.

Yağma edersin varlığın Gider gönlünden darlığın,

Mahveyle sen ağyarlığın Yâr oliser mihman sana.

Sermâye bu yolda heman Teslim olur buna inan,

Sıdk ile Allâha dayan Etmezmi gör ihsân sana.

“ Ey aşkının derdine tutulmuş derman isteyen”

 

Derdinin dermânı senin aşkındır, zirâ maksada seni o ulaştırır, esasen maksat da budur, çünkü aşk, insanın vücûdunun bütün organlarıyla, hatta herbir zerresiyle sevgilisine teveccüh etmek manâsınadır. İşte maksad da budur.

“ Ey cânının rahatını isteyen , cânındır kurban sana.”

Onu, yani canını feda et. Senin huzursuzluğun vâriyetindir.Variyet dahi candan gelir,cânını kurban edince rahat olursun.

“Yağma edersin varlığın Gider gönülden darlığın “

Varlığın yağma edersen , yani vâriyet Hakkın olduğuna ve senin olmadığına vâkıf olursan ve ağyarlığını yok edersen huzursuzluğun gönülden gider, rahata erersin. O zaman kiseye dargın olmazsın ve hakiki Yâr sana dâima yol gösterir.İşte bu gerçek Dost’a teslim ol ve bu yolda sermâyen bu olduğuna inan. Allâha sıdk ile (doğrulukla) sarıl, o zaman elbette sana pek çok şeyler ihsân olunur.

 

Tevhide tapşur özünü Kimseye açma râzını,

Şeyh izine tut yüzünü Şeyhin yeter bürhân sana.

Eyün kişi yol alamaz Maksûdunu tiz bulamaz,

Bekle maârif kapusun Yüz göstere irfân sana.

Dünyâ ile ukbâyı ko Ûlâ ile uhrâyı ko,

Var ol kuru sevdâyı ko Matleb yeter Sübhân sana.

 

“Tevhîde tapşur özünü “ demek, rûhunu tevhîde uydur demektir. Tevhîdin manâsını daha küçük bir çocuk iken ilm-i hal kitaplarında okursun. Hakk’ın sıfâtı selbiyesi altıdır.

Birincisi : Vücûd. Yani vücûd -u Hak. Bu âlemi vücûdda Hakkın vücûdundan başka vücûd yoktur.

İkincisi : Kıdem. Yani evveli yoktur.

Üçüncüsü : Bekâ. Yani âhiri yoktur.

Dördüncüsü : Muhâlifetilhavâdis. Yani yaratıklardan hiç birine benzemez.

Beşincisi : Kıyâm binefsihi. Yani Allâh binefsihi kâimdir.

Altıncısı : Vahdâniyet. Yani Allâhın ef’âlinde, sıfâtında ve zâtında eşi ve benzeri yoktur demektir

Şimdi sen elinle iş işlersin, gözün ile görür ve kulağın ile işitirsin ve ağzındaki dilin ile söylersin. Bu ef’al ,yani işler ve sıfatlar kimindir? Fâil ve mevsuf Hak değilmidir? Bu vücûd kimin zâtıdır? Hakk-ın zâtıdır, bizim zuhûrumuzda gizlenmiştir. İşte bütün bunları henüz küçük bir çocuk iken öğreniyoruz.

“ Kimseye açma râzını “, yani kimseye sırlarını söyleme, zirâ cahiller çoktur, bu gerçekleri anlayamazlar veya anlamak onların işlerine gelmez.

“ Şeyh izine tut yüzünü “ yani Şeyhin sana delil kâfidir.

“ Eyün kişi yol alamaz Maksûdunu tiz bulamaz “

Büyük kişiler yol alamazlar, Çünkü oraya buraya kolayca sokulamazlar ve isteklerini çabuk elde edemezler.zirâ kibirleri buna engeldir.

“ Bekle maârif kapısın Yüz göstere irfân sana “ Maârif kapısını bekle, Mürşid sana irfân gösterir.

“ Dünya ile ukbâyı ko Ulâ ile uhrâyı ko “

Dünya ile ukbâyı, ulâ ile uhrâyı ve var ise kuru sevdâyı terk et. Sübhân , yani Cenâb-ı Hak sana matlup kâfidir. Çünkü dünyâ için ibâdet eden riyâ ehlidir. Bu adam namaz kılar ve oruç tutar ve şöyle yapar, böyle yapar denilerek herkesden bir itibar ve hüsnü zan görmek için yapılırsa bu riyâdır. Âhiret için olursa nefsini cehennem azâbından kurtarmak ve cennette makâm bulmak için olursa, bunlarda kendi nefsin için olduğundan her ikisi de malül yani sakat ibâdetlerdir. Yapılan ibâdetler Allâhın rızâsı için olmalıdır.

İbâdet edenler üç mezhep üzerindedir: Bunlardan birincisi “Avam”, ikincisi “Ebrâr “, üçüncüsüde “Mukarrabîn” dir.

İbâdetin ednâsı : “ Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” , yani “Yâ Rab, kuvvet ve kudretim yoktur,senin kuvvet ve kudretinle namazı kıldım” demek, işte bu ibâdetin ednâ olanıdır. İbâdetin alâsı âbid; mabûd, ibâdet sensin demektir.

 

Candan talep kıl yârini

Ver canı bul didârını

Yok eyle kendi vârını

Kim var ola cânan sana.

Çürüklerin hep sağ olur

Zehrin kamû bal yağ olur,

Dağlar yemişli bağ olur

Cümle cihân bostân sana

Güçtür katî Hak-kın yolu

Dergâhı hem gâyet ulu,

Sıdk ile olmazsan kulu

İtmez yolu asân sana.

Kulluğa bel bağlar isen

Şâm-ü seher ağlar isen,

Sular gibi çağlar isen

Tiz bulunur ummân sana.

Bülbül oluben öte gör

Gül gibi açıl tüte gör,

Aşk ödüne can ata gör

Gülzâr olur nirân sana.

Yüzün Niyâzi eyle Hâk

Derd ile bağrın eyle çâk,

Kalbin saryâyın eyle pâk

Şâyet gele Sultân sana.

 

Candan yârini talep et, ver cânını bul didârını. Kendi vâriyetini yok et ki, sana canân var olsun. O vakit çürük ve zehir gibi olan itikadların sağlam ve bal gibi tatlı olurlar. Dağlar yemişli birer bağ ve cümle cihân sana bostân olur ve sen de zengin olursun.

“ Güçtür katî Hak ‘kın yolu Dergâhı hem gâyet ulu”

Çünkü yolcu olan kimse delili bulamazsa, Hak’ka nasıl ulaşır? Bulamazsa ulaşamaz. Delillik davâsında bulunanlar pek çoktur, ancak yolu bilen delil güç bulunur. Yoksa Hak’kın yolu pek kolaydır, yeter ki gerçek Kâmil insanı sen bulasın .

“ Sıdk ile olmazsan kulu Etmez yolu asân sana”

Sıdk ile kul , yani zelil olmazsan, Cenâb -ı Hak kendisine ulaştıran yolu sana kolay buldurmaz.

“ Bülbül oluben öte gör Gül gibi açıl tüte gör”

Bülbül gibi dâim figânda ol ve gül gibi açılıp zelil ol. Ve aşk ateşine cânını at, işte o zaman herbir mihnet ve meşakkat sana rahatlık olur.

“Yüzün Niyâzi eyle hâk Kalbin sarâyın eyle pak”

Ey Niyâzî yüzünü sen toprak et ve derdinle de yakan çâk et. Kalbin evini de sen pâk et. İşte böyle yaparsan, ancak o zaman Sultan gelir, yani o kalbin asıl sâhibi olan Allâh gelir,gönlüne yerleşir.

____________

Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün__________

Ey çarh- ı dûn nittim sana hiç vermedin râhat bana,

Güldürmedin önden sona ah mihnetâ vah mihneta

Bendinden âzad etmedin, feryâdıma dâd etmedin.

Bir dem beni şâd etmedin ah veyletâ vah veyletâ.

 

Burada çarhtan murad bahttır, yani ey baht-ı dûnum, bana hiç rahat vermedin,beni hiç güldürmedin sıkıntıdayım vâh, vâh. Beni benden ayırmadın, benim feryâdıma erişmedin, beni hiç sevindirmedin vâh, vâh.

 

“ Erişmedi dosta elim Rahmâna varmadı yolum “

“ Çıkmadı başa menzilim ah gurbetâ vah gurbetâ ”.

 

Dosta elim erişmedi, Rahmâna yolum varmadı,menzilim başa çıkmadı ah gurbet, ah gurbet, yani dünya da bile kalınacak bir yeri yok. Çünkü insân ruhlar âleminden “ Lakad halaknel insân-e fî ahsen-i takvîm sümme redednâ-hü esfel-e sâfilîn “ fehvâsınca güzel bir biçimde yaratılıp esfeli sâfilîn olan şahâdet âlemine, bu görünen âleme gönderildi. O bu âlemde gurbettedir. Eğer o insân rûh yoluyla aslına yükselemezse, yani ef’âlini, sıfâtını ve zâtını Hakta yok edip te yükselmeyi başaramazsa, hayvan ve madenden bile aşağı kalır. Çünkü insânın yeri o takdirde bunlardan daha aşağı olur.

 

Kârım dürür derd ile gam gitmez başımdan hiç elem,

Gülden cüdâ bir bülbülüm ah firkatâ vah firkatâ .

Mecnûn veş âh edeyim Ferhâd veş vâh edeyim,

Bu virdi her-gâh edeyim ah hasretâ vah hasretâ.

 

İkinci beyitte gülden murad edilen rûhlar âlemidir. Demek istenir ki bu rûhlar âleminde uzak düşmüş bir bülbülüm. Mısrî efendi şeyhi Sinân Ümmî Mehmet efendinin emriyle hakîkat ilimlerini tahsil için Mısır’a gitmiş idi. Orada tahsilde iken Şeyhi vefat ettiğinden seyri sülûk gösteremedi. İşte beyitler bunu terennüm eder.

 

“ Var mazsa yolum Şeyhime, sarmazsa merhem yâreme,

Olmazsa çâre derdime ah hayretâ vah hayretâ”.

 

Eğer benim yolum Şeyhimin yoluna varmazsa ve Şeyhim yarama merhem sarmazsa veyahut derdime bir çâre olmazsa vah hayretâ, vah hayretâ demiştir.

Niyâzî Mısri Üsküdarda oturdukları sırada kendisine manâ âleminden bizzat Resûlüllah (S.A.V) seyr-i sülûk ettirdi. Bazen İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyin efendilerimiz dahi gelip tevhid makâmlarını gösterirler idi. Bir sâlik sıdkiyle sülûk ederse, cem-ül- cemde Resûlüllah efendimiz ana gelir. Bilhassa “ Ahadiyet makâmı “ nı bizzat Resûlüllah efendimiz telkin ederler. Zirâ bu makâmın sâhibi ancak odur,başka kimse telkin edemez. İşte bir kimsenin meyl ve muhabbeti olduğu vakit son nefeste olsun ana sülûk gösterilir, anı Cenâb-ı Hak kabul eder ve sâlik ise makâm gösterilir.Bir sâlik tevhîd makâmlarından ilki olan “ Tevhid-i Ef’al “ görüp de Şeyhi vefat etse , gerek bu âlemde ve gerek âhiret âleminde, yani kabirde, haşirde neşirde ana tekmil-i makâmat ettirilir.Bunu ya Şeyhi veyâ diğer Veliler yaparlar. Hazret-i İbrahim (A.S) tevhîdin babası olması itibariyle bu gibi sâliklere en önce kendisi makâmları gösterir, sonra diğer Velileri tayin edip o sâlikin makâmını tamamlatır.

 

Yanar Niyâzî derd ile hiç kimse yok hâlin bile,

Nâlân olup girdi yola âh rihletâ vâh rihletâ.

_______________

Vezin : Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Uyan gafletten ey gâfil seni aldatmasın dünyâ,

Yakanı al elinden kim seni sonra kılar rüsvâ.

Ne sandın sen bu gaddârı ki tâ böyle anı sevdin,

Anı her kim ki sevdiyse dinini eylediği yağmâ.

 

Cenâb-ı Hak gâfiller hakkında Kur’an-ı aziymüşşânında buyurur:

“ Velekad zere’nâ li-cehenneme kesîren minel cinni vel insi...” (Araf suresi , âyet 179 ). “ Biz cehennem için insan ve cinlerden pek çok kimseleri yarattık. Anların gözleri var görürler, lâkin taş ve ağaç görürler, fekat gerçekleri göremezler. Anların kulakları vardır, bu insan sesi, şu hayvan sesi diye işitirler, velâkin ses kimindir, çağıran kimdir bilmezler. Anların kalbleri vardır, velâkin Hakkı idrâk etmezler. İşte bunlar hayvan gibidirler, belki hayvandan da daha aşağıdırlar”. Hayvan hiç değilse kendisine zararlı veya faydalı olan şeyleri bilmeğe yaradılıştan itibaren istidatlıdırlar, bu gibi insanlar ise bu ilk bilgilerini de kaybetmişlerdir. Çünkü her bir çocukta fıtrat ilmi vardır âkil baliğ oldukça gaip olur. İşte gafiller hakkında Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Azimüşşan’da böyle buyurdu.

“Uyan gafletten ey gâfil seni aldatmasın dünyâ”

Ey gâfil uyan, seni aldatmasın dünyâ. Şimdi dünya nedir, malmıdır? Elbisemidir? Konakmıdır? Hayır. Çok karun gibi zenginler var, halbuki dünyâ ehli değillerdir. Çok yoksul kalmış insan var, hatta kapı kapı dolaşıp avuç açar,dünyâ ehlidirler. Dünyâ insanı Hak’dan iğfal eden, Hak’dan gâfil kılan şeydir. Ne olursa olsun Hak’dan gâflet veren herşey dünyâdır. İşte ey gâfil uyan, zirâ dünyâ aldatırsa, âhirette, Allâhın huzurunda da seni rezil eder.

 

“ Adâvet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşmân,

Ki asla senden ayrılmaz ömür âhir olunca tâ.”

 

Bir mü’minin diğer bir mü’min kardeşine düşmanlık etmesi câiz olmaz. Cenâb-ı Hak Kur’ânı aziymüşşânında bu gibilere lânet etmiştir. Kâfirin de zâtına düşmanlık olmaz, zirâ sûret-i insâniyededir, ondan sâdır olan habis olan fiillerine adâvet olunur. Velhasıl hiç kimseye düşmanlık besleme, sana nefsin düşman yeter ve o nefis ömrün sona erinceye kadar senden ayrılmaz, seninle beraberdir.

Evliyâdan biri rüyâsında kendisini Medine-i Münevverede İbni Abbas kubbesi altında oturur görür. Mübâşir kılıklı biri gelir. “ Seni beldenin hâkimi istiyor “ der. Bu zat :” Benim beldenin hâkimi ile işim yoktur.” diyerek geleni yanından kovar. Sonradan düşünür, bu beldenin hâkimi Resûlüllah efendimizdir, hemen kalkıp Harem-i şerifte Şebeke-i Resûle gider.Orada zayıf bir adam oturur görür. Şebeke-i Resûlden nidâ gelir : “ Senin hakkında davâcı var.” Bu defa zayıf adama : “Nedir davân söyle” buyururlar. “ Efendim, bu zat beni doyurmaz, su vermez beni aç bırakıyor, beni öldürecek “ deyince o zat bu zayıf adamın kendi nefsi olduğunu anladı.”Ya Resûlallah , sen buyurdun size nefsiniz yeteri kadar düşmandır,ondan korunun, eğer ben bunu aşırı derecede beslersem, sonra bana uymaz,beni tehlikeye kor”. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu: “ Aferin benim hadisimle âmil olmuşsun “. Bu defa nefis : “Yâ Resûlüllah buyurdun nefis sizin binek atınızdır, ona iyi bakın ,bu zat beni öldürecek”. Bunun üzerine Resûlüllah efendimiz : “Haydi o bilir seni öldürmiyecek kadar bakar “ buyurdular.

“ İşittin Hak Resûlünden nice âyât-ü ahbârı,

Veli nîdem ki kâr etmez bu öğütler sana aslâ.”

Ayât, Kur’ânı azîymüşşânın âyetleri, ahbâr ise Hazret-i Peygamber Efendimizin hadisleridir. Sahâbeler Kur’ânın anlayamadıkları âyetlerini Hazret-i Resûlüllaha sorarlar, kendileri de bunları hadislerle açıklardı.

“Bu zâhir gözünü örtüp bana tut cân ile gönlün,

Ki her bir sözün içinde duyasın cevher-i manâ”.

Zâhir gözünü ört, bu sûretlere bakma, gönlünü bana çevir, o zaman her sözün içinde nice bintürlü manâ cevherlerinin olduğunu duyarsın.

 

“Kelâm-ı Mustafâ zevkin dimâğında bulan gör kim”

Muadil olmaz ol zevke hezâran men ile selvâ.

 

Hazret-i Peygamberin sözlerinin tadını dimâğında tut, zirâ ol zevke bin bıldırcın kebâbiyle helva muâdil olamaz, çünkü onun sözleri rûhun gıdasıdır, diğerleri ise nefsin gıdasıdır, rûhun gıdasına bedel olabilir mi, elbette olamaz.

 

“Kemâl-i devlet istersen oku ayât-ı Kur’ânı

Ki her harfin içinde var Niyâzî bin dürr-i yektâ”

 

Eğer kemâl-i devlet istersen Kur’ânın âyetlerini oku, her ne kadar Allâhın âyetleri Arabça ise de derin manâsını esasen Arab da anlamaz, yalnız sözlerini anlar. Kur’ân bize mürşiddir. Zât, Mürşid-i Hak’tır. Nebî ve Velîler Allâhın tercümânıdırlar. Cenâb-ı Hak kullarını bunların vasıtasıyla irşâd eder.

____________

Hatm-i cem-il Mürselinin fahrıdır fahr-ü fenâ,

Hatm odur kim bir ola yanında hem şâh-ü gedâ.

Devlet-i dünyâ seni bir rütbeye muhtac eder,

Devlet oldur sana her bir rütbeden vere gınâ.

Dersin aklından alursun bil sana olmaz delil,

Dersini var Hak’dan al kim ilmin ola rehnümâ.

 

Bütün Mürselînin sonuncusunun fahri “ Elfakrü fahri” fehvâsınca fakrû fenâdır. Fenâ, fakrın atf-ı tefsiridir, yani fakr bir insanın ef’âlini Hak-kın efâlinde, sıfâtını Hak-kın sıfâtında, vücûdunu Hak-kın zâtında fenâ etmektir, yani fâil, mevsuf ve mevcûd Hak-tır. Fiil, sıfat vücûd, benimdir diyen şirk ehlidir. Meselâ, şu kitabı buradan kaldırıp şuraya koydun, bu fiili kim işledi dersen, şirk ehli, ben işledim, ben gördüm, ben işitirim ve söylerim ve bu vücûd benimdir derse, o zaman bu işlerin yaratıcısı da sen oluyorsun demektir. Hayır Hâlik Allahtır. İşte cevap veremez. Görülüyor ki seni ve senin yaptığın her şeyi yaradan Allahtan başkası değildir, o halde nasıl ben yaptım, ben ettim, ben iştirim dersin?

Hatm ikidir: Biri “Hatm-i Velâyet-i Muhammediyye”, ikincisi “Hatm-i Velâyet-i Amme” dir. Bunlardan “Velâyet-i Muhammediyye” makâmı Allâhın en seçkin bir insanı olan “Gavs”ın makâmıdır. “ Velâyet-i Amme “ ise insanları irşâda memur edilen Velîlerin reislerinin makâmıdır. Çünkü Velâyetin çok mertebeleri vardır. Bu sebepten Velîlerin herbiri aynı mertebede değildir, ayrı ayrı mertebelerin sâhipleridir. Dünyâda insanlara bahşedilen devlet ve dünyâ mertebeleri de birer ilâhî ihsandır. Her mertebeden gınâ veren devlet Gavsın rütbesidir. Hatta “ Errahmân-ı alel arş-İstivâ “ âyetinin tefsirinde Rahmandan murad (Gavs) tır denilmiştir. Dünyâ ve âhiret, arş ve kürsi (Gavs) ın elinde bir hardal dânesi kadardır, tasarruf eden odur. Şimdi onun bu devleti bir Hükümdârın devleti gibi olur mu , hiç şüphesiz olmaz. Gerek Velî olsun, gerek Hükümdâr olsun hepsi Cenab-ı Hak-kın mazharlarıdırlar, bir Velî Padişâha gitse ana itibar eder.

Dersini aklından alırsan, akıl seni tehlikeye atar. Akıl insana delil olamaz, Dersini Allâh’tan al ki , o zaman ilmin sana delil olsun.

 

Belki Mûsâ’yı telemmüz eylese etmez kabûl,

Hızr ile hem-râh olan kes eylemez çün-ü çerâ

 

Hazreti Musâ’nın kalbinde çözemediği üç müşkülü vardı ki, halli kerâmet-i kevniyyeye muhtaç idi. Bunun için Cenâb-ı Hak Musâ’ya hitaben: “Mecmail-Bahreynde benim Velî bir kulum vardır, kalbindeki müşkülleri o hal edecektir, oraya git, onunla buluş” diye emir verdi. Hazreti Mûsâ ile Hızır (A.S.) orada buluştular, birlikte bir gemiye bindiler. Bir müddet sonra Hızır (A.S.) gemiyi deldi. Bunun üzerine Hazreti Mûsâ (A.S.) gemiyi niçin deldin, gemi içinde bu kadar insan var; boğulacaklar. Çünkü Nebî şefkatli olur. Gemiden dışarıya çıktılar, bu defa oyun oynamakta olan çocuklardan birinin Hızır (A.S.) tutup başını kopardı ve kürek kemiğini Hazreti Mûsâ’nın eline verdi. Hazreti Musâ bakıp gördü ki, çocuk büyüdüğünde anasını ve babasını küfrettirecek. Sonra bir beldeye geldiler, orada kendilerine ahaliden hiç kimse hüsnü kabul göstermedikleri halde eğilmiş, yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır (A.S.) tutup düzeltti. Bütün bunlar ne demek oluyordu? diye Hazreti Musâ sorunca, cevaben Hızır:

“Yâ Musâ, hani sen doğduğun sıralarda Firavun, yeni doğan bütün erkek çocukların öldürülmesi için emir vermişti. Bunu bilen anan seni, oğlumun öldürülmesi gözlerimin önünde olmasın diyerek seni beşiğin içine koyup Nil nehrine bıraktı. Allâh seni nehirde boğulmaktan korudu. Firavunun sarayına alındın, büyütüldün. İşte gemiyi delmem de böyle oldu. Gemi sağlam kalsaydı, Firavunun adamları gelip gemiyi ganîmet olarak alacaklardı, halbuki gemi senin korunduğun gibi, sen de vaktiyle Peygamberliğinden önce Firavunun bir hizmetkârı ile kavga eden ve sana sığınan adamı sen tutup öldürdün, zirâ o adam sağ kalsaydı, Beni İsrâilin bir çoğunun kanını akıtacaktı. Benim öldürdüğüm çocuk da âilesini büyüyünce küfre dâvet edecekti. Üçüncüsünün cevabını istersen, hani sen vaktiyle Şuayp (A.S.) mın kızlarına su almak için kuyunun ağzındaki ağır taşı parasız olarak kaldırdığın gibi. Bize hüsnü kabul göstermeyen belde halkının duvarını da parasız olarak doğrulttuğum gibidir, çünkü bu duvarın içinde evvelce saklanmış bir hazine vardı ve sâhibi ise henüz küçük bir yetim idi. Şâyet ben o duvarı doğrultmamış olsaydım, duvar yıkılacak ve hazineyi de başkaları alacaktı” demiştir.

Bütün bu açıklamaları dinleyen Hazreti Musâ:

“Senin gidişin başka, benim gidişim başka” diyerek Hızır (A.S.) dan ayrıldı. Çünkü evvelce de beyân ettiğimiz gibi Nebîler şefkât ve merhamet-i İlâhiyye ile, Velî ve Melekler ise gayret-i İlâhiyye ile zâhir olurlar.

Lût (A.S.) , kavmini mahvetmek üzere Allâh tarafından gönderilen Cebrâil ile Mikâil’i karşısında görünce şefkatinden ağladı, çünkü mahvolacak kendi ümmeti idi. Peygamberler mucize göstermek üzere emir olundukları zaman ellerini vurup, eyvâh şâyet ümmetim göstereceğim bu mûcizeye inanmazlarsa halleri nice olur? Sonunda kendilerine İlâhî gazap tecellî edecek ve mahvolacaklar diyerek mucize göstermekten kaçınırlardı, zirâ onların merhametleri çok fazladır.

İzzet istersen yürü var bekle zillet kapısın,

 

Teş-i a’dâ ile kayna olunca kimya.

Kâb-e Kavseyni ev-ednâ da ikâmet eyleme,

Zât-ı baht nûruna yan, bul makâm-ı mütehâ.

Mısrîye hatm-il makâmat oldu her şey ferâğ,

Zâhir-ü bâtında kalmadı ebed illâ Hüdâ.

 

Düşmanlar yanar yanar nihayet kimya olur, yani tevhide gelerek dost olurlar. Sen de kayna, eri kimyâ ol.

Burada “Kaabe Kavseyn” den murad edilen Tevhidin “ Cem-ül-cem makâmıdır. Bu makamda çok kalma ,En son makâm olan “ Ahadiyyet “makâmına ise Hazret-i Resûlüllah (S.A.V) efendimiz ma’nen telkin buyurursa geçilebilinir. Bu sebeple Beyâzıd-ı Bistâmî Hazretleri de bir defasında : “ Ben bir deryâya daldım ,Enbiyâ kenarında kaldılar “ buyurduğu deryâ işte bu “ Ahadiyyet Deryâsı “ dır.Bu Ümmetin Velileri de Beni İsrâilin Nebileri gibidir, çünkü beni İsrâil Nebîlerinin ve sâir Nebîlerin makâmları tevhidin “Cem-ül cem “ makâmıdır.

___________

Vezin : Fâilâtün Fâilâtün fâilâtün fâilün

Bahr içinde katreyim bahr oldu hayrân bana,

Ferş içinde zerreyim arş oldu seyrân bana.

Dost göründü çün iyân kalmadı bir şey nihân,

Tûfân olursa cihân bir katre tufân bana.

Sûrette nem var benim sîyrettedir ma’denim,

Kopsa kıyâmet bugün gelmez perişân bana.

Kâf-ı dil Ankâsıyım sırrın âşinâsıyım,

Endişeler hâsıyım ad oldu insân bana.

Niyâzî’nin dilinden Yûnus’dürür söyleyen,

Herkese çün can gerek Yûnus’dürür cân bana.

 

“ Sîrettedir ma’denîm “ demek, her şey o madenden zuhurâ gelir demektir. Şiirdeki bu beyti Niyâzinin dilinden Yûnus (A.S). söylemiştir.Zirâ Yunus (A.S) mın Hazreti Resûlûllah (S.A.V). gibi mirâcı vardır. Hazret-i Yunus balık karnında mirâc etti, Hazret-i Resûl de (S.A.V) bilinen şekilde mirâcını yaptı, ikiside birdir ve hatta Hazret-i Resûl (S.A.V) : “ Benim mirâcımı Hazret-i Yunusun mirâcı üzerine tafdıl etmeyin, yani üstün tutmayın”buyurdu.İşte Hazret-i Yunus mirâcında Hak ile Hak olduğu cihetle bu bahrı Niyâzî efendinin lisânından söyledi demektir.

_____________

Vezin : Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün.

Uyan gözün aç durma yalvar güzel Allâha,

Yolundan izin ayırma yalvar güzel Allâha.

Her geceyi kâim ol her gündüzün sâim ol,

Hem zikr ile dâim ol yalvar güzel Allâha.

Bir gün bu gözün görmez hem kulağın işitmez,

Bu fırsat ele girmez yalvar güzel Allâha.

Sağlığı ganîmet bil her saatı ni’met bil,

Gizlice ibâdet kıl yalvar güzel Allâha.

Ömrünü hiçe satma kendini yakma,

Her şâm-ü seher yatma yalvar güzel Allâha.

Hey nice yatursun dûr olma bu safâdan dûr,

Bahr-i keremi boldur yalvar güzel Allâha.

Her vakt-i seherde bin lûtfu gelür Allâhın,

Ol vakt uyanır kalbin yalvar güzel Allâha.

Allâhın adın yâd et can ile dili şâd et,

Bülbül gibi feryâd et yalvar güzel Allâha.

Gel imdi Niyâzi’yle Allâha niyaz et,

Hâcâtı dırâz eyle yalvar güzel Allâha.

Zâhir üzere takrir edilmiştir. (Hacı Maksut efendi).

___________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün.

Gönül tesbih çek seccâdeden hiç ayağın ayırma,

Namaz ehlinden özünle sakın sen durma oturma.

İbâdet ehli ol hem özünü kaldırma topraktan,

Vuzu’dan el yuyup râhat edüp şol nefsi yaturma.

Yüzün yerlere sür gel bu riyânın mescid içinde,

Otur minber gibi dâim kafeste kuş gibi durma.

Müezzin nâlesin dinle dağılsın dilde teşvişin,

Sakın terk eyleyip tamû kapısın sana açtırma.

Cemâatla namaz terk edeni almış kedûretler,

Anın terkiyle lûtf et bir kedûret hem artırma.

 

“Cemâatle namaz kılmayı terk edip kederlenme”. Zirâ cemâati terk etmek kendine kederdir. Nerede olursa olsun, yani cemâatle namaz kılmak camide olsun,evinde olsun dâima mümkündür.Evinde çoluk çocuğuna imam olup namaz kıldırmalısın. Camide cemâat olarak hazır bulunmakla, evinde çoluk çocuğuna imam olmak ikiside birdir, fazilet yönünden arada hiçbir fark yoktur.

 

Hatibin sanma kim mülhid anın fi’line uy dâim,

İmamdan gayriye aslâ sakın özünü tapşurma.

 

Sen imamın fiiline aldanma, yani onu mülhid sanma, isterse imam mülhid olsun (Haktan sapmış, bâtıl bir mezhebe sâlik olan, haricî, rafızî). Hazreti Resûl buyurmuştur : “ Bir cenâzenin namazında üç saf cemâat bulunursa, şâyet o cenâze sâlih bir kimsenin ise, daha on kat salâh (Ahlak güzelliği ) verilir, eğer fâsık ise o cemâatın hürmetine Cenâb-ı Hak onu affeder “. Kezâ Hazreti Resûl buyurmuştur : “ İmama uyun ,ister sâlih olsun ister fâsık olsun .Eğer imam sâlih bir kimse ise sevâbı artar,eğer fâsık ise,o cemâat hürmetine Cenab-ı hak anı sâlih eyler ve affeder”.

“İmamdan gayriye özünü tapşırma” demek , Ulülemir’den başkasına uyma demektir. Zirâ kişinin canı ,ırzı,malı Ulülemir’in muhafazası altındadır.

Niyâzi tâati terk eylemek bil kim füzulluktur, Kerem kıl terk-i tâatle bu halkı başa üşürme.

___________

Vezin : Mefâilün feûlün mefâilün feûlün

Dime kim Hak-kı sende mevcûd ola ya bende,

Ne sendedir ne bende sığmaz ol bir mekânda.

 

Bu bahrı nakletmezden önce bir hikaye söyliyelim ki,iyi anlaşısın: Şeyhül Ekber (R.A). hazretleri “ Tecelliyât “ adlı eserinde buyururlarki ”Zinnûn-u Mısrî “ ile berzah âleminde buluştum. Çünkü Zinnûn Üçyüz ricâlindendir. Hazreti Şeyh ise Altıyüz ricâlindendir. Ehlullâh bu unsurî vücûddan münselih ( görünen bu vücûddan soyunarak ) olarak berzah âleminde dilediği ile görüşürdü. İşte hazreti Şeyh berzah âleminde “Zinnûn-i Mısrî “ ile görüştü, buyurduki ; “ yâ Zinnûn, yâ ahî, sen kitâb-ı Risâlet”in başında demişsin : “ Mâ hatara fî bâlike vallâh-ı bi-hilâf-ı zâlike “ , “ Hak , hatıra ne türlü düşünce gelirse, anın hilâfıdır, yani anın gayrıdır Halbuki “yâ Zinûn,o hatıra gelenler Hak-kın gayrımıdır,Hak-tan başka bir şey varmıdır? Anın,yani hatıra gelen şeylerin müstakil vücûdları varmıdır, yoktur” demiştir. Bunun üzerine Zinnûn-i Mısrî : “Ben şimdiye kadar bu tevhid meselesine vâkıf değildim, şimdi anladım” dedi.

İşte bu bahrın açıklamasıda buna benzer.Hak sendedir,ya bendedir.Ne sendedir, ne bende , sığmaz ol bir mekândadır.

 

“Mekânı bi-mekândır nişânı bi-nişândır,

Zuhûr eden yine ol mekânda ol zamanda”.

 

Nişânı nişânsızdır mekânda ve zamanda, canda ve tende. Sende ve bende zuhûr eden oldur, yani hep O dur.

 

“Hem cân ve hem ten oldur hem sen ve hem ben oldur,

Cümle görünen oldur uzakta ve yakında.”

Uzakta ve yakında görünen hep oldur.

“Sanır mısın kim oldur istediğin ya budur,

O bu kamû bir Hû dur gidende ve duranda.”

 

İstediğin oldur, yahut budur. Sanırmısın O bu kamû bir (Hû) dur. Gidende,oturanda, yani yok olanda ve var olanda hep O dur.Velhâsıl İbn-i Fâriz hazretlerinin buyurduğu gibi ; “ Rubûbiyetiyle hicab, izzetle zâhir oldu, mezâhirle (görünenlerle) muhtefî oldu. (gizlendi ).

Hak mutlaktır Mezâhir-i cüz’iyye ile zâhir olan Hak-kın vücûdudur. Hak iyândadır veya nihândadır, sanma iyândır,hem nihândır. Yani “ Hadid “ suresinin üçüncü âyeti mucibince bu gerçek öyle özetlenebilir : “ Hüvel evvel-ü vel-âhir-ü vez-zâhir-ü vel-bâtın-ü ve hüve bikülli şeyin aliymün “, yani “ Evvel O dur, âhir O dur, zâhir O dur, bâtın O dur ve O her şeyi kemâliyle bilir “.

 

Niyâzî gözün aç bak her şey olup durur Hak,

Sanma ânı kim ola nihanda ve iyanda.

________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.

Zerreler zâhir mi olurdu afitâbı olmasa,

Katreler kande yağardı hiç sehâbı olmasa.

Bahr-ı zâtın mevcinin hiç haddi vü payânı yok,

Zâhir olmazdı cihân anın habâbı olmasa.

Herkes anlar hem görürdü yüzünü ey dost senin,

Kibriyâ-yı len terâni ‘den nikâbı olmasa.

Kim bilürdü zülfün ile kaşların ma’nâsını,

İki âlem gibi şerh eyler kitâbı olmasa.

Ukalesin kim halledeydi ol kitâbdan zülfünün,

Anın insan denilen âhirki bâbı olmasa.

Haşri inkâr eyleyen mülhidler ilzam mı olur,

Sâl be-sâl evrâk-ı eşcâr inkılâbı olmasa.

Kabri vahdet kûşesi haşri temâşâgâh idi,

Ey Niyâzi kimde kim cehlin azâbı olmasa.

 

Zerreler zâhir olur muydu, cemâl-i İlâhi olmasaydı.Çünkü bu âlem zerrelerle doludur derler,velâkin güneş olmasa zerreler zâhir olur mu, yani görülür mü? Tabii görülmezler. Böylece zerrelerin zuhûru güneşledir. Katrelerin aşağıya yeryüzüne yağmur olarak inişi bulutladır.Su kabarcıkları su yüzünde görülür.

“ Bahr-ı zâtın mevcinin hiç haddi vü payânı yok “

Eğer zat bahrının su kabarcıkları olmasaydı, onun dalgalarının sonu olmaz ve böylece cihan da zâhir olmazdı, herkes onu anlar ve yüzünü görürmüydü, çünkü Hak mutlak olarak görünmez.

Haşri inkâr eyleyen mülhidler ilzam mı olur

Haşir hakkında üç inanış vardır : Biri mühendisler ve tabibler inanışıki, bir kimse vefat ettimi cesedi dağılır,toprak olur, rûhu haşir olur. Bu inanış tamamen bâtıldır. Diğer bir inanış da ağacın yaprakları gibi kışın dökülüp yazın tekrar yeşermesi gibi . Şu halde bu inanıştan biri ayni iâde olur der, diğeride misli iâde olunur der. Tabii ki ayni iâde olunur. Meselâ, bir kimse vefat eder, cesedi çürüyüp dağılır, hatta madenlere çevrilir, demire dahi çevrilmiş olsa , Cenab-ı Hak anı demirden, kömürden de olsa tekrar eski haline iâde eder, toplayıp cesedin önceki haline iâde ederek haşir olunması en doğrusudur.

Yukarıdaki hususu müeyyed olmak üzere “ Esrâ sûresi “ ndeki âyeti kerimede zikrolunduğu gibi misli iâde olunur diye inanış ise, “Ağaçların yaprakları dökülür, yaz oldumu iâde olunur, velâkin o kışın dökülen yapraklar iâde olunmaz, anların misilleri iâde olunurlar. Kezâ insan vefat edip cesedi dağılıp çürür, sonra misli iâde ve haşir olunur, fakat bu hususta en doğru söz ayni iâde olunur demektir.

“Kabri vahdet kûşesi haşr-i temâşâgâh idi”

Marifetullâha erişen kişinin haşri, tevhid ehli haşri olup bir nevi temâşâ yeri gibidir ve makâmatladır. O tevhid ehli, “ Cem, Hazretül-cem, Cem-ül-cem, Ahadiyyet “ makâmlarını temâşâ ederek haşir olur. Eğer bir kimsenin cehaletle azâbı olmazsa, yani Arif-i billâh olursa, çünkü azâp bütün cehaletten ileri gelirki , o ise Hak-kı burada iken ârif olmamaktan , yani bilmemekten dolayıdır.

_______________

Vezin : Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâilün

Ey şeyh-i zen dünyânın gel âline aldanma

Şem’i ruhi nârına pervâne gibi yanma ,

Fânidir anın hüsnü var rengine boyanma,

Ahdine ve vâdine gönül verip aldanma.

Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,

Gerçeklere teslim ol, her sözü yalan sanma.

Bu dünya yedi başlı bin dişli ejderdir,

Her başta bin ağzı var her lokması âdemdir,

Zehridir anın tiryâki, tiryâki anın semdir,

Her şerbeti kim içsen, şerbet değil ol demdir.

Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,

Gerçeklere teslim ol, her sözü yalan sanma.

Mat oldu nice şeyhler bu dünyânın âlinden,

Doymadı biri bunun câhından ve mâlinden,

İbret alabilirsen al mâh ile sâlinden,

Gör nice döner tiz tiz herbirisi hâlinden.

Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,

Gerçeklere teslim ol , her sözü yalan sanma.

Akliyle bunun hergiz bir hilesi bilinmez,

Şeytânı dahî gizli ilm ile o bulunmaz.

Her ne kadar ana sen şetm eylesen alınmaz,

Rıfk ile eder mekri her yakaya çalınmaz.

Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,

Gerçeklere teslim ol , her sözü yalan sanma.

Mısrî sanadır bu söz cehd et alagör ibret,

Fakr ile edip fahri etme ana sen minnet,

Emrâz-ı cehilden sen buldunsa eğer sıhhet,

Tutma sakın aslâ hiçbir kimseye var küdret.

Hak-dır bu sözüm Hak-la inkârına dayanma,

Gerçeklere teslim ol , her sözü yalan sanma.

Zahir üzere takrir olunmuştur. (Hacı Maksud efendi ).

_____________

Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Gele Deccâl gele gele gör kim bugün neler ola,

Cümleten il sana güle gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Devrin tamâm oldu senin zevkin harâm oldu senin,

Yoldaşın lâm oldu senin gele Deccâl gele gel

Gör kim senin hâlin nola.

Melekler seni tutsunlar kürsîni arştan atsınla

Tehtes-serâya döksünler gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Kaçar idin sen Allâhtan Lâ-ilâhe İllâllahtan,

Gazab irdi sana Şahtan gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Azrâil’e bürhân idin şer işde pehlivan idin,

Şeytânlara şeyân idin gele deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Ehl-i fesâda köprüsün can ib-ni cânın birisin,

Gösterirsin yol eğrisin gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

İsâ nüzûl etti yere Deccâl’i hem ehlin kıra,

Ana uyanları süre gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Ben ölem ve hem dirilem sonunda seni ölürem,

Gözüne toprak dolduram gele Deccâl gele gele,

Göre kim senin hâlin nola.

 

Deccâl, zaman-ı saadette dünyâya geldi, ismi ibn-i Sayyad Saddır. İsâ ve Muhammed dinini kabul etmedi, fesada kalkdı. Bir yerde anı buldular. Hazreti Ömer (R.A.) anın öldürülmesi için Resûlüllah Efendimizden izin istedi. Hazreti Resûl : “Bu âhir zamanda imtihan için yaradılmıştır” buyurdu ve izin vermedi.

Gerçekte Deccâl üçtür : Birinci Deccâl nefislerdeki Deccâl, ki nefs-i emmâredir. Afâktaki Deccâl, kıyâmet devrine kadar insanlara musallat olacak Şeytandır. Bir de Mesih Deccâl ki, âhir zamanda zuhûr edecektir. Şeytânın ilk oğlu Can, Âdemin ilk oğlu Kabil idiler. Canın ilk oğlu ise İblis olup kâfir idi. İşte bu İblis Âdeme secde etmediğinden kâfir oldu demek değildir. Meleklerden biri veya onların reisi dedikleri de yalandır. Onun yaradılışı küfür üzerine olup, kâfir olduğundan Âdeme secde etmedi. Ehlullâhın rûhları İmâm-ı Mehdînin askerleri olacak ve Deccalı öldürüp, gözlerine toprak dolduracaklardır.

 

“Asâ-yı Mûsâ bendedir hem yed-i beyzâ bendedir,

Mısrî bana bir bendedir gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

 

Hazreti Mûsa on yıl kadar Şuayb (A.S.) ın yanında kaldı. Küçük kızını alarak damadı oldu. Sonra Şuayb (A.S.) ona : “Sen Resûlsün, Mısıra git, hatta ona Âdem (A.S.) ın asâsını verdi. Zira Mûsa (A.S.) ın elindeki asâsı Âdemin asâsı idi. Nebiler anı mîras yoluyla birbirlerinden alırlardı. Sonra Hazreti Mûsa, kardeşi Harûn ve kendi eşiyle birlikte üçü yola koyuldular. Zaman kış mevsimi olduğundan karşı yönde bir ateş gördüler.Harun Mûsaya: “Ben burada kalayım, sen ateşe bak, orada biri olmalı. Hem bir ateş al, hem de yolu sor anla, yanılmayalım” dedi.

Hazreti Mûsâ ateşe yaklaşınca, ateş sûretinden nidâ olundu : Tahâ sûresi âyet 17- 22 : “ Vemâ tilke biyeminike yâ Mûsâ “, “ Ya Mûsâ , o elindeki nedir ? Kâle hiye asâ-ye etevekkeû aleyhâ ve ehüşşü bihâ alâ ganemi “, “ Elimdeki asâmdır,ona dayanırım ve onunla Hazretî Şuaybın koyunlarına yaprak düşürürüm “, Sonra Cenab-ı Hak : “ Fe-elkâhâ fe-izâ hiye hayyetün tes-â “, “ Yâ Mûsâ , onu yere bırak “. Asâ yere bırakılınca koca bir ejder oldu. “ Yine al onu “ buyuruldu.Aldı ve tekrar asâ oldu.” Elini Sol tarafına koy “ denildi, koydu ve “Elini çıkar” denilince , bakdı ki , eli beyazlaşmış halde. Bunun üzerine Hazreti Mûsâ, bu iki mucize kifâyet eder diyerek Firavunu imâna dâvete gitti.

 

Zâhirde Mısrî görünür

İsâ atı çul bürünür,

Yüzü karadır içi nûr

Gele Deccâl gele gele,

Gör kim senin hâlin nola

 

Yeter anı sen horladın

Köpek gibi çok hırladın,

Çok çatıldın hem gürledin

Gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

 

Bilmiş ol Adem’dir gelen

İsâya hemdemdir gelen,

Canlara merhemdir gelen

Gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

 

Kur’ân benim Fürkân benim

Derdlilere derman benim,

Bu zulmeti açan benim

Gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

 

“Kur’ân benim”, burada Kur’ândan maksat Zat, “Fürkân benim” Fürkandan murad da sıfattır, yani zât ve sıfat benim demektir. Cehâlet hastalığına dermân benim. Bu bilgisizlik karanlığını açan, gideren hep benim.

Kur’ân’ın esrârı benim, göklerin envârı benim,

Mü’minin ikrârı benim gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Kur’ân’ın sırları “ Fâtihâ-i şerifte “ dir. Fâtihânın sırları ise “ Bes-mele “ dedir. Çünkü Besmele Hazarât-ı İlâhiyyeyi câmidir .

Hazarât-ı İlâhiyye üçtür : 1 – Ulûhiyyet, 2- Rahmâniyyet, 3- Râhimiyyet dir. Bunlar sırasıyla “ Tevhîd-i ef’âl , Tevhîd-i Sıfat , Tevhîd-i Zattır.”

Ölüleri diriltirim ağlayanı güldürürüm,

Deccâl’i ben öldürürüm gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Ölüleri diriltmek bu ümmetten üç kişide zuhûr etmiştir : Bunlardan Abdülkâdir-i Geylâni hazretleri bir kedi diriltti. Diğeri Molla Câmî hazretleri önceden pişirilmiş bir tavuğu diriltti.Üçüncüsüde Bayezd-i Bistâmî hazret-leridir’ki , bir karıncayı iki parçaya bölmüş iken tekrar birleştirip diriltti. Bunlara İsevî meşrebli derler. Çünkü Hazreti İsâ (A.S) yarasa kuşlarını çamurdan yapar, onlara üfleyerek diriltir ve uçururdu. Hatta o bir ölüyüde diriltmişdi.

Sen beni çünkim bilmedin imâna kâbil olmadın,

Hasma mukâbil olmadın gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Deccâl aceb yorulmadın inâdından ayrılmadın,

Bir ölüsün dirilmedin gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Vücûdun Hak vücûdudur Allâhın halka cûdudur,

Ma’dum iken mevcûdudur gele Zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

Mısrî’nin sözü dağıdır kuyumcular toprağıdır,

Halka cevâhir dağıdır gele zâlim gele gele,

Gör kim senin hâlin nola.

_________

Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün.

Devrân odur kim devrini Devr-i felek bilmez ola,

İnsân odur kim sırrını ins-ü melek bilmez ola.

Merkep izinde su görüp deryâyı gördüm sanma sen,

Deryâ odur kim ka’rını aslâ semek bilmez ola.

Adem odur kim nârı ola hem mâ-i hem zem’ân ola,

Hayvandan ol adaldürür nân-ü nemek bilmez ola.

Kâmil odur kim aç susuz çok çok emek çekmiş ola,

Nâkıs olardır bunda kim nergiz emek bilmez ola.

Herbir Nebî, Herbir Velî zilletle erdi menzile,

Mısrî’ye söğsün şol ağız Allâh demek bilmez ol

 

İmân üç kısımdır : Birincisi taklidî imândırki, bu imânın doğru olup olmadığında çok anlaşmazlık vardır. Çünkü taklidî imân dil ile ikrârdan ibârettir. Taklit az zor ile bozuluverir.Bu imânın doğru olması için ,o insanın başını koparsanız imânından dönmezse , o zaman taklidî imân doğru olur ve fayda verir ve illâ hiçbir faydası yoktur. İkincisi istidlâlî imândır ki, Kur’ân-ı Kerim’in Muhammed suresinin 19. cu âyetinde : “ Fa’lem ennehû lâ ilâhe illallâh “, “ Bilki Allâhtan başka ibâdete lâyık ilâh yoktur” buyurulan imândır. Üçüncüsü tahkikî imândırki, bunun için Kur’ânı Kerim’in Ali-İmrân suresinin 18.ci âyetinde “Şehidallah-ü ennehû lâ ilâhe illâ hüve vel melâiketi ve ulul ilmi kâimen bilkıstı lâ ilâhe illâ hüvel aziz-ül-hakîm”, “Allah, kendinden başka tapacak bir rab bulunmadığı, adaleti ayakta tutarak açıkladı, melekler bunu ikrâr ettiler. Gerçek ilim sâhipleri ondan başka hiçbir Rab yoktur, O mutlak gâlibtir , yegâne hikmet sâhibi O’dur. “buyurulmuştur. Yani kısaca Hak kendi kendine şehâdet eder. İşte tahkîkî imân ve şuhûdî imân sâhibi olan Nebîler ve Resül ve Velîlerin hepsi Melâmî târifesindendir.Melâmînin imânı İmân-ı şuhûdîdir, anın için anlara melâmet olunur, zirâ imân-ı taklidî ve istidlâlî sâhibi olanlar, anların imân-ı şuhûdilerine vâkıf olamazlar, onlar ehl-i noksandırlar. Bu sebepten Melâmîlere dahl-ü taarruz ederler.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilâtün

Devredüp geldim cihâna yine bir devrân ola,

Ben gidem bu ten sarâyı yıkıla virân ola.

Cûş edüp ummân-ı can cismim gemisin dağıda,

Yerler altında tenim toprak ile yeksân ola.

 

Devredüp cihana geldiğimiz şudur : Önce Nûr-i Muhammedî, andan rûhlar âlemi, yani nefs-i kül, andan tabiat, andan heyûlâ, andan cism-i kül, andan şekil, andan arş, andan kürsî, andan felek-i atlas, andan felek-i menâzil, andan yedinci gök, andan altıncı, andan beşinci, andan dördüncü, andan üçüncü, andan ikinci, andan birinci gök yaratıldı. Andan yedi kat yer ,ki mevâlid-i selâse maden, bitki, hayvan, ve insan yaratıldı.

Kalalallâh-i Taalâ : “Lakad halaknel insân-e fî ahsen-i takvim sümme redednâhü esfele sâfilîn”, yani “ Biz insanı güzel bir biçimde yarattık, sonra esfeli sâfilîn ki, bu âleme red ettik”. O bu âlemde kalmayıp da “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn”, “Onlar Allahtan geldiler ve yine Allaha dönerler” sırrına mazhar olup da, benim zâtıma rucû edenlere (geri dönenlere) ecr-i azîym vardır. İşte Mısrî efendinin “ Devredip geldim cihanâ” dediği bu mertebelerden nüzûl ettim demek yine bir devrân olam, seyr-i sülûk ile yine Hak-ka rucû etmek, Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i Zât ile yine madenlere rucû ederek döndüm demektir. Kemâl mertebesi “ Tevhîd-i Zât” mertebesindedir, andan ileriye kemâl yoktur. Cem, Hazret-ül-cem , Cem-ül-cem makâmları diğerlerine kemâl buldurmak içindir, yoksa zâta mazhar olan kemâl bulur, lâkin başkalarını irşad edemez. Zirâ ef’âl, sıfat, zâtı kendisi içindir bu sebepten Mürşidlik edemez.

 

Bu vücudum dağı kalka atıla yünler gibi,

Şeş cihâtım açıla bir haddi yok meydân ola.

Dört yanımdan nâr-ü bâb-ü âb-u hâk ede hucûm,

Benliğim anlar alup bu varlığım talân ola.

 

Bu vâriyetim dağı hallaç pamuğu gibi atılıp altı cihetime atıla, yani sağım, solum, önüm, üstüm, altım, ardım açılıp meydan ola, hiçbir engel kalmasın. “ Fe-eynemâ tuvellû fesemme vech-ullâh “, yani “ Her nereye teveccüh ederseniz Hak görüle ”. Ahiret âleminde Hak görülecek fakat kayıdsız görülecek , öyle kayıtlı olduğu halde görülmez, cihetsiz görülecek. Yani altta veya üstte, ya sağda veya solda ve ön ve artta görünmek, o kayıddır, kayıd gözü ile görünmez. Velhâsıl bütün azâ ve cevârih ile (eller,-ayaklar gibi ) görülecek, Yani Hak-dan başka mevcûd olmadığı görülecek demektir. Böylece vücûdun İlâhi vücûd olduğu görülecektir. Esasen insan vücûdu dört unsurdan bir araya gelmiştir. Bu unsurların herbiri ben dediği vakit sende ne kalır, bir rûh kalır, o da ilâhi tecellîden ibârettir.

 

“Dağıla terkibim otuziki harf ola tamâm,

Nokta-i sırrım kamûnun cevherine kân ola”.

Cümle efkâr-ı havâsım haşr ola bu arsada,

Kalkalar hep yeniden sankim bahâristân ola.

Yevm-i Tüblâ’dır o gün her mânâ bir sûret giyer,

Kimi nebat ve kimi hayvan , kimisi insân ola.

Kabrime dostlar gelip fikredeler ahvâlimi,

Her biri bilmekte âciz vâlih-ü hayrân ola.

Her kim ister bu Niyâzi derdimendi ol zaman,

Sözlerini okusun kim sırrına mihmân ola.

 

Beyitte geçen otuziki harften murad Merâtib-i halkiyye olup yirmisekizdir. Bunlar : Nûr-i Muhammedî, Nefs-i kül, Tabiat, Heyülâ, Cism-i kül, Şekil, Arş, Kürsî, Felek-i atlas, Felek-i Menâzil, yedi kat gök, yedi kat yer, maden, bitki, hayvan, cin ve melektir. Bunlardan sonra Merâtib-i Hak-kiyye de dört ki, bunlar da “ Fatihâ” suresinde zikredilmiştir. Bunlar Ulûhiyyet,Rahmâniyyet, Rahimiyyet, ve Mâlikiyyet tir. Böylece toplam mertebeler otuziki olmuş olur. İşte bunlar tamam olunca her cevher kân (kaynak) olur.

“Cümle efkâr-ı havâsım haşr ola bu arsada”

Haşir hakkında evvelce söyledik. Bunun hakkında “Esrâ” suresinde sarahât vardır. “Eğer bedenleriniz dağılıp taş olsa veya başka madenlerden meselâ demir olsa, yine cemedip sizleri haşredeceğim”. Görüldüğü gibi bedenler yok olmuyorlar dağılıyorlar.

“Yevm-i Tüblâdır o gün her mânâ bir sûret giyer”

“Yevm-e tübles-serâir” yani mahşerde herkesin ameli birer sûret giyer. O kimsenin amelleri hayır ise, hûrî, gilman, ağaçlar, meyveler, kuşlar vesâir şekillerinde. O kimsenin amelleri şer ise, maymun, yılan, akrep, domuz, köpek veya bunlara benzer sûretler giyip dururlar ve bunlar tartılırlar. Çünkü ameller birer sûret giymeyince tartılamazlar. Anın için Mirâç gecesi Resûlün dönüşünde İbrahim (A.S.) ile görüştüğünde (yedinci katta): “Yâ, Muhammed benden ümmetine selâm söyle işte cennet boştur. Cennetin her nimeti amellerin sûretleridir. Bu cennet (Suphanallâh, Velhamdülillâh ve Lâilâhe illallâh vallâhü ekber) demekle dolar” demişlerdir. Velhâsıl insanların dünyâdaki amelleri sûret giyip tartılırlar, hasenâtı (iyilikleri yaptıkları güzel işleri) seyyiâtından (fenalıkları, yaptıkları fena işleri) fazla olanlar cennete, seyyiâtı hasenâtından fazla olanlar cehenneme girse gerektir.

__________________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.

Esselâ her kim gelür bazâr-ı aşka esselâ,

Esselâ her kim yanarsa nâr-ı aşka esselâ.

Esselâ dâr-ı Enel-Hak’da bugün Mansûr olup,

Can-ü bâşından geçen berdâr-ı aşka esselâ.

İbn-i Edhem gibi tâc-ü tahtını terk eyleyüp,

Soyunup abdâl olan hünkâr-ı aşka esselâ.

Kendini ödlara atan şol Halilullâh gibi,

Cân-ı dilden bülbül-i gülzâr-ı aşka esselâ.

Varlığı dâğın delüp Şîrin iline yol eder,

Ey Niyâzî söyle ol mi’mâr-ı aşka esselâ.

 

Esselâ, yani namaz demektir. Bu pazarda alan var, hem de veren var, yani hem Allâh salât eder ve hem de kulları. Burada Allâh’ın salâtı İnsân-ı Kâmilin salâtıdır. Salât, Mirâc-ı Nebi’de farz edildi. Mirâc Pazartesi gecesi idi. İlk kılınan namaz öğle vaktinin namazı idi ve ilk zamanlarda namaz kılarken tükürmek ve dünya kelâmı söylemek memnu değildi, fakat sonradan önce dünya kelâmı ve bunu takiben de tükürmek men olundu. Çünkü Peygamber Efendimizin bir hadisinde: “İnnallâhe fî kıbletel musallî”, yani “Allâh namaz kılanın kıblesi yönündedir” vârit olmuştur. Bu halde namazın dışında bile kıbleye karşı tükürmek ve tebevvül etmek memnudur.

“ Esselâ dâr-ı Enelhak da bugün Mansûr olup”

Hallâc-ı Mansûr “Enel Hak”, yani “Ben Hak-kım” sözlerini söylemesi üzerine Cüneyd-i Bağdadî şer’an ve hakikaten katli lâzım geldiğine fetvâ verdi . Çünkü “Enel-Hak “ demesiyle Mansûr Hak-kı kendi vücûdunda kaydetmiş oldu. Cenab-ı Hak gerek şeriat ve gerek hakikatte kayıddan münezzehtir. Mansûr ise bu sözleri sarfetmesindeki iddiasından geri dönmedi ve tövbe etmediğinden sonunda katlolundu.

“ İbni Edhem gibi tâc-ü tahtını terk eyleyüp,

Soyunup abdâl olan Hünkâr-ı aşka esselâ”.

İbrahim bin Edhem bir zamanlar “ Belh “ de Hükümdâr olarak bulunuyordu, sarayı da nehir kenârında idi. Bir gün pencere yanında otururlarken nehir kenârında elinde meşin keşkül olduğu halde bir fakir gördü ve onu seyretmeye başladı. Fakir keşkülünde bulunan kuru ekmek parçalarını biraz su ile ıslattıktan sonra âfiyetle yedi, nehirden buz gibi suyu-nu içti ve sonra saray binâsının gölgesinde yatıp uyudu. Bunları hayretle seyreden İbrahim Edhem uykusundan uyanan fakiri huzuruna çağırttı ve ona “Ey fakir, karnın tokmu ?” Fakir cevap verdi : “Elhamdülillâh “. “ Ya su içtinmi ?”, “Elhamdülillâh “, “ Ya uyku uyudunmu ? “ Yine fakirden aldığı cevap : “ Elhamdülillâh “ oldu. O zaman İbrahim Edhem, bu ne büyük rahatlık diyerek Hükümdârlık tâc ve tahtını terkedip seyahat için yollara düştü.

 

Mısri Divan 2

 

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Mevâlîdin sana her fasl-ü babı,

Kitâbün fî kitâbün fî kitâb.

Senin vaslında vardır her birinde,

Cevâbün fî cevâbün fî cevâb.

Dahî dareyn ile berzah yüzünden,

Nikâbün fî nikâbün fî nikâb.

Ulûm-ü sûret-ü ma’nâ hakikat,

Şarâbün fî şarâbün fî şarâb.

Üçünden sırrıma dâim erişür,

Hitâbün fî hitâbün fî hitâb.

Ki sen ben o dimekten geçene yok,

Hisâbün fî hisâbün fî hisâb .

Hemin zât-ü sıfât esmânı bilmek,

İkâbün fî ikâbün fî ikâb.

Sıfât-ü zât-ı ismin cehli ey dost,

Sevâbün fî sevâbün fî sevâb.

Bunlardan görünen Hak-kın vücûdu,

Serâbün fî serâbün fî serâb.

Niyâzî cism-ü kalb-ü rûh ki denür,

Cenâbün fî cenâbün fî cenâb.

 

Birinci beyitte geçen mevâlid üçtür. Bunlar : Maden, bitki ve hayvanlardan ibaret cisimlerdir. Bunlardan birincisi maden, Allâhın “Aziz” isminin mazharıdır. Yer ana, Tanrısal kudret ise babadır. Bu ikisinin sevgisinden zümrüt, yakut, elmas ve diğerleri gibi mücevherler zuhura gelir. İkincisi bitkiler âlemi (bunların yenilebilen ve yenilmeyen) cinsleridir. Üç kitaptan murat edilen; İlâhi (Tanrısal) kudret baba, yer ise ana olup, sen önce bitkiler âlemine geldin, bitkiyi hayvan yiyip, oradan hayvanlar âlemine geldin ve hayvanı pederin yiyip meni oldun ve annenin rahmine geldin ve vaktin tamam olunca doğdun. İşte üç kitaptan maksat budur.

“Senin vaslında vardır her birinde,

Cevâbün fî cevâbün fî cevâb”

Beyitte geçen senin vaslında, yani buraya (dünyaya) varışında üç cevap vardır : Önce buraya nereden geldin ? Birinci cevap, Hayvanlar âleminden. Ya oraya nereden geldin ? İkinci cevap, bitkiler âleminden. Ya oraya nereden geldin ? Üçüncü cevap da madenlerden. İşte beyitteki üç cevap budur.

“Dahî dareyn ile berzah yüzünden,

Nikâbün fî nikâbün fî nikâb”.

Dâreyn, dünya ve âhirettir. Berzah ise bir âlemdir ki, dünyâ ile âhiret arasındadır, anın için ona berzah âlemi denildi.

Halâik yani yaratılanlar (insan dahil, tüm yaratıklar) işte üç yerde toplanırlar : Biri Âdemin yaradılışındaki, Âdem (A.S.) mın zahrından latif suretler halinde çıkıp dört saf teşkil etmiş olarak Allâhın huzurunda toplandığımız vakittir. Cenâbı Hak-kın “Elest-ü bi-Rabbiküm”, “Rabbiniz değilmiyim” hitabıyle muhatap olduğumuz olvakit ervâh-i süeda (Saidler) ve eşkiyâ (Şakîler) toplanmıştık. Bir de berzah âleminde toplanırız. Bu dünyada hiç kimse kalmaz. Bu halde yüz yıl kalınır, sonra kırk gün yağmur yağar, herkes tüm insanlar kabirlerinde doğrulurlar. Üçüncüsü mahşerde toplanıldığı zamandır. İşte Cenâb-ı Hak-kın üç nikâbı vardır. Biri dünyâ âlemindedir, ki bu nikâptan mahcup anı göremez. Biri de âhiret âlemindeki nikâptan ki, bu dünyada anı göremiyen, gerek cehennemde, gerekse cennette olsun görmezler. Her küfür ehli (gerçekleri örtenler) ve şirk ehli (Allâha eş koşanlar) İlâh olarak edindikleri suretler ile cehenneme girerler. Hicap ehli dahi (bunlar evvelce hayatlarında) Hak rezzaktır, gafurdur, rahîmdir, şöyledir, böyledir diye inanmış olanlar yalnız cumadan cumaya veyahut ayda bir kere inanışları vechîle görürler. Ancak Ârifler, yani Tevhit ehli her yüzden gerek dünyâda gerek berzah âleminde ve gerekse âhiret âleminde dâima Hak-kı müşâhede ederler.

“Ulûm-ü sûret-ü ma’nâ hakîkat,

Şarâbün fî şarâbün fû şarâb”.

Ulûm, yani ilimler “İlmel-yakîn”e, sûretler “Aynel-yakîn”e ve ma’nâ-i hakîkat da “Hak-kal yakîn”e işârettir.

İlmel-yakîn Tevhîd-i ef-al, Aynel-yakîn Tevhîd-i sıfât, Hak-kal yakîn de Tevhîd-i zattır. Sâlik olan kimse önce Tevhîd-i efalde bir şarap Tevhîd-i sıfatta bir şarap ve Tevhîd-i zatta bir şarap içer, yani bu üç mertebede birer -- manevî -- şarap ile mahmur ve mütelezziz olur. Sâlik ma’nen içtiği bu üç şarabtan dâima sırrına ilhâm yoluyla gerek ef’al gerek sıfat ve gerekse zat mertebelerinde hitaba erişir.

Ki sen ben o demekten geçene yok,

Hisâbün fî hisâbün fî hisâb ”.

Bunlardan görünen Hak-kın vücûdu,

Serâbün fî serâbün fî serâb “.

Sen , ben o demekten geçene hesap yok. Zat , sıfat ve esmâyı bilmek sevaptır; akâid ( i’tikad olunan şeyler yani inanışlar ) dir. Sıfat, esmâ bilip de, zâtı bilmemek bu ikaptır. Sıfat, esmâ, ef’al ile zat bilinmez, ama zat ile bunlar bilinir ve zâtı bilmek sevaptır. Çünkü zat, sıfat, esmâdan görünen Hak vücûdu kemâl-i hararette karşıdan su gibi görünür, ana serâp denir. Onun yakınına giderseniz bir şey yoktur, serâbün fî serâbün fî serâptır. Biz o hali hararetin kemâlinden ( yüksekliğinden ) öyle görürüz. Ef’al aynasından görünen Hak-kın vücûdu işte uzaktan görünen serâp gibidir. Ef’al aynasından zannedersin ki Hak-kın vücûdu oradadır. Kezâ sıfat ve esmâda, halbuki bunlar birer tabirden ibarettir.

“Niyâzi cism-ü kalb-ü rûh ki denür,

Cenâbün fî cenâbün fî cenâb “.

Cisim bu cisimdir. Kalb nefse şunu yap bunu yapma diyen şeydir. Ruh ise cismi yürüten şey ki, Hak-kın mazharıdır. Cenâb taraf anlamındadır. Bunlar bir taraftır, cisim kalbten gelir, kalb ruhtan gelir.

__________

İster isen ma’rifette olasın âli-cenâb,

Ehl-i irfan eşiğinde yüzünü eyle türâb.

Çok da verme kendini dünyâya bir dem çek elin,

Döndüremezsin beğim kati ağırdır bu dolâb.

Bu harâbi niceler çalıştı ma’mur etmeğe,

Bir yanın ta’mir ederken bir yanı oldu harâb.

Çok seğirtti gaflet ehli bu serâbı su sanıp,

Bulmadılar hiç biri bu sahrada bir katre âb.

Bir zaman yüz verme dünyâ ehline uzlette ol,

Akl-ü fikrin bir yere cem’et yüzüne çek nikâb.

Göz kulak dil kapıların bağla muhkem bir zaman,

Ola kim Hak-dan yana gönlünden ola feth-ü bâb.

Ger ölümden kurtulam dersen yürü var âşık ol,

Döne döne aşk ödüyle cism-ü cânı kıl kebâb.

Gir bu derd meyhânesine koma elden kâseyi,

Hiç yürek kanından özge âşığa yoktur şarâb.

Himmetin dâim bu olsun kim Hak-kı anlayasın,

Hak-kı bilmekten yeğ olmaz iki âlemde sevâb.

Ger azâb-ı âhiretten bulmak istersen halâs,

Arif ol ki cehl ödünden kopısar cümle azâb.

Bu Niyâzî kendinden demez bu sözü ey püser,

Hep anı söyler duyarsın gökten inen dört kitâb.

 

Altıncı beyitte “ Göz, kulak, dil kapılarını bağla “ da geçen, göz, kulak ve gönül kapılarını bu kesretten, yani bu sûretlerden kuvvetli ve sağlam olarak bağla ki, Hak senin gönlünden kapı açsın demektir.

Sekizinci beyitte Niyâzî hazretleri “ Gir bu derd meyhânesine” diyor. Derdden murad edilen aşk, meyhâneden murad edilen ise Mürşid-i Kâmil’in huzûrudur. Kâseden murad da âşıkın Mürşid-i Kâmilden istifadesidir. Aşık kendisini tamamen yok etmeden ona lezzetli şarab yoktur.

“ Ger azâb-ı âhiretten bulmak istersen halâs “ da geçen cümle azab, Hak-kı bilmemekten tevellüd eder, yani doğar ,ileri gelir.

____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.

Aç gözün dildâra bak ref oldu yüzünden nikâb,

Zulmeti sürdü çıkardı ara yerden âfitâb.

 

“Aç gözün dildâra bak” , dildârdan murat Hak-tır. Senin yüzünden örtü kalktı. Hak zulmeti sürdü, çıkardı aradan, o zaman sen de herşeyde Hak-kı apaçık görürsün.

 

Şol sakâhüm Rabbühüm hamrın lebinden içegör,

Katresin nûş eyleyen uşşâk ebed görmez azâb.

 

Burada “Ve sakâhüm Rabbühüm şarâben tahûrâ “âyet-i kerimesine işâret olunuyor. Çünkü cennet ehli en önce cennette süt içecektir, zirâ süt ilmin sûretidir. Hattâ bir adam rü’yâsında süt içse âlim olur, şarap içse fâsık, bal içse dâim bir kararda durur, yani doğduğu gibi değişmeden vefat eder. İşte şarab-ı tahûr dan (temiz şarap) murad aşkın şarabıdır. Aşkın ilk katresini içen dünyâ ve âhiret azâbından berî, yani sâlim olur.

 

Otuziki harf bildin dört kitâbın aslıdır,

Safha-i vechinde yazılmış kamû bî-irtiyâb.

 

Eski türkçe harflerin yirmidokuzu Arap harfleridir, üçü de yani“pe, çe, je” Farsca harfleridir. Bu otuziki harf dört kitabın aslıdır. Bunlar : Zebûr, Tevrat, İncil ve Kur’andır. Arap harflerinin herbiri Tanrısal mertebeleri bildirir. Meselâ “hemze” “Nûr-i Muhammediyye” ye, “be” harfi “Nefs-i kül-e”, “te” harfi “Heyûla” ya vesâireye, yani herbir harf Tanrısal mertebelerden bir mertebeyi beyân eder. Farsça harflerden üçü de “Ulûhiyyet, Ahadiyyet, Vâhidiyyet “ mertebelerini bildirir.

 

Mekteb-i irfâna gir oku bu ilmin aslını;

Gör ki nice derc oluptur bu ilimde dört kitap.

Her ne okursan çün otuzikiden taşra değil,

Yüzünün metnini şerh eder okuyan fasl-ü bâb.

Her ne söz kim söylenür âlemde Türk-i yâ Arab,

Tut kulağın kim sanadır cümle dillerden hitâb.

 

Mektep (okul) üç kısımdır : Sıbyan mektebi, medrese, irfan mektebi .İlmin aslını öğrenmek istiyorsan irfan mektebine gir. Orada sana Mürşid-i Kâmil evvelce öğrendiklerinden meselâ, “hemze” budur, “be” şudur diyerek ayrı ayrı beyân eder.

 

Her ne kim görür gözün andan cemâl-i yâre bak,

Çünkü gitti ey Niyâzî kalmadı asla hicâb.

 

Gözün her ne görürse, andan hicâbı, yani perdeyi kaldır, Hak-ka bak, çünkü her ne şeye gözün erişirse, o şey sana hitâb eder (şöyle der ) : “ Sakın bize aldanma, bizim müstakil vücûdumuz var olduğunu zannetme. Bizim hakikatimiz olan Hak-ka bak. Biz fitneyiz, seni aldatırız “ diyerek hep nidâ ederler.

_______________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Can bu ilden göçmeden cânânı bulmazsa ne güç

Yârini terk etmeden yârânı bulmazsa ne güç.

Sûreti insan içi hayvan olursa kişinin,

Taşlar ile döğünüp insânı bulmazsa ne güç.

Ademin gönlü evinde bahr-ı ummân gizlidir,

Daimâ susuz gezüp ummânı bulmazsa ne güç.

 

Can bu dünyâ ilinden göçüp canânı, yani Hak-kı bulmazsa ne güç. İnsan Hak-kı bu âlemde bulursa bulur, bulmazsa artık başka âlemde bulamaz ve ebedî azaptan kurtulamaz.

Bu gibi insanların rûhları sureti insân velâkin içi hayvandır, belki hayvandan da aşağıdır,çünkü hayvan da Hak-kı tanır.

Üçüncü beyitte geçen Umman; Hind denizine en yakın olan şehrin (denizin ) adıdır, suyu tatlıdır , diğer altı denizin suları gibi tuzlu değildir, bu denizler; içinde yaşayan balıkların renklerine göre isim alırlar.( Meselâ, Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Şapdenizi gibi ).

 

Şol fakîr olup gezenlerde hazine dopdolu,

Say’edip ol kenz-i bî-pâyânı bulmazsa ne güç.

Fakr-i fahrî devletine erişen Sultân olur,

Fahr-i tâmme erişip Sultânı bulmazsa ne güç.

Herkesin derdine dermânı yine derdindedir,

Derdinin içindeki dermânı bulmazsa ne güç.

Bunda gelmekten murâd çün kim Hak-kın irfânıdır,

Ey Niyâzi kişi ol irfânı bulmazsa ne güç.

 

Fakir, ef’âlini, sıfâtını, ve vücûdunu Hak-ka verendir, yoksa parası, malı, olmayan demek değildir. Hazineleri dolu olur da “ Fenâfillâh “ olduğundan fakirdir. Hazret-i Muhammedin (S.A.V) yirmidört adet küheylân atı vardı, sâir şeyleri de ona göre olup zamanın zenginleri onun malına haset ederlerdi. Öyle iken “ El-fak-ü fahrî “, yani “ fakrımla iftihâr ederim “ buyurdu.Hani bazı kimselerin söyledikleri gibi Hazreti Peygamber hasır üstünde yatmış da hasır mübârek vücûdlarına yara açmış dedikleri tamamiyle bir isnattır ve Resûlüllah Efendimizi tahkirdir. Hazret-i Hatîcetül- Kübrâ kızı Fâtıma ve kızı Zeynebi evlendirdikleri zaman mücevherattan birer gerdanlık takdı ki, Kureyşin ileri gelenleri bunlara bir türlü kıymet takdir edemediler. Halen atlarda aranan nişanlar vaktiyle Hazreti Peygamberin sâhip bulundukları atlarının nişanlarıdır. Onun atları gibi nişanları olan atları almak, bakmak iyi bir harakettir.

“ Herkesin derdine dermânı yine derdindedir.”

Herkesin derdi tevhîddir, dermânı da tevhîddir. Eğer tevhîdi olmazsa o insanın ne güç. Tevhîd ise Tevhîd-i Ef’âl, Tevhîd-i Sıfat, Tevhîd-i Zat tır. Tevhîd-i Zat görülürse ilim taalluk etmez, Tevhîd-i Sıfat görülmezse ilim taalluk eder. Bir insanın irfan sahibi olması demek, o insanın “ Arif-i Billâh” olması demektir.

__________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Hep güzeller arasında buldu hüsnün çün revâc,

Cem olup uşşak bir bir sana eyler ihtiyâc.

Hüsn içinde bu ne şehliktir ki şâhân-ı cihân,

Can verirler yoluna ya kande kaldı taht-ü tâc.

Nice zahmetler çeküp üftâdeler vaslın umup,

Akibet dermân yerine derdini kıldını ilâç.

Ni’met-i vaslın atâ kılsan nola âşıklara,

Hân-ı fazlından ne gider duysalar ger cümle âç.

Ey Niyâzî iremessin ölmeyince vuslata,

Adet oldur Yâr ilinde cân alurlar hüsne bâc.

 

Derd, derman birdir. Onun için derman yerine derdi ilâç olur. Üçüncü beyit “ Mutû kable en temutû “ hadisi şerifini beyân eder. Anlamı : “ İzdirari ölüm ile ölmezden önce ölün, yani ihtiyâri ölüm ile ölün “ demektir. Çünkü Mürşid-i Kâmile vardığınız zaman sendeki ef’alin; yaptığın (işlerin ) ve sâirlerinin ef’âli ne kadar var ise Hak-kın olduğunu sana bildirir, sonra sıfatların ve sâirlerin sıfatlarının Hak-kın olduğunu bildirir. Daha sonra vücûdun ve sâir mevcûdatın vücûdlarının Hak-kın olduğunu bildirir. Esasen insanda ancak bunlar vardır. Bunlar Hak-kın olup insan dahi Hak-kın’dır. Bunların Hak-kın olduğuna Mürşid-i Kâmilin himmetiyle vâkıf olununca ihtiyârî ölüm tahakkuk eder. O zaman ef’âl, sıfat, Zat sende kalmaz. Kezâlik mecburî ölüm ile ölenlerde ef’âl, sıfat ve zat kalır mı, kalmaz. O rûhunu Hak-ka teslim etmiş bir kalıptan başka birşey değildir. Ona itibar olunması ölümden önce, rûhun meskeni olduğundan dolayıdır. Bu sebeple onu yıkarlar, kefenlerler, omuzlarda taşıyarak kabre götürüp toprağa verirler ve rûhuna besledikleri saygı sebebiyle gerekli ağırlamayı yaparlar.

 

Mısri Divan 3

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün.

Zûlmet-i hicrinde bîdâr olmuşum Yâ Rab meded,

İntizâr-ı subh-ı didâr olmuşum Yâ Rab meded.

Gülşen-i vaslın nesîmin irgörüp bâd-ı sabâ,

Andelîb-i bâğ-ı gülzâr olmuşum Yâ Rab meded.

Kalmışam zındân-ı cism içre bugün tenhâ garb,

Bu kafeste rûz-u şeb-i zâr olmuşum Yâ Rab meded.

Şol şarâbı kim anı sundun bana rûz-i Elest,

Ol zamandan mest-i hûşyâr olmuşum Yâ Rab meded.

 

Rûz-ı Elest (elest günü) Kâbede Arafatta hazreti Âdeme melekler secde ettikten sonra zürriyeti (gelecek nesilleri) latif bir surette zahrından (sırt tarafından) çıkarılıp dört saf oldu.

Birici safta Enbiyâ (cümle peygamberler) durdu. İkinci safta Evliyâ (Veliler, yani Allâhın seçkin kulları)durdu. Üçüncü safta Mü’minin (Allâh ve Resûlüne imân edenler) durdu. Dördüncü safta Eşkiyâ (şakîler, imansızlar) durdu. Birinci saftan “Elestü bi-Rabbiküm”, yani “Ben Rabbınız değil miyim ?” nidâsı Sultânül-Enbiyâdan (Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) zuhûr etti. İkinci safta bulunan Veliler arasında bulunan “Gavs” tarafından dahi “Elestü bi-Rabbiküm” hitabı irâd edildi. Mü’minler işitip, eşkiyâ Hak-kı işitmedi. Bu kitaplara üç saf birden “Belî ” yani “Evet” dediler. Yalnız eşkiyâ safı ise mü’minleri taklid ederek evet dediler.Bayazid-i Bistâmî hazretleri “O hitap hala kulağımdadır” demiştir. Ehlullâhtan da bazıları bugün bile aynı hitap olmaktadır. Çünkü hitap ile ahid altı defa oldu. İkisi ef’âlde zâhir ve bâtın, ikisi sıfatta zâhir ve bâtın ikiside zatta zâhir ve bâtın olarak yapılır. Böylece ef’âl-i zâhire ef’âli bâtına, sıfât-ı zâhire, sıfât-ı bâtına ve zât-ı zâhire zât-ı bâtına olmak üzere ahid altı defa yapılmış olur.

 

Her ne varsam yakar bu cânımı aşk âteşi,

Yana yana külli pür nâr olmuşum Yâ Rab meded.

Vahdet ilinde seninle yâr idim noldu bana,

Kesret içre bend-i ağyâr olmuşum Yâ Rab meded.

Bu Niyâzî düştü varlık câhına Yûsuf gibi,

Al elim kurtar ki nâçâr olmuşum Yâ Rab meded.

 

Son beyitte geçen Yûsuf’un varlığından murat edilen onun güzelliğidir, çünkü onun güzelliğine karışık veya benzer bu dünyâda olmadı ve olmıyacaktır. Velâkin Hak-kın güzelliği bütün mahlûkâta bölünse ve Yusuf (A.S.) da bunlardan birini görse bu güzelliğe gıbta ederdi, yani Yusuf’un güzlliği Hak-kın güzelliği yanında bir hiç olarak kalırdı.

____________

Vezin: Mefâilün mefâilün feûlün

Yine dil na’atını söyler Muhammed,

Dil-ü can mülkünü toylar Muhammed.

 

Vücûd-u Muhammedî üç kısma bölünür: Biri Vücû-u Nûrânî, biri Vücud-u Misâlî, biri de Vücûd-u Unsurî dir.

Vücûd-u Nurânî, “Evvele ma Halakallâh-i Nûri ve Evvele ma Halakallah-ı Rûhî “ ki, Evvele mâ Halakallâhtır. Her şeyin ve her âlemin yaradılışı Nûr-i Muhammeddendir. Vücûdu misâli : Rüyada görülenler Vücûd-u Misâlîdir. Diğerleri de Vücûd-u Unsurî dir ki, bu âlemde kendileri sağ iken görülen aziz vücûdlarıdır. Kalp ve can mülkü Hazreti Muhammedin Vücûd-u Nûrânîsinden yaradılmıştır.

 

Ne kâdirim seni meth etmeye ben,

Kemâhi methi Hak söyler Muhammed

Sen ol sultân-ı kevneynsin ki mahlûk

Senin medhinde âcizler Muhammed.

“Ne kâdirim seni meth etmeğe ben”

“Kemâhî medhi Hak söyler Muhammed”.

 

Benim seni meth etmeğe gücüm yoktur. Gerçek olarak seni Yâ Resûlallâh Hak metheder. Çünkü Hazreti Muhammedin vechi saadetlerine hiç kimsenin gücü yok idi. Hatta Hazreti Ali (K.V) efendimiz : “Kim Hazreti Muhammedin gözü şöyle, kaşı böyle derse yalan söyler. Ben damadı olduğum halde hiç yüzüne bakamamaşımdır “ buyurmuşlardır. Kitaplarda yazılı olan “şemâil-i Nebî “ Ebû Revvâhanın rivâyet ettikleridir. Bu zat Hazreti Peygamberin üvey oğlu idi. Daha küçük yaşlarında iken Hazreti Peygamberin kucağında dikkat edip yazarlardı. İşte eldeki “ Hilye-i Saadet “ onun rivâyeti ile yazılmıştır.

 

Boyuna hil’at-ı levlâkı giyip

Düşüptür sâye serviler Muhammed,

Alır şems-ü kamer nûru yüzünden,

Saçın velleyl-i yeldalar Muhammed.

Kaşındır Kâb-e kavseyn-i ev-ednâ,

Dürründen açılır güller Muhammed.

 

“ Levlâke levlâke lemâ halaktül eflâk”. Öyleya eflâk Nûr-i Muhammedî den yaradılmadımı? Nûr-i Muhammedî olmasaydı eflâk olurmuydu, olmazdı. Güneş ve ayın nûru dahi Nûr-i Muhammedîdendir.

“Saçın Velleyl-i Yeldâlar Muhammed”

Hazreti Peygamberin saçı gayet siyah idi. Hani saçları beyazlaşmış dedikleri yalandır. Hazreti Resûl altmışüç yaşında âhiret âlemine teşrif etti. Saçlarında, sakallarında hiç ak yok idi. Yalnız dudak kısmında olan sakallarının telleri biraz sararmıştı, ayni bir adam güneşte gezerse saçı biraz sararır öyle olduğu gibi.

“Kaşındır Kâbe kavseyni ev ednâ”

Kaşları kâbe kavseyn idi demek ,iki kaşın arasında pek aralık yok idi, yalnız bir çizgi ayırır idi.

“Dürründen açılır güller Muhammed”

“Dürründen gül hasıl oldu. Çünkü gül dürrüne âşık oldu. Cenâb-ı Hak dürrü Muhammedinin kokusuyla güle tecellî etti . Anın için gülün kokusu çok güzeldir ve koklamak sünnet-i seniyyedir.

 

Boyu eğmiş dürür çeşmine hayrân,

Çemen sahnında sünbüller Muhammed.

Lebin la’l-ü dehânın ma’denidir,

Lisânın vahyi Hak söyler Muhammed.

 

Boynunu aşağı eğerlerdi, güya yüksekten aşağıya iner gibi. Bundan dolayı kimse mübârek yüzlerini göremez ve bakamazdı. Dudakları kırmızı idi.

 

Şu vaktin kim çıkıp gezdin semâyı,

Bulup Hazrette rif’atler Muhammed.

Kamû ervâh-ı Peygamber hem melâk,

Seni iclâle geldiler Muhammed.

 

Mirâc-ı Nebî hakkında üç söz söylenmiştir. Bunlardan biri İbn-i Abbas Hazreti Resûl Hak-kı baş gözüyle gördü der. Başkaları basîretle,yani kalb gözüyle gördü der. Hazreti Aişe-tül-kübrâ : “ Her kim Resûlüllâh Hak-kı baş gözüyle veya kalb gözüyle gördü derse yalan söyler.” Müfessirin, yani açıklamacılar baş gözüyle gören kalb gözüyle de görür ve kalb gözüyle gören baş gözüylede görür ve Hazreti Aişenin sözlerine de, kendi ictihadı ile söylemiştir.deyip bahsi keserler. Halbuki Hak-kı ancak Hak görür, başkası göremez Bu sebepten Hazreti Aişe-tül-Kübrânın sözü tercih olunur, çünkü Rubûbiyetiyle Rubûbiyetini görür. Hatta âhiret âleminde Hak görülecek denildiği işte budur. Mümin olanlar kalbleriyle tasdik ettikleri şekilde ayda bir kere göreceklerdir.

Hazreti Aişe bizzat Resûlüllâhtan seyr-i sülük görmüştür. Hüneyn gazâsında kendisine yapılan isnadların aslı olmadığı hakkında dört âyet-i kerime vârid oldu. Sonra Hazreti Resûl Aişe-tül-kübrânın babası Ebû Bekir-is-Sıddık hazretlerini çağırıp bu dört âyeti verdi.Ebû Bekir de harem-i saadete girip kızı Aişeye verdi. Okuduktan sonra gidip Resûlüllâha teşekkür et dedi. Hazreti Aişe : “ Vallah ben Allâhtan başkasına şükretmem “. Sonra hazreti Ebû Bekir dönüp keyfiyeti Resûlüllâh Efendimize arzetti. Resûlüllâh buyurduki “ Onun makâmı makâm-ı cemdir “ ve devamla. “ Men lem yeşkürünnâs lem yeşkürüllâh “, yani “ Nasa teşekkür Allâha teşekkürdür “. Ebû Bekir Sıddık gelip hazreti Aişeye bu hadis-i şerîfi okudu ve ona “ Hazret-ül Cem’i “ telkin etti. Hazreti Aişede gelip Hazreti Resûle şükretti. Şimdi Aişe-tül-Kübrâ’nın sözü ictihadına haml olunurmu, olunmaz, zirâ nâsa şükretmek Hak-ka şükretmek olduğundan nâs mezâhir-i Hak değilmidir.

 

Seni Şâhı âlem kılıp ol anda,

Kamûsu ümmet oldular Muhammed.

Niçün olmayalar ümmet ki Hak-kın,

Rızâsın sende buldular Muhammed.

Ne noksan ire câhına kılursan,

Niyâzî’ye şefâatler Muhammed.

 

Meleklerin de ona ümmet olması mahzâ teşrif içindir.Melek mükellef değildir. Hazreti Cibril’in önceleri namaz farz olunduğu zaman Resûllüllâha imamlık yaptığı yalandır, çünkü mükellef olmayanın mükellefe imam olması doğru değildir. O yalnız kendilerine namazın rüküunu ve secdelerini ve vakitlerini bildirirdi.

__________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Müşkülüm var size ey Hak dostları eylen reşâd,

Kim sevâbın vere olsun Hak katında bermurâd.

Ol ne kesrettir ki anın haddi yok pâyânı yok,

Kesret içinde ne vahdettir ki ana yok idâd.

 

Nihayetsiz olan kesret içinde sayısız vahdet nedir? Vahdet, Hak-kın vücûdu, kesret ise Hak-kın şuûnat ve ahvâlidir. Ahvâli, ilimde olan, yani (Zatın ilminde olan ) malûmatın (bilgilerin ) sûretleridir. Yani tüm suretler İlâhi ilimlerin sûretleridir. Cenâb-ı Hak Kur’ânı Keriminde : “ Küllü yevmin hüve fî şe’n “ yani “ Cenab-ı Hak her an bir şe’n ve tecellîledir “ buyurmuştur. Bir tecellîsi iki anda olmaz, hasıl-ı tahsil lâzım gelir, bir anda da iki tecelî olmaz, zirâ kayd lâzım gelir.

Velâkin yalnız insanda değil, zerreden kıla kadar her birine bir anda bir tecellîsi vardır.Çünkü her zerrede Hazreti Hak kemâli üzere mevcûddur. Bazı şeyde zûhuru daha ziyâde, bazı şeyde butûnu daha ziyade olup, her şeyin vücûdu Hak-kın vücûdudur. İşte sayılamaz vahdet bu demektir. Eğer insan, bitki, hayvan gibi sayılabilirse, o zaman kesret olur ve ona “halk “ denir.

 

Çoktur envâr bu halkın biri insân üç bölük,

Biri ehl-i hayme, birisi kurâ, biri bilâd.

Üç bölükten üç bölük dâhi bölünmüş ey hoca,

Biri kâfir, biri mü’min biri ehl-i inkıyâd.

Kangısı Hak-dan irağ olmuş bunların söyle gel,

Kangısı kâdir ki Hak emrine eyleye inâd.

Hak-kın iken her tasarruf bu abes sözler nedir,

Nefs-ü şeytân dediğin kimlerdir eylerler fesâd.

Dünyâ-vü ukbâ dahi hem haşr-ü neşr olmak nedir,

Bunları bildir bana hem ne dürür mebde-i meâd.

Ahirette cennet-i nirân-ü berzâh kim denür,

Bunların aslı nedendir oliser yevm-ittenâd.

Kahr-ü lûtfun illeti bir demenin aslı nedir,

Bu ikinin vahdeti midir acep râh-ı sedâd.

Yani râhat ayni mihnet, mihneti râhat mıdır,

Cümleden râzı mıdır Hak ber târik-i ıttırâd.

 

İnsanlar üç bölük, yani üç kısım halinde bulunurlar :

İnsanlardan bir kısmı çadırlarda yaşarlar, meselâ, bunlardan bazısı âşiret halinde göçebe hayatı yaşarlar. Diğer bir kısmı ilçe köylerde yaşarlar. Üçüncü kısım ise küçük büyük şehirlerde yaşarlar. Bunlarda üç çeşit insan bulunur. Biri Kâfir, biri Mü’min, diğerleride inkiyâd ehli ki ( emirlere uyanlar) Enbiyâ ve Velîlerdir. Bunlardan hangisi Hak-kın emirlerine karşı gelebilir ? Hiçbiri karşı gelmeğe kâdir değildir, çünkü ef’âl, sıfat, zat Hak-kındır. İnat etmeğe kalkışmak demek, bunların kendinin olması icabeder. Meselâ, köle efendisiyle inat edebilirmi, edemez. Böyle olduğu halde mademki her tasarruf Hak-kındır, bu boş sözler nedir? Nefs ve şeytan dediğin kimlerdir? Bir adamki kaderde şakîdir, Şeytan ana musallat olur. Bir adam ki saîddir, şeytan ona ne yapabilir, bir şey yapamaz.Kimse anı ifsad edemez ve ana kimse mani olamaz ve Hak-ka giden yolundan alıkoyamaz . Burada derseki Kâfir, beni niçin Kâfir yarattın ? Cevap olarak : “Dileseydin Mü’min yaratırdık, bu senin elindedir”. Bu ne gibidir, meselâ : Bir adamın kendi malı olan bir ormanı var, tutar ormanından bir ağacı keser, O ağacın bazı dallarından mertek ( kazık ) yapar, kalınca olanlarından kiriş ve dikme yapar. Sonra o mertek derki : Niçin beni de kiriş yapmadın? Buna cevap olarak ; sen incesin,senin kiriş olmaklığa kâbiliyet ve istidadın yoktur. Birde şu misâl vardır : Kayısı veya zerdali derki : niçin beni de elma gibi yaratmadın da böyle toparlak ve sarı renkte yarattın? Cevap olarak denir ki; sen zerdalisin, zerdali böyle toparlak ve sarı olur, o ise elmadır.

Dünyâ vü ukbâ dahi haşr-ü neşr olmak nedir”

Haşir ve neşir şudur : Biz insanlar üç yerde toplanırız : Biri ahdü misâk için Arafat vâdisinde toplandık. Biri berzah âleminde toplanırız, diğeride Ahiret âleminde toplanırız. Arif olanlar haşir ve neşri daha bu âlemde görürler. “ Mutû kable en temutû “, “ Ölmezden önce ölünüz “, hükmünce o Tevhîd-i ef’âlde ef’âli Hak-ka verir, Tevhîd-i sıfatta sıfâtı Hak-ka verirler, Tevhîd-i Zatta zâtı Hak-ka verir. Cem makâmında zâtı giyer, Hazretül cemde sıfâtı giyer, ve Cemül –cem makâmında ef’âli giyer . Haktan Geldiğimiz cihetle başlangıcımız Haktır.Hak-ka gideceğimizden dönüşümüz de yine Haktır.

“Ahirette cennet-i niyrân-ü berzah kim denür”

Ahirette İlâhî adalet icra olunacağından Kâfir cehenneme, Mü’min ile İnkiyâd ehli cennete konulacaktır. Çünkü dünyâda iken bunlar üç çeşit meskende yaşarlardı, kezâ âhirette de meskenleri başka başka olacaktır.

“Kahr-ü lütfun illeti bir demenin aslı nedir”

Doğru yol kahır ve lütfu bir bilmektir, çünkü kahır ve lütuf insanların tabiatına göredir. Bir kimsenin tabiatına kahır olan, ötekinin tabiatına göre bir lütuftur. Meselâ : Şehirlerde oturanlara göre ıssız bir köyde oturmak kahırdır, halbuki oranın halkı için bir lütuftur. Anın kahrı şehirde oturmaktır ki , bu halde şehirlerde oturanlar için bir lütuftur. Diğer bir misâl : Çalışmak bir zahmettir, ancak çalışmağa alışmış bir işçiyi işinden çeksen aylaklık ona azap verir, ancak o kimse çalışırsa rahat bulur. İşte rahatı mihnet, mihnetide rahat bilmek bu demektir.

“İnnallâhe lâ yerdâ li-ibâdihil – küfür “.

Anlamı :

“ Hak Taâlâ küfrün kazâsına râzıdır, Hüküm ve kazâ eder, velâkin icrâsına, yani küfür edilmesine râzı değildir “.

Bunu bir misâlle açıklayalım : Meselâ , Bir Hâkimin oğlu bir şey çalar, yani hırsızlık yapar, onun bu hali şer’en isbât edilir.Karşısına getirilen oğluna Hâkim elinin kesilmesini hükmeder.Halbuki Hâkim oğlunun elinin kesilmesine râzı olmaz, yani Hâkim hüküm ve kazâya râzıdır, lâkin hükmün icrâsına râzı değildir. Kezâlik Hak Taâlâ da küfrün kazâsına râzıdır, hüküm ve kazâ eder, velâkin icrâsına,yani (insanların) küfür icrâ etmesine râzı değildir.

 

Hak tealâdan yakın insâna bir şey yok denür,

Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd.

Men aref le mâ remeyt-e iz remeyt-e remzini,

Fark ede gör mümkün ise ber sebîl-i infirâd.

Müşkülü çoktur Niyâzî’nin veli biri de bu,

Zâhid anlasa Hak-kı zühdü neden olur kesâd.

 

Haktan yakın insâna bir şey yoktur,yani O sana boynunun damarlarından daha yakındır, çünkü vücûd Hak-kındır.

“Lik bildir kim dürür Allâh ya kimdir ibâd”

Şu halde Allâh kimdir.kullar kimdir ? İşte mutlak olan Allâhtır, mukayyed olan kuldur.

“Men aref le Mâ remeyte iz remeyte” remzini”

“Men aref-e nefsehû fekad aref-e Rabbehû” , “Nefsini bilen Rabbisini bilir” hadis-i şerîfini tefsirciler telakki etmediler, çünkü bu hadis-i şerif Hazreti Resûlün vefatından sonra nakledilmiş olup, râvisi Hazreti Ömer (R.A.) dır.

Bir defasında Resûlüllâh Efendimiz Hazreti Ömer ile görüştüklerinde bu hadisi söylemişlerdir. Bu hadisin doğruluğuna Kur’ânda bir âyet var mıdır? Evet vardır. Esteîzü-billah: “Vemen yargab-ü an millet-i ;İbrâhîm-e illâ men sefihe nefsehû velekad istefeynâhu fid-dünyâ ve innehû fil-âhiret-i lemines-sâlihîyn”âyet-i kerimesidir. Yani “Millet-i İbrahimden olan kimse tevhîdden iyrâz eylemez (yüz çevirmez, muhalefet etmez). Âyetteki, “Men sefihe nefsehû” demek “men cehile nefsehû” yani “Nefsini bilmeyen tevhidden iyrâz eyledi”. İşte yukadıdaki âyet bu hadisin doğruluğuna delildir. (Bakara suresi, âyet 130).

“Mâ rameyte iz rameyte” âyetine gelince; Bir defasında Hazreti Resûlüllâh Efendimiz (S.A.V.) Kur’ânı azîymin sûreleri sayısınca, yani az sayıda Sahâbe ile muharebeye gitti. Harp âletlerinden yanlarında az miktarda ok ve kılınç ile onüç deve vardı. Düşman ise onyedibin kişilik bir ordu ile belirdi. O vakit Cebrâil (A.S.) nâzil olup “Yâ Muhammed yerden bir avuç toprak al, Kâfirlerin gözlerine saç”. Hazreti Resûl de yerden bir avuç toprak alıp düşman tarafına saçtı, toprak kâfirlerin gözlerine girdi. Onlar gözleriyle uğraşırlarken, Sahâbe hücum edip pek çoğunu katletti. Muharebeden sonra gazîler Hazreti Resûlün çevresinde toplandılar. Bunlardan Hazreti Ali (K.V.): Ben düşmanın yüzotuzunu katlettim. Hazreti Ebubekir (R.A.) ben de şu kadarını katlettim. Bu sırada Cebrâil (A.S.) nâzil olup şu âyeti kerimeyi getirdi: “Felem taktulûhüm ve lâkin-nallah-e katelehüm”, yani “O Kâfirleri siz katletmediniz, ancak anları Âllâh katletti”. Sahâbe-i Kirâm Cem-makâmında oldukları için, Hazreti Peygambere de “İz rameyte” denildiği gibi “iz kateltumûhüm “ denilmedi. Hazreti Resûl-ü Ekremin makâmı “Âhadiyyet” olduğundan “Vemâ rameyte iz rameyte velâkin-nallâhe ramâ”, yani “Yâ, Muhammed sen Kâfirlere toprak attığın vakit, sen atmadın ancak Allâh attı” buyuruldu.

“Zâhid Hak-kı anlasa zühdü neden olur kesâd”

Zâhid Hak-kı anlasa Ârif olur. O vakit namaz kıl, Kur’ân oku, hayır işle diye zühde dâir şeyleri durmadan teklif etmez, çünkü zühtü zaten kalmazki. O bilirki fâil, mevsuf ve mevcûd olan ancak Hak-tır.

--------------------

Arabca şiir :

Vücûdun kad bedâ fî külli mevcûd

Nukûşun kad bedet min ayni meşhûd

Feküllin bi i’tibâri aynin halk

Ve fittahkiki zâtu aynin ma’bûd

Ve mâ filkevni gayrül Hakk-i aslâ

Ve mâ fizâhiri illâ aslı maksûd

Yurâ bahrün lehu alâfu mevcin

Hüvel mevcûdu vel emvâcu mefkud

Feyâ insânu vemâ insânu Hakk-un

Lefî küllil avâlimi ente Mahmûd

 

Şerhi : Hakk-ın vücûdu her bir mevcudda zâhir oldu. Bu nukûş ( nakışlar) yani bu görünen sûretler ayni meşhuddan zâhir oldu. Daha açıkçası parmağını şöyle kaldırsan Hak-ka vâki olur. (vüsul bulur ).

“ Ve fittahkîki zâtu aynin halk “

Hak-kın vücûdundan başka vücûd yoktur. Velâkin her biri Ahmed, Mehmed, Hasan, Hüseyin, Bitki, hayvan itibariyle halktır. Halk denilir tahkikte ise ayni Ma’buddur.

“ Ve mâ filkevni gayrül Hakk-i aslâ “

Kevinde, yani mükevvenatta ( yaratılmış bütün mevcudatta ), Haktan gayri aslâ yoktur.

“Ve mâ fizzâhiri illâ aslı maksud “

Zâhirde (görüntülerde, görünenlerde ) Haktan gayri yoktur, illâ oldur, asıl maksuddur, yani istenen “ O “ dur.

“Yurâ bahrün lehu alâfu mevcin

Hüvel mevcûdu vel emvâcu mefkûd”

Denizden görülür nice bin dalga olur, halbuki hava sâkin olunca dalgalardan eser kalmaz,geriye deniz kalır,dalgalar kaybolur, Çünkü dalgalar denizden başka bir şey değillerdi. Sen tuttun onlara vücûd verdin.

“Feyâ insânu vemâ insânu Hakk-un

Lefî küllil avâlimi ente Mahmûd”

Ey insan, insan Hak değildir. Çünkü insan mukayyeddir (insan olarak ona isim verilmiş kayıdlandırılmıştır.) Mukayyed olana Hak demek küfürdür. Velâkin âlemlerde mahmud Haktır.Zirâ Hak ve Rab manâları itibariyle sabit, yani değişmez demektir.

 

“Lifânûsil mezâhiri ente şemün

Liküllil vâridâtı ente mevrûd

Lekel kâfu lekel ankâ camîâ

Lekel kahru lekel lütfu lekel cûd

Vefî da’vâke ma’rûzul emâneti

Vefî ma’nâke ma’rufun ve mescû

 

Bu mazharların fenerlerinin mumu sensin.

Her bir halin ile bu âleme gelirsin,gelen sensin. Kâf senindir, Ankâ senindir, kahır senindir, lütûf senindir, cûd (cömertlik ) senindir, Yani tek kelime ile herşey senindir. Kâf, bahr-ı muhitten (dış deniz,büyük deniz) öteye zebercedden bir dağdır ( zeberced, zümrüt dediğimiz değerli yeşil bir taş ).Yüksekliği yedibin yıllık yoldur. Birinci kat gök onun üstünde kuruludur.

Hatta göğün böyle mavi renkte olması güneş vurup o dağın yansımış olmasıdır. Oraya kimse gitmez, Yalnız Ehlullâh gider. Hatta Ehlullâhtan iki zat oraya gitti. Orada gezerlerken Hayye diye bir yaratığa rastladılar,bunlara:

“ Ebû Medyen-i Mgribî yi gördünüzmü ? “ Bu iki zat : “ Sen onu nereden biliyorsun “diye cevap verdiler. “ Niçin bilmeyeyim ,sen ve sen,filan filan değilmisiniz. Bir adam Hak-kı sevdiği vakit göklerin meleklerine ve bize de tenbih edilirki, filan adam Allâhı sevdi, Allâh dahi anı sevdi,siz dahi anı sevin. İşte bu sebeple anı biliyoruz ve anı seviyoruz”.

“Felil esmâi leyset ayn-ün aslâ,

Müsemmel küll-i ayni gayr-i ma’dûd.”

İsimler için ayn yoktur. Yani Ahmet, Mehmed, Hasan,Hüseyin, Bitki Hayvan, ağaç, taş gibi şeyler için ayn (bir şeyin cevheri,aslı )yoktur. Bunların aksinin müsemmâsı ayn’dır, yalnız sayısız olarak,zirâ sayılırsa o zaman halk olur. Çünkü “ Cem “ makâmında çoğalma yoktur, zirâ çoğalırsa o zaman halk olur. Velâkin “Hazretil cem “ makâmında’ki şerîat makâmıdır,orada teaddüd, yani çoğalma vardır. Velhasıl çoğalma görülmediği halde, yani insan, hayvan veya bitki görülmediği vakit Hak-tır.İnsan,Hayvan,bitki görüldüğü vakit’de Halk’tır. Aksi halde onlara Hak demek küfürdür. Yani daha açık bir ifâde ile insan veyahut sâir şeye Hak diyen kimse kâfir olur.

 

Ve mel-Mısrî illâ bi-i’tibâr-i

Ve innî küll-i mevcûd-i ve ma’hûd.

 

Arabca şiir :

“Künnâ zevât –el rüşd-elnâ hayât-il ebed,

Lemâ yedâ min Ahmed-i envâri sırassamed.

Resûluna Muhammed habîbinâ Muhammed,

Şefiinâ Muhammed kad câenâ bil-meded.

Şehri-is-sıyâmı kad etâ bilcûd-i min bahr-il atâ,

Ehlen ve Sehlen merhabâ envârı sırras-semâ

Resûlüna Muhammed Nebiyyinâ Muhammed,

Şefiinâ Muhammed kad câe bil-meded.”

 

Arabca olan bu şiirin şerhinde Muhammed Nûrul-Arabî hazretleri : Hazreti Cibril,hazreti Mikâil, hazreti İsrâfil, hazreti Azrâil, ve Enbiyâ ve Veresenin cümlesi, Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dâiresindedir, zirâ bu dâire asâleten Resûlüllâha mahsustur. Sırrı samed nûrları, yani Hak sırrının nûrları Hazreti Resûlden zâir olduğu vakit, yani Hazreti Resûlun nûru yaratıldığı vakit, biz ebedî hayata nâil olduk. Mısrî Efendi diyorki bu şiirinde: Resûllüllâhın nûru yaratıldığı zaman ben de o dâirede rüşd sâhibi idim ( rüşd sâhibi demek hakikat yolunda yürüyenlerdendim ).Ben de o dâirede bulundum.

Şehrüs-sıyâm demek, yani Ramazan bahr-ı atâdan geldi. O da sırrı samed nûrlarıdır.Bu esmâ-i Hüsnâ da da vardır. Şehr-i Ramazan Şehrullâh demektir.

 

Mısri Divan 4

 

Vezin : Mefâîlün mefâilün mefâîlün mefâilün

Ezelden nârına aşkın yana geldim nihân içre,

Akıttım nîce dem yaşlar gözümden dolu kan içre.

Hak ile bînişân iken kamû canlara cân iken,

Düşürdü bî-mekân iken beni kevn-ü mekân içre.

Nice geldim, nice gittim nice doğdum,nice öldüm,

Nice açtım, nice soldum, şol gül gibi cihân içre.

Bulut olup göğe ağdım, matar olup yere yağdım,

Güneş olup gehi doğdum zemîn-ü âsümân içre.

 

Herkes ezelde ne ise burada da odur, hiçbir değişme veya değişiklik olmaz, yani burada kâmil olan ezelde ruhlar âleminde iken de kâmil idi. Ârif olan burada da Ârif olur, mü’min olan mü’min, kâfir olan kâfir, âsi olan âsi, fâsık olan fâsık olur. Velhâsıl ezelde her ne ise burada da odur.

“Bulut olup göğe ağdım matar olup yere yağdım “

Bulutlar, yağmur olarak dört rüzgârın yardımıyla vücûda gelir. Önce poyraz eser, yeri ve suları serinlendirir, sonra güneşin hararetinden dört mil yukarıya kadar buharlar yükselir. Sonra batı rüzgârları esip o buharları yürütür,doğu rüzgârları eserek onları bir araya toplar, sularının tadını değiştirir, en sonunda güney, yani kible rüzgârları bulutları yağmura çevirerek yağdırır.

“Güneş olup gehi doğdum zemîn-ü âsümân içre “

Güneş yeryüzüne arka yüzüyledir. Önyüzü Arş-ı alâya doğrudur, yerleri ve gök yüzünü nûrlandırır. Birici kat gökten ikinci kat gök büyüktür. İkinci kat gökten üçüncü, üçüncüden dördüncü, dördüncüden beşinci, beşinciden altıncı, altıcıdan da yedinci gök daha büyüktür.

“Nebat olup nice devrân nice demde olup hayvân”

Geyürdü sûret-i insân bana devr-i zamân içre.

Niyâzî Hazretleri bu şiirlerinde insanın bir çok devirlerden geçtikten sonra nasıl insân sûretiyle bu âleme geldiğini açıklar. İlâhi mertebeler yirmisekizdir:

Birinci mertebe Nûr-i Muhammed (S.A.V.) dir. Sonra sırasıyla Nefs-i kül gelir, bu ruhlar âlemidir. Nefs-i külden tabiat, tabiattan heyûlâ, heyûlâdan cism-i kül, cism-i külden şekil, şekilden arş, arşdan kürsî, kürsîden yedi kat gök, göklerden ateş küresine, ateş küresinden hava küresine, andan su küresine, andan toprak küresine, andan madenlere, andan bitkilere, andan sonra da İNSÂN’a gelir. Bu devir şer’îdir, yani âyet ve hadisle sabittir.

Ahadiyyetüsseyir olan Kâmiller hiçbir mertebede gecikmeyere ezelde oldukları gibi, burada da İnsân suretinde Kâmil olarak gelirler, yani onlar Kâmil olarak doğarlar. Anların dâvete ve mürşide ihtiyaçları yoktur.Ancak bu mertebelerde gecikene Tevhîd biraz güç gelir, ne kadar gecikme olursa, o kimsenin Tevhîde istidâdı uzak olur. Bu husus şer-i devirde yenilmeyen bitkiye gelmişse ve o bitkiyi de bir hayvan yerse, önce madene verir ve böylece insanın Kâmil insân olması gecikir. Bu sebebten bu gibilere halvet ve riyâzet verilir.

Çü insân sûretin buldum Hak-ka hamd-ü senâ kıldım,

Fenâ ender fenâ oldum bekâ-i câvidân içre.

Erişti ma’rifet nûru gönül oldu Hak-kın Tûru,

Niyâzi duydu çün sırrı gümân etti iyân içre.

Bu şer-î devirden başka bâtıl olan devirler vardır, dört adettir : Biri Temâsuh devridir, diğeri tenâsuh devri, diğeri tefasuh devri, dördüncüsü de terasuh devridir. Bunlardan biri insan kemâl mertebesini bulmadan ölürse, yine insan olarak gelir, bu devir kemâl buluncaya kadar devam eder. Diğeri o bir hayvan olarak gelir, bunların dördüde bâtıl inanışlardır. Hiç insan suretinde gelen tekrar hayvan ,bitki ve maden olarak gelirmi? Gelmez.Temâsuh devrine inananlar ( ruhun bir cisimden diğerine,insandan hayvana ve hayvandan tekrar insana geçmesi ) Yahudilerdir, Bir kısım Bektaşilerde onlara uyarlar. Tenâsuh devrine inananlarda Hristiyanlardır. Hak mezhebi üzere olanlar şer’î devre inanmış olanlardır.

 

“Çü insân sûretin buldum Hak-ka hamd-ü senâ kıldım”

 

Mısrî efendi bu beytinde ; İnsân sûretinde geldiğime hamd ve senâlar kıldım.Hak-kın ef’âl, sıfat ve vücûdun Hak-kın olduğuna vâkıf oldum, yani Fenâfillah olup Bekâbillâhı buldum demek isterler.

 

Uyan gafletten en nâim Hak-ka yalvar seherlerde,

Döküp acı yaşı dâim Hak-ka yalvar seherlerde.

Kapusunda durup her bâr yüzün dergâhına tut var,

Yürekten kıl demâdem zâr Hak-ka yalvar seherlerde

Seherlerde açılır gül anınçün zâr eder bülbül,

Uyanıp derd ile ey dil Hak-ka yalvar seherlerde.

Gel ey miskin biçâre dolaşma gezme âvâre,

Dilersen derdine çâre Hak-ka yalvar seherlerde.

Açılır bâb-ı Sübhânî çekilür hân-i sultânî,

Dökülür feyz-i Rabbâni Hak-ka yalvar seherlerde

Seherde kalkuben her gâh yüzün yere sürüp kıl âh,

İre lütfu sana nagâh Hak-ka yalvar seherlerde.

Seherde uykudan uyan Niyâzî durma derde yan,

Ola kim erişe dermân Hak-ka yalvar seherlerde.

Zâhir üzere takrir olunmuştur. ( Hacı Maksut efendi ).

-------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Kalbini bâğ-ı cinân et ravza-i tevhid ile,

Can dimâğın kıl muattar nefha-i tevhîd ile.

Kâbe-i nûr-i siyâhın bî-nihâyet yolların,

Kat’eder erbâb-ı aşk bir lemha-i tevhîd ile.

 

Allâha giden yollar sonsuzdur. Zirâ “ Etturuk-u illallâh bi-aded-i enfâs-ül-halâik “, yani “ Allâha giden yollar yaradılmış olan nefsler sayısıncadır “. İnsan olsun, cin olsun, hayvan olsun ve diğer yaradılmışlar olsun ,ne kadar nefisler varsa, Allâha giden o kadar yol vardır.

 

“Her ne denlü rû siyâh ettiyse isyânın seni,

Ağarır bî-şek yüzün bu garra-i tevhîd ile “.

 

Mısrî efendi burada isyânı kendisine nisbet etmiştir. Çünkü şer’i hüküm böyle icabettirir. Kalallâh-i Taâlâ : “ Mâ esâbe-ke min hasenetin feminallâh vemâ esâbeke min seyyietin femin nefsike...” yani “ Sana isâbet eden güzel şeyleri Allâhtan ve sana isâbet eden fena şeyleri de kendi nefsinizden bilmelisiniz “.

Peygamber Efendimiz zamanında Medine yahudileri bir hayır olsa, bu hayır Allâhtandır derlerdi. Bir şer olsa, burada Muhammed bulundu da bu şer isâbet etti ve bu şer Muhammedin yüzündendir diye gürültü ederlerdi.O zaman şu âyeti –kerîme nâzil oldu : “ Kul küllü min indallâh “,yani “ Söyle ey Habibim herşey Allâhtandır “, yani “Hayır ve şerrin yaratıcısı ve mûcidi Hak Subhânehû ve Taâlâdır “. Bazı zümreler hayrı Allâh şerri de Şeytan yaratır derler, yukarıdaki âyet-i kerime onların bu iddialarını kesinlikle reddeder. Bunlardan Süneviye tâifesi hayır Allâh,şerri de Şeytan yaratır, Kaderiye tâifesi de mecbûrî fiilleri Allâh,ihtiyârî fiilleride kul yaratır derler. Bunların hepsi küfürdür, şiktir ve bâtıldır.Çünkü o zaman Hâlik iki olur, Biri Hak, biri de Şeytan. Hayır ve şerrin yaratıcısı Allâhtır.Lâkin şer’an hayır Hak-ka nisbet olunur. Zuhûr ettiği mazhar da böylece ameline göre sevâp ve mükâfat görmüş olur.Şer kula,yani nefsine nisbet olunur ve şer’î hüküm ile kısas icra edilir ;yoksa hayır ve şerrin yaratıcısı Allâhtır,fakat şer’î hüküm buna göredir,ve bu hususu böyle bilmek iktizâ eder.

 

“ Mâverâ-i ins-ü cinni seyredip arşa çıkar,

Kim ki mi’râç eylediyse cezbe-i tevhîd ile.

 

İns ve cin mi’râç edemez. Âdem (A.S) dan önce bu dünyâda cinler vardı, bunlar birinci kat göğün altına kadar çıkıp meleklerin sözlerini duyarlardı.Hazreti Resûl dünyâyı teşrif edince bunlara bu husus yasaklandı ve bir daha yukarı çıkamadılar. İns de mi’râç edemez. Mi’râç-ı cismâni Resûllüllâha mahsustur. Mi’râç-ı ruhâni ise her bir Nebî ve Velî ve Verese ( Vâris-i ulûm-u Nebî olanlar ) yapar. Meselâ, burada otururken onlar kendisinden geçerler veyahut rüyâda arş ve kürsî ve feleklere yükselirler ve orada feleklerin ilmini öğrenirler.

 

“Ey Niyâzî Ârif-i billâh gönülden selb eder,

Onsekizbin perdeyi bir lem’a i tevhîd ile.”

 

Lem’a i Ârif’i Billâh olanlar onsekizbin âlem perdesini kaldırırlar, yani bir tevhîd parıltısı ile kendi gözünde olan bütün âlemlerin perdelerini kaldırıp yükselirler,esasen Hak gizli değildir,gizlilik kuladır.

_______________

Vezin : Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâîlün

Ahvâl-i serencâmım bu saate erince,

Demem sana icmâlin tâ gâyete erince.

Biz beş er idik çıktık bir demde yola girdik,

Kırk yılda Pîr’e erdik bu sohbete erince.

Her yaneye çalındık çok adları takındık,

Dört tekbiri bir kıldık ta kâmete erince.

“Biz beş er idik çıktık bir demde yola girdik “

 

Beşerden murad edilen burada nefis, rûh, kalb, hafî ve sırdır. Nefis kesret sever, rûh ise vahdet sever,yani ruh makâm-ı Cem, nefis ise makâm-ı Hazret-ül-cemdir. Cemde Vahdet zâhir, Hazret-ül-cem de kesret zâhirdir. Kalb ise makâmı Cem-ül cem, ki dâimâ takallüpte, yani değişikliktedir.Sır makâm-ı Ahadiyyet, hafî de zattır. İşte bu beş er nefiste yola çıktık.

“Kırk yılda pîre erdik bu sohbete erince”

Kırk yılda Pîr’e erdik.Çünkü tevhid ehlinin buluğ çağı, yani kemâle erme çağı kırk yaşındadır. Nasıl bir çocuk onbeş yaşında buluğa ererse, kezâ tevhîd ehli de kırk yaşında buluğa erer, hatta Nebîler bile kırk yaşın-dan önce Peygamberliklerini bildirmediler. Hazreti Peygamber efendimiz :“ Küntü Nebiyyen ve Âdeme beynel mâe vettîn “, “ Ben Nebî iken Âdem su ile çamur arasındaydı.” Böyle olduğu halde kendileri kırk yaşından önce izhâr-ı Nubüvvet (Peygamberliklerini ortaya koymaları) etmediler.Böylece tevhîd ehli de kırk yaşından sonra tevhîdin kemâline erer.

“Dört tekbiri bir kıldık tâ kâmete erince”

Dört tekbirden murad edilen cenâze namazıdır. Bizim daha önceden cenâze namazımız kılındı ve “ Mutû kable en temutû “, “Ölmezden önce kendi ihtiyârınızla ölünüz” sırrına mazhar olduk demektir.

 

Çün kâmet alıp durduk divânına el bağlu,

Veçhini iyân gördük bu hayrete erince.

Tâat bu imiş ancak,râhat bu imiş ancak,

İzzet bu imiş ancak bu hizmete erince.

Kesret idi bir oldu, sûret idi sır oldu,

Zulmet idi nûr oldu bu âyete erince.

Çün cân ile bir idik ebdân ile dağıldık,

Âhir ki deme erdik bu vahdete erince.

Bindörtyüz kanat açtım altıyüz dahi koştum,

Tâ onbeşe dek uçtum bu hâlete erince.

Dünyâyı nider âşık , ukbâyı nider sâdık,

Mısrî ola gör ayık sen vuslata erince.

“Vechini iyân gördük bu hayrete erince”

 

Burada hayretten murad ise Hayret-i İlmiyyedir. Hazret-i Resûl duâsında : “Allahümme zıdnî fîke tahayyüren “.anlamı : “Allâhım hayretimi arttır” buyurdu.

“Çün cân ile bir idik ebdân ile dağıldık”

Can kimdir? Nûr-i Muhammed (S.A.V) dir. İşte o can ile bir idik, ,bedenlerle dağıldık.Meselâ, güneş birdir,lâkin ışığı heryerde dağılmıştır.Her-

kesin evlerinin pencerelerinden girer,ışık bir iken heryere dağılmakla çoğalır.Bu âlemlerin hepsi Nûr-i Muhammedînin tafsîli değilmi? İcmal kimdir? Nûr-i Muhammed (S.A.V) dir.

“Bindörtyüz kanat açtım altıyüz dahi koştum”

Bindörtyüz kanattan murad edilen, Mısrî efendi Halvetiye tarikatındandır. Halvetiye yedi esmâya devam ederler ; yani onlar makâmları yedi esmâ ile telkin ederler : Lâ ilâhe illallâh, Allâh, Hû, Hak,

Hayy, Kayyûm, Kahhâr .” Şimdi Esmâ-i Hüsnâ Doksandokuz, bir de zat yüz eder. Allâh ismi,ism-i câmidir, yani bütün isimleri ifade eder.Yediyüz isimden Yediyüzü zâhir, Yediyüzüde bâtın olmak üzere toplam Bindörtyüz eder.Çünkü onlar herbir ismin nûrunu görürler. Kiminin nûru yeşil, kiminin

de sarı ve sâiredir. İşte Bindörtyüzde kanat açtımın anlamı budur. Altıyüz dahi koştum, bundan da murad, Halvetiye tarikatinde hilâfet verdikleri vakit, hilâfet sırrı olarak daha üç isim tâlim ederler. Bu isimlerden biri,” Vedûd”, biri “Gaffâr”, diğeride “ Rezzâh “ dır.

Vedûd ismiyle muhabbeti İlâhiyye (Allâh sevgisi ) hâsıl olur. Gaffâr ismiyle mağfiret istenir. Rezzâk ismiyle de rızık talep edilir. İşte bu üç isim yüzerden üçyüz eder. Bunun üçyüzü zâhir, Üçyüzüde bâtın olmak üzere toplam Altıyüz eder. Bindörtyüz de önceki isimlerden, tüm toplam İkibin eder,böylece onlar ikibinin ismini dâima zikrederler.

“Tâ onbeşe dek uçtum bu hâlete erince “

Onbeşe dek uçtum demek, işte buluğ yaşına kadar demektir. Tevhîd ehlinin kemâlce buluğa eriş yaşı kırk yaşındadır.

_______________

Vezin : Mefâilün mefâilün feûlün

Dönmek ister gönlüm cümle sivâdan,

Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.

Geçmek ister gönlüm mülk-i fenâdan,

Geçelim âşıklar Mevlâ derdiyle.

Derde düşen âşık nitsün cihânı,

Derd ehlinin dâim yanmakta cânı,

Döner arzulayıp vasl-ı canânı,

Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.

Ay-ü gün yıldıztar hem nüh felekler,

Arşın etrafında saf saf melekler,

Meydân-ı aşkta cevlân ederler,

Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.

Ta’n eyleme zâhid benim hâlime,

Dahleyleme hergiz bu devrânıma,

Dermânı devrânda buldum cânıma,

Dönelim âşıklar Mevlâ derdiyle.

Baş açıp girelim aşk meydânına,

Mansûr olurum Enel-Hak meydânına,

Yanmakta Niyâzî şevkin nârına,

Yanalım âşıklar Mevlâ derdiyle.

Zâhir üzre takrir olunmuştur. ( Hacı Maksut Efendi)

________________

Vezin : Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâilün

Bilmem nitsem neylesem bu halvetin şerbetine,

Bu cânı teslim eylesem bu halvetin şerbetine,

Hep bu gökleri indirseler şerbet ile doldursalar,

Biricik bizi kandırsalar bu halvetin şerbetine.

Şerbeti gönderdikte Hak öğünce gün olsa çerak,

Yıldızlar olsa hep çanak bu halvetin şerbetine,

Duysa bunu şâh-ı cihân katresine verirdi can,

Olmaz bahâ kevn-ü mekân bu halvetin şerbetine.

Bu bir aceb ilden gelir ancak bunu içen bilir,

Kim tatsa hayrette kalır bu halvetin şerbetine,

Her kime olsa feth-i bâb içer anı görmez azab ,

Cism-ü cânı eyler kebâb bu halvetin şerbetine.

Şerbetimiz tükenmedi içenleri usanmadı,

Niyâzî hergiz kanmadı bu halvetin şerbetine.

 

Tevhîdde iki vecih vardır: Biri celvet, diğeri de halvettir. Celvet, cem makâmı olup Hak zâhir, Halk bâtındır. Halvette ise Hazret-il-cem ki , şeriat makâmıdır, halk zâhir, Hak bâtındır. Halvet ehli sıfâta kadar makâm gösterir, onlara “Sıfâtiyyûn” tâbir olunur. İşte onların makâmları şerîat makâmıdır ki, hicap makâmıdır. Celvet ehli zat makâmına kadar makâm gösterir, onlara da “Zâtiyyûn” tâbi olunur. Cem makâmı Hakikat makâmıdır. Hakikat makâmında ise Hak zâhirdir.

----------------

Vezin: Mef’ûlü Fâilâtün mef’lü fâilâtün

Ey bî-misâl vâhid-i hüsnün misâl içinde,

Âyînenin göründü bir hub cemâl içinde.

Düştü kamû heyâkil kâmetine mukâbit,

Cünbüşü gösteren sen şekl-ü hayâl içinde.

Bu san’atı kim bilür, bu kudreti kim görür,

Bu vuslatı kim bulur ceng-ü cidâl içinde.

Kande bulur isteyen lütfunu ey dost senin,

Çünkim anı gizledin kahr-ü celâl içinde.

 

Kur’ânı Kerîmin Şûrâ sûresinin 11. Âyetinde Cenab-ı Hak :

“Leyse kemislihi şey-ün ve hüves-semî-ül-basîr”, “Onun misli hiçbir şey yoktur ve O her şeyi işiten ve görendir” buyurulmuştur.Yani Hak Subhânehû ve teâlâ Hazretlerinin misli gibi bir şey olmadı. Hak-kın misli Âdem. “Halak-alâhü âdem-e âlâ sûretini”, yani “Cenab-ı Hak Âdemi kendi sûreti üzere halketti”. Çünkü âyeti kerîmede Hak-kın misli isbat olundu. Âdem ise Hak-kın isim ve sıfatlarını câmidir, hakikatta aynı Haktır. Zirâ, hakikatta Hak-kın misli yoktur, Âdem yanlızca bir mazhardır. Âdemden, yani Âdemle zuhûr Hak-tır. Bütün sûretler onun kâmetine mukâbildir. Hayâl içinde alan, veren, giden, gelen Hak-tır.

 

Mushaf-ı hüsnüne çün tefe’ül eyledim ben,

Burc-u belâda gördüm kendimi fâl içinde.”.

Taliimi yokladım mihnet evinde buldum,

Anın için yürürüm herdem melâl içinde.

Kismet-i rûz-i ezel aldı kâmû nasîbîn,

Kimisi buldu râhat kimi nükâl içinde.

 

Sahabeden Sa’d ibn-i Zübeyr (R.A) hazretleri önce Enbiyâya üç ihlâs okur, sonra Kur’ân-ı Kerimin bir sahifesini açarak sonuna kadar okur, behemehal isâbetli bir âyet bulurdu.Mısrî efendide kendisini belâ burcunda gördü,Mûsa hadisesi isâbet etmişti. Onun hayatı hep mücadele ile geçmiştir

Firavun ile muharebe etti, Firavun boğuldu, sonra kavmi buzağı yapıp ona taptı vesâire gibi. Hazreti Mısrînin zamanında da Mûsa zamanı gibi birçok tarikat ehliyle Ehlullâhı inkâr edenler vardı. Onlar durmadan tevhîd ehliyle uğraşırlar ve onlara rahat vermezlerdi.

 

“ Kimisi buldu rahat kimi nükâl içinde “

Dünyâ ile rahat bulupta kendisinde İlâhi aşk bulunmayan ve gam sâhibi olmayan Âdemi sen adam sayma, o hayvandan daha aşağıdadır,yani o delâlet içindedir.

 

Bizim de mihnet imiş kısmetimiz ezelde,

Kaldı başım anın çün fitne vebâl içinde.

Gamsız olan adamı sanma anı âdemi,

Hayvandan ol edaldir kaldı dalâl içinde.

Şadlık ehl-i aşka, aşkın gamıdır veli,

Şol ayrılık güzeldir ola visal içinde.

Haddin tecellîsine müştak olur bu cânım,

Görmedi çoktan anı şol zülf-ü hâl içinde.

Mescide varmak ile zevke ereydi zâhid,

Kılmazdı da’vâyı ol bu kîl-ü kâl içinde.

Meyhânede bir kadeh nûş etmeği vermezem,

Bin şuğluna Sofinin tekyede şâl içinde.

 

“ Meyhânede bir kadeh nûş etmeği, Sofinin tekyede şal içinde bin şuğlüne vermem “ beyitlerini anlamak için önce şu hikayeyi anlatalım : Hazreti Resûl bir defasında hazreti Ömerin hanesini teşrif etti ve onu “Tevrat”okurken gördü.O zaman Resûl-ü Ekrem (S.A.V.) “ Lev kân-el Musâ litebaanî “yani “ Hazreti Musâ (A.S) şimdi yaşasaydı, bana tâbi olurdu”. Bu şu demektirki, o da bana ümmet olur ve tâbi olurdu. Bundan anlaşılıyorki, gerek Tevrat, ve gerek İncil ve Zebûrun hükümleri nesh (kaldırıldı ) olundu. Onlar ile amel etmek küfürdür. Ancak onlar da Allâhın birer kitabı olduklarından Kur’ân gibi hürmet ve tâziym eylemek vâciptir. Kezâlik Hıristiyânların kiliselerine ve Yahûdîlerin Havralarına, İslâmın Mescid ve Camileri gibi riâyet ve saygı göstermek lâzımdır. Çünkü eski mabedlerdir. Anların duvarlarına pislemek ve pislik atmak câiz değildir, aynı camilere yapılmış gibi olur: Özetle söylemek icâbederse tâziym ve saygıda Tevrat, İncil ve Zebûr ile Kur’ânın hiçbir ayrılığı olmadığı gibi Cami, kilise ve havraların birbirlerinin arasında hiçbir fark yoktur,yalnız o kitaplarla âmil olmak ve bu gibi mâbedlere girmek haramdır.

Mescid-ü meyhâneyi fark eylemem zâhidâ,

“Göründüm ise ne var hâ ile dâl içinde.”

Mescid ile meyhânenin şerîat ve tarikatta farkı vardır. Çünkü şerîat ta mescid ibâdet yeri, meyhâne ise isyân ve günâh yeridir. Tarikatta ise mescid mazhar-ı cemâldir, yani Hak-kın cemâl yüzüdür. Meyhâne ise Hak-kın celâl yüzüdür, velâkin hakikatta hiçbir farkı yoktur. Mısrî efendi de bir hakikat ehli olduğundan mescid ile meyhâneyi ayırt etmediği yukarıdaki beytinde söylüyor. Çünkü; “Fe-eynemâ tüvellû fesemme vechullâh”, yani “Her nereye teveccüh edersen Hak-kın yüzüdür” buyurulmuştur. Gerek mescid, gerek meyhâne olsun ey Niyâzi.

“Ver serini Niyâzî sırrını verme yâde

Nadâna sırrın veren kalur vebâl içinde”

Başını ver, ama sırrını verme yabancı olanlara, yani câhillere. Bu ilâhi sırları ortalığa yayanlar vebal içinde kalırlar. Kur’ânı Kerîmde Cenâb-ı Hak: “İnn-allâhe ye’müruküm en tüeddül-emanât-ı ilâ ehlihâ”, yani “Emânetleri ehline veriniz, ehil olmayanlara vermeyiniz”. Özetle söylemek icâbederse; emânetleri (burada tevhîd emâneti) ehline vermekten kaçınma yalnız ehil olmayanlara vermeyiniz demektir.

 

Mısri Divan 5

 

Vezin: Mefâilün Mefâilün feûlün.

Gel ey sofî çıkar sofu kıl insâf,

Ko sûret düzmeği kıl içini sâf.

Riyâ ile bu ömr-ü nâzenini,

Nice bir sarf edüp edersin isrâf.

 

Burada sofî, softan müştaktır, ondan hırka ve taç yaparlar. İnsâf et, bu sûret düzmeği bırak. Riyâ ile ömrünü sarfederek isrâf ettin.

 

“Kuru davâmı sandın sen bu ilmi,

Bu yola böylemi gittiler eşraf.”

 

Bu Tevhid ilmini sen kuru bir davâmı zannedersin. Eşraf bu yola böylemi gittiler? Kâmilliğin nişânı bumudur? Sana Şeyh denilsin, etraf, eknaf sana derviş olsun diye mi ? Eyvâh, böyle mürşidlik gösteriş ile olmaz. Bu sıfatlar kemâl ehline yakışmaz, kalbini pâk ve hâlis eyle ve şunu iyi bil ki Sarrâf, yani Hak celle şânuhû saf olmayan kalbi beyenmez.

 

Dahî kâmilliğin bumu nişânı,

Sana derviş ola etrâf-ü eknâf.

Değil vallâhi Mürşidlik bu resme,

Kemâl ehline yakışmaz bu evsâf.

Arıt pâk eyle kalbin eyle hâlis,

Beğenmez böyle kalbi anla sarrâf.

Hakîkat kârbânına uyagör,

Kati rûşen yola gider ol esnâf.

Fenâ Kâfından aşır yolları hep,

Bekâ Ankâsına olurlar ezyâf.

Bu yolu cümleden âlâ tutarlar,

Sarây-ı vahdete erişen eslâf.

 

Hakikat kervânına uy. O esnaf, yani hakikat ehli ancak açık yola giderler. Onların gizlilikleri yoktur, her halleri açıktır, onlar gösteriş filan gibi şeyleri bilmezler.

“Fenâ Kâfından aşır yolları hep “

Burada “Fenâ Kâfından “ murad “Fenâ-fillâh “ olmaktır. Çünkü fenâ bulmak zordur.anın için onu yüksek olan Kaf dağıyla teşbih ederler. “Bekâ Ankâsı “ ki “ Fenâ-fillâh ” olan “ Bekâ-billâh “ da misafir olur.

Hurûfa bakma andan içeru bak,

Nefstir can değildir nûn ile kâf.

Nefs bahrında lâl olmuş Niyâzi,

Seda vü harf içinde olan urur lâf.

Hurufâ bakma, yani bu görünen sûretlere ve mevcûdata bakma demektir. Çünkü bu görünen mevcûdat birer hurûf-u sûveriyye dir. İçeri bak’ki gerçeklere bakmış olasın ve gerçekleri görmüş olasın. Bu mevcûdat şuna benzer ki,sanki birkaç kişi birden söylemiş gibi sanırsın,halbuki söyleyen birdir.

-------------------

Vezin : Mefâilün mefâilün fâûlün.

Bulan cemiyyet-i kübrâ olur sâf,

Vücûdu olur anın ha ile kâf.

Diliyle eylemez da’vâyı merdî,

Gönülde himmetidir nûn ile kâf.

Olur zâtı bu mevcûdâtın ol Zât,

Oluptur kevn ana âzâ vü evsâf.

Nitekim can olur mahfî bedenden,

Gerektir ola mahfî kutb-ı etrâf.

Fenâ meydânının merdi olan er,

Niyâzi gibi etmez ol kuru lâf.

 

Cemiyyeli Kübrâyı bulan saf olup onun vücûdu Hak olur. Lisan ile merdlik davâsında bulunmaz. O her ne dilerse gönülden o şeye “ kün “ yani “ ol “ der, o şey olur. Kâmil, bir memlekette olupta o memlekete celâl ile muamele etse halkını perişân eder. Kâmilin himmeti “ kün “ dedimi, her ne dilerse olur. Onun zâtı bu mevcûdatın zâtıdır. Ekvân da azâ ve sıfâtı dır,ve o zat,yani “ Kutub “ dan murad “ Gavs “dır.

“Nitekim can olur mahfî bedenden”

Can bedenden gizli olduğu gibi gizlidir. Velilerden Yediler, Kırklar, Üçyüzler, vardır. Yedilerden biri “ Gavs “dır, ki bütün âlem anın avucunda bir hardal dânesi kadardır. Yedilerden biri Gavsın sâhib-i yemîni, ki ulvîde tasarruf eder. Bu felekler ve yıldızlar anın emriyle devrederler, gökler anın emriyle durur. Sâhib-i yemîn olmasa gökler bir an durmaz, bozulur, Diğeri Sâhib-i Şimâli,ki süflîde tsarruf eder. Rızıklar vesâire anın elinden verilir. Dördüde Evtaddır bunlara “ Evtâd-ı erbaa “ denilir.

Bu âlemin dört tarafını korumaya memurdurlar. Velâkin bunların hiçbiri “Gavs “’ın kim olduğunu bilmez, Gavs bunların herbirinden gizlenmiştir. Yalnız bunlardan onu bilen Sâhib-i Şimâl dir. Çünkü “ Gavs “ ın ölümünde Yerine o geçer, onun yerine de “ Evtad “ dan biri, onun yerine de “Kırklar dan”, onun yerine de “ Üçyüz “lerden, biri Kırklar’a alınır.Üçyüzlerden boşalan yere de tevhîd ehlinden biri istidadı nisbetinde yakîn bulunur.

 

Mısri Divan 6

 

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Her kimin kim derd-i Hak-tan yüreğinde olsa dâğ,

Âkibet dermânına erüp can gönlü ola sâğ.

Lik derdi olmayanın derdine çâre yok,

Gönlü olmuştur anın yanından ol dâim irağ.

Habsedip şehbâz-ı rûhu zâğ-ı nefsin besler ol,

Nefs elinden kurtulana cennet olmuştur durağ.

Şol esir-i nefs olan dâim muazzeb Tamûda,

Cifeden gayri ne sayd eder havâya ağsa zâğ.

Nefs odur kim cehli karagûsu kaplar gönlünü,

Rûh odur kim ilm nûru gönlüne yakar çerağ.

Tûtiyâ-yi ma’rifetle rûşen et cânın gözün,

Göresin cânını her yüzden ola dâğ üstü dâğ.

Cân-ü gönlüm şâd olup her gussâdan âzâd ola,

Bir ola dâim Niyâzî gözüne yakın irağ.

 

Zâhir üzre takrir olunmuştur . (Hacı Maksud efendi) .

 

Mısri Divan 7

 

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Ey karındaş bir sözüm var tut sımâh,

Zikre meşgul ol sakın olma irâh.

Kim ki zikre gice gündüz sa’y eder,

Nûr-i gönlünde ediser irtisâh.

Şol gönülde kim devama ire ol,

İrmez anın sîretine intisâh.

Âşka düşüp râhat-ı mihnet olur,

Derd-i yâr ile eder dâim surâh.

Ey Niyâzî âkibet ol yâr ile,

Vahdet eder darlık olur insilâh.

 

Zikir kurulmuş saat gibidir, bir kere kurdunmu dünyâ ve âhiret artık durmaz ve bir daha da kurulması gerektirmez. Bu zikir de acaba nasıl bir zikirdir: Zikr-i hafî (gönülden zikir) Allâh, Allâh, Allâh dır. Çünkü zikr-i cehri (sesli zikretme) devamlı olmaz. Hazreti Peygamber: “Cenâb-ı Hak-kın iki ni’meti vardır, verdimi, bir daha geri almaz. O ni’metlerin biri zikirdir. Bir adam bir kere zikri kurdumu bir daha durmaz. Diğer ni’meti de gözündeki perdeyi kaldırmasıdır. Bir adamın gözünden perdeyi kaldırdımı bir daha gözüne perde koymaz” buyurmuştur. Halbuki Cenab-ı Hak-kın diğer ni’metleri böyle değildir, meselâ mal verir, şükrünü bilmezsen yine geri alır, seni mahrum eder.

--------------------

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

İster isen olasın ehl-i felâh,

Kulluk eyle bir gadatü verrivâh.

Dünya ile bağlanıp kalmak neden,

İstemez misin ki bulasın necâh..

Nefs-ü şeytandan emin ola müdâm,

Âdetin olsun gece gündüz salâh.

Yola gidersen sana rehber gerek,

Hem yanında düşmene lâzım silâh.

Zikirle tevhide ererse gönül,

Ma’rifetle bula sadrın inşirâh.

 

Ehli felâh demek, her şeyden korunmuş ve âhirette de zararlı çıkmayan kârlı olan kimselerdir. Gudve ise sabah namâzıyla öğle namâzının ara vakti, rivah ise, ikindi, akşam ve yatsı namâzlarının vakitleridir. Âyette “Bükreten ve aşiyyâ” mânâsına gelir.

“Yola gidersen sana rehber gerek,

Hem yanında düşmene lâzım silâh.”

Burada silâhtan murad edilen “El-vüzü-ü silâh-il-mü’min” gereğince yani “mü’minin silâhı abdestli olmasıdır” anlamına gelen, onun dâimâ abdestli bulunmasını gerektirmektedir.

 

Açılup gönlü gözünün perdesi,

Hayretinde eyleyesin çok siyah.

Göresin doğmaz dolanmaz bir güneş,

Gicesi yok dâimâ olmuş sabah.

Kamû müşkiller yanında hal ola,

Cümle yanlış işlerin ola sahâh.

Ey Niyâzî dost iline uçmağa,

Her kelâmın oldu nûrdan bir cenâh.

 

“ Açılır gönlü gözünün perdesi “

Cenab-ı Hak zâhir ve bâhirdir ( görünmekte ve belli olarak dâimâ nûr saçmaktadır ). Velâkin gözünde perde bulundurman dolaysıyla o nûru göremezsin İster ki bir göz doktoru gözünden o perdeyi kaldırsın , Bu göz doktoru Mürşid-i Kâmildir. Ancak gözündeki manevi perdeyi o kaldırır.

“ Göresin doğmaz dolanmaz bir güneş”

O zaman doğmaz ve batmaz dâimî bir güneş görürsün.Burada güneşden murad Hak-kın zâtıdır. O güneş doğmaz evveli yok, dolanmaz âhiri yok.

“ Kamû müşküller yanında hal ola “

İşte o zaman bütün müşkül ve yanlış inanışların hepsi hal olur ve hatta başkalarının da sen o zaman müşküllerini halledersin.o kıvâma gelirsin, yeter ki sen gerçek Mürşid-i Kâmili bul.

-----------------

Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün

Hüdâ davet eder Elhamdülillâh,

Bu can dosta gider Elhamdülillâh.

Hakikat şehrine çün rihlet oldu,

Gönül durmaz uyur Elhamdülillâh.

Duyaldan cân-ü dil vasl-ı Habîbi,

Hem okur , hem yazar Elhamdülillâh.

Yakın geldi tulûa şems-i rûhum,

Bugün kevnim doğar Elhamdülillâh.

Ölüm dedikleridir halvet-i yâr,

Kamû ağyâr gider Elhamdülillâh .

 

İşte ihtiyâri ölümle ölü olan bir kimse, yani yâr ile olunca,o kimse Hak-la halvet bulur. Onun nazarında artık ağyâr (yabancılar ve haktan gayrı olanlar) kalmaz,o dâimâ yâr ile tenhadadır.

 

Şehâdet mansıbıdır âli mansıb,

Bize veriliser Elhamdülillâh.

 

Muharebede şehid olanın rütbesi yüksek rütbedir, velâkin tevhid şehidinin rütbesi andan daha yüksektir.

 

Hazreti Resûl-ü ekrem efendimiz gazvelerinden birinden (Hüneyn) dönüşte şu hadisi şerîfi : “ Rece’nâ min cihâd-il asgar ilâ cihâd-il ekber “, anlamı : “ Küffâr ile muharebe küçük bir cihaddır, biz şimdi andan büyük olan nefslerimizle muharebeye geri döndük “buyurdular.

 

Göründü manâ yüzünden cemâli,

Bozuldu hep suver Elhamdülillâh.

Biliştik bunda hem ihsanlar etti,

Nasîbimiz kadar Elhamdülillâh.

Ne gam giderse dünyâdan Niyâzî,

Visâline erer Elhamdülillâh.

----------------

Vezin : Mefâîlün mefâilün mefâilün mefâilün

Zuhûr-u kâinâtın ma’denîsin yâ Resûlallâh,

Rumûz-u Künt-ü kenz’in mahzenîsin yâ Resûlallâh.

Beşer denen bu âlemde senin sûretle şahsındır,

Hakîkatta hüviyette değilsin yâ Resûlallâh.

Vücûdun cümle mevcûdâtı nice câmi olduysa,

Dahî ilmin muhît oldu kamûsun yâ Resûlallâh.

Dehânın menba-i esrâr ilm-i men ledünnîdir,

Hakâyık ilminin sen mahremîsin yâ Resûlallâh.

Ne kim geldi cihâna hem dahî her kim geliserdir,

İçinde cümlenin ser-askerîsin yâ Resûlallâh.

Cihân bağında insân bir şecerdir gayriler yaprak,

Nebîler meyvedir, sen zübdesisin yâ Resûlallâh.

Şefâat kılmasan varlık Niyâzî’yi yoğ ederdi,

Vücûdu zahmının sen merhemîsin yâ Resûlallâh.

---------------

Hazreti Resûl : “ Evvele mâ halak-allâh-i nûrî” ve “ Eve mâ halak-al-lâh-i rûhî “ ve “ Evvele mâ halak-allâh-il kalem” ve Evvele mâ halak-Allâh-i aklî “, yani “ Allâh önce benim nûrumu, rûhumu,kalemi ve aklı yarattı”, buyurulmuştur.Bu dördüde birdir. Bütün mevcûdat ve yaratıklar,bilgiler ve dünyâ ve âhiret “ Nûr-i Muhammedî “ de toplandı. Nûr-i Muhammedî bir kere nefs-i küle tecellî etti ,Levh-i Mahfuz yaratıldı, yani bu kâinat nefs’i külde manevî sûrette tafsîl olundu. Nefs’i külden tabiat,Heyûla, cism-i kül, şekil,arş, ki bu âlem andan vücûda geldi.Çünkü arşdan evvel olan altı mertebe mâneviyedir. Arşdan sonra sırasıyla kürsî, felek-i atlas, felek-il burç, felek-i mükevkep, felek-i menâzil, yedi kat gök, yer, mevâlîd-i selâse, ki maden,bitki,ve hayvan vücûda geldi. En sonunda “İnsan “,mertebesi vücûda geldi. İşte bu âlemin madeni hep “Nûr-i Muhammedî (S.A.V.) “ dir. Çünkü hepsi o nûrun tafsîlidir.

“ Beşer denen bu âlem ki senin sûretle şahsındır”

Beşer denen bu âlemde Resûllüllâhın sûret ve şahsıdır, yoksa hakikatte ayni Hak-tır.

“Cihân bağında insan bir şecerdir gayriler yaprak,

Nebîler meyvedir sen zübdesisin yâ Resüllüllâh.”

Bu cihân bağında insan bir ağaçtır.diğerleri ,yani hayvanlar vesâire gibi insandan hariç olanlar o ağacın yapraklarıdır, Peygamberler ise meyveleri, Resûllüllâh efendimiz de o meyvelerin zübdesi (hülasası) yani evvel ve ahir odur.Bir çekirdeği ekersen ağaç olur,sonra meyve verir,yine sonu çekirdek olur.Velhasıl evvel ve âhir Resûlüllâh tır.

------------------

Arabca Şiir :

Leyse fiddünyâ bekâün fihi ruhun ve irtiyâh

Innehâ sicnün elâ ehli-salâhi lâ berâh

Külli aklin sâlikin bizzühdi anhâ yehtedî

Külli kâlbin sâlimin bil-bu’di anhâ yesterâh

Tafrahül eşrâru lil-elvâni min lezzâtihâ

Tecalül eyyâme leylen vâhiden hattessabâh.

Tahzenül ahyâru mimmâ yesterihü zül hevâ

Tecalül efrâhu gammen bir-riyâzeti vesselâh.

 

Dünyânın bekâsı yoktur,yani dünyâ kalıcı değildir ve anda rahat yoktur.Zirâ mü’minlere dünya bir hapishanedir.” Ed-dünyâ sicn-ül-mü’min ve cennet-ül kâfir “, yani “ Dünyâ mü’minler için bir hapishane ve kâfirler için de bir cennettir”, buyuruldu. Çünkü mü’min bu dünyâda mahpus ise de gerek berzah âleminde,gerek âhiret âleminde rahat edecektir, kâfir ise o âlemlerde azab görecektir.Anın için dünyâ mü’minlere hapishâne, kâfirlere de cennettir.

“Küll-ü aklin sâlikin biz-zühdi anhâ yehtedî”

Akıllı olan dünyâya kendini kaptırmazsa hidâyet bulur. Sâlim kalb ancak dünyâdan uzaklaşmakla istirahat bulur.

“Tefrahül eşrârü lil elvâni min lezzâtihâ”

Şerirler ise, yani sarhoşlar dünyânın lezzet ve türlü hususlarıyla ferahlarlar zevk alırlar. İçki içerek dünyânın tadını bir gecede çıkarmak isterler. Bunları gören hayır sâhipleri de o şerirlerin bu hallerinden mahzun olurlar. Vay nice, nasıl bu şerirler böyle vakitlerini boş yere geçirirler diye hayıflanırlar. Halbuki hayır sâhiplerinin ferahı ancak riyâzet ve salâh ile olur.

 

Yâ enîsel zülle lâ te’nes bi ehlil i’tirâzi

Kul ilâhî bia’d ehlel izze anhâ bis-sıyâh

Lâ yesihhul aklu illâ bittahayyüri beynehüm

Lem yahlis kalbü mer’in minhüm illâ bilcenâh

Mâ recâî minke yâ Rahmân illâ hazretik

Yâ visâlallâh lil Mısrıyyi yâ hayrelfelâh

 

“ Yâ enîsel zülle lâ te’nes bi ehlil i’tiraz,”

Zelil olan,yani “enis-el zül “ bulunan nefsini aziz tutan ve nefsini büyük tutan (kendini beğenen,kibirli,azamet taslayan) kimselerle görüşme arkadaşlık etme sana zarar verir onlar. Ve duâ et, “Yâ İlâhî nefsini büyük tutanları bizden uzak tut “ diye çağır. Onların arasında aklın sahih olmaz,hayrette kalır ve kimsenin kalbi bu gibilerden kaçmadıkça kurtuluş bulamaz.

“Mâ recâî minke yâ Rahmân illâ hazretik”

Benim ricam senden, yâ Rahmân ancak hazretindir.Hazarât-ı İlâhiyye üçtür: Ef’âl, Sıfat, Zat ki, ”Bismillâhirrahmânirrahîm “ in de sırrı esasen budur.

 

Mısri Divan 8

 

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Zât-ı Hak-ta mahrem-i irfân olan anlar bizi,

İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi.

Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,

Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.

Dünyâ vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz,

Her taraftan yıkılıp vîrân olan anlar bizi.

Biz şol abdalız bıraktık eğnimizden şâlımız,

Varlığından soyunup üryân olan anlar bizi.

Kahr-ü lûtfü şey’i vâhid bilmeyen çekti azab,

Ol azabdan kurtulup sultân olan anlar bizi.

Zâhidâ ayık dururken anlamazsın sen bizi,

Cür’ayı sâfî içüp mestân olan anlar bizi.

Ârifin herbir sözünü duymaya insân gerek,

Bu cihânda sanmanız hayvân olan anlar bizi.

Ey Niyâzî katremiz deryâya saldık biz bugün,

Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi.

Halkı koyup lâ mekân ilinde menzil tutalı,

Mısrıyâ şol canlara canân olan anlar bizi.

“Dünye vü ukbâyı ta’mir eylemekten geçmişiz.”

 

Ehlullâh dünyâ ve ukbâyı tâmir etmez. Hazreti Resûl buyurmuştur: “Ed-dünyâ harâm-i alâ ehlil âhira vel-âhirati harâm-i alâ ehlüd-dünyâ ve hüma haramân-ı alâ ehlüllâh”, yani “Dünyâ âhirat ehline haramdır, dünyâya meyletmez, âhiret de dünyâ ehline haramdır, âhirette cennet ni’metlerini göremez ve bu ikisi de Ehlüllâha haramdır”, çünkü dünyâya meyletmek nefis içindir, âhirete meyletmek yine nefsini azaptan kurtarmak ve cennet ni’metlerine nâil olmak içindir. Ehlüllâh ise Allâhın rızâsından başka bir şeye bakmaz, ne dünyâya meyleder ne de âhirete râğbet eyler.

“Kahr-u lûtfü şeyi vâhid bilmeyen çekti azab”

Onlar için kahır ve lûtfun yaradıcısı birdir, başka yaradıcı yoktur.Nice lûtuf anın ihsânı ise, kahır da onun hediyesidir. Hayır ve şer, Allâhındır. Bunu bilmeyen, şuna buna isnad eyleyen azab çeker, müazzeb olur.

“Ârifin her bir sözünü duymağa insân gerek”

Ârifin herbir sözünü duymağa insân gerektir, hayvan anlamaz, çünkü tevhîde yüzünü çevirmeyen insan olamaz. Şeyhül Ekber (R.A.) hazretleri Mısırda otururken bazan kendisini cıvar köylere dâvet ederlerdi.Bir defasında yolu bir köye düşmüştü. Bir camiinin önünde toplanan köy halkı birinin başına üşüşmüşler, gülüşüyorlardı. Hazreti Şeyh de onların yanına gitti, bakdı ki, bir zat bir şeyler söylemekte ve çevresindekileri güldürmekte, meselâ, o : “Bu camiin direkleri insandır” ve hazreti Şeyhi görünce, gel bakalımsen söyle “Bu camiin direkleri insan değilmidir? Hazreti Şeyh de cevaben : “Evet bu camiin direkleri insandır” deyince.

“Katre nice anlasın ummân olan anlar bizi”

İşte benim gibi bir dîvâne daha... Çünkü insan olmasa cami dururm birlikte camiye girdiler. Bu Behlül denilen zat namaza durdu, yatıp kalktı,yatıp kalktı, Hazreti Şeyh : “ Yahu böyle namaz olurmu?”. “ Ne yapayım beni yatırır kaldırır, yatırır kaldırır, o böyle yaptırır” dedi.

-------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

“Dilberâ gamzen oku içim dolu kan eyledi,

Şol siyeh zülfün teli aklım perişân eyledi.

Her kimin şehrine uğradıysa aşkın askeri,

Hep imârâtın anın bir demde virân eyledi.

Dürlü dürlü fitneler saçından oldu âşikâr,

Halk-ı âlem sandılar kim anı şeytân eyledi.

Hatt-ü hâlin iki böldü bu cihânın halkını,

Birini kâfir,birini ehl-i îmân eyledi.

Gizli sırrından haber verdikçe uşşâkın dili,

Âbid ve zâhidlerin aklını hayrân eyledi.

Gör ne gayrettir ki sırr-ı vahdeti seyretmeğe,

Cem-ü tafsîli o gayret kul ve sultân eyledi.

Kudretin insanı mazhar kıldığıçün zâtına,

Yüzünün nakşını hep âyât-ı Kur’ân eyledi.

Örttü bu bâzâr-ı kesret gözlerin halkın veli,

Ârif olan cümle yüzden seni seyrân eyledi.

Bu ne kudret, bu ne san’at, bu ne hikmettir görün,

Zerreyi kevn, katreyi deryâ-i ummân eyledi.

 

“Şol siyeh zülfün teli aklım perîşân eyledi”

Burada “ Siyah zülüften “ murad İlâhi cemâldir. “ Aklım Perişân eyledi “ işte, akl-ı kâmil sahibi olan kimse dâimâ İlâhi cemâli müşâhade

eder.Kâlallâh-i Taâlâ : “İnne fî halk-issemavât-i vel-ard-i vahtilâ-fülleyli vennehâr-i li-âyât-i li-ulil-elbâb”,yani ,” Biz yeri ve gökleri yarattık ve gece gündüzün değişikliğini de akl-i kâmil sahiplerine alâmet olsun diye yarattık.” Kimdir o kâmil akıl sâhipleri ? “Elleziyne yeskürûn-allâhe kiyâmen ve kuûden ve âlâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halk-is-semavât-ı Rabbenâ mâ halakte hazâ bâtılâ...”,

Yani Akl-ı kâmil sâhipleri şol kimselerdir ki ayakta iken,otururken ,yatarken dâimâ Hak-kı anarlar,velâkin zik-i kalbî ile anarlar.” Zirâ zikr-i cehrî, yani açıktan yüsek sesle zikr-i dâimî mümkün olmaz ve kalb zâkir olmaz.Bazı kimseler derlerki, yüksek sesle açıktan zikir ede,ede kalb uyanır, bunun aslı yoktur,Zikr-i kalbî ile olur.Zaten vücûd, Allâhı anan bir kimsede saat gibi kuruldumu, bir daha durmaz . Hazreti Resûl : “Cenab-ı Hak iki nimeti bir kere verdimi bir daha geri almaz.Biri zikr-i dâimî olup Cenab-ı Hak anı durdurmaz, diğeri hicaptır.Cenab-ı Hak bir insandan hicâbı (perdeyi) kaldırdımı bir daha o insan muhtecib olmaz,yani onun nazarından hiçbir şey gizli kalmaz.” buyurmuşlardır.

“Her kimin şehrine uğradıysa aşkın askeri “

Bir âşık bir memlekete geldimi, o şehir ahalisinde olan vâriyeti kaldırır, yani onlara “Vâriyet” in Hak-kın olduğunu bildirip kendi varlıklarının olmadığını beyan eder. Hazreti Mûsâ da Firavuna gönderildi. Anınla bu kadar uğraştı, sonunda Firavun boğuldu. O sırada Hazreti Mûsâ Tûr da iken kavmi Samirînin eliyle yaptığı ve boğuk bir ses çıkaran buzağa taptı. Hazreti Mûsâ kavminin Allâhı bırakıp buzağıya taptıklarını görünce “İn hiye illâ fitnetik-e” yani “Bu fitneyi kim yaptı”. Şeytan yapmıştı, çünkü şeytan da kuldur, ne yaparsa ancak Hak-kın kudretiyle yapar.

“Hatt-ü hâlin iki böldü bu cihânın halkını”

Cemâlin cihân halkını ikiye böldü. Bunlardan biri mü’min, diğeri kâfir. Bu daha ezeldenberi böyledir, yani Cenâb-ı Hak feyz-i akdesten tecellî etti, herkese istidat verdi, ki ona “kazâ” tabir olunur. Çünkü Cenâb-ı Hak malûmatı bilirdi, daha ilimde kimine cennet ve kimine de cehennem istidatı veridi. Sonra bu âlem vücûda geldi. Kaderle istidadı her ne iktizâ ettiyse o zuhûra geldi. Zirâ kâfire küfür istidadı verildi. Mü’mine îmân istidadı verildi, daha Cenâb-ı Hak-kın feyz-i akdesle tecellîsinde bu istidadlar verilmiştir. Sonra onlardan istidadlarının iktizâsı olan fiiller zuhûr etti. Şimdi bu durumda bir soru akla gelebilir; ya azap ne içindir ? Kalallâh-ü Taâlâ : “Vemâ zalemûnâ velâkin kânû enfüsehüm yazlimûn” yani “onlar bize zulmü isnad etmedi, velâkin onları nefsleri zulmeder”.Çünkü Allâh âdildir, herhalde adâletle muamele eder, zirâ bir iğne deliği kadar yerden cennet kokusu cehennemin içine girse, bütün cehennem ehlini yok eder. Bunun aksi de vardır, şimdi böylesi cennete konurmu? Bir pislikten hoşlanan böceği gül yağının içine koyarsanız derhal ölür.Onların yaradılışları bunu icâbettirir.

 

Kim ki bu sırdan haberdâr oldu âriftir özü,

Kurtulup hayvân adından kendin insân eyledi.

Cümle esmâ ve sıfâtındır görünen gayri yok,

Her birin bir vechile hûb zâtın ilân eyledi.

La’l-i cânân olalıdan ey Niyâzî meşrebin,

Sözlerin uşşâk içinde âb-ı hayvân eyledi.

 

Cem makâmı-cem tafsîl, Hazret-il cem, Kur’ândan murad da zattır, yani kudretin insânı zâtına mazhar kıldığı için, insan yüzünün nakşını zâtının alâmeti eylediği içindir. Çünkü kulak Hak-kın seminin, yani işitmesinin sûreti ve alâmeti, göz Hak-kın basarının, yani görmesinin sûreti ve alâmeti ve keza ve keza hepsi bunun gibidir.

“Örttü bu bazâr-ı kesret gözlerin halkın velî”

Bu kesret, yani çokluk pazarı halkın gözlerini örttü, çünkü Hak-kın zuhûru suretlerin çokluğu iledir. Hak bu suretlerle zâhir olur, hatta âhiret âleminde de görme sûretledir, mutlak görünmez. Anın için Mu’tezile mezhebinde olanlar âhirette rü’yeti (görmeyi) inkâr ederler, güya Hak-kı kaybetmemek için rü’yeti inkâr ederler. Hak, âhiret âleminde suretle görüleçektir. Hatta önceleri bir sûretle zâhir olup, “Ene Rabbiküm” diye Hak hitap edeçek, evvelce olduğu gibi “Elestü Birabbiküm” dediği gibi. Bu hitabı duyan ârif “Belî” yani “Evet” diyeçektir. Halbuki mahcup olanlar “Neûzübillah” diyerek inkâr edeceklerdir. Sonra Cenâb-ı Hak diğer bir sûretle görülecek ki, onların yani mahcupların dünyâda Hak-kı o surette bilirlerdi. Meselâ, Rezzâk, yahut Gaffâr gibi. O zaman hicap ehli secdeye varacak velâkin secdeye devamlarını kudreti kalmayacak, Ârif ise dünyâda ikrâr ettiği gibi âhirette de Hak-kı heryüzden seyrettiğinden derhal ikrâr edecektir.

“Cümle esmâ ve sıfatındır görünen gayri yok,

Her birin bir vechile hûb zâtın ilân eyledi.”

Beyitte geçen gayri yok demek, “Tecelli-i bi-zâtihî”, yani cenab-ı Hak zâtıyla tecelli eyledi demektir. “Tecelli-i bi-sıfâtihî”, yani cenab-ı Hak sıfatıyle ziynetlendi ve esmâsıyle da bütün âlemleri kapladı, ve “Zahara bi-ef’âlihî” ise, ef’âliyle zâhir oldu. Bu görülen suretler ve mevcûdat Hak-kın ef’âli ve zuhûrudur.

“Sözlerini uşşâk içinde âb-ı hayvân eyledi”

Ehlullâhın sözleri âb-ı hayat gibidir, yani insana edebî hayat verir.

---------------------

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Bugün Ya’kûb-ı kalbe Yûsuf-ı cândan geldi,

Kâmîs-i pür nesîm ile o cânândan haber geldi.

Açıl ey gözlerim envâr-ı vech-i zül-celâlîden,

Dilâ bedr ol kim mihr-i dırahşândan haber geldi.

Yerinme nâkısım deyu kemâl ehlini gördükçe,

Kamû noksânı tekmil eden insanlardan haber geldi.

Eyüp dilhâneyi tamir otur bu beyt-i ahzanda,

Bu şeb bana seher vaktinde mihmândan haber geldi.

Ne kim yağma olundu çekme gam şimden geru sen var,

Dil-i vîrandaki ol kenz-i vîrândan haber geldi.

Bu Mısrî’nin vücûdu Mısrînin oldur şehinşâhı,

Ezelden tâ ebed hükm-i Süleymandan haber geldi.

 

Hazreti Yusuf kardeşleri babalarından çok kıskandıkları için onu bir geziden dönüşte Ken’an kâfilesine sattılar, sonra gelip Hazreti Yakub (A.S.) ma onu kurt yedi diyerek yalan söylediler. Kâfile de onu ağırlığı kadar altına Mısır Meliki Kısagur’a sattı. Sonradan Mısırda ve cıvarında kuraklık oldu. Buyday almağa gelen kardeşlerine hazreti Yusuf (A.S.) kendisini bildirdi ve gömleğini babasına gönderdi. Hatta Yusufun kokusunu âyeti kerimede “İnnî le-ecid-ü rîha Yusuf-e”, “Emin olun ki yusufun kokusunu duyuyorum” olduğu gibi teneffüs ettir.

“Bugün Yâkûb-ı kalbe Yûsuf-ı cândan haber geldi”

Bu beyitte Yusufdan murat ruhtur, Yakubdan murad ise kalbtir. Ruh makâmı, hakikat makâmı olup “Makâm-ı cem” dir. Makâm-ı cem’e vâsıl olmadan hiç “Hazret-il cem” e vâsıl olunabilinirmi? Önce Yusufa, andan Yakuba gidilir. Kur’ân-ı Kerîm bütün enfüs ve afâkı câmidir. Fakat bir tâife vardırki, onlara “Tâife-i Bâtınıyye” tâbir olunur. Bunlar Kur’ânı yalnız enfüse hasrederler. Meselâ; Salat-ı afâkiyeyi tanımazlar, salâtı yalnız enfüsiyyeye hasrederler. Oruç keza öyle ve diğer farzları da enfüse (nefislere) hasredip, afâkiyyeyi inkâr ederler.

Cebrâil akl-i Resûldür, İsrâfil himmet-i Resûldür, yoksa Cebrâil ve İsrâfilin aslı yoktur, murad enfüsîdir diyerek, afâkiyyeyi inkâr ederler. Tâife-i zinâdıka gibi bu gibiler kâfirdir. Kur’ânı yalnız enfüse hasreden küfreder.

“Açıl ey gözlerim envâr-ı vech-i zül-celâlîden”

Zülcelâlin nûrlarından murad, burada görünen mevcûdattır, yani İlâhî Cemâldir. Bu görünenler Hak-kın ef’âli, isimler ise Hak-kın sıfatıdır, bunlar zâta delâlet eder.

“Yerinme nâkısım deyu kemâl ehlini gördükçe”

İnsân-ı nâkısım diye yerinme, yani üzülme seni tekmil ettirirler. Çünkü İnsân-ı Hayvân vardır, ki tevhîde hiç dahil olmamıştır ve seyr-i sülûk görmemiştir, bunlara insân-ı Hayvan tâbire olunur. Tevhîd-i Ef’âl ve Tevhîd-i sıfât makâmlarını görmüş veyahut yalnız Tevhîd-i Ef’âli görmüş olanlara İnsân-ı Nakıs tabir olunur. Tevhîd-i zâta vâsıl olanlara “İnsân-ı Kâmil” tâbir olunur.

“Kamu noksânı tekmil eden insandan haber geldi”

Bir kere tevhîde ayak bastımı, o behemeal kâmil olur,yani “İnsân-ı Kâmil” mertebesine vâsıl olur, ona makâmlar tekmil ettirilir. Bir kere o adam hayvâniyetten kurtuldumu ,ya bu âlemde,veya son nefesinde veya Berzah âleminde,ya mahşerde ona tekmil ettirilir,mahrum kalmaz. Buna misâl olarak : Zinnûn-i Mısrî ile Hazreti Şeyh-ül Ekber berzah âleminde buluştular. Hazreti Şeyh ona :”Hak bu mevcûdatın gayrı olurmu ? Bu mevcûdatın müstakil vücûdları yoktur,onların hepsi Hak-kın vücûduyla mevcutturlar, yani Hak-dan başka mevcûd yoktur.” dedi, Buna cevaben Zinnûn : “Ben bu Tevhîd meselesine şimdi vâkıf oldum” diyerek ona teşekkür etti. İşte berzah âleminde Zinnûnu hazreti Şeyh-ül Ekber terakkî ettirdi. Zirâ Zinnûn hazretleri bu âlemde iken bu tevhîd meselesine vâkıf değildi.

--------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Tâlib-i Hak-kın devâsız derd dürür sermâyesi,

Anınçün âh-u zâr olur hemîn hemsâyesi.

Âşıkın ma’şûk yolunda derdi arttıkça müdâm,

Artar anın dem-bedem akrân içinde pâyesi.

Tâatın ihlâsa ermez ilm ile amâl ile,

İzzeti ko zilleti tut oldur anın mâyesi.

Arz-ı vâsi ister isen Kâmilin gir kabzına,

Arş-ü kürsîden geniştir bir Velînin âyesi.

Ârifin gönlünü bilmez kandedir halk-i cihân,

Ol ki Ankâdır yere düşmez bil anın sâyesi.

Kim ki Mazagal-basar Sultânının tıflı ola,

Mısrı’yâ şol feyz-i akdes nûru oldu dâyesi.

 

“ Tâatın ihlâsa ermez ilm ile âmâl ile “

İlim ile ve amel ile tâatın ihlâs bulmaz.İzzeti, yani azizliği ve vâriyeti terket. Böylece vâriyetin Hak-kın olduğuna vâkıf ol, zirâ kölenin vâriyeti efendisinindir. Kulluk üçtür : İbâdet, Ubûdiyyet, Ubûdet. İbâdet: Nefsinin kılıçtan,haraçtan kurtulması ve âhirette de nefsinin cehennemden kurtulması için yapılan “ibâdete” denirki bu Avâmın ibâdetidir.

Ubûdiyyet : Kezâlik ibâdeti nefsden görüp ancak Hak rızası için olursa ona “Ubûdiyyet” tâbir olunurki ,bu ise Ebrârın ibâdetidir. Ubûdet : İbâdeti Hak-dan görüp,yani âbid,mabûd Hak-tır, işte bu Havâsın ibâdetidir.Velhasıl ibâdet tâat-ı ilm ve amel ile olmaz, tevhîd ile olur.

“Arz-ı vâsi ister isen Kâmilin gir kabzına,

Arş-ü kürsîden geniştir bir Velînin âyesi”.

Kâmilin kabzası dünyâ kadar geniştir,yani bu âlemde tasarruf eden “Gavs” tır,çünkü o Hak-kın halifesidir.Müstahlefte bulunan vasıflar aynen halifede de bulunur.

Aye avuç içi anlamınadır,yani arş ,kürsî ve bütün âlemler Gavs’ın avucunun içinde bir hardal dânesi kadardır. Onların ihâtaları Hak-kın ihâtasıdır. Kâmillerin vâriyeti yoktur,kezâ onların vâriyeti Hak-kın vâriyetidir. İşte Gavs bütün âlemleri muhittir, yani kaplamıştır.

“Ol ki Ankâdır yere düşmez bil anın sâyesi”

Eşyâ üç nevidir ; ankâ da üç nevidir,fakat ismi var cismi yoktur.

“Kim ki “Mazâgal basar” Sultânının tıflı ola “

Kalâllâh-ı Taâlâ : “ Mazâgal basar “,yani aşağısıda var ,yukarısıda, Hazreti Resûlün gözü,kulağı, aklı, hayâli velhasıl azâ ve cevârihini çevirmezdi.

Evlâd-ı Resûl üç kısımdır :

Biri “Evlâd-ı sûriyye “,yani Hazreti Resûlün neslinden gelen İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyn (R.A) efendilerimizdir.Hazreti Resûlün erkek evladı var idiyse de kendilerinden önce vefat etti. Fakat Nebîlerin kızlarından olan nesli de baba tarafından imişçesine sayılır. Diğer halkın ise böyle sayılmaz.. Hazreti Fâtıma (R.A) nın evlâdından olan evladı, tâ kıyâmete kadar Evlâd-ı Resûldür, yani bunlar Hazreti Resûlün “Evlâd-ı Surî “si sayılır.

Diğerleri hem evlâd-ı surî,hem de evlâd-ı manevîdirler,yani bunlar tevhîdi rü’yâda veya yakazada (uyku ile uyanıklık arası ) bizzat Hazreti Resûlüllâh’tan alandan almış olanlar da evlâd-ı ma’nevîsi olurlar.Meselâ, “Kutup ve Gavs” olanlar bunlardandır. Diğerleride Hazreti Resûlden olmayıp,tevhîdi bizzat Resûlüllâhtan alandan almış olanlardır-ki bunlara yalnız “Evlâd-ı ma’nevi” derler. İşte Evlâd-ı Resûlün biri suri,biri surive ma’nevî,diğeri de yalnız ma’nevî olandır. Ya ,bunlardan gayrı olanlar nedir? Evet,tevhîdin en aşağı mertebesi olan “Lafzî tevhîd”, yani “Lâ ilâhe illallâh “ kelimesini söylemiş olanlar da evlâd-ı Resûlden sayılır.İşte kim ki,Hazreti Resûlün ,yani ”Mazâgal-basar” Sultanının evladı ola,feyzi akdes,ezel feyzinin kazâ-i feyzinin nûru onun dâyesi olur.

____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Hamd-ü lillâh habs-i zindân ehl-i hâlin hırfeti,

Fakr-ü zillet derd-ü mihnet ol gürûhun izzeti.

Habs-i cism-ü nefs eden cânın eder elbet halâs,

Halvetin rûşen eder envâr-ı Hak-kın celveti.

Zulmet içre teşne diller âb-ı havâna gider,

Killet içre sabr ile çok kimes buldu devleti.

Halk-ı âlem kabza-i kudrette biçün-ü çerâ,

Hak kazâsına rızâ ver, bula kalbin vus’ati.

İzzet-i ukbâya zillettir Niyâzî çün tarîk,

Nefha-i Rahmâna bu yoldan ede gör sür’atı.

 

Dünyâ ehlinin hepsi adlî hapishânelerdir. Fakat ehlullâhın hepsi gayırlardır.

“Halvetin rûşen eder envâr-ı Hak-kın celveti”

Halvet makâmı, Ruh makâmı ve Hakikat makâmı, yani Cem makâmında vahdet zâhir,kesret bâtındır. Halvet makâmı ise,nefs makâmı, şeriat makâmı olup, Hazret-il-cem makâmında vahdet bâtın, kesret zâhirdir. Velhasıl şerîat makâmını belli eden kimseler gönülleri susuz olanlardırki âbıhayatı koşarlar.Âbıhayattan murad burada Tevhîddir.

Yani tevhîdi bulan dünyâ ve âhiret devlet bulur.Çünkü âhiret devletini bulana dünyâ behemehal hizmet eder.

“Halk-ı âlem kabza-i kudrette biçün-ü çerâ”

Hak kazâsına rızâ ver, bula kalbin vus’ati

Halk-ı âlem, İlâhî kudretin kabzasındadır ve Hak-kın ef’âlinden suâl olunmaz. Hak-kın kâzasına rızâ verenin kalbi genişler, Çünkü hazreti Resûl : “ Lârâdde li-kazâike velâ mânin li-atâike” ,yani “ Kazâya ve bağışlamaya hiç engel yoktur “,buyurmuşlardır.

“Nefha-i Rahmâna bu yoldan ede gör sür’ati”

Nefha, nefesini dışarı vermek ve nefesin dışarıya verilmesinde hasıl olan istirahattir. Âyette : “ Ve nefaht-ü fîhi min rûhî “, “ Biz ona rûhumuzdan üfledik “ vârid olmuştur. Rûh istirahat anlamınadır.İnsan nefesini içeri alıpta,sonra o aldığı nefesini dışarıya vermesi hayatını devam ettirmesi demektir. Nefesini dışarıya veremezse derhal ölür. Bundan dolayıdır ki, insan ölürken nefesini içeriye alır,o nefes içerde hapis olur,dışarıya verilmezse vefat eder. İşte tabii ölüm böyle olur.

-----------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Hamr-ı rûy-i yâr ile sekrân olan anlar bizi,

Katresin bahr eyleyip ummân olan anlar bizi.

Câhil anlamaz zevil-irfân olan anlar bizi,

Vâkıf-ı esrâr olup hayrân olan anlar bizi.

Anlamaz hayvân olan, insân olan anlar bizi,

Halkın artık eksiğine keylimiz yoktur bizim.

Kimseye tâ’netmeğe hiç dilimiz yoktur bizim,

Lâ-mekândan gelmişiz bir ilimiz yoktur bizim,

Bu fenâ gülzâra hergiz meylimiz yoktur bizim,

Her seher bülbül gibi nâlân olan anlar bizi.

 

İnsan üç kısımdır:

1- İnsân-ı hayvan. Tevhîde ayak basmayanlar.

2- İnsân-ı nâkıs. Tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfat görüp, henüz tevhîd-i zâta vâsıl olmayanlardır.

3- İnsân-ı Kâmil. Tevhîd-i zâta vâsıl olandır.

“Lâmekândan geldik, şehrimiz yoktur” demek en önce “Nûr-i Muhammedî” yaratıldı demektir. Nur-i Muhammedi tecellî etti, Nefs-i kül oldu. Nefs-i kül tecellî etti Tabiat oldu. Tabiat tecellî etti Heyûla oldu. Heyûla tecellî etti Cism-i kül oldu. Cism-i kül tecellî etti. Şekil oldu. Şekil tecellî etti Arş oldu. Arş tecellî etti Kurs-î oldu. Andan Felek-i atlas, Felek-i menâzil tâ İnsanlık mertebesine kadar yirmisekiz mertebe vardır. Bundan dolayı biz mekânsızız, yani mekânımız yoktur.

 

Sırr-ı vasl-ı yâri yol azanlara açılmazız,

Biz hakikat şemsiyiz revzenlere açılmazız,

Biz ricâl esrârını şol zenlere açılmazız,

Zâhid-i elfâf olan rehzenlere açılmazız,

Açılup güller gibi handân olan anlar bizi.

Sanmanız zâhid gibi havf-ü ricâ abdâlıyız,

Geçmişiz andan şehâ bezm-i likâ abdâlıyız,

Tekye-i iklîm lâhûtta bekâ abdâlıyız,

Baş açık yalın ayak râh-ı fenâ abdâlıyız,

Ref’edip ten cübbesin üryân olan anlar bizi.

Mısriyâ şehr-i fenâya uğradı râhım bugün,

Şems-i rûy-i yâr ile bedr oldu çün mâhım bugün,

Kuluna rahmeyleyip kıldı nazar şâhım bugün,

Lî-maallâh sırrına mahremdir İbrâhim bugün,

Ol serâ-yi vahdete mihmân olan anlar bizi.

 

“Biz ricâl esrârını şol zenlere açılmazız,

Zâhid-i elfâf olan rehzenlere açılmazız.

Açılup güller gibi handân olan anlar bizi.”

“Biz ricâl sırlarını şol zenlere açılmazız” mısrasında, zenden murad edilen “Hünsâ-i müşkile” dir. “Gülzâr-ı şerif” sâhibi İbrahim Tennûri hazretleri,ki Hacı Bayrâm-ı Velî’nin halifesi Ak Şemseddinnin halifesidir. O kitabında bu zat İlâhî farzların önce hepsini şeriat,sonra hakikat lisânıyla şerheder. Meselâ, şeriatta oruç şudur diye açıklamasını yaptıktan sonra, bu defada hakikatta oruç budur diyerek yapar. Kezâ şeriatta abdest şudur,hakikatte abdest budur, şeriatte namaz şudur,hakikatte namaz budur diyerek İlâhî farzları tamamen yazdıktan sonra,sıra “ Hünsâ-i müşkile “ ye gelince, şeriatte erkekliğine veya kadınlığına hüküm olunamayana derler der. Meselâ, böyle bir kimse camiye gitse erkekler safında dursa kadınlığı, kadınlar safında durursa,o zaman da erkekliği gâlip olur,bu sebebten onun ayrı bir safta durması şeriat icabıdır. Onlar için mirâs meselesi de böyledir. Mirâs hissesinin yarısını erkek olarak,yarısınıda kadın olarak alır. İşte şeriatta hünsâ-i müşkile bunlardır.Hakikatta ise hünsâ-i müşkile olanlar,ca-hil olup şeyhlik ve ulemâlık davâsında bulunan bir misillû adam, ne kadın olarak halk arasına karışabilir, ne de erkek olarak Ehlullâha karışıp sohbet edebilir,Çünkü bu gibi kimseler Ehlullâha karışamaz cehâletinden, halk arasına karışamaz azametinden. İşte hakîkatta hünsâ-i müşkîle olanlar bu kabilden adamlardır.

“Li-maallâh sırrına mahremdir İbrâhim bugün,

Ol serâyı vahdete mihmân olan anlar bizi”.

Hazreti Resûl ile Ebûbekir-is Sıddık hazretleri sohbet ederlerken yanlarında bulunan Hazreti Ömer efendimiz hiç anlamazdı. Yine böyle bir sohbetten çıktıklarında hazreti Ömer : ”Yâ, Ebûbekir Hazreti Resûlün bütün sırlarını anlarmısın ?” diye sordu. Hazreti Sıddık cevaben şu hadis-i şerîfi rivayet etti: “Li-maallâh vakt-i yesianî Nebiyyi Mürsel velâ melek-i mukarrib “ yani “ Allâh ile benim bir vaktim vardır ki,ne Nebiyyi Mürsel oraya sığar, ne de melek-i mukarrib”. İşte hadis-i şerifte geçen vakit “Makâm-ı Muhammedî” dir, yani “ Ahadiyettir “ Oraya hiçbir Nebîyyi Mürsel ve yakında olan melek ayak basamaz.Ancak kadem-i Muhammedî ile, yani o makâm sâhibi ile olurki, bu bilasâle Hazreti Resûlüllâhındır.

Nebîler ve Verese ( vâris-i ulum Nebî olanlar ) oraya onun vâsıtasıyla girerler.Hazreti İbrahîm de tevhîdin babası olduğu halde, “ Makâm-ı Ahadiyyet” e ancak kadem-i Muhammedî ile girebilir demektir.

---------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Yakın yalındı külhanı,atın firengi temreni,

Çoktan arardım ben bunu ya ben sizi,ya siz beni.

Çün gördünüz kim tınmazam sağ ve soluma bakmazam,

Sanursunuz dayanmazam ya ben sizi, ya siz beni.

Geldik işin tâ ucuna eriştik âhir gücüne,

Bâtıl olur kim gocuna ya ben sizi, ya siz beni.

Şemsin yanında zerreler bahrın içinde katreler,

Zıldan şecer etmez hazer ya ben bizi, ya biz seni.

Hor hor uyurken basınız Mısrî’yi ol vakit asınız,

Bulun zebânın assınız ya ben sizi, ya siz beni.

 

Mısrî efendinin zamanında Şeyhülislâm olan Vânî efendi ile de arası açıktı. Şeyhülislâm zamanın Padişâhına Mısrî efendinin bir süre sürgüne gönderilmesinin uygun olacağını bildirmişti. Beyitleri bunun üzerine yazmış olacaklar. O da kalktı yalnız başına Limni adasına gitti. Ada halkı kendisine bîat etti, tekrar İstanbul’a geri dönmedi ve ömrünün sonuna kadar orada kaldı.

Sultan Abdülmecid Han hazretlerine Mısrî efendinin İstanbul’dan sürgün edilmesinin haksızlık olduğu bildirilmesi üzerine Limni adasına bir seyahat yapmışlar. Orada üç gün kalarak Kur’ânı Kerîm okumuşlar ve türbeyi yeniden tefriş ettirmişlerdir.Avdetinde Kırım harbi vâki olmuş ve sonunda harbten muzaffer çıkılmıştır.Sultan Abdülmecid Han hazretleri muvahhid idi ve makâmları cem makâmı idi.

______________

Vezin : Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’lün

Kasab elinde koynum,ya o beni, ya ben onu,

Cellâd önüde boynum,ya o beni, ya ben onu.

Irz-ü vekâr mal-ü menâl yağma olundu cümlesi,

Soyunmuşum bu yolda ben,ya o beni, ya ben onu.

Cisme bugün kırk erbâîn oldu tamam Deccâl laîn,

Kıldı beni Rabbim emîn, ya sen beni, ya ben seni.

Vallâhi senden korkmazam dâ’vâyı bâtıl kılmazam,

Hak-tır sözüm yorulamazam ya sen beni, ya ben seni.

Vardı çıkalı göklere Binaltıyüzdoksanbir’e ,

İndim senin için ben yere ya sen beni, ya ben seni.

Mehdî benim adlim dürür, İsâ benim fazlım dürür,

Âhir amel katlim dürür, ya sen beni ,ya ben seni.

Meydâna çık gel ey kaba avret gibi giyme kaba,

Ben Mısrî’yem geydim abâ, ya sen beni ,ya ben seni.

 

Mısrî efendi Üsküdarda otururlarken bir risâle telif etmiş ve o risâlesinde “ İmâm-ı Hasan ve İmâm-ı Hüseyn” (R.A) hazretlerinin Nübüvvetlerine kâil olduğunu bildirmişti. Risâleyi okuyan bazı kimseler Niyâzi Mısrî hakkındaki hüsnü zanlarını değiştirmek isterler. Zirâ Nubüvvetin Fahr-i Kâinât efendimizle son bulduğuna kâil olmuşlardır. Risâleyi tarafımıza gönderdiklerinde ; “Risâle doğrudur ve şeriate uygundur, vakıa Hazreti Resûlü Ekrem hâtemdir,ama Risâlet-i Nebîlerinin hâtemidir, şerîat-i Nebîlerinin değildir. Nubüvvet-i Tebligiyye bâkîdir,buna “Nebiyyül-Velâyet” tabir olunur” diye cevap verdik.

Bir de fakiri Hüsnü paşanın müsteşârı Fikri efendi (sonradan Vezir olan Fikri paşa) İstanbul’a âvet etti. İstanbula vardığımızda Fikri efendi elinde Mısrî efendinin o risâlesiyle geldi. Bunu tetkik ediniz, Paşa akşama yemekte bunun hakkında sizinle sohbet edecekler. İstanbul’da biri bu risâleyi basdırarak Rumeli ve Anadoluya göndermiş, ve mutasarrıfın biri de risâleyi toplattırarak bir nüshasını göndermiş. Fikri efendi risâle hakkında mutalaamız alındıktan sonra Şeyhülislâma götürecek imiş, Sonra dedik: “Risâle doğrudur ve şerîata mutâbıktır,anlattık hepsini “,sonra Fikri efendi o zaman Şeyhülislâm olan Hasan efendiye risâleyi gönderdi ve sözlerimizide söylemiş. Hasan efendi “ Mademki Hoca efendi şerîata uygundur demişler,öyleyse doğrudur “ve risâleyi tasdik edip Sadâretin takdirnâmesiyle risâleyi toplattıran mütesarrıfa iâde ettirdi.

İşte Mısrî efendi vaktiyle bu risâleyi Üsküdarda telif ettiğinde zamanın Padişâhı olan İkinci Ahmede de şikâyet edilmişdi.

“Vardı çıkalı göklere Binaltıyüzdoksanbir’e”

Hazreti İsâ göklere çıktığı, yani Mısrî efendinin zamanı yıl Binaltıyüz-Doksanbir idi.Velhasıl bu bahır Mısrî efendinin “ Hudâyî Mahmud “ efendiye söylediği sözlerden ibarettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder