-------------------
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Zühdünü ko aşka düş
ehl-i canân etsin seni,
Pîr-i aşka kulluk et
cânâne cân etsun seni.
Bir zaman bülbül gibi
efgânın ağdır göklere,
Şol kadar kıl nâleyi
kim gülistân etsun seni.
Âr-u nâmusun bırak
şöhret kabâsından soyun,
Gey Melâmet hırkasın
kim ol nihân etsin seni.
Yüzünü yerler gibi
ayaklar altında ko kim,
Hak teâlâ başlar üzre
âsumân etsun seni.
Verme râhat nefsine
dâim gazâ-yi ekber et,
Kâbe-i dil fetolup
dârül-emân etsun seni.
Gel Niyâzi’nin elinden
bir kadeh nûş eyle kim,
Mahvedüp nâm-ı nışânın
bî-nişân etsin seni.
Zâhir üzre takrir
olunmuştur. (Hacı Maksut efendi).
-----------------
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Gönülleri doldurur
erenlerin halveti,
Ölüleri diriltir
erenlerin halveti.
Yaka yaka kül eder,
her dikeni kül eder.
Hak-tan yana yol eder
erenlerin halveti.
Sıdk ile giren kişi,
âh-ü zâr olur işi,
Gözden akıtır yaşı
erenlerin halveti.
Toygurur ol illeri tiz
geçirür bılları,
Yakın eder yolları
erenlerin halveti.
İçine bir öd salar
nefsin sıfâtın yakar,
Canın gözünü açar
erenlerin halveti.
Seni sana bildirir,
ağlar iken güldürür,
İrfan ile doldurur
erenlerin halveti.
Niyâzî sen var yürü
sanma anı zâhiri,
İçrüden içeri
erenlerin halveti.
Burada halvetten murad
edilen dört duvar arasında olan halvet değildir.Belki celvette halvet,yani
kesrette vahdet olan “ Makâm-ı cem” dir Erenlerin halveti cemdir. Makâm-ı Cem
hazreti İsâ (A.S) nın makâmı idi. Bu makâm sâhipleri ölüleri diriltirler.
Kalallâhi Taâlâ : “ Ve ketebnâ fî-hâ...” ilâ âhiril âyet, yani “ Biz tevratta
yazdık, kim ki haksız yere birini öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş
gibi günah yazılır ve kim ki bir insanı ihyâ eder, sanki bütün insanları diriltmiş
gibi sevâba nâil olur “. Bu âyetin tefsirinde Hazreti Resûl buyurmuştur : “Kim
ki bir cehil, yani bilgisizlik meselesiyle birini öldürür, sanki bütün
insanları öldürmüş gibi günahkâr olur ve kim ki bir kimseyi bir tevhîd
meselesiyle ihyâ ederse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevap kazanır”.
Bundan maksat şudur : Biri diğerini Hak-kın yolundan aldatıp döndürürse,bütün
halkı döndürmüş gibi ona günah yazılır ve kim ki birini Allâhın yolundan çıkmış
görüp, ona bir tevhîd meselesini öğretip doğru yola kor ve ve onun ölmüş
kalbini o yüzden ihyâ ederse, sanki bütün insanları yeniden diriltmiş gibi
sevâb verilir.
-----------------
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Bârekellâh gülistân-ı
bülbülândır Aspozi,
Cenneti tezkir eder
âli mekândır Aspozi.
Mu’tedil âb-ü hevâ hem
müctemi’ envâ-i zevk,
Mecma-i bezm -i safâ
-i ârifândır Aspozi.
Âb-ı hayvânı beğenmez
hasletindendir Mesih,
Aktığınca sanki bir
rûh-i revândır Aspozi.
Câme-i hadrâsın
eyyâm-ı rebi’de kim giyer,
Şüphesiz menzil-i ehi
Hızr-ı zamândır Aspozi.
Her taraf pür meyve-i
şiirin leb-i dilber misâl,
Yeşil atlasla donanmış
nev civândır Aspozi.
Bî midâd elması üzre
nakş olur ebyât-ı sürh,
Lâ cerem sun-u Hüdâ’yâ
bir beyândır Aspozi.
Ol sebebden ehli pür
akl-ü zekâ vü ma’rifet,
Mahzen-i ehl-i ulûm-u
kâmilândır Aspozi.
“Cennet-i min
tahti-hel enkâr-ı tecrî “ dense hûb,
“Hâzihi cennât-i
adn-in “den nişândır Aspozi.
Ey Niyâzî ger
dokunmasaydı hiç bâd-ı fenâ,
Kim demezdi ana
firdevs-i cinândır Aspozi.
Hazreti Msih (İsa
A.S.) ihtiyârî ölümle öldükten sonra ikinci kat göğe kaldırıldı. Kalallâh-ü
Teâlâ Kur’ân-ı hakîmde: “İnnî müteveffîk-e ve râfîuk-e...” âyetinde geçen
“tevfiye” den murad ihtiyâri ölümdür. Hazreti İsâ (A.S.) âhir zemanda Hilâfet-i
Resûl ile yeryüzüne nâzil olup, burada 40 yıl süre kalır, evlenir, evlâdı olur,
en sonunda bu defa tabii ölümle ölür ve yerine evlladı halife olur. İşte
Hazreti Îsânın kendisi diri olduğundan dolayı onun âb-ı hayata ihtiyacı yoktur.
Aspozi Malatya’ya
yakın bir ilçedir. Ümmi Sinân Mehmet efendinin tekkesi orada idi ve sonradan bu
zat Niyâzî hazretlerinin şeyhi olmuştur.
------------------
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bir yüze dûş oldu
gözüm yüzbin gezer divânesi,
Olmuş cemâli şem’nin
ayı ile gün pervânesi.
Kendi sunar dolu dolu
peymâneler âşıklara,
Bir kez elinden nûş
eden olur ebed mestânesi.
Şunlar ki tatmadı ezel
bezminde anın cür’asın,
Tatmaya dahi bunda ol
aşk ehlinin bigânesi.
Her bir kuru lâf ehli
dahil olımaz bu meclise,
Ol câna kıymaz nice
gel disun ana canânesi.
Aşk ehli ayılmaz
ezelden tâ ebed sarhoş olur,
Pes nice ayılsun ki
dâim devreder peymânesi.
Bir mülke mâlik
eylemiş uşşâkını ol pâdişâh,
Mülk-i Süleymân
omların yanında bir virânesi.
İki cihanda Mısrî’ye
devlet dahi izzet yeter,
Geldikçe yâr’in
sunduğu gevherlerin her dânesi.
Gün nûr isminin
sûretidir. Ay ile yıldızların nûrları günün nûrundan gelmedi. Çünkü ay ve
yıldızlar cevâhirler gibi şeffaf olduğundan günün nûrunu iktibas ederler. Laf
edli, yani yalancı ve iddiâcı kimseler Tevhîd ehlinin meclisine giremezler.
Onun iddiâcı olduğu daha başlangıçta sözlerinden belli olur.
Beyitte geçen “Mülk-ü
Süleymandan” murad edilen ise, hazreti Süleymanın mülk-ü sûrî ve mülk-ü
dünyevîsidir, yoksa o da bir Ulülazim peygamberdir.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ben sanırdım âlem içre
bana hiç yâr kalmadı,
Ben beni terk eylerim
bildim ki ağyâr kalmadı.
Cümle eşyâda görürdüm
hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem
şimdi hiç hâr kalmadı.
Gice gündüz zâr-ı
efgân eyleyüb inlerdi dil,
Bilmezem noldu kesildi
âh ile zâr kalmadı.
Gitti kesret, geldi
vahdet oldu halvet dost ile,
Hep Hak oldu cümle
âlem şehr-ü bâzar kalmadı.
Dîn-ü diyânet âdet-ü
şöhret kamu vardı yele,
Ey Niyâzî noldu sende
kayd-i dindâr kalmadı.
“Cümle eşyâda görürdün
hâr var gülzâr yok,
Hep gülistân oldu âlem
şimdi hiç hâr kalmadı.”
Bütün eşyâda hâr
(diken), yani fenâ görürdüm. Fenâ-Fillâh olunca, evvelce hâr gördüklerim, artık
gülzâr (Gül bahçesi) oldu.Bütün her şey bana güzel görünür ve hepsinden lezzet
almaktayım, artık fenâ görmem
“Gice gündüz zâr-ü
efgân eyleyip inlerdi dil”
Gönlüm gece ve gündüz
âh-ü efgân ederdi. Çünkü bazı makâm kabız verir (insanı tasarrufu altına alır),
bazı makâm da bast verir (her şey açıklığa kavuşur). Cem makâmı kabız verir,
çünkü kesret batındır. Hazret-ül cem’e geçince munbasıt olur, zirâ bast
makâmıdır. Bu makamda kesret zâhirdir. O kimsenin artık âh-ü efgânı kesilir,
diner.
“Gitti kesret geldi
vahdet oldu halvet dost ile”
Gitti kesret, yani
kesret bâtın oldu.Geldi vahdet,yani vahdet zâhir oldu ki,cem makâmında kesret bâtın
,vâhdet ise zâhirdir. Dost ile halvet cem makâmında olur. Halvetiyye
tarîkatında “Halvetî” denilmesinin sebebi bundan dolayıdır ki,halvet severlerdi
,yani Hak ile olurlar,halk ile olmazlardı demektir. Ama bu Halvetîler değil.
Bir kimse mabûdu tevhîd etmedikten sonra din ve diyânetin ne yararı vardır.
“Ey Niyâzî noldu sende
kayd-i dindâr kalmadı”
İşte Mısrî efendinin
“kayd-i dindâr kalmadı” demesi onun mâbuduna vâsıl olmasının ifâdesidir.(
Vâsıl-ı İllâllah olmak ).
-------------------
Vezin : Mef’ûlü mefâilü
mefâilü feûlün
Zevâle gün salındı,
kal’ai Vân alındı,
Bâtıl vücûd dolandı,
vücûd-ı Hak bulundu.
Vücûd-ı insâna cân,
muhakkak oldu Sultân,
Şeytânı sürdü Rahman,
levihden ol silindi.
Bir mahfî sahhâr idi,
kattâl-ü cebbâr idi,
Câdü vü mekkâr idi,
caduluğu bilindi.
Tevbe ederdi hayre,
niyet ederdi şerre,
Küp olmuş idi hamre
hamrin küpü delindi.
Şiirde geçen “ Kal’a-i
Vân alındı “,sözlerinden murad edilen şudur: Mısrî efendi hocası yalnız Mısırda
bulunan “ Miftâh-i ulum-il-gayb” ilmini okumak için gençliğinde Mısıra
gitmişti, orada bu ilmi tahsil etti, hatta kendilerine anın için “ Mısrî “
lakabı verildi.
Serezde asılmış olan “
Bedreddin “ hazretleri vesâir Ehlullâh da orada bu ilmi tahsil
etmişlerdir.Şimdi mısırda bu ilmi okutan yoktur. Ben mekkede iken birinde
Miftâh-i ulum-il-gayb şerhini gördüm, şerhin sâhibi içindekileri anlamadığından
bozuk bir kitab dedi,İşte Mısrî efendi Mısırdan doğru İstanbula geldi ve
Üsküdarda yerleşti. Devir ikinci Sultan Ahmed devri idi ve zamanın Şeyhülislâmı
da Boğaziçindeki köylerden birinde doğmuş ve lakabı “ Vâni” olan bir zat idi.
İşte “ Kal’a-i Vân alındı,bâtıl vücûd dolandı “ beyitleri onun hakkında
söylenmiştir. Vâni efendi vücûdunu müstakil vücûd, Yani Hak-kın vücûdu
başka,kendi vücûdu başka zannederdi.
Bizim bu vücûdumuz
bâtıl değilmidir? Evet bâtıldır. Hakdan gayri hiçbir mevcûd yoktur. ( Lâ
Mevcûd-e illallâh ).
“Şeytânı sürdü Rahman
Levihden ol silindi”
Şeytânı Rahman sürdü”
burada “Rahîm” sürdü demek lâzım gelirdi,çünkü Şeyh “ Küşteri ”hazretlerine
Şeytân gelip : “bir müşkülüm var.Cenab-ı Hak buyurmuştur:” Vesiat-e rahmetî
külli şeyin” (Rahmetim her şeyi kaplayacak derecede geniştir), ben de burada
geçen “ Şey “ de dâhilim, şu halde benimde rahmet içinde bulunmam iktizâ eder.
Niçin Hak-kın rahmetinden koğuldum ?”.Küşterî hazretleri: “Külli şeyin muhît”
olan (Her şeyi kaplayan) Rahmanın rahmetidir ve rahmet-i Rahmandır.Çünkü
rahmet-i Rahman bir rahmet-i âmdır(Yani müşterek,herkese âit ).Rahmet-i Rahîm
ise rahmet-i hâstır ve rahmet-i îycaddır, işte sen oradan,yani Hak-kın Rahîm
olan rahmetinden koğuldun “. İşte bu sebeple Mısrî efendi şiirdeki beyitte
Rahman yerine “Râhîm” demesi lâzım gelirdi.
Sevmezdi ol
beşeri,âmidi hep zararı,
Ehl-i Hak-kın
ciğeri,dilim dilim delindi.
Ol zâlimin
elinden,çıktı çoğu yolundan,
Cüdâ düşüp ilinden,
defterleri çalındı.
Yezîd-i bed-nâm idi,
ilimde haham idi,
İt idi Bel’am idi
taşra dili salındı.
-------------------
Vezin : Mefâilün
mefâilün feûlün
Nolaydı ey Keşiş dağı
nolaydı,
Senin dâim yüzün böyle
güleydi.
Yüzün gözün kan
ağlayıp şitâdan,
Biten dürlü çiçekler
solmasaydı.
Senin âb-ı havânı
matlep edüp,
Başında her taraf
yârân dolaydı.
Kibirle göklere baş
çekmeseydin,
Başında dürlü barân
olmayaydı.
Bu Mısrî’ya aceb bu
dağ ne derdi,
Eğer dile gelüp bir
söyleseydi.
Zâhir üzre takrir olundu.
(Hacı Maksud efendi).
----------------
Vezin: Mefâilün
mefâilün mefâilün mefâilün
Sana âşık olan diller
niderler hûri gılmânı
Cemâlin seyreden
gözler niderler bağ-ı rıdvânı.
Şarâb-ı aşk ile sekrân
olup her birisi mestân,
Visâlin gülüne hayrân
olan neyler gülistânı.
Koyanlar akl-ü idrâki
olurmu kimseden sâkî,
Yakıp bu sîne-i çâki
düşer âteşlere cânı.
Bu nâr-ı aşka yananlar
buhar-ı şevka dalanlar,
Gözünden yaş ile
kanlar akan bilmezmisin hânı.
Niyâzî kaldı hayrette
yanar dil nâr-ı firkâtte,
Düşen bu dâr-ı
gurbette dün-ü gün eyler efgânı.
Bizler ruhlar
âleminden bu gurbet âlemine çıkıp geldik.Burada bulunurken gurbetteyiz,Dâima
asıl vatanımız için âhü efgân ederiz.Hazreti Resûl: “Hubb-ul vatan minel îmân “
buyurmuştur,yani “Kişinin asıl vatanı olan rûhlar âlemine karşı muhabbet etmesi
İmânına delâlet eder.”yani o kimsenin bu sevgisi onun imânından gelir.
-------------------
Vezin : Filâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey gönül gûş eyle gel
âşıkların güftârını,
Nicedir gör dost ile
yânıkların bazârını.
Dost belâsı sehmine
ürrân edüp sinelerin,
Sonra ol yârelerin
istediler dermânını.
Derdini,dermân
verüptür yine ol yârelerin,
Anın içün arttırır
âşıkların efgânını.
Aşk ödü şöyle yakuptur
cism-ü cânın anların,
Kül edip savurdular
cümle vücûd harmânını.
Vasl-ı Hak-kı isteyen
cân-ü cihânı terk eder,
Aşk meydânında ol
dikti anın dârını.
“Ey gönül “ burada
kalbe hitab olunuyor,İnsanda beş şey vardır: Nefs,Ruh,hafî,kalb,sır.Nefsin işi
kesrettir ve alâkadır,yani herbir şeye ilgi gösterir ve muhabbet eder.Bu
muhabbet meselâ, Resûl, Kitap,Mürşid vesâir bunlara benzer şeylerdir ki,ulvî
olanlardır,süflî olanlar ise yapılmaması icabeden şeylerdir,meselâ menhiyyat
gibi (yasak edilmiş şeyler).Ruhun işi vahdettir ,Haktan gayriya teveccühü
yoktur.Hafî şerîata nâzırdır, yani şer’î hükümleri gözler.Kalbin işi ise
berzahtır,yani kesretle vahdet arasında berzahtır,kesretle vahdeti câmidir.Anın
için Hadis-i şerîfte “Ma vesaanî ardî velâ semâî velâkin vesaanî kalb-i abd-i
mü’min” buyurulmuştur.yani “Ben yere göğe sığmam,ancak mü’min kulumun kalbine
sığarım”.Çünkü kalb vahdetle kesreti câmidir.Sır ise ahadiyete nâzırdır,yani
sırrın işi ahadiyete nezârettir.
“Aşk ödu şöyle
yakuptur cism-ü cânın anların”
Can ve cihânı terk
demek, öyle bir köşede veya halvette oturmak ile veyahut hiçbir işe karışmamak
ile olur demek değildir. Cân ve cihânın terki, cân ve cihânın vâriyeti Hak-kın
vâriyeti olduğuna vâkıf olmak demektir. Kişi buna vâkıf olunca Hak-ka vâsıl
olur.
Sâki-i Bezm-i Elest
peymânesin içenleri,
Gör ki nice
keşfederler sırr-ı Hak astârını.
Bi-nişânın menzilin
Kâf-ı ademden izleyip,
Ey Niyâzî böyle bulmuş
bulan col cânânını.
“Sâki-i Bezm-i Elest
peymânesin içenleri,
Gör ki nice
keşfederler sırr-ı Hak astârını.”
Bezmi elestin sâkîsi
Mürşiddir. Çünkü “ Bezm-i Elest” de Rûh-i âzâm tarafından “Elest-ü bi-Rabbiküm”
nidâsı geldi. Bu nidâyı Velîler safından başkası işitmedi. Sonra Velîler
tarafından Gavs-ı Azâmdan “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidâsı tecelli etti. Bu nidâyı
da mü’minler safı işitti, şakiler safı işitmedi, hepsi birden “belî” yani “evet”
dediler. Anın için bezm-i elest sâkîsi Mürşiddir. İşte elest bezminin şarâbını
içenlerin yüzlerinde olan perdeleri keşfeder.
“Bi-nişânın menzilin
Kâf-ı ademden izleyip,
Ey Niyâzî böyle bulmuş
bulan ol cânânı”
Hak-kın yolunu “Kâf-ı
ademden izle” demek, yani bu yolu Mürşidden izle demektir. Ol mahbubu
(Sevgiliyi) bulan böyle bulmuştur. Kâf dünyadır velâkin gizlidir. Oraya
Ehlullâhtan başkası giremez. Bittabi Mürşid de öyle kolayca bulunmaz ve
bilinmez.
---------------
“Eylesun Allâh çok
tahiyyâtı,
Ana kim verdi ilm-i
gâyâtı.
Gizli Sultandır sırr-ı
Subhandır,
Mürşid-i candır hep
mâkâltı.
Kutb-i halâyık bahr-î
hakâyık,
Ferd-i câmîdir hep
mâkâmatı.
Nokta-i kübrâ göremez
a’mâ,
Gizlüdür zirâ cümleden
zâtı.
Kalbini keşşâf eylemiş
şeffâf,
Görünür anda hep
beriyyâtı.
Hubbu cânımda sırr-ı
zâtımda,
Savar üstümden her
beliyyâtı.
Ey nice canlar yanını
bekler,
Bulmadık derler bunda
lezzâtı.
Neylesin ta’lîm olamaz
teslim,
Ya nice bulsun ol
kemâlâtı.
Mâyenin zevkin alımaz
şol kim,
Şeyhi Hak bilmez yok
rıâyâtı.
Arayup bulan kulluğun
kılan,
Telkinin alan buldu
hâlâtı.
Arayup bulan kulluğun
kılan,
Telkinin alan buldu
hâlâtı.
Şehri elmalı canda
bulmalı,
Ummî Sinandır şöhret-i
zâtı.
Şeyhini Hak bil ey
Niyâzî kim,
Pîr yüzündendir Hak
hidâyâtı.
Tahiyyâttan murad
tâzîymdir.İlmin cüz’iyyâtı hasebiyle gâyeti (amacı) yoktur,makâmlar
hasebiyledir.Makâmların en son varacağı sınır yedi makâmdır.Bunların üçü
terâkkî,yani ilerleme, diğer üçüde tedellâ ki nuzül, yani iniş
makâmıdır.Terâkkî makâmları : Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfat, Tevhîd-i Zat
tır.Tedellâ makâmları : Cem, Hazret-il-cem, Cem-ül-cem dir. Bir de Ahadiyyet
makâmı ki,bu makâm Hazreti Resûllüllâh'a (S.A.V) mahsustur.Tevhîd-i zatta insan
kâmil olur.Tevhîd-i ef’âl ve Tevhîd-i sıfatta da insan nâkıstır, zat makâmına
vâsıl olunca insan kemâl bulur ve “ İnsân-ı Kâmil “ olur.
-----------------
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün feûlün
Belirmez Ârifin nâm-ü
nişânı,
Değil irfân, filan
ibn-i filânı,
Yerin terk edenin
yoktur mekânı,
Hakîkât ehlinin olmaz
nışânı.
İzi yoktur ki izinden
biline,
Dahi tozmaz ki
tozundan biline,
Sen anı sanma sözünden
biline,
Hakikât ehlinin olmaz
nişânı.
Ne denli var ise
âlemde evsâf,
Sıfatlanır ânı bil
eh-i â’raf,
İnâd ehli değilsen
eyle insâf,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Sen anın sabr-u
şükrünü sorarsın,
Bulamazsın o vasfıyla
yürürsün,
Bilindi kim nişânını
ararsın,
Hakikât ehlinin olmaz
nişânı.
Ârifler bazen telvin
makâmına (renklenme) inip her sıfatla sıfatlanırlar.Onlar gâh fakîr olur,gâh
seyyâh olur, gâh derviş olur.Velhasıl onlar her sıfatı giyerler(boyanırlar).Kâlallâh-ü
Teâlâ fil-hadis-il kudsi: “Evliyâ-î taht-e kubâbi lâ ya’rifühüm gayrî “,yani “
Benim kubbelerim altında öyle Velilerim vardırki,onları benden başka kimse
bilemez”. Bunların her birisi birer Velî oldukları halde tevellüd etmezler,bu
cihana gelip bir mürşide intisab ederek, o Mürşid yüzünden seyr-i sülûk ederek
irşâd olurlar,lâkin onlar ezelde de yine Velî idiler. Hatta bu gibi kimselerden
ayadiyetüs-seyr olanlar bile Mürşidsiz olmazlar.
Kubâb-ı Hak-ta mestur
olan erler,
Sıfât-ı halk içinde
görünürler,
Ne doğarlar onlar ne
dolanurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Gazab şehvet iki
ayaktır anlar,
Binüp üstünde seyyâh
oldu canlar
Bularla çıktılar arşa
çıkanlar,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Ne kim âfâkta hor
görmezse ârif,
Vücûdunda da olmaz anı
sârif,
Anınçün der bunu ehl-i
maârif,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Görünse taşradan bir
vasf-ı fâil,
İçinden de biri olsa
mukâbil,
Yakına yardım eyle
olma hâil,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Anı uran urur ağlatmak
için,
Ya gayret gösterir
darıtmak için,
O da ağlar darılır
çatmak için,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Nefessiz dünyada bir
harf dirilmez,
Nefes de harfe bulanır
arılmaz,
Şu kim Hak-tan gelir
cânâ yorulmaz,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Cihanda bir gürûh
olmaz ki ey cân,
Bulunmaya içinde ehl-i
irfân,
Olur mevsûf sıfatlar
ile her an,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Kimi şâdân, kimi nâşâd
olurlar,
Kimi üstâd, kimi
nerrâd olurlar,
Niceler sûretâ cellâd
olurlar,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Şerîatle olursa ger ol
ef’âl,
Dime ana ki bu gâyet
bed ef’âl,
Şer’i red etmese sen
de kıl ikbâl,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Ne kim mevcûd oluptur
bu cihânda,
Ger işlense kamu yerli
yerinde,
Bahâne bulamazlar hiç
birinde,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
Niyâzî ye gelir her
gayb-ü hâzır,
Görünür cümle a’râz ve
cevâhir,
Nişâniyle olur herbiri
zâhir,
Hakîkat ehlinin olmaz
nişânı.
O Velîler öyle cihanda
dolanmazlarda.” Hakîkat ehlinin olmaz nişânı” Zirâ onlara vuranlara onlarda
vururlar.Çünkü vuranı vurmak “ İncil “ hükmüdür.âyet-i kerîmede geçmiştir :
“Siz nâsâranın cizyelerini yakalarından çekerek zorla alınız ve mühlet
vermeyiniz,herbirinin zimmetini birden alınız,onlara müsaade vermeğe gelmez.”
Özet olarak Hak ehlini vuran olursa, onlar da vururlar,sabır ve sükût etmezler.
“Nefessiz dünyâda bir
harf dirilmez”
Nefessiz dünyâda bir
şey dirilmez.Nefis de ölür.Zirâ nefis,nefesden müştaktır.Yukarıda geçtiği gibi
cihanda hiçbir topluluk olmazki, içlerinde bir Ârif bulunmasın.Hatta üç evlik
bir köyde bile bir Ârif kişi bulunur,bulunmazsa o köy,o topluluk harab
olur.Cenab-ı Hak o topluluğu ve o köyü o Ârif ile korur. Onlar “Kutup “
lardır,fekat bu hususu kendileri de bilmezler.
“Ne kim mevcûd oluptur
bu cihânda”
Bu cihânda ne kim
mevcûd ise cümlesi yerli yerindedir,Hiçbirine bahâne bulunmaz,çünkü hepsi
Hak-kın vücûduyla kâimdir.
Mısri Divan 9
Vezin : Fâîlâtün
fâîlâtün fâilün
Ey gönül gel olmağıl
Hak-tan irâk,
Tende cânın vâr iken
eyle yer ak.
Dünyeden ölmezden
evvel et sefer,
Hiç edinme bir makâmda
sen durâk.
Yoksa bu fırsat bize
bâkî değil,
Menzil al düşünmezden
ortaya firâk.
Gel bu ırz-u nâmûsu
kıl târ-ü mâr,
Ger yola girdinse var
ârın bırâk.
Halkın uslu demesinden
sana ne,
Âkil isen âdını
Mecnûna tak.
İlmine mağrur olursan
olma hiç,
Issı vermez sana ne
kara ne âk.
Gir sakın çıkma
izinden mürşidin,
Her ne emrederse sakın
olma âk.
Bir eline göz yaşından
al asâ,
Bir eline dert ödünden
yak çerâk.
Ey Niyâzî tutar isen
pendimi,
Diye sana istediğin
işte bâk.
“Dünyeden ölmezden
evvel et sefer ”Dünyâdan sefer, yani gidiş ancak “Mûtû kable en temûtû”,
“ölmezden önce ölünüz” sırrına mazhar olmakla olur. Âşık olan kimse hiçbir
makâmda durmaz. Dünyâ ve âhiret dâima terakkî eder. Çünkü terakkînin,
makâmlarda ilerlemenin sonu yoktur.
Beyitte geçen âk
kelimesinden murad edilen âsî kelimesidir. Hiçbir zaman Mürşidin emirlerine âsî
olma, dâima onun emirlerini yerine getir.
-------------------
Vezin: Mef’ûlü
mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Hak ilmine bu âlem bir
nüsha imiş ancak,
Ol nüshada bu Âdem bir
nokta imiş ancak.
Ol noktanın içinde
gizli nice bin deryâ,
Bu âlem o deryâdan bir
katre imiş ancak.
Âdemliğini her kim
bulduysa odur Âdem,
Yoksa görünen sûret
bir gölge imiş ancak.
Bu zevki eyler herkes
bulmaz veli her nâkes
İren anâ Âdemde bir
fırka imiş ancak.
Kim ol deme buldu yol
vasl oldu Niyâzî ol,
Nâcî denilen fırka bu
zümre imiş ancak.
Mef’ûlü mefâîlün
mef’ûlü mefâîlün,
Âdemde olan esrâr bu
demde imiş ancak.
“Âdemliğini her kim
bulduysa odur Âdem”
Dervişin biri demiş
ki, ben Şeyhimle yüzbin âlem gezdim, herbiri bu âlem kadar büyüktü. Doğru
demiştir,zirâ Âdemliğini herkim bildi ise işte Âdem odur.Yoksa Âdem sûretinde
olupta içi hayvan olursa o insan bir gölge gibidir.Aynı bir adam güneşe karşı
durursa gölgesi yere düşer ve nasıl bir insan olduğu gölgesinden belli
olur,tanınır.
“İren anâ Âdemde bir
fırka imiş ancak”
Hazreti Peygamber
buyurmuştur : “ Yahudîler şu kadar fırkadır hepsi cehennem ehlidir.
Hristiyanlar şu kadar, keza hepsi cehennem ehlidir.Fakat benim ümmetim de bu
kadar fırkadır,bir fırkası cennet ehli,firka-i vâhide ve hüve nâciyedir”.
------------------
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Zâhidâ sûret gözetme
içeru gel câna bak,
Vechi üzre gör ne
yazmış defter-i Rahmâna bak.
Mushaf-ı hüsnünde
yazmış “Kul hüvellâh” âyeti,
Gel inanmazsan geru
var mekteb-i irfâna bak.
Çeşmini gösterdiğince
âşıkın cânın alur,
Leblerin açtıkça can
nefh eyleyen cânânâ bak.
Zülfünün herbir
telinde bağlı bin mecnûnu gör,
Hattının ilindeki
yüzbin meh-i tâbâna bak.
Âteş-i ruhsar ile
yanmış kararmış çehresi,
Harf libâsından
soyunan nokta-i uryâna bak.
Hep mülâzim kulluğunda
bu cihânın şahları,
Kapusunda Pâdişahlar
kul olan sultâna bak.
Âlem anın hüsnünün
şerhinde olmuş bir kitâb,
Metnin istersen Niyâzî
sûret-i insâna bak.
İkinci beyitteki “
Defter-i Rahmâna bak “ daki defter-i Rahmân Kâmildir, Çünkü Kâmil Rahman
sıfatıyla muttasıftır. Peygamber efendimizin zamanından önce halk, hazreti
İsmailin şerîati üzerine giderdi. Sonra Hazreti Peygamberden dörtyüz yıl önce
biri çıkıp halkı putlara tapmayı öğretti. Bu evsân denilen putlar mezartaşları
gibi “ Beyt-i Şerif “ çevresinde dikilip ve boyunlarında devekuşu yumurtası
gibi bir takım taşlar asarak onları süslerlerdi. Beyt-i şerifi tavaf
ederek,bunların yanlarına geldiklerinde onlara secde ederlerdi.
“Mushaf-ı hüsnünde
yazmış “Kul hüvellâh âyeti”
Sonra Hazreti Resûl
(A.S) me sordular : “Senin Rabbin altından mıdır, gümüşden midir nedir?”. İşte
“Kul huvallâh “ sûresinin nâzil olma sebebi budur.Çünkü “ Kul huvallâh”
sûresinin âyetleri Kur’ânı Kerîmin en cemiyetli âyetleridir. Sonra Cibrîl (A.S)
bu âyetleri indirdi.
Anlamı:
“Kul hüvallâh-ü ehad”,
yani “ Vücûda gelmeyen malûmat (zatâ mahsus bilgiler) ve vücûda gelen mevcûdâta
delâlet eder, esmâ-i câmiadandır (tüm isimlerdir), yani Ahadiyyed-i Hüviyyet
ki, Gayb-ı Mutlak’ın ahadiyyeti ve Ahadiyyet-i Ulûhiyyet, ki mevcûdatın
ahadiyyeti odur” demektir.
“Allâh-üs-samed” yani “O’na
mevcûdatın hepsi arz-ı ihtiyaç ederler”, burada “Samed” in manâsı, cümle
mevcûdat dünyevî olsun, uhrevî olsun “O” na ihtiyaçlarını arzederler.
İhtiyaçları hep “O” nadır. “Lem yelid”,”Doğurmadı”, “Velem yuled”, “Doğmadı,
abâ ve ecdadı yoktur”. “Velem yekün lehû küfüven ahad” yani “Ahaddir, “O” na
akran kimse olmadı, eşi ve benzeri yoktur” demektir.
“ Çeşmini
gösterdiğinde âşıkın cânın alır “
Çeşminden murad
Hak-kın vücûdudur. Hak-kın vücûdunu görenin kendi vücûdu kalır mı? Kalmaz.
“ Zülfünün her bir telinde
bağlı bin mecnunu gör “
Zülüften maksad
Hak-kın zuhûrlarıdır,yani her bir zuhûrunda birer mecnun bağlıdır. Mecnun
Leylâya âşıktı,Leylânın zülfünde bağlı idi,yani âşık olduğu Leylâ ile bir vücûd
idi. İşte âşıkta Haktır, maşukta Haktır. O âşıklığı ile tecellî ve zuhûr eder.
İmdi âşıka mâşuk dahi lâzım olur O mâşukluğu ile de zuhûr eder.zâhir olur, o
âşık da odur, mâşuk da odur.
“ Harf libâsından
soyunan nokta-i uryâna bak”
Harf libâsı (bu âlemde
göründüğü giysiler) sûret libâsı demektir.”Nokta-i üryân” ise Hak-kın
vücûdudur. Bu âlemler Nûr-i Muhammedî, yani Hazreti Muhammed Mustafâ (S.A.V.)
min nûr suretinin şehrinde bir kitaptır. İşte “Vettûr-i ve kitâb-in mestûr-in
fî rakkin menşûr-in” “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitab hakkı için, ki bu
yazılmış bir varaktadır”, yani Tûr dağının hakkı için bu âlemler, Nûr-i
Muhammedînin şehrinde bir kitabdır. Anın hakkı için. İşte Cenâb-ı Hak kasem
etmiştir. Hazreti Resûl ise bu kitâbın metnidir. İşte bu kitap ki âlemlerin
metnidir, ister isen bu âlemlerde bulunan insâna bak. Bir sâlik sâdık olduğu
halde cem makâmında Hazreti Resûl ya nurlu veya unsurî suretinde yakaza halinde
ana behemehal gelir ve ona Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfât ve Tevhîd-i zâtı
telkin buyurur.
-------------------
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Köstebektir
köstebektir köstebek,
Ol münâfıklar vezîr
olsun ya bek.
Kâfirin yeri
cehennemdir veli,
Derk-i esfelde münâfık
oldu sek.
Hem srât üzre geçen
mü’minleri,
Şaşırandan dağdaki
hınzır da yek.
Nushuna çi fâide
diyenlere,
Ger nasihat eylesen tâ
haşre dek.
Eylemez Deccâl’a tesir
eylemez,
Kıl ferâgat anlara
çekme emek..
Menn-ü selvâyı Yahûdî
istemez,
İstediği ya basal, ya
mercimek.
,Sükkeri olan gıdâyı
neylesin,
Aklı fikri bekrinin
tuzlu semek.
Üstüvâyı arş-ı şer-i
istemez,
Çingâna çuldan kara
çadır gerek,
Çenginin çengi ana
Kur’ân yeter,
Cânına kelb urduğu
nân-u nemek..
Doğru yoldan taşra
gitme Mısrîyâ,
Enbiyâ çekti bu derdi
sen de çek.
Çün Kitâb-ullâhtır
habl-ül-metin,
Pek yapış bu urvet-ül
vüskâ’ya pek.
Mısrî efendinin üç
defa köstebek buyurması sebebi şudur; çünkü köstebek kördür görmez,yeraltında
yaşar, solucan ve kurt yer ve hiçbir nur görmez. Yani fâil-i hakikîyi görmez.
Ef’âl kimin olduğunu bilmez,sıfat kimin olduğunu bilmez, vücûd kimin olduğunu
bilmez. İşte üç defa köstebek buyurmasının sebebi budur. Münâfık da öyledir ve
mahcubtur,Ef’âl, sıfât,zât Hak-kın olduğuna vâkıf değildir demektir. Ebû
Tâlipin oğlu olan İmâm-ı Ali (R.A) henüz on yaşında iken babasına ,” Gel baba
Hazreti Muhammede iymân et,dini Hak dinîdir” deyince Ebû Tâlip : “Biliyorum oğlum
velâkin biz bu dinde ihtiyâr olduk ve ihtiyârların dinini nice terk edeyim “
diyerek İslâm ile müşerref olmamıştır.
Menn-ü selvâyi Yahûdi
istemez,
İstediği ya basal, ya
mercimek.
Hazreti Mûsâ Allâhın
emriyle Amalika kavmi ile muharebe etmek üzere kiyâm ettiğinde Beni İsrâilin
ileri gelenleri bu emre karşı koydular. Altmışbin civarında bulunan beni İsrâil
biz harb edemeyiz dediler. Onları cezâ olmak üzere Cenâb-ı Hak tiye vâdisinde
hapsetti, beslenmeleri için gökten selvâ ( tarla kuşu ) gönderdi, pişirip
yediler, verilen bu nimete kanâat etmediler bu defa Hazreti Mûsâdan men ( bal )
istediler. Onu da şerbet yapıp içtiler.
Sükkeri olan gıdâyı
neylesin,
Aklı fikri bekrinin
tuzlu semek.
Yahûdiler bu nimet ile
de yetinmeyip memleketlerinde yedikleri soğan,mercimek ve sarmısak
istediler.İşte bu defa Cenab-ı Hak gadap etti,ve onlara “Mutû” (ölünüz )
dedi,derhal Altmışbin kişi bir nefis gibi öldüler.Yedi gün cenâzeleri ortalıkta
durdu (kokuştu).Sonra hazreti Mûsâ (A.S) Cenâb-ı Hak-ka niyâz etti ve yine
hepsi dirildi. Anın için o sülâleden gelen Yahûdilerin bedenleri bugün bile
kokar.
Üstüvâyı arş-ı şer-î
istemez,
Çingene çuldan kara
çadır gerek.
Hazreti Peygamber
efendimiz buyurmuştur : “Şerefû buyûteküm velâ tüşrifû mesâcideküm”, yani
“evlerinizi yüksek yapıp şereflendirin, zirâ böyle yaparsanız ruhunuz ferahlar
ve mescidlerinizi şerefli (yüksek) yapmayın,alçak yapınız,zirâ orası Hak-ka
ibâdet olunacak yerdir.”
--------------------
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ârifin mutlak kelâmın
duymaya irfân gerek,
Sırr-ı muğlaktır
gönülde zevk ile vicdân gerek.
Bir hazînedir tasavvuf
mâlik olmaz her hasis,
Bulmağa anı dü âlemde
beğim sultan gerek.
Ârifin sözlerini yine
ârif olan bilir,çünkü “İrfan” gönülde kapalı bir sırdır,ancak zevk ve vicdan
ile bilinir.Bir insan ârif olmayınca vicdan sâhibi olamaz.
Dürr-i yektâ kânını
âlemde bulmak isteyen,
Bulmaz anı nehr içinde
bahr-i bî-payân gerek.
Ma’rifet dâ’vâsın eden
müddeî bilmez mi kim,
Dildeki dâ’vâya elde
hüccet-ü bürhân gerek.
Ârif oldur halkı
başına üşürmek istemez,
Gönlü cümle halk
içinde hâk ile yeksân gerek.
Kibr-ü ucbun
illetinden kurtulup sağ olmağa,
Bil tabîbin mâ’nâda
Şeyhin senin Lokmân gerek.
Şöhret ıssı ma’rifet
kenzini bulmaktır muhal,
Varlığın şehri senin
baştan başa virân gerek.
Dürr-i yektâ öyle
gelişi güzel bulunmaz anı bulmağa sonsuz bir deryâ gerekir, yani tevhîdin
tâlimine Mürşid-i Kâmil ister. Hüdâyi Mahmut efendi “Enfâs” namındaki kitabında
bir hikâye yazar: Dervişin biri şeyhine gelir, evlenmek için müsaade ister.
Şeyhi olur der. Fakat derviş ben Padişâhın kızını isteyeceğim efendim. Şeyhi de
olur der. Derviş sokağa çıkarak acaba Padişâhın kızını kimden isteyebilirim
diye sorunca,Şeyhülislâmdan derler. Fakir derviş Şeyhülislâma gider.”Efendim
ben Allâhın emriyle ve Resûlüllâh şeriâtı üzerine Padişâhın kızını almak
isterim” der.Şeyhülislâm bir gün huzurda iken “Efendim bir fakir derviş gelip
kızınızı benden istedi”. Cevaben Padişâh : “Biz Kureyşî değiliz ki neslen küfüv
ve gınâ ( eş ve zenginlik ) isteyelim ama o fakir kızıma nişanlık olarak bir
dürr-i yektâ getirirse kızımı veririm”. Şeyhülislâm Padişahın emrini dervişe
tebliğ eder. Derviş pek alâ der ve çarşıda dürr-i yektâ nın nerede
bulunabileceğini sorar, öğrenir.Derviş kalkıp oraya gider,soyunup denize dalar
çıkar,dalar çıkar,yorulur,gücü dermanı kalmaz.deryânın kenârına çekilir,
yorgunluktan ve açlıktan yığılır kalır. Daha önce yemin etmişti,yâ ben dürr-i
yektâ’yı bulurum,yahut da bu deryâ kıyısında can veririm. İşte bu baygınlık
esnâsında uykuya dalar. Hak-kın emriyle deryâda fırtına çıkar, derviş de bu
gürültüden uyanır. Bakar ki yanında beş altı adet dürr-i yektâ duruyor. Heman
onları koynuna doldurur ve gidip Şeyhülislâm efendinin önüne döker ve böylece
Padişâhın kızını alır.
İşte himmet sarfı
böyle olur. Bu misâlde olduğu gibi bir kimse tevhîde himmet sarfedince muhakkak
ona vâsıl olur ve mürşid-i Kâmili bulur, çünkü tevhîdin kaynağı Mürşid-i
Kâmildir.Şâyet o derviş dere veya nehirlerde inciyi arasaydı bulabilir miydi,
bulamazdı. Sordu soruşturdu, nerede bulacağını öğrendi, Cenâb-ı Hak da ona
istediğinden fazlasını verdi.
Ölmeden evvel ölüp
kabre girip haşre çıkıp,
“Mâlik-el mülk”-ün
şuhûdunda gönül hayrıçün gerek.
İnsan “Mûtû kable en
temûtû”, “ölmeden önce ölünüz” sırrına mazhar olup tabii ölüm ile ölmeden önce
ihtyârî ölümü ile kabre girip ve haşre çıkarak “Mâlikel mülkün” şuhûdunda
hayran olmalıdır.
Nefsi tamûsun sırât-ı
şer’i ite bunda geçüp,
Kalp evi hep hûr-û
gilmân cennet-i rıdvân gerek.
Söyleyip işittiği dahî
görüp fikrettiği,
Üstüvâ-i arş-ı sırda
hazret-i Rahmân gerek.
Her kaçan tûtîlere
feth-i dehân ettik ol,
Lezzetinden tûtîler
sözlerine nedmân gerek.
Geh hamûş olup
dilinden kimse almaya cevab,
Geh açılıp şâd olup
güller gibi handân gerek..
Gâh üns, gâh haşyet
gâh rü’yet geh sucûd,
Gâh sahv-ü gâh mahv
geh vücûd geh cân gerek.
Terkedüp cümle
kuyûdâtı erişe sırfe ol,
Sırfe erse bir gönül
içi anın ummân gerek.
Aradan iskât edip
cümle izâfâtı hemân,
Hak vücûdu âşikâre
gayrisi pinhân gerek.
Çünkü ârîdir izâfattan
vücûdu dilberin,
Zevk-i küllî isteyen
âşık dahi üryân gerek.
Mısrıyâ terk-i izâfât
etmeğe lâyık olan,
Kümmel-i insân içinde
bindebir insân gerek.
Üstüvayi arş-ı sırda
hazreti Rahmân gerek”
Hazreti Rahmândan
murad “Gavs-ı âzam” dır, çünkü Gavs, Rahmân isminin mazharıdır ve bütün
âlemlerde mütesarrıf olan Gavstır.”Er-rahmân alel arş-is-tivâ”, “Rahmân arş-ı
alâsında hükümrândır” âyetindeki “Rahman” dan murad Gavstır, yani “Gavs-ı azâm
arş üstünde müstevî oldu” demektir. Zirâ Gavsın azâmeti şudurki bu âlemler anın
avucunda bir hardal dânesi kadardır. Anın “Sâhib-i şimâli” ve “Sahib-i yemini”
tâbir olunan vezîrleri vardır.
“Gâh sahv-ü gâh mahv
geh vücûd geh cân gerek”
Burada mahv-ü sahv
işret ehlinin tam sarhoşluğu ile teşbih edilmektedir. Bu da “Men arefe
Rabbehû---tâl-i lisânuhu--- ve men arefe Rabbehû---küllü lisânehû---sırrına
işârettir.
____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Derviş olan âşık gerek
yolunda hem sâdık gerek,
Bağrı anın yanık gerek
can gözleri açık gerek.
Alçaktan alçak yürüye
toprak içinde çürüye
Aşk âteşinde eriye
altın gibi sızmak gerek.
Madenlerin çeşidi
yedidir: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay ve cıvadır.Bunların aslı
altındır. Altın binlerce yıl sonra değişikliğe uğrayarak demir, bu da binlerce
yıl sonra gümüş, sonra bakır, kurşun, sırasıyla kalay da cıva olur.
Kâmil olan bu kimyevi
değişiklikleri bilir ve bu değişiklik sebeplerinin ne gibi eczalarla
giderileceğini fark eder, işte o ecza ile madenleri aslı olan altına çevirir.
Çünkü altın pek saftır, herşey pas tutar, altın tutmaz,zirâ aslı olan zâtı
pâktır. Fakat zamanla değişikliklere uğrayarak gümüş,bakır ve demir gibi sâir
madenlere dönüşmüştür. İşte Kâmil kişi kimyevî bir ecza ile ârız olan illeti
giderir,aslında ircâ eder,esas olan kimyâ ilmi de budur. Kezâlik ruhun aslı da
pâktır ve saftır. Fakat sonradan ârız olan illetler sebebiyle eski asıl hâlini
kaybetmiş ise, Mürşid-i Kâmil o ârız olan illetleri tevhîd ile girişim yaparak
onu tekrar aslına döndürür.
“Zikr-i Hak-ka meşgul
ola yana yana tâ kül ola,
Her kim diler makbul
ola tevhîde boyanmak gerek.”
Zikr-i dâimî
haccül-ekberdir. Meselâ gönül her nereye giderse “ feeynemâ tevellû fesemme
vech-ullâh”, Her ne yöne dönsen, Allâhın vechini, yani zâtı oradadır” mucibince
kalb de devamlı zikirle ardınca Allâh Allâh diyerek gider. Gönül bağa gider,
bahçeye gider, hana gider, hâneye gider ve bu sûretle gönül her nereye teveccüh
ederse, vechüllâh olduğu, gönlün de ardınca tasdik eder.Bu sebebten dâimî zikir
“Haccül-ekber ve cihad-ı ekber” dir. Tevhîde boyanan kimse dünyâ ve âhiret
makbul bir kimse olur.
Eyün kişi yol alamaz
maksûdunu tiz bulamaz,
Yoğ olmayan vâr olamaz
vârını dağıtmak gerek.
Burada eyün kişi, yani
kibirli ve kendisini beğenmiş kimse istediğini çabuk bulamaz.
Dervişlerin en alçağı
buğday içinde burçağı,
Bu Mısrî gibi balçığı
her bir ayak basmak gerek.
Dervişlerin en alçağı
tevhîd-i ef’al sâlikidir ve dâimî zikir sâhibidir.Beyitte geçen buğday içinde
burçak, buğday aynı değerde satılarak birlikte öğütülüp un olur. Tevhîd-i ef’âl
sâliki ve zikr-i dâimî sahibi de gerek burada dünyâda, gerek kabirde ve gerekse
âhirette behemehal kemâl bulur, ona noksan makâmları tamamlattırılır.
___________
Vezin: Feîlâtün
feîlâtün feîlâtün feîlün
Sâlikin Mürşîdine
hizmeti şâhâne gerek,
Eşiğine koya bâşın
diye şâhâne gerek.
Geçe dünyâ ile ukbâyı
dahî etmeye âr,
Bu yolun mihnetine ol
kati merdâne gerek.
Nâmurad olmağa tâlip
ola kim menzil ala,
Dahî halk içre adı
âkil-ü dîvâne gerek.
Dahî Mûsâ gibi Hızr’a
gemisin deldire ol,
Eski dıvârı yıkıp hem
katl-i oğlana gerek.
Gemi sağ olsa anı
gasbeder emmâre-i nefs,
Yeni dıvar beğim
eskiye vîrâne gerek.
Eğer öldürmese oğlanı
sonu fâsıd olur,
Bu bağın bülbülü aşk
ödüne pervâne gerek.
Ey Niyâzî bu yola kim
gire kurbân ede can,
Îyd-i ekberdir ana
vuslat-ı cânâne gerek.
Sâlikin üç mertebesi
vardır: Biri muhib, biri mürid, diğeri de sâliktir. Muhib olan kimse yalnız
tevhîd ehli ile muhabbet eder.Mürit hem muhabbet eder, hem de bîat etmek ister.
Sâlik ise bîat ederek sülûk eder. Burada murad edilen esasen budur, yani sülûk
edenin Mürşidine hizmeti, vükelânın en baştaki zâtı nice kıymetli tutar, hizmet
ve itaat eylerse, sâlikin de Mürşidine öyle itaat ve hizmet etmesi ve kıymetli
tutması gerekir, hatta daha ziyâde olmasını ister.Çünkü birinci husustakine
itaat ve hizmet edilmesi dünyevî geçim dolayısıyladır. Şâyet kusur işlerse
geçimi kesilir ve o da geçimini başka yerden temini cihetine gidebilir. Fekat
Mürşide hizmet ise Hak cihetindendir ve Mürşidin emri Hak-kın emridir. Eğer
Mürşidin emrine sâlik itaat etmemiş olursa, başka cihetten Mürşidden
kazanacağını elde edemez. Mürşidin hizmeti nedir diye sorulursa, onun hizmeti
Hak yolunda Hak-kın yaptığı emirlerden ibârettir. Binanaleyh Mürşidin emrini
tutmamak, Hak-kın emrini tutmamak ve Hak emirlerine itaat etmemektir.
“Bu yolun mihnetine ol
kat-i merdâne gerek”
Bu yolun mihneti, yani
zahmeti şudurki, yarân her zaman bulunmaz. Çünkü gerçek tevhîd ehli pek nâdir
bulunur. Meselâ, buradan kalkıp Mısır’a bir tevhîd ehli bularak muhabbet ve
sohbet etmek için gidersiniz, sonra o gittiğiniz yerde ya bir ahbab bulursunuz,
yahut bulamazsınız. Çünkü bulunmaz şeydir, bulunursada gizlenirler. İşte bunun
için merdanlık, yani yiğitlik gerekirki, sen de buna dayanamazsın.
“Dahi halk içre adı
âkil-ü divâne gerek”
Aklın üç mertebesi
vardır: Biri akl-ı maaş ki dünyâda yaşam ve geçim gibi şeylerle ilgisi olan hususlara
aklı erer. Biri de akl-ı maad ki bu gibi kimselerin âhiret işlerine aklı erer.
Diğeri de akl-ı kâmil ki yalnız İlâhî bilgileri düşünür. Bu akl-ı kâmil
sâhipleri Tevhid ehli ve Melâmiyedir. Bunlara “Ukalâ-yi meczûbîn” (akıllı
deliler, cezbe sâhibi veya tanrı aşkına tutulmuş kimseler) tâbir olunur. Çünkü
akl-ı maaş ve akl-ı maad sâhipleri, bunların cezbeye kapılmış kimseler olarak
görürler. Zirâ bu “Melâmiyye” den olanlar güzel elbise giyerler, güzel yemek
yerler ve beş vakit namaz ve Ramazan-ı şerifte oruçlarını tutarlar, yani bütün
İlâhî farzlardan başka ibâdet etmezler ve bunlar için böyle dervişlik olurmu
derler. Hani nerede bir köşeye çekilip başkalarıyla ilgisini kesmek, nerede
riyâzat etmek, ki yirmidört saatta bir hurma ile geçinme diyerek tevhîd ehlinin
bu durumlarına dikkat ederek deli divâne derler.
Halbuki Nebîler ve
Peygamber öyle onların zannettikleri gibi riyâzat etmedi ve bir köşeye çekilip
halk ile ilişkilerini kesmediler ve Hak-kın farz kıldığı şeylerden başka bir iş
işlemediler. Tevhîd ehli de öyledir, fazla ibâdet etmek ibbâdın halidir, ibbâd
ise mahcupdur. Halbuki tevhid ehli mahcup değildir. Enbiyâ ve Resûl onların
zevk ve irfânı tevhîd ehlinde olan zevk ve irfânın gayri değidir, yani hiç
farkı yoktur. Yalnız mertebe yönünden fark vardır. Meselâ Nebîler mertebesi
vardır, Peygamberler mertebesi vardır, Gavs mertebesi vardır vesair buna benzer
mertebeler vardır. Bunlarda mertebe yönünden birbirine üstünlüğü varsada, irfân
yönünden arada hiçbir fark yoktur. İşte ibbâd olanlar işin esâsını anlamadan
“Muvahhid” e deli divâne derler. Tarikat ehli de ibbâddan sayılır. Halbuki
tevhîd ehli bunlara – muvahid olanlara – deli denmez, âkil der. Bu cihettendir
ki Mısrî efendi de “adı âkil ve divâne gerek” buyurdu.
“Dahi Mûsâ gibi hızr-a
gemisin deldire ol,
Eski dıvârı yıkıp hem
katli oğlane gerek.”
Hazreti Mûsâ (A.S.)
kavmi Benî İsrâil ile konuşurken kendisine: “Yâ Mûsâ, senden âlim kimse
varmıdır ? “ dediler. Bittabi Resûlden daha âlim kimse yoktur ve hem de hazreti
Mûsânın zamanında başka Peygamber de yoktu. Hazreti Mûsâ cevaben : “yoktur”
buyurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-tan kendisine : “Mecma-il Bahreynde ledün ilmini
bilen bir kulum vardır, onunla görüş” diye hitâbedildi. Ledün ilmi demek,
kerâmet-i kevmiyye ilmi demektir. Çünkü hazreti Mûsânın çözemediği üç müşkili
vardı:
Birinci müşkili,
doğduğu zaman Firavunun falcıları, kehânetle doğacak bir erkek çocuk yüzünden
saltanatının târ-ü mâr olacağını bildirmişlerdi. Bunun üzerine Firavun ebelere
erkek doğan çocukların boğdurularak öldürülmesi için emir verdi. İşte bu sırada
hazreti Mûsâ dünyâya gelmiş, annesi de ebe ile anlaşarak çocuğunun gözünün
görmiyeceği şekilde ölmesini teminen bir beşik içine koyup Nil nehrine
bırakmıştı. Beşik akıntıya uyarak gelip Firavunun sarayının duvarına dayandı.
Firavun beşikteki çocuğun erkek olduğunu görünce öldürülmesi için emir verdi.
Karısı hazreti Âsiye : “ Senin erkek çocuğun yok,bunu bize Allâh gönderdi,
Firavunun başka eşinden yalnız bir kızı vardı,bunu büyütelim ,bizim
terbiyemizde büyüyen çocuk sana hiyanet etmez”. Velhasıl Firavunu iknâ edip
çocuk Mûsânın öldürülmesinden caydırdı.Sonra Mûsânın teyzesi Âsiye’ye sütanne
için Mûsânın annesini tavsiye etti,bu suretle Mûsâ hazretleri yine kendi
annesinin südüyle büyütülmüş oldu.İşte bir müşkili bu idiki neden Nilde boğulmamıştı.
İkinci müşkili,
Hazreti Mûsâ yolda giderken Firavunun adamlarından biri Beni İsrâilden birini
öldürmek üzere kovalarken gördü. Takip edilen adam: “Aman yâ Mûsâ beni
kurtar”dedi. Hazreti Mûsâda Firavunun adamını durdurunca adam düşüp öldü.İşte
bu hadisede ben bu adamı niçin öldürdüm ,günâhı varmıdır?
Üçüncü müşküli de
Firavunun adamını öldürmüş olduğunu görünce kaçtı.Şuayb (A.S) mın kızları
koyunlarına su vermek için bir kuyunun ağzındaki ağır taşı
kaldıramıyorlardı,gidip o taşı para almadan kaldırmıştı.
İşte bu üç hadisede
cereyan edenler Hazreti Mûsânın çözemediği müşkillerdi,halli kevnî kerâmete
bağlı idi. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu kevnî kerâmet sâhiplerinden Hızır (A.S)’a
gönderdi.Birlikte bir gemiye bindiler, Hızır tuttu gemiyi deldi.Hazreti Mûsâ
buna itirâz etti:”Burada birçok insan var suda boğulacaklar yazık değilmi?”
Hızır: “Peki ya sen niçin beşiğin içinde iken boğulmadın, Allâh tarafından
korundun. İşte bu gemide öyle korunur.” dedi.Gemiden çıkıp vardıkları
memlekette dolaşırlarken Hızır tuttu bir çocuğu öldürdü. Hazreti Mûsâ yine
itirâz etti.”Hiçbir günâğı olmayan çocuğu niçin öldürdün ? Yazık değilmi? Sonra
Hızır (A.S) çocuğun kürek kemiğini çıkarıp gösterdi.” Sen kürek kemiği ilminden
anlarsın “. Hazreti Mûsâ bakdı,çocuğun ileride bir fesadçı olacağını görüp
anladı.Hızır da : “Böylelerin îdâmında sakınca yoktur,aynı senin Firavunun
adamını öldürdüğün gibi “, Sonra oradan kalkıp başka bir şehire geldiler,burada
hiçbir kimse bunlara bir yiyecek vermedikleri gibi, üstelik koğup hakaret ettiler.Fakat
yolda rastladıkları yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır (A.S) düzeltti.Hazreti
Mûsâ :” Niçin ücretsiz bu işi yaptın,bari bir miktâr para alsaydın,onunla ekmek
vesâire alır, açlığımızı giderirdik” dedi. Hızır (A.S) :”Ya sen Şuayb (A.S) mın
kızlarına para almadan kuyu ağzındaki ağır taşı kaldırdın,bir ücret almadın”.
“Gemi sağ olsa anı
gasbeder emmâre-i nefs,
Yeni dıvar beğim
eskiye virâne gerek.
Eğer öldürmese oğlanı
sonu fâsid olur,
Bu bağın bülbülü aşk
ödüne pervâne gerek”.
Peygamberler mucize
göstermeyi istemezler,hatta mucize göstermekle emrolundukları zaman üzerlerine
bir dağ yıkılmış gibi acı duyarlardı. Çünkü onlar gâyet şefkâtli
kimselerdiler.Şayet Hak-kın emriyle mazharlarında zâhir olacak mucizeye halk
kanaat etmez ise başlarına bir belânın geleceğini bildiklerinden dolayı mucize
izhârını istemezlerdi.
Yukarıdaki vak’ada;
gemiden murad kişinin vâriyeti,yani vâriyet gemisini delmeli, harab etmeli yani
vâriyeti bırakmalıdır.Eski yıkılmak üzere olan dıvardan murad ise insan
vücûdudur, yani eskiden vücûd senindir zannederdin,sonra onu düzeltip Hak-kın
olduğunu anladın.Keza öldürülen erkek çocuğundan murad ise insanın nes-i
emmâresidir.
“Ey Niyâzi bu yola kim
gire kurbân ede can,
İyd-i ekberdir ana
vuslat-ı cânâne gerek.”
Can,yani ruh; Ruh makâmı
cem makâmıdır,Bir kesret-i tabiiyye vardır.Bir kimse sülûk edince kesret-i
tabiyyeden kurtulur,Çünkü ef’âlin Hak-kın olduğuna,sıfâtın Hak-kın olduğuna,
vücûdunun zât-ı Hak-kın olduğuna vâkıf olunca,o zaman kesret-i tabiiyye kalmaz
Bundan sonra “Makâm-ı cem” ki ruh makâmıdır,orada kesret bâtın olup,vahdet
zâhir olur,yani Hak zâhir, halk bâtındır.Sonra “ Hazretül-cem “makâmında ki,
makâm-ı nefs ve makâm-ı şerîâttir,kesret zâhir,vahdet bâtındır,yani halk
zâhir,Hak bâtındır.İşte Mısrî efendinin canını kurbân et demesi, ruh makâmından
nefs makâmına geçmek demektir.bu hal bir İyd-i ekber ve Hacc-ül ekberdir.
Mısri Divan 10
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilün
İster isen bulasın
cânânı sen,
Gayre bakma sende iste
sende bul,
Kendi mir’atında gözle
anı sen,
Gayre bakma sende iste
sende bul.
Her sıfat kim sende
var izle anı,
Gör ne sırdan feyz
alır gözle anı,
Erişince zâtına özle
anı,
Gayre bakma sende iste
sende bul.
Kenzi manfî âşikâr hep
sendedir,
Yaz ve kış leyl-ü
nehâr hep sendedir,
İki âlemde ne var hep
sendedir,
Gayre bakma sende iste
sende bul.
Men aref sırrına er,
ko gafleti,
Gör ne remzeyler bu
insân sûreti,
Haş-ü neşr ile Tamûyu
cenneti,
Gayre bakma sende iste
sende bul.
Cânânı, yani Hak-kı
bulmak istersen gayre bakma sende bul. Senin Mir’atında gözle,sen Hak-ka bir
aynasın,çünkü ef’âl, sıfât ve zâtı
seninle zâhirdir. Ef’âl sıfata, sıfât da zâta delildir. Şimdi bir fiil sıfatsız
zâhir olur mu?
Meselâ, ilimsiz fiil
zâhir olur mu ? Kezâ iradesiz ve kudretsiz, semisiz (işitme olmadan) basarsız
(görme olmadan), kelâmsız (söz söylemeden) ve hayatsız, yaşantısız fiil zâhir
olur mu, olmaz. Demek oluyor ki, Ef’âl sıfâtın vücûduna delildir. Kezâ sıfat
mevsufsuz (sıfatlanan olmazsa) olur mu? Her sıfata behemehal bir mevsuf
lâzımdır. Meselâ,irâde, irâde edensiz, kudret kâdirsiz olur mu,olmaz. Şu halde
sıfat da Hak-kın vücûduna delil olmuş olur. Her şahıs kendisinden zâhir olan
ef’âl ve sıfatlarla Hak-kın vücûduna delil ile anlayabilir.
“Kenz-i mahfî âşikâr
hep sendedir
Yaz ve kış leyl-ü
nehâr hep sendedir “
Kenz-i mahfî, yani
İlâhî sırlar ef’âl, sıfât, zât sende âşikârdır. Yaz ve kış, gece ve gündüz ve
iki âlemde, yani dünyâ ve âhirette her ne var ise hep sende mevcuttur. Çünkü
insan nusha-i câmiadır.Vücûd tek bir vücûd değil midir? Bunların Hakkın
vücûdundan başka müstakil vücûdları var mıdır, yoktur. Yaz ve Kış, gece ve
gündüz dünya ve âhiretin ve senin vücûdun vücûdu Hak-tır. Başka vücûd yoktur.
“Men aref sırrına er,
ko gafleti,
Gör ne remzeyler bu
insan sûreti.”
Hazreti Ömer
efendimize Resûlüllâh (S.A.V) buyurmuştur:
“Men aref-e nekehû
fekad aref-e Rabbehû “, yani “ Nefsini arif olan tahkik Hak-kı ârif oldu ”.
Cenab-ı Hak buyrmuştur: “Vettebiû millete İbrâhîme hanîfen vemâ kâne minel
müşrikîn”, yani “ Millet-i İbrâhim olan tevhîde tâbi olun, İbrahîm müşrikinden
olmadı “. İşte cenab-ı Hak bizi babalarımızın sülbünden analarımızın rahimleri
vâsıtasıyla bu âleme getirdiği ef’âl, sıfat, zat, kendisinin olduğunu bildirmek
içindir. İşte “men aref “ sırrı budur. İnsan sûreti nüsha-i câmiadır. Evvelki
derslerde söyledik. İnsan sırr-ı hilâfet, yani ism-i câmiin (bütün isimlerin)
mazharıdır. Melekler ise kuvvet isimlerinin mazharıdır. İnsan ise hem kuvvet ve
hem de sâir tekmil İlâhi isimlerinin mazharıdır.
“ Haşr-ı sûri hâlin
inkâr eyleme,”
Gülşen iken yerini hâr
eyleme,
Enfüs-ü âfâkı bil âr
eyleme,
Gayre bakma sende iste
sende bul.
Haşr iki kısımdır :
Bir kısmı burada ki, cümlemiz burada Hak-kı ârif olmak için haşrolduk. Biri de
âlem-i âhirette ki, o haşir bir haşr-i ekberdir, o da cismânidir, mahşerde
haşoluruz. İns ve cin, melekler vesâir toplanıp sırât-ı mîzân kurulur,cennet
ehli cennete, cehennem ehli cehenneme gönderilir. İşte bunları inkâr edip yerin
bir gülistan (gülbahçesi) iken, hârîstân (dikenli bir çorak tarla) eyleme.
Beyitte geçen enfüs kendi nefsin, afâk ise,bu görünen âlem,yani “Tafsîlat-ı
Muhammediyye “ dir. Çünkü Cenab-ı Hak önce “Nur-i Muhammedî “ yi yarattı. Bu
âlem “Nûr-i Muhamedî “ nin tafsîli ve şerhidir.
Hak-kın sıfât-ı
subûtiyye ve mâneviyyesi yedidir :
Hayat,ilm,semi,basar,irâde,kudret,kelâm.
Türkçe olarak: (Yaşantı,bil-gi, duyma, görme, istek, kuvvet, söz) dür.
Bunların üçü bâtın,
dördü zahirdir.Bâtın olanlar Hayat, ilim, irâdettir. Zâhir olanlar: Semi,
basar, kudret, kelâmdır.Anın için hacılar “Tavaf-ı kudüm” ve “Tavaf-ı vedâ” da
üç defa Beyt-i Şerifi pehlivanlar gibi kollarını sallayarak kurula kurula tavâf
ederler.Bu suretle bâtın olan üç sıfatın,yani hayat, ilm, ve irâdetin zâhir
olması için üç defa tavâf ederler. Bunun bir defası hayat sıfatı için, bir
defası ilm sıfatı için, üçüncüsü de irâdet sıfatı içindir.Ayrıca dört defa da
zâhir olan (semi,basar, kudret, (kelâm), sıfatları için tavâf ederler. Ancak bu
dört sifat esasen zâhir olduklarından bu kere teennî ile (yani bütün bu
hususları düşünerek) tavâf ederler.
Kâbe, yani “Beyt-i
Şerif” mazhar-ı zattır, insan ise mazhar-ı sıfattır. Bu sıfatlar Hak-ka nisbet
olunduğu vakit kadîmdir,çünkü Hak kadimdir,onun sıfatlarıda kadimdir.Şahsa
nisbet olunduğu vakit,hâdisdir, zirâ şahıs hadis değilmidir,yani sonradan
yaratılmadımı ,evet sonradan yaratıldı.Şu halde mukyyeddir,yani o sıfatlar
şahısla mukayyeddir.Ve sifât-ı cüz’iyye denildiği de bu sıfatların şahısla
kayıdlanmış olduklarından dolayıdır.Hak-kın sıfatları ise “ Külli sıfatlar”
dır. Sıfat-ı cüz’iyye sıfât-ı külliyenin mazharıdır. Meselâ: İrâde-i cüz’iyye
irade-i külliyenin,kudreti cüz’iyye kudreti külliyenin mazharlarıdır, yani
Cenab-ı Hak (insandaki) bu cüz’î sıfatlar ile zâhirdir.
“Zat-ı Hak-kı anla
zâtındır senin,
Hem sıfâtı hep
sıfâtındır senin.
Sen seni bilmek
necâtındır senin,
Gayri bakma sende iste
sende bul.
Sûreti terk eyle manâ
bulagör,
Ko sıfatı bahr-ı zâtan
dalagör.
Ey Niyâzi şark-u garba
dolagör,
Gayre bakma sende iste
sende bul.”
İlmin mertebeleri
üçtür: İlmelyakin, Aynelyakîn, Hak-kalyakîn dir. İlmelyakîn: Avâmın ilmi, hoca
efendilerin ve suhtaların ilmidir. Beni iycâdeden Haktır, beni babam ve annem
iycâdetmiş olsa, ya babamı ve annemi kim iycâdetti? Behemahal benim bir mûcidim
var, şu halde mûcidim Haktır deyip böylelikle Hak-kın vücûduna istidlâl eder
(delil bulur). Bu ilim “İlmelyakîn mertebesi” dir.
İkincisi
Aynelyakîndir. Bu tarikat ehlinin ilmidir. Benim mucîdim Haktır ve benden zâhir
olan sıfatlar Hak-kındır der, velâkin bir türlü vücûdu Hak-ka vermez. Güya
vücûdu Hak-ka vermiş olsa hulül ve ittihad iktizâ eder diye korkar. İşte bu
ilim de “Aynelyakîn mertebesi” dir
Üçüncüsü “ Hak-kal
yakîn mertebesi” dir ki, gerek ef’al, sıfat ve gerekse zat Hak-kındır. “Lâ
mevcûde illâ hû” der. İşte bu “Ehl-i Tahkîk”in ilmidir, bunlara “Zâtiyyûn”
tabir olunur. Ehl-i tarikat ve ehl-i tarikin evliyâlarına ve kâmillerine de
“Sıfâtiyyûn” tabir olunur. İşte Mısrî efendinin “Ko sıfâtı bahr-ı zâta dala
gör” dediğini “Zâtiyyûn” ol, yani tahkik ehli ol demektir.
Mısri Divan 11
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Evvelimde dinmez idi
âh-u efgânım benim,
Gice gündüz bitmez idi
zâr-ı giryânım benim.
Düştü aşk ödü bu cânâ
yaktı kül etti beni,
Kül olunca yanmaz oldu
nâr-ı sûzanım benim.
Hâr-u hâşâk-i enâniyet
yanalı aşk ile,
Arş-ü kürsîden geniş
açıldı meydânım benim.
Âr-u nâmus şîşesin
yerlere çalıp kırmadan,
Vech-i Hak-kı olmadı
yer yüzde seyrânım benim.
Râhat ile istedim
vaslını kahretti bana,
Derde düşüp ağlayınca
güldü cânânım benim.
Top ile çevkânı sundu
bana canan lütfile,
Bendedir ammma
görünmez top ile çevkânım benim.
Hayret ender hayrete
şöyle düşürdü gönlümü,
Şerh olunmaz bu dil
ile şimdi hayrânım benim.
Âlem ol vech-i amâdır
hayret andandır bana,
Bu vücûdum aybın örttü
mihr-i rahşânım benim.
İbtidâ azmeyleyince bu
cihân iklimine,
Bir libâsım yoğ idi
kim örte uryânım benim.
Hep birer kaftan verildi
dostlarıma hem bana,
Anların dahi durur
eskidi kaftânım benim.
Suya vardık anlar ile
kapların doldurdular,
Ben de vardım testimi
mahvetti ummânım benim.
Derler imiş halka-i
zikre girip dönmez niçün,
Ben dönerdim lîk
gözden mahfî devrânım benim.
Halk bir gez dönmeden
ben nice devreyledim,
Bilmediler devrimi
yanımda yârânım benim.
“Arş-ü kürsîden geniş
açıldı meydânım benim.”
Benliğim mahvolalı
benim meydânım arş ve kürsîden geniştir,yani arştan daha genişim.Kudsi Hadiste
Cenâb-ı Hak “ Mâ vesianî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalb-i abdil mü’min
“,yani “ Mertebeler ve isimlerim ile arza ve semâlara sığmam,ancak mü’min
kulumun kalbine sığarım” buyurmuştur.Çünkü mü’min kulum (İnsân-ı Kâmil )
mertebe ve isimlerimi câmidir.Diğer yarattıklarım ise yalnız bir ismime
câmîdir.Meselâ : Melekler yalnız kuvvet ismimin mazhârı,madenler aziz ismimim
mazhârı, insan ise bütün isimlerimi câmidir.
İlk zamanlarda
“Sofiyye “ tarıkatinde tevhîd makâmları yalnız bir isimle,yani “Lâ ilâhe
illallâh “ kelimesiyle tarif ve telkin olunurdu. Sonradan İbrâhim Halvetî
hazretleri buna altı isim daha ilâve ederek yediye çıkardı: “Lâ ilâhe
illallâh,Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr “ dır. “Lâ ilâhe illallâh” ile
tevhîd-i ef’âle işaret etti, yani “Lâ hâlika illallâh” Allâhtan başka yaratıcı
yoktur.”demek istedi.” Allâh “ ismiyle ,Tevhîd-i sıfat’a işâret etti, Çünkü
Allâh ismi bütün isimleri câmîdir.” Hû “ ismi gayb-ı mutlaka delâlet etmekle,
anınla tevhîd-i zâta işâret etti.Cem makâmında halk bâtın,Hak zâhir olmakla
“Hak” ismiyle makâm-ı Cem’e işâret etti.Hazretil cemde Hâk bâtın, halk zâhir
olduğundan “Hayy” ismiyle telkin eylediki,şerîat makâmıdır.”Hüvel evvel-ü vel
âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın” âyeti kerîmesi mucibince evvel,âhir,Zâhir,bâtın
her şeyin vücûdu Hak-kın vücûdu olduğundan ve Hak-kın vücûduyle kıyâmı
olduğundan “Kayyum” ismi ile “Cem-ül Cem “makâmına işâret etti.”Kahhar” ismiyle
“Ahadiyyet” mertebesine işâret etti .
“ Derde düşüp
ağlayınca cânânım benim “
Allâhın gülmesi
te’vilsiz (yani başka bir manâ ile tefsir etmeden) olur.Çünkü Cenâb-ı Hak bazı
zaman mahluk sıfatıyla sıfatlanır ve “Gadab-allâh-i aleyhim” de olduğu
gibi.Öfkelenme,sevinme gibi sıfatlar birer mahluk sıfatı değilmidir?
“Bendedir amma
görünmez top ile çevkânım benim”
Top ile çevkân
bendedir demek, tevhid ilminde reisim demektir.
“Hayret ender hayrete
şöyle düşürdü gönlüm
Âşık sevgilisini
kavrayamadığından dolayı hayrete düşer, çünkü onun tecellîleri sonsuzdur. Bu
hayret ise hayret-i ilmiyye ve hayret-i şuhûdiyyedir (ilmi hayretler,
gördüklerinde hayrete duçâr oluşu). Bunun çoğalması için Hazreti Resûl (S.A.V.)
efendimiz duâsında : Allâhümme zidnî fîke tahayyüren”, “Allâhım hayretimi
ziyâdeleştir” buyurdu.
“Bir libâsım yoğ idi
kim örte üryânım benim,
Hep birer kaftan
verildi dostlarıma hem bana”.
Bu cihâna geldiğim
vakit önce tevhîd elbisesinden yoksun idim. Dostlarım ile bana kaftan, yani
tevhîd makâmı verildi, anlar hala o makamdadırlar, zirâ çalışmadılar. Ben ise
derd edip o makâmı geçtim, suya hep birlikte vardık, anlar oraya vardıklarında
az bir şey aldılar, ben ummân denizinde kendimi mahv edip yok oldum.
“Derler imiş halka-i
zikre girip dönmez niçin,
Halk bir gez dönmeden
ben nice kez devreyledim”.
Tarikat ehli arasında
devdân ve çalgı vardır. Meselâ, Kâdirîler kudüm, Mevlevîler ney, Rufâîler def
çalarlar. Bu harammıdır, helâlmidir ? Ehl-i tarik uluları derki, bizim aramızda
mahcup olmadığından ve o da zuhûrat-ı İlâhiyye ile şuhûd olunur, haram
değildir, hicap ehline göre haramdır. Devrândan murat bütün mezâhirde birer
birer Hak-kı şuhûd etmektir. Anın için Mısrî efendi: “Benim devrim, devrânım
gizlidir. Halk bir gez dönmeden, ben nice defalar dönerim, fekat dostlarım
devrânımın ne olduğunu anlamadılar”.
Yâr ile ahdeyledim gâh
dağılıp gâh cem olam,
Tâ ezel budur anınla
ahd-ü peymânım benim.
Anınçün gâhı cem’im
geh perîşân tâ ebed,
Döndü kaldı üstüme
cem’ü perîşânım benim.
Döndürür dâim Muîd
ismi takâzâsı beni,
Nokta-i zâtım değil
sûrette cevlânım benim.
Devre-i arşiyyeden
herkim haberdar olduysa,
Ol duyar ancak Niyâzî
ilm-ü irfânım benim.
“Gâh dağılıp, gâh cem
olam” demek, Hak ile ahdim vardır. Gâh cemde, ve gâh farkta olam minel ezel
ilel ebed (ezelden sonsuzluğa kadar).Mu’îd ismi Hak-kın güzel isimlerinden
biridir, yani avdet ettirici, geri döndürücü demektir.
“Devre-i arşiyyeden
her kim haberdar olduysa”
Devre-i arşiyye nedir
? En önce Hak-kın ilim hazinesinden Nûr-i Muhammedî, Rûh-i Muhammedî yaratıldı,
insan sûretinde yaratıldı. Bütün malûmat mâ-kân vemâ yekûn (Bütün bilgiler
olmuş olacak her ne varsa) dünyâ ve âhirette Nûr-i Muhammedîde mevcûddur. Nûr-i
Muhammedîden nefs-i kül, ve andan tabiat ve andan heyûlâ ve andan cism-i kül ve
andan şekil ve andan da arş yaradıldı. Şu halde Nûr-i Muhammedî yukarıda adları
yazılan beş vâsıta ile arşa ruhtur, yani nefs-i kül, tabiat, heyûlâ, cism-i
kül, şekil vâsıtasıyla arşın ruhu Nûr-i Muhammedîdir. Anın için dünyâ ve
âhirette olmuş olacak her ne var ise hepsi arşda mevcûddur ve arşın devrânından
hasıl olur.Çünkü hepsi arşın devrânının vücûda gelmesi içindir. Diğer
feleklerin devirleri hep arşın devrine tâbidir. Anın için âyet-i kerîmede :
“Er-Rahmân-i alel arş-is-tivâ” buyuruldu, yani “Rahmân isminin mazharı arşa
müstevî oldu”. Çünkü bütün âlemler arştan tasarruf olunur.
---------------------
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Adetim budur ezelden
kevnde bir ş’en olurum,
Dirilip geh cem olup
gâhi perîşân olurum.
Bu cihânın halkına bir
bir yolum uğrar benim,
Cem edip bunca kumaşı
bir bezistân olurum.
Geh sehâb-ü geh matar
gâhi doluyum gâhi kar,
Geh nebat-ü gâhi
hayvân gâhi insân olurum .
Geh Nasârâ geh Yahûdî
gâhi Tersân geh Mecûs,
Gâhi Şia gâh olur
Sünnî Müslümân olurum.
Gâhi âbid gâhi zâhid
gâhi fiska düşerim,
Gâhi ârif gâhi ma’ruf
gâhi irfân olurum.
Gâh olur bakır, kalay
ve gâh olur altun gümüş,
Gâh olur âlemde her
ma’denlere kân olurum.
Gâh olur, benden hakîr
hiç kimse olmaz dünyada,
Gâhi Kâftan Kâf’a
hükmeden Süleymân olurum.
N’âl tırnak arasından
yerim geh dar olur,
Gâhı Arş’u Kürsî’den
yek âlî meydân olurum.
Gâh olur bu harmân-ı
âlemde ben bir dâneyim,
Geh kamûyu câmî lmuş
ulu harmân olurum.
Gâh olur mevcûd mâ’dum
geh vücûdiyle adem,
Geh tecelliyle iyân ve
gâhı pinhân olurum.
Gâhi dünyâ gâhi ukbâ
gâhi mahşer geh sırât,
Gâhi berzeh gâhi
cennet gâhi nirân olurum.
Gâhi mâlik gâhi âteş
gâhi zakkum geh cahîym,
Gâhi hûrî gâhi gılmân
gâhi rıdvân olurum.
Gâhi zerre geh güneş
gâhi kamer gâhi nucûm,
Gâhi arz-u geh semâ
geh Arş-ı Rahmân olurum.
Bunca sûretler libâsın
gâh bir bir giyerim,
Geh soyunup
cümlesinden şöyle üryân olurum.
Şimdi kesrette olan
Âdem Niyâzî söylenür,
Âlem-i vahdet içinde
sırr-ı Yezdân olurum.
Bu bahrı Hak lisânıyla
Niyâzi Mısrî hazretleri söylemiş veya Niyâzî lisânıyla Hak söylemiş.Bu hususu
Hoca efendimiz hazretleri zannedersem iki çeşit söylemişler. Fakat umumiyetle
bu şiirin beyitlerini zâhir üzere takrir etmişlerdir. ( H.M. Efendi).
Geh sehâb-ü geh matar
gâhi doluyum gâhı kar,
Geh nebât-ü gâhi
hayvân gâhi insân olurum.
Yukadıdaki beyitte
geçen nebat sözünde hazreti Âdemin zürriyeti zahrından çıkarılıp dört saf
oldular. “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidası yapıldıktan ve karşılık olarak “Belî”
cevâbı verildikten sonra tekrar zürriyeti âdemin zahrına geri dönmeyip
madenlere, bitkilere ve hayvanlara dağıldı. Sonra benî âdem zamanla madenlerle
beslenen bitkileri ve hayvanları o madde-i âdemiyye ye rast geldiği vakit
insanın vücûdunda meni olur, rahme düşer ve bu sûretle çocuk hâsıl olur. Şâyet
o maddenin madenlerde veyahut bitkilerde gecikmesi olursa, yine meyli oraya
olur. Buna ait ayrı kitap vardır. Bu bir tenâsuhî devir değil, belki bu bir
şer’î devirdir.
_________________
Vezin:Müstef’ilün,müstef’ilün,müstef’ilün
müstef’ilün
Ey kudret ıssı,
padişâh lûtfeyle açıver yolum,
Bağlandı her yânım
şehâ lûtfeyle açıver yolum.
“Şol ism-i zâtın
hakkıçün cümle sıfâtın hakkıçün”,
İzz-ü şânın hakkıçün
lûtfeyle açıver yolum.
Ol ism-i azâm hakkıçün
ol nûr-i ekrem hakkıçün,
Ol Fahr-i âlem
hakkıçün lûtfeyle açıver yolum.
“İsm-i âzam” yalnız
başına Allâh kelimesi değildir, esas olan Allâh kelimesinin müsemmâsı olan
Zât-ı İlâhiyyedir. İşte bunu hakikaten bilenin her muradı hâsıl olur, zirâ
Allâh, Allâh zikir demek değildir.
Hoca efendimiz bu
şiiri yalnız yukarıdaki beyit üzerinde durmuşlar, diğerleri zâhir üzere takrir
edilmiştir. (Hacı Maksud efendi).
Lütfunla ihsân eyledin
vaslınla handân eyledin,
Hicrinle hayrân
eyledin lûtfeyle açıver yolum.
Saldın şikâre çün beni
Âdem olup bulam seni,
Bağladı dünyâ-yi denî
lûtfeyle açıver yolum.
Şaşırttı bizi nefs-i
bed eyledi hep yolları sed,
Ey lûtfu çok senden
meded lûtfeyle açıver yolum.
Bu can yine vuslat
dilersen şâh ile vahdet diler,
Varmağâ dil nusret
diler lûtfeyle açıver yolum.
Her kanda kâmil
görürüz bakıp ana yerinürüz,
Dönüp sana yalvarırız
lûtfeyle açıver yolum.
Kulda nola yâ Rabbenâ
kim sana doğru yol bula,
Sensin kamû derde devâ
lûtfeyle açıver yolum.
Zikrin enîs et bu dile
erişe tâ dilden dile,
Yol göstere ilden ile
lûtfeyle açıver yolum.
Nitsun Niyâzî
derdimend etmiş anâsır kayd-ü bend,
Bilmem İlâhî gayr-i
fend lûtfeyle açıver yolum.
_____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Doğdu ol sadr-ı
Risâlet bastı ferş üzre kadem,
Saldı ol nûr-i
Nübüvvet pertevin fevkal – ümem.
Çalınıp tabl-ı beşâret
geldi şâh-ı Enbiyâ,
Gulgule doldu cihâna
kondu ol sâhib âlem.
Sadır, göğüs demektir.
Emânet edilen sırlar insanın göğsündedir. Eskiden hükümet başkanına “Sadr-ı
âzam” derlerdi, sebebi devletin bütün sırlarına vâkıf olduğundan dolayı bu isim
ona verilmiştir. İşte Fahr-il-Enbiyâ-ya da “Sadr-i Risâlet” denildiği, bütün
Enbîyânın sırları anda bulunmasından dolayıdır, yani diğer Peygamberler onun
vekilleridir. Esas Enbiyânın sultânı, başı odur.
“Bastı ferş üzre
kadem” deki beyitte geçen ferş bir nûr demektir.
“Gulgule doldu cihâna
kondu ol sâhip alem”
Beyitte geçen “alem “
sancak, yani bayrak manâsınadır. Bu sebeble Hazreti Resûle “Sâhib-i alem “,
“Sancak sâhibi”, denildi. Zirâ diğer Nebîlerin zamanında alem yoktu. İlk önce
Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) efendimiz sancak çekti (Livâ-ül-hamd). Sancağında
bir sırrı vardır, muharebelerde harbeden askerlerin onu görerek çevresinde
toplanıp birleşmelerini temin içindir. Alem de İlâhi tecellîlerden bir
tecellîdir.
“Nûr-i vechinden alındı
encüm-ü şems-ü kamer,
Bahr-ı ilminden
bilindi hikmet-i levh-u kalem.”
Yıldızların, güneşin,
ayın hakikatları Nûr-i Muhammedîdir.”Kasîde-i Bürde” de Hazreti Resûle “Kamer”
denilmiştir. Kâsîdeyi şerh eden burada benzetme var diye kelkamer olarak yazmış.
Bunu bize birisi sordu. Bizde cevaben : “Hayır burada teşbih (benzetme) yoktur,
kamerin hakikati Nûr-i Muhammedîdir, bunda teşbih kendisidir, düşün dedik”.
Sonra gitti ve iki üç gün düşünüp tekrar geldi ve sözlerimizi tasdik etti.
Levh, Levh-i mahfuzdur. Yani nefs-i küldür. Kalem ise, kalem-i âlâdır, yani
Nûr-î Muhammedîdir. Evvelce “Evvele mâ halak-allâh-i nûrî, evvele mâ
halak-allâh-i rûhî , evvele mâ halak-allâh-il-kalem “, hadislerinde bunu
açıklamıştık. Velhâsıl Kalem-i alâda ve Nûr-i Muhammedîde dünyâ ve âhiret her
ne olmuş ve olacak var ise hepsi mevcûddur. Nûr-i Muhammedîde olan Levh-i
mahfuzda, yani Nefs-i külde tafsîlatıyla vardır. Nûr-i Muhammedîde olan icmâl
nefs-i külde, kezâ tafsîlen olmuştur. İşte Fahr-i Risâletin sonsuz olan ilm
deryâsından levh ve kalemin hikmeti böylece bilindi.
“Merhabâ yâ Mustafâ ey
nûr-i ayn-ı asfiyâ,
Merhabâ ey
Sâhib-ül-mi’râc-ı fid-dacil zulem”
Gelmeseydin âleme sen
halk olunmazdı cihân,
Dostluğuna yaratıldı
ey Nebiyy-i muhterem.
Biz günahkâr ümmete
sen Şâhı irsâl eyledi,
Hamdü-lillâh sana
ümmet eylemiş ol Zikerem.
Yâ Resûlallâh şefâat
kıl Niyâzî bendene,
Şol zaman kim baş açık
yâlın ayak kan ağlıyam.
“Asfiyâ” hakikat
ehlinin büyüklerine derler. “Sâhib-ül-mirâc” yani Mîrâc sâhibi demektir.
Hazreti Resûlün otuzbeş mîrâcı vardır. Bunlardan otuzdördü rûhânîdir, uykuda
iken onun güzel rûhu yükselerek arşı, kürsî’yi seyrederdi, biri de cismânîdir.
Bu cismânî olan Mîrâc Receb-i şerif ayının yirmiyedinci gecesi bir kış vakti
amcasının kızı Ümmehân'ın evinde misâfir iken Cibril-i Emin gelip dâvet etti ve
Bürâk getirdi. Oradan ona binerek “Beyt-il Mukaddes” e geldi. Kendisini cümle
Nebîler karşıladı ve onlara imâm olup iki rekat namaz kıldırdı. Burada
Nebîlerin rûhları karşıladı denildiği doğru değildir, belki Nebîler
cesedleriyle idi, çünkü Nebîlerin cesedleri çürümez. Oradan “Sidre-i müntehâ”,
ya kadar meleklerle gitti, orada Cibril kaldı. Oradan itibaren “Dürr-i ahzara”
bindi, sonra Arş’a kadar “Refref” ile gitti. O gece Hazreti Resûlün bindikleri
şeyler bunlardır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Levlâke lemâ halaktül
âlem”, yani “Yâ, Muhammed sen olmasaydın âlemi yaratmazdım”. Niyâzî hazretleri
de bunun için “Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân” demişlerdir.
___________
Vezin:Mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün,
mefâîlün
Ayağı tozunu sürme
çekelden gözüme cânım
Görünür oldu her gâhı
gözüme veç-hi cânânım.
Niçün sevmeye cân anı
ki anda buldu cânânı,
Yıkıldı kal’a-i fikrim
yapıldı dinim îmânım.
Çü bildim vech-i
cânânı kamûda sezdim Allâhı,
Fenâyım Hak-ta Vallâhi
ne bilim kaldı ne dânım.
Ki bildim cümle Hak
imiş arada gayri yok imiş,
Bi-külli anda gark
imiş ne ben vârım ne irfânım.
Buluştu bir ten-ü bir
cân bu mülkü ettiler seyrân,
Niyâzî, den görünen ol
ben ancak ad ile sânım.
İkinci beytte geçen
“Yıkıldı kal’a-i fikrim”, yani aklî olan ilimlerim (aklım ile bildiğim
bilgilerim) mahvoldu. Zirâ ülemâ-i rusûm (eskiden medreselerde tahsillerini
yapanlar) denilen kimselerin okudukları veya okuttukları ilim efkârdır, yani
düşünce mahsülü olan bilgilerdir. Meselâ, mantık ve buna benzer diğer ilimleri
de hep düşünce üzerine oturtulmuştur. Din ve îmân ise düşünce ile bulunmaz.
Akıl ve düşünce dünyâya âit olan şeylerden bile âcizdir. Her şeyin anası
“Tevhîd ilmi”dir. Muvahhid olmayanın aklı da, düşüncesi de kısa ve sınırlıdır.
Zâhir ülemâsının
medreselerde okudukları “Kazimir” in sonlarında şöyle denir: Hak-kın vücûdu
hakkında üç mezhep (yol, tutum) vardır:
1 --- Vücûd müteaddid
(çok, birden ziyâde, sayılabilir), mevcûd da-müteaddid. Bu cühelâ mezhebidir
(Bilgisizlerin yolu, tutumudur). Böylece her şeyin müstakil vücûdları vardır
demiş olurlar.
2 --- Vücûd vâhid
(tek, bir, sayılamaz), mevcûd müteaddid (Çok, sayılabilir). Bu hükemâ
mezhebidir, (hakîmler, âlimler, her şeyi bildiğini sananların tutumudur), Anın
için onlar âlem tek bir vücûddur derler, fenâ bulmaz, bu sûretle âlemin
bekâsına hüküm verirler (âlem yok olmaz demekle âlemin kalıcılığına inanmış
olurlar).
3 --- Vücûd vâhid,
mevcûd vâhiddir derler.
Bu üç mezhep de
bâtıldır (hak ve gerçeğe aykırıdır).
Tahkik ehli mezhebi
ise, vücûd Hak-kın vücûdudur, gayri için vücûd (başka herhangi bir şey için)
vücûd yoktur. Bunun için onlar “Lâmevcûde illâ Hû” (Allâhtan başka vücûd
yoktur, vücûd ancak O’nun vücûdudur) derler. Bu görülen kesret (çokluk,
kalabalık) şuûnât ve ahvâl-i İlâhiyyedir (İlahi hallerdir).
_____________
Vezin: Fâ’lün feûlün
fa’lün feûlün
Aşkın meyine ben kana
geldim,
Şevkin ödüne hoş yana
geldim.
Şem’i tevhîdi gördüm
yakılmış,
Gitti kararım pervâne
geldim.
“Halka-i zikri kurmuş
âşıklar,
Ben de sahnında
cevlâne geldim.”
Hazreti Resûl :
“Mescitler salât ve ve zikir için binâ olunur” buyurmuştur.Hatta Medine-i
Münevverede inşâ olunan “Mescid-i Nebnevî” de sahâbeler halka olup
zikretmişlerdi. Bu halka-i zikri melekler de çep çevre sarıp anlarla birlikte
zikrederlerdi.
“Mecnûnum bu gün Leylâ
derdinden,
Neylerim aklı dîvâne
geldim”
Tevhid ehli, akl-i
maâş ve akl-i maâdı istemez, çünkü akl-i maâşın dünyâya ait olan işlere, akl-ı
maâdın da âhirete ait olan işler akılları erer. Halbuki tevhîd ehli dünyâ ve
âhiret istemez, o akl-i kâmil eshâbıdır. Bu sebebdendir ki anlara “Ukalâ-i
meczûbîn” derler.
Derdi cânânın açtı
yâreler,
Bağrım üstünde dermâne
geldim.
Ümmî Sinânın hâk-i
pâyine,
Sürmeğe yüzüm sultâna
geldim.
Yâremi bildim Yârimden
imiş,
Bunda Niyâzî Lukmâna
geldim.
___________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ol menem kim vâkıf-ı
esrâr-ı ilm-i Âdemim,
Kâşif-i genc-i hakikat
hem hayât-ı âlemim.
Bende menfî oldu
gaybül-gaybın esrârı hemîn,
Bendedir sır-ı emânet
ana kenz-i mübhemin.
Ben cemâl-i Hak-kı
cümle şeyde zâhir görmüşem,
Bu merâyâya anınçün
baktığımca hurremim.
Her sözüm miftâh-ı
kufl-i künt-ü kenz olmuş dürür,
Hem dem-i İsâ ile
herbir nefiste mahremim.
Yukarıdaki beyitte
geçen “Her sözün mifâh-ı kufl-i künt-ü kenz” sözleri Resûl-i Ekremin : “Künt-ü
kenz-en mahfiyyen fe ahbebtü en u’raf-e fe-halakt-ül halk-a li u’ref” hadisinde
bildirilen hazinelerin kilidinin (kufli) birer anahtarı olduklarını
bildirmektedir. Hadisin anlamı : “Ben ilm-i zâtiyede mâlûmatla mütecellî idim,
istedim ki bilineyim, halkı halk ettim. Halk mahzâ Hak-kı bilmek ve vech-i
Âhadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi”.
Cümle mevcûdâtı verdim
ben vücûd-ü vâhide,
Zât-ü esmâ ve sıfâtın
ile hâlâ yek demim.
Yerde gökte her ne kim
var bağludur bâşı bana,
Âşikâre vü nihâne ben
tılsım-ı â’zâmım.
Ben o Mısrî’yem
vücûdum Mısrına şâh olmuşum,
Hâdisim gerçi Velî
ma’nâda sırr-ı akdemim.
_____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ol cihânın fahrının
sırrına kurbân olayım,
Hutbe-i levlâke inen
şânına kurbân olayım,
Kâb-ı kavseyni ev
ednâ’sına kurbân olayım,
Ben anın ilmiyle
irfânına kurbân olayım,
Ben anın esrâr-ı
mi’râcına kurbân olayım.
Burada “sümme denâ”
dan maksat “Seyr-i İlallâh “, “Fetedellâ” dan murad edilen “Seyr-i an-illâh,
“Fe kân-e kaab-e kavseyn” den de “Cem-ül cem” ve “Ev ednâ” dan da “Ahadiyyet”
makâmları anlaşılır.Bunu (Meslek-i celîl-i Muhammedîye mensub olan bütün) ihvân
bilir.
Hazreti İsânın
asâleten makâmı “cem” makâmı idi ki, “Hakîkat” makâmıdır. Hazreti Mûsanın
asâleten makâmı “Hazretil cem” makâmı idi. Hazreti Dâvûdün makâmı ise tevhîdin
“Cem-ül cem” makâmı idi.Velhâsıl enbiyânın asâleten her birerlerinin özel
makâmları vardır. Ancak uyumları derecesinde “Makâm-ı Muhammedî” ye yani
“Âhadiyyet” makâmına ulaşırlar.
Bu yüce makâma yalnız
Enbiyâ ve Resûl değil, belki “Verese” (Vâris-i Ulum-i Nebî olanlar, İnsân-ı
Kâmiller) dahi vâsıl olurlar.
“Ben anın esrâr-ı
mi’râcına kurbân olayım”
Mi’râcın sırları nedir
?
Hazreti Resûl arş-ı
alâya vardığı vakit “Ettehıyyât-ü lillâh-i ves-selavât ü vet-tayyibât-ü” dedi.
Yani “düâ Allâh içindir, namazlar Allâ içindir tayyibât, yani güzel olan
nesneler Allâh içindir. Cenâb-ı Hak tahiyyâta karşı şöyle buyurdu : “Esselâm-ü
aleyke eyyühen-Nebiyyü,” salevâta, yani namâzlara karşı ve rahmetullâh-i”,
tayyibâta, yani güzel nesnelere karşı “ ve berekâtuhû”. Sonra Hazreti Resûl
yine “Esselâm-ü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîyn” dedi. En sonunda bütün
melekler hep birden “Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden
Abdühû ve Resûlüh-ü” dediler. Anın için öğle namazı kılındığı vakit her namâzın
birinci ve ikinci oturuşlarında “Ettehiyyât”ın okunması emrolundu.
“Ol Ebûbekr-u Ömer
Osman Ali dört yâridir,
Ol Risâlet bağının
anlar gül-i gülzârıdır,
Cümle Eshâb hidâyet
râhının envârıdır,
Ben anın Âline
Ashâbına kurbân olayım,
Ben anın Ashâb-ü
ahbâbına kurbân olayım.”
Ol Hasan hazretlerine
zehr içirdi eşkiyâ,
Hem Hüseyn oldu
susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,
İkisidir asl-ü nesl-i
Âl-i Mustafâ,
Ben anın Âline
evlâdına kurbân olayım,
Ben anın evlad-ü
ensâbına kurbân olayıum,
Cümle ümmetten
hayırlıdır o şâhın ümmeti,
Ümmetine cümleden
artık eder Hak rahmeti,
Enbiyâ anınla buldu
bunca lûtf-u izzeti,
Ben anın lûtfuna
ihsânına kurbân olayım,
Ben anın envâ-i
eltâfına kurbân olayım,
Her ne denlü Enbiyâ vü
Mürselîn kim geldiler,
Ümmeti olmaklığı
Hak-tan temennî kıldılar,
Evliyâ ana Niyâzî
kul-u kurbân oldular,
Ben anın ayağının tozuna
kurbân olayım,
Yoluna gidenlerin
izine kurbân olayım.
Eshâb-ı kirâm hakkında
: “Eshâbî ken-nucûm bi-eyyihim ikdeteytüm ihtedeytüm” hadis-i şerifi vârid
olmuştur. Yani “Eshâbım yıldızlar gibidir, anların hangisine rast gelirseniz
iktidâ edin, yani uyun, onlar sizlere hidâyet eder”.
İmam-ı Alî (R.A.) hın
vefâtından sonra İmâm-ı Hasan (R.A.) büyük olmakla İmâm-ı Hüseyin (R.A.) anınla
istişâre ederdi. Babalarının vefatıyla şimdi “Hilâfet-i Resûl” sona erdi. Çünkü
Hazreti Resûl: “Benim hilâfetim benden sonra otuz yıldır” buyurmuştur. İşte bu
süre tamam oldu, her ne kadar hilâfet-i bâtiniyyemiz var ise de, hilâfet-i
zâhiriyyemiz bundan sonra yoktur, haydi Medineye gidelim dediler ve Hilâfeti
terk ederek Kûfe’den kalkıp Medineye geldiler. Orada iken Emevî halifesi ilân
edilen Muâviyenin oğlu Yezid kendi korkusundan hazreti Hasan efendimizin
zevcesine gizlice şu haberi gönderdi: “Evvelce sen bir halife zevcesi idin,
şimdi ise Hilâfet bendedir. Eğer İmâm-ı Hasanı şehid edersen seni zevceliğe
alırım ve yine Halife zevcesi olursun”. Kendisini hırsa kaptıran zevcesi elması
döğdü, toz haline getirdi, şerbetin içine döküp İmâm-ı Hasan efendimize içirdi
ve onu şehîd etti. Hazreti Hasan (R.A.) mütessiren vefat etti, çünkü elmas
zehirdir.
Geriye “Evlâd-ı Resûl”
den İmâm-ı Hüseyin (R.A.) efendimiz kaldı. Sonra kûfe halkı kendisine mektup
yazdılar: “Buraya gel, biz sana bîat ederiz ve seni Halife yaparız” dediler.
Hazreti İmâm-ı Hüseyin (R.A.) bu yapılan dâvete uymak üzere Medineden hareket
etmişti ki, bunu haber alan Yezid üzerine asker gönderdi ve Kerbelâ da
karşıladı ve susuzlukla onu şehîd etti. Bu sırada bir rivâyete göre Muâviye sağ
veya diğer rivâyete göre vefat etmişti. Bunlardan doğru olanı vefat etmiş idi.
_________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün feûlün
Hüdânın sun-una âyîne
âlem,
Düşüptür sâniin
mir’âtı Âdem.
Hüdânın sanatına âyîne
âlemdir, zirâ âlem Hak-kın vücûduna alâmet olduğundan dolayı âlem denildi.
Sâniin (Yaradan yüce Allâh) de mir’âti, yani aynası Âdemdir. Fakat her bir Âdem
değil, nefsini tanıyan kimse ancak Âdemdir. Âdem, “Men aref-e nefsehû fekad
aref-e Rabbehû” hadisi şerîfine mazhar olandır.
Odur Âdem ki nefsin
tanımıştır,
Oluptur Hızr-ü İlyâs
ile hemdem.
Ne görürse iyü kem
zîr-ü bâlâ,
Görür öz nefsini her
baktığı dem.
Eğer râî eğer mer’î ve
mir’ât,
Kamunun aslıdır
Âdemdeki dem.
Nefestir bahr-ı zât
ancak hurûfu,
Anın emvâcı bil ol
şad-ü hurrem.
Gör imdi bahr-ı kândan
bunca emvâc,
Olur zâhir gider yine
kalûrem.
Kur’ânı Kerîmde: “Ve
men yergabü an millet-i İbrahîm-e illâ men sefihe nefsehû”, yani “Ehli tevhîd
olan İbrahim milletinden kimse i’râz (yüz çevirme) etmez, yalnız nefsini
tanımayanlar tevhîdden kaçar”. Tevhîdden yüz çevirmeyen, kaçmayan kimse nefsini
işte ârif olandır ve Âdem de odur. Bu nefsini ârif olan Âdem Hızır ve İlyâsla
birdir. Velâyet makamından aralarında hiçbir fark yoktur. İlyâs, İdris (A.S.)
dır, lakabı İlyâstır. Bir süre semâya kaldırıldı, sonra Balebek’e Resûl
gönderildi. Halen hayattadır, nasıl Hızır (A.S.) deryâlarda koruyucu ise, o da
karalarda koruyucudur.
“Ne görürse eyü kim
zîr-ü bâlâ,
Görür öz nefsini her
baktığı dem.”
Âdem olan her nereye
baksa özünü görür, yani Hak-kın Rubûbiyyetini müşâhede eder.
“Nefestir bahr-ı zât
ancak hurûfu,
Gör imdi bahr-i kândan
bunca emvâc.”
Âdem’in balçığına
lüzumlu toprak “Beyt-i Şerif” in bulunduğu yerden alındı ve Mekke ile Tâif
arasında bulunan “Nu’mân” vâdîsinde sûreti Hak-kın emriyle binlerce yıl yağmur
ve güneş altında bırakıldı. Sonra isti’datı tamamlanınca balçık halindeki
sûrete ruh nefholundu, hayat buldu. Melekler kendisine secde ile emrolundu,
hepsi secde etti, yalnız Canın oğlu İblis ile ona uyanlar secde etmedi. İşte o
zaman İblis de hazreti Nuh (A.S.) mın oğlu gibi kâfir oldu. Beylece Âdem’e
nefholunan İlâhî nefes herbir şeyin aslıdır.Nefes Bahr-ı zattır. Anın harfleri
o bahrın (İlâhî deryâ, İlâhî deniz) dalgalarıdır.
Bu âlem de bahirdir
hem mevâlid,
Anın emvâcıdır şek ile
demem.
Hezârân mevci bir anda
yoğ edip,
Eder emsâlini tecdid
demâdem.
Aceb misli demek gayri
demekmi,
Yahut ayni mi, yâ
cem’imi desem.
Bilen ayn-ü bilmeyen
gayr demek,
Budur şâfî cevap
Vallâh-ü â’lem.
Özü evvelkidir sûretle
dürür gayr,
Ki yani can odur
terkib o demem.
Ki zirâ can bir oldu
çok sûret,
Budur kavl-i muhakkik
hem müsellem.
Disen niçün bilinmez
hâl-i ûlâ,
Çün oldur sonra niçin
der ki bilmem.
Tegayyürden bilinmezlik
zuhûru,
Birlikten dürür dedeği
bilsem.
“Bu âlem de bahirdir
hem mevâlid,
Anın emvâcıdır
şekkiyle demem.”
Bu âlem de bahadır,
yani Tanrısal bir denizdir. Mevâlid-i selâse: Üç ana madde, yani madenler,
bitkiler ve hayvanlar da bu Tanrısal denizin dalgalarıdır. Bunlardan madenler
denince; altın, gümüş ve mücevherat gibi şeyler ve toprak vesâiredir. Nebat,
yani bitkiler otlar, ağaçlar ki, bunlara tüm çiçekler de dahildir, hareket
etmez irâdesiz birer cisimlerdir. Bunlar büyür ve gelişirler, lâkin Hak-kın
emriyle olur. Hayvanlar, işte konuşan olsun, konuşmayan olsun buna dahildir,
insân konuşan kısma dahil bir hayvandır.
“Hezârân mevc-i bir
anda yoğ edip,
Eder emsâlîni tecdid
demâdem.”
Velhâsıl âlem
denizinin dalgaları olan bu mevâlid-i selâseden madenler bitkiler ve
hayvanlardan her an nice bini gider, yani yok olur, nice bini iycâd olunarak
gelir.
“Acep misli demek
gayri demek mi,”
Acaba bu yeniden iycâd
olunan, yok olanın mislimidir, başkası mıdır, aynimidir, yoksa hepsinin
toplamımıdır?
“Özü evvelkidir sûret
dürür gayr,
Ki yani can odur
terkip o demem,”
Bilindiği Hak-kın
vücûdu aynidir, bilinen, yani şahıs gayridir, yani başkadır. Çünkü özü Hak-kın
vücûdudur, yanı can odur, derim. Lâkin tertip olunan sûret odur diyemem.
Kitaplarda yazıldığı gibi Mansûrun: “Enel Hak” demesi, şâyet ruhu cihetiyle
“Enel Hak” denilse doğrudur, eğer şahıs cihetiyle denilse küfürdür, çünkü şahıs
mukayyeddir. Hak ise kayıddan münezzehtir, çünkü can birdir, lâkin sûret yani
şahıslar çoktur. Şimdi burada anlaşılan budur ki, bu âlemde gerek insan, gerek
bitki ve gerekse hayvandan nice bini yok olur, nice bini bir anda vücûda gelir,
bu her an devam eder gider. Şimdi gelen gidenin can cihetiyle aynidir, çünkü
Hak-kın vücûdundan başka mevcûd varmı, yoktur. Mevcûd olan Haktır. Lâkin
şahıslanma cihetiyle gayrıdır, yani başkadır. Çünkü Ahmedin şahsı başka,
Mehmedin şahsı başkadır, ama canları başkamıdır, değildir.
Niceyse neş’e-i ulâda
gönlü
O zevki arzular Sânî
de bîkem
Teleb evvelki zevkî
hükm-i candır,
Cehl terkibinin hükmü
ol epsem.
Kamû bir noktadır ilm
ancak ey dost,
Çoğaldıkça dolar kalbe
hem-u gam.
Niyâzî taht-ı bâ-da
nokta oldu,
Ali’nin sırrına olalı
mâhrem.
“Niceyse neşe-i ûlâda
gönlü,
Zevki arzular sâni de
bikem”
İnsanın iki neşesi
vardır: Birinci neşesi ruhlar yaratıldığı zaman, ikinci neşesi de cesedlerin
yaratıldığı zamandır ki, ruhlar cesedlerden yüzbin yıl önce yaratıldılar.
“Kamû bir noktadır ilm
ancak ey dost,
Çoğaldıkça dolar kalbe
hem-ü gam.”
“Kamû bir noktadır
ilm” demek ilmin tümü bir noktada toplanmıştır demektir. İmâm-ı Ali (K.V.): “El
ilm-i nokta-tüm kesrehel câhilûn” yani “İlm bir noktadır, cahiller onu
bilgisizlikleri hasebiyle çoğaltırlar”. Hazreti Resûl buyurmuştur: “İlâhi
sırlar Allâh tarafından inzâl olunan kitaplardadır. (Zebûr, Tevrat, İncil ve
Kur’ân). İnzâl olunan kitaplarda olan Kur’anda, Kur’anda olan “Fâtiha-i Şerîfe”
dedir. Fâtiha-i Şerîfede olan “Besmele” dedir.” Hadisi şerîf buraya kadardır.
Devamı olan “Ve besmelede olan “be” de olan anın altındaki noktasındadır”
sözlerini İmâm-ı Alî (R.A.) ye isnad ederler. Lâkin bu sözler “Ebu Bekir-i
Şiblî” hazretlerinin sözüdür. Arabcada heceli harfleri birbirinden ayırt eden
noktalarıdır. Önce nokta ile müşerref olan “be” harfidir. “Berâe” sûresinde
“be” harfiyle başladığından ve “be” harfinde “Besmele” nin sırrı bulunduğundan
diğer sûrelerde olduğu gibi başına besmele gelmedi. Bütün arabca harfler “elif”
den terkip olunmuştur, yani harflerin aslı eliftir. Bir eliften olan meselâ,
be, te, se, nun, vesâir harflere basit harfler denir. Çünkü bir elifin iki başını
bükersek be olur, iki elif veya üç elif ten meydana gelen cim, ha, hı
harflerine mürekkebe denir.
Eshâb-ı Kirâm İmâm-ı
Alî (K.V.) ye: “Senin ilminden bize haber ver yâ Alî” dediler. Cevaben yukarıda
Hazreti Resûlün hadisi ile Şiblînin “be” de olan noktasındadır” sözlerine
ilâveten: “İşte o nokta benim” buyurdu. Eshâb daha isteriz dediler. Bunun
üzerine: “İlim bir noktadır cahiller anı çoğalttılar” sözünü söyledi. Çünki
ilim bir noktadır, cahiller hep onu bilmek ve o noktayı anlamak için onsekiz
fen düzenlediler.
____________
Arabca Şiir :
Ya men tevahhede
bilgufrâni velısmı
Yâ men kibârüzzunûbi
ledeyhi kellemem
Yâ men terahhem dem’ül
ayni keddiyem,
Yâ men yuhibbu enînül
abdi minnedem
Yâ men ledeyhi
devâüddâ-i vessakam
Lem ektedir sarfe
nefsî min gavâyetihâ
Vezâde tuğyanuhâ
cemhen vemâ semuhâ
İnnî vakiftü alâ
bâbirrecâi lehâ
Eznebtü küllü zunûbin
va’tereftü bihâ
Lâkin areftüke
bittevhîdi velkelem
Kad fâtenil ömrü
veşşeyhuhatü nâzileten
Birre’si mâlil abdi
eleyse râhiletün
Vennefsü fî kesretül
isyâni hâimetün
Nâmel uyûnu ve aynül
abdi sâhiretün
Tebkî alel bâbi vastel
leyli bilkerem
Sâret zunûbî kemevcil
bahri fî meded
Udtu anirremli
vennucûmi biladed
Biizzi men filavâlimi
hayru muktesidin
Lâ taktaanne recâî
fîke yâ senedî
Yâ gâfirezzenbi
lirrâcine bilkeremi
Mâ maletinnefsü
littaâti min kesel
Vema’tedet lihisâbil
haşri min amel
Fesâletil aynu lil
Mısrîyyi min vecelin
İrham bifazlike lâ
tanzur ilâ zelel
İnnel kerîme yuhibbul
afve an hademi
“Ya men tevahhede
bil-gufrân-i vel-ısmı
Yâ men kibâruzzzunûb-i
ledeyhi kellemem”
Şerhi :
Ey,güfrân ve ismetle
tevehhud eden zat, Ey,büyük günahlar senin katında ekmek kırıntısı gibi olan
zat.Çünkü ekmek kırıntısı yemeğe müsait olmadığından üzerine basılması dahi
günâh değildir.
“Yâ men terahhem
dem’ul ayni keddiyem”
Ey,göz yaşlarına
merhamet eden zat.Ey kulunun pişmanlığından,onun ahlarına ve inlemelerine sevgi
gösteren zat.
“Yâ men ledeyhi
devâüddâ-i vessekam”
Ey, katında azab ve
derdin devâsı olan zat. Ben nefsimi azgınlıktan çevirmeğe,yani döndürmeğe,
terbiye etmeye gücüm yoktur, buna muktedir değilim.Kızgın at gibi nefsim sınırı
aştı beni dinlemez.
“İnnî vakiftü alâ
bâbirrecâi lehâ”
Bu nefsimin
azgınlığından dolayı senin reca kapında durdum ve her günahı işledim ve
yaptığım günahlarımı itiraf ederim velâkin seni tevhîdinle ve Kur’ânınla
bildim, yani ârif oldum.
“Kad fâtenil ömrü
veşşeyhûhatü nâzileten”
Ömrüm tamam
oldu,ihtiyârlık nâzil oldu,yani başımda saçım,sakalım ağardı.Ortada kaldım,bir
yerinecek şey yokmu?
“Vennefsü fî kesîretül
isyâni hâimetün”
Nefis çok günah
işlemekte çılgın gibi.Herbir göz uyur,benim gözlerim uyumayıp gece yarısı kerem
kapında ağlar.Günahlarım denizlerin dalgaları gibi ,kıyılardaki kum
gibi,gökteki yıldızlar kadar çoğaldı.
“Bizz-i men filavâlimi
hayru muktesıdin
Lâ taktaanne recâî
fike yâ senedi”
Âlemlerde hayr-i
muktesid olan Resûl izzetiyçün, yani mahbubun (Sevgilinin) Hazreti Muhammed
(S.A.V) min hakkıyçün senden ümidimi kesme ,yani Hazreti Muhammed de benim için
rica etsin.
“Ya gâfirezzenbi
lirrâcîne bilkerem”
Yâ,gâfirez-zunûb (ey
günahları affedici ),yani keremini ümid edenlerin günahlarını mağfiret
edici.Benim mahşerde hesaptan utanmaktan yüzüm yoktur.Ne olur fazlınla merhamet
et. Benim zilletime bakma,kerîm olan,hademesinin (kendisine hizmette
bulunanların) kusurlarını afla muhabbed eder, yani Sultan hademesinin
kusurlarını affetmeği sever.
_______________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilün
İbn-i vaktım ben
Ebul-vakt olmazam,
Abd-i mahzım ben
tasarruf bilmezem.
Ân-ı dâimdir hakîkat
güneşi,
Ânım ben gitmezem, ben
gelmezem.
Meryem içre ben
doğurdum bir gulâm,
Hem bu kevnde bir
gülüm kim solmazam.
Ben doğurdum atasın
İsâ’yı hem,
İttisâlim var ana
ayrılmazam.
Sanma kim Mehdî benim,
Mehdî odur,
Adı Yahyâdır anın
yanılmazam.
Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ
cümleten,
Bu sözü isbata âciz
kalmazam.
Sırr ile bana içimden
söylenir,
Mısrıyâ ben doğmazam,
ben ölmezem.
“İbn-i vaktım ben
Ebul-vakt olmazam,
Abd-i mahzım ben
tasarruf bilmezem.”
Zaman üçe bölünür:
Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman. İbn-il vakt olan kimse, geçmiş
zaman ve gelecek zamana bakmaz, yani geçmişte ne olmuş ve gelecekte ne olacak,
bunlara bakmaz, belki o şimdiki halin zuhûrâtna bakar ve şimdiki zamânın haline
göre hareket eder.
Ebul-vakt ise, her
geçen zamana bakar, yani geçmişte ne olmuş, halde ne var, gelecekte ne olacak,
onların hepsini dikkate alır ve bilir. Bunun makâmı diğerinden daha yüksektir.
İbn-il vakt abd-i mahzdır (saf ve halis kul). Ebul-vakt tasarruf edendir, yani
kevni kerâmet (hârikülâde şeyler) gösterir. Halbuki İbn-il-vakt olan böyle
şeyden hoşlanmaz. Esasında Ehlullâh ve Peygamberler kerâmet göstermeğe ve
mu’cize izhârına rağbet etmezler. Çünkü mu’cize ve kerâmet Allâhın işidir.
Halbuki halk ana inâd edecek ve îman etmedikleri takdirde fiilullâha îman
etmedikleri cihetle kendilerine İlâhî gazab nâzil olacaktır. Bunun için Nebîler
mu’cize göstermekten çekinirlerdi. Zirâ ümmetleri gösterdikleri mu’cizeye
inanmadıkları zaman İlahi cezânın da geleceğini bilirler, çekinirlerdi. Esasen
Nebîler şefkatla muttasıf olduklarından ümmetlerine mu’cize izhârı kendilerine
gayet ağır gelirdi.
Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri çok kevnî kerâmet izhâr ederdi, derviş olan Ebussuûd İbn-i Şibli hiç
kerâmet izhâr etmedi, yani ondan herhangi bir kerâmet zâhir olmadı.
“Ân-ı dâimdir hakikat
güneşi,
Ânım ben gitmezem ben
gelmezem”
An dediğimiz şudur ki,
bölünmez zaman demektir. Zaman ise senelere, seneler aylara, aylar haftalara,
haftalar günlere, günler yirmidört saate, saat dakikalara, dakikalar sâniyelere
vesâire bölünerek devam eder. Halbuki “Hakikat güneşi” ân-ı dâimdir, hiç
bölünmez.
Yukarıda ikinci
beyitte Mısrî efendinin “Ben ânım, ben gitmezem, ben gelmezem” demesi şu âyet-i
celîleye müstenittir: Cenâb-ı Hak Kaf sûresinin 15. Âyetinde buyurmuştur: “
Efe-aîymâ bil-halkıl-evvel-i bel hüm fî lebsin min halk-in cedîd-in” yani “Halk
her anda yok olur, mevcûd olur yok olur var olur”, çünkü Hakkın her anda bir
tecellîsi olur, bir anda iki tecellî veyahut iki anda bir tecellîsi olmaz. Eğer
bir anda iki tecellî (görünme, gayb âleminden bazı hususların görünmesi) olsa
hasıl-ı tahsil (yani tecellînin meydana gelişinin bilinmesi gerekir) lâzım
gelir, yok eğer iki anda bir tecellî olsa abes (beyhude şey) olur. Kısacası
hâsıl-ı tahsil ve abesten Cenâb-ı Hak münezzehtir. Allâh her anda bir tecellîde
bulunur. Mevcûdat (cümle yaratıklar) her an yok olur, yine vücûda gelir.
Velâkin bu yok olup var olmayı Ehlullâhtan başkası görmez. Bu şunun gibidir:
Meselâ bir çeşmeden gayet hızlı olarak su akıyor ve hızından su durur gibi,
sanki hiç akmıyormuş gibi görünür, halbuki gelen bu su bir daha geri döner mi?
Dönmez, dâima yenisi gelip akmaktadır, giden su geriye gelmez. İşte bu da anın
gibidir. Usam denilen bir zat “Akâid” şerhinin hâşiyesinde bu hususa temas
etmiştir. Kendisine soruldu ki, halk her an yenilenip değişmektedir, o halde
azap nedir, teklif nedir? Buna cevap vermedi, veya cevap veremedi. Bunun cevabı
şudur: Her an değişen insanın ahvâl ve şuûnâtıdır. (onun halleri ve şe’nleri
yani izâfî vücûddur, hayaldir daha açıkcası sırr-ı vücûd-u bî vücûddur).
İnsanın mertebesi ise sâbittir, yani değişmez, çünkü bu mevcûdâtın sûretleri
Hak-kın ahvâli ve şuûnâtıdır. Meselâ kalb her an bir halde değil midir? O bir
anda iki halde, iki anda bir halde bulunmaz.
Teceddüt (yenilenen)
eden ahvaldir. Kendi teceddüt eder mi? Kezâlik insanın dahi mertebesi teceddüt
etmez. (yenilenmez) ancak anın sûreti teceddüt eder, yani yenilenir. İşte
bundan dolayı Mısrî efendi buyurmuştur: “Ben ânım, işte ben o bölünmez bir
ânım, gitmezem, yani yok olmazam, gelmezem, yani mevcûd olmazam”..
“Meryem içre ben
doğurdum bir gulâm,
Hem bu kevinde bir gülüm
kim solmazem.”
Zekeriya (A.S).ın
yaşlı bir kız kardeşi vardı. Kocası Ümran idi, Cibril (A.S).geldi, Meryem'i ona
müjdeledi, o da gelip zevcesine söyledi. Yaşlı zevcesi, eğer bir kızım olursa
“Beyt-i Mukaddes” e adarım”. Meryem dünyâya geldi ve gerçekten Beyti Mukaddese
adandı. Zekeriyya (A.S) yüksek bir kuleyi kapısız olarak yaptırdı ve anın
terbiyesinde bulundu. Hatta ipten yapılmış bir merdiven ile Meryeme yiyecek ve
içecek taşırdı ve yanına ne zaman gitse, hatta kış günleri de olsa üzüm vesâire
bulurdu. Bir gün ona sordu: “Yâ Meryem, bunlar nereden sana geliyor?” O da
cevaben: “ Cenâb-ı Hak tan gelir, Hak dilediğini hesapsız rızıklandırır, bundan
sonra yemek, içmeğe ait bir şey getirme, yalnız görüşmek için gel “ dedi.
“Ben doğurdum atasız
İsâyı hem,
İttisâlim var ana
ayrılmazam.”
Sonra Meryem büluğa
erince “Şâb-ı Emred” (henüz bıyıkları terlememiş delikanlı) sûretinde Cibril
geldi. Hazreti Meryem anı görünce korktu. “Sen kimsin ve sen burada ne ararsın”
deyince hazreti Cibril: “Cenâb-ı Hak-kın emriyle bir veled-i sâlih (sana
yaraşır bir erkek çocuk) için geldim” dedi. Meryem Hak tarafından bu gelenin
Cibril olduğunu anlayınca rahatladı. Sonra Cibril Meryemin yakasından üfürdü.
İşte Cibrilin nefesinden ve Meryem'in inbisâtından (rahatlamasından) o anda
hazreti İsâ yuvarlamıştı. Niyâzî efendi “Hazreti İsâ’ya ittisâlim var” demekten
maksadı: “Sanma kim Mehdî benim. Mehdi odur” “Ben Mehdî olduğum anlaşılmasın,
Mehdî odur, yani İmâm-ı Hasan-ı Askerînin oğlu İmâm-ı Mehdîdir. Çünkü evvelce
bunu açıkladık. İmâm-ı Mehdî hazreti Fâtıma evlâdındandır. Oniki İmâm birbiri
ardından İmâm-ı Mehdî’ye ulaşarak sona erer. Abbâsî Halifelerinin herbiri
Evlâd-ı Resûle kasdetti ve anların zamanında şehîd oldular. İmâm Mehdî
sırroldu, âhir zamanda zuhûr eder. Nihayet hazreti İsâ İmâm-ı Mehdîyi İmâm-ı
Cağfer-i Sâdıkın ayak ucuna defin edecektir.
“Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ
cümleten
Bu sözü isbâta âciz
kalmazam.”
Esmâ-i Hüsnâ (Allâhın
güzel isimleri) İmâm-ı Mehdînin vasfıdır (niteliğidir), çünkü ondaki kemâller
Hazreti Resûlün vücûd-ü rûhânîsinden zâhir olandır, bütün kemâller yerine geçen
Halifesinde zuhûr eder. Hatta “Ebûbekir-i Şiblî” hazretleri bir dervişine
sordu: “Benim Resûllüllâh olduğumu görür müsün?”. Derviş cevâben: “Evet efendim
görürüm”. Yazıcıoğlu Mehmet efendi “Muhammediyye” adlı eserinde şerefli
hadislere işâret buyurarak “El-Hüseyn-i minnî ve ene min-el-Hüseyn”, “El Abbâsı
minnî ve ene min-el-Abbâs”, “El-Aliyyün minnî ve ene min-el-Aliyyün”, yani
Hüseyin benden, Hüseyinden ben, Abbâs benden, Abbâstan ben, Alî benden, Alîden
ben” bildirmişlerdir. Hazreti Resûl bu şerefli hadislerle demek isterlerdi ki.
“Hüseyin benden”, yani Hüseyin benim sülâlemden gelmiştir ve “Hüseyinden ben”
demek Hüseyin benim halîfemdir. Hüseyin'den zâhir olan kemâller bendendir,
benim kemâllerim de Hüseyin'de görülmüştür, çünkü o benim Halifemdir, Halife
ise benim yerime geçendir”. Kısacası müstahlefin (daha önce Halife olan, gerçek
Hak-kın Halifesi) kemâlleri noksansız olarak Halifeden zâhir olur (görülür).
İşte Halife, bütün isimleri câmidir (kendisinde toplamıştır)
“Sırr ile bana içimden
söylenür”
Yani gönül sözüyle
bana söylenir: “Ben doğmazam, ben ölmezem”. Bu hususa dâir “İhlâs” sûresinde:
“Lem yelid velem yûled” buyurulmuştur, yani “doğmadı ve doğurmadı” demektir.
------------------
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mefâîlü feûlün
Bir kimse aceb yokmu
ki ana sînemi yârem,
Şerh ede ana hâlimi
sînermdeki yârem.
Ol şevk ile ki, cân-u
dili pür taleb olsa,
Dise ne zaman ağıra
işbu dil-i kârem.
Çün nefsini bilen kişi
Allâhı bilürmüş,
Bu manâya yok bende
ilâcım nola çârem.
Terkeylese hem âr ile
nâmûsunu ol er,
Ol şevk ile ki cân-u
dili pür taleb olsa.
Derdsizler diken
görünür gerçi Niyazî,
Pervâneye öd, bülbüle
dâim gül-i zârem.
Zâhir üzre takrir
olunmuştur. (Hacı Maksud efendi).
------------------
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mefâîlü feûlün
Cânâna görünür bana
cânâ neye baksam,
Kâşâne görünür heme
virâneye baksam.
Mest olup ayağım nere
bastığımı bilmem
Her bâr ol iki gözleri
mestâneye baksam
Mahbub sevişinden bizi
men eyleye vâiz,
İşitmez olur kulağım
efsâneye baksam.
Cümle bu cihân ol
sanemin veçhidir elhak,
Ger mescid-ü, yâ
deyre, yâ büthâneye baksam.
Her zerre Niyâzî heme
hurşîd-i münevver,
Her katre hemin
lücce-vü deryâ neye baksam.
“Mahbub sevişinden
bizi men eyleme vâiz”
Âyet-i kerîmede:
“Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehû”, “Yâ mü’minler siz Allâhı severseniz, Allâh dahi
sizi sever” vârid olmuştur. Şimdi mü’min ile Allâh sevişir desek, hayır vâiz bu
sözden korkar, men eder. Ya mü’min Allâhı sever, Allâh da mü’mini sever. İşte
mü’min ile Allâh sevişir demek sözlerinden neden vâiz korkar?
“İşitmez olur kulağım
efsâneye baksam”
Senetsiz sepetsiz
artık vâizin efsânesine (asılsız sözlerine) kulak vermem. Bu efsâne bunamış
kadınların sözleri gibidir, kulak verilmez.
“Cümle bu cihân ol
sanemin veçhidir elhak,
Ger mescid-ü yâ deyre
yâ büthâneye baksam”,
Cümle görünen bu cihân
o mahbûbun (sevgilinin) yüzüdür. Âyette: “Fe-eynemâ tüvellû fesemme
vech-ullâh”, “ne tarafa yönelirseniz Allâhın vechi (zâtı) ordadır”. Gelmiştir.
Yani gerek mescid,
gerek kilise ve gerek puthâne hep İlâhî yüzdür, bunda abes bir şey yoktur.
Hak-kın vücûdundan başka bir şey varmıdır? Yoktur. (Lâ mevcûde illâ Hû,
Allâhtan başka mevcûd yoktur, ancak O vardır).
Devamı
Mısri Divan 12
Arabca Şiir :
Visâlül abdi lillâhi
bilâ beynin velâ eynin
Kezâlikel abdu billâhi
bilâ beynin velâ eynin
Şerhi
Abdin Allâh'a vuslatı,
yani kulun Allâh'ına yaklaşması mesâfesiz ve mekânsızdır. Kezâ Allâh'ın da
kuluna yaklaşması öyledir, yani mesâfesizdir.
Cemâlün kad bedâ
hakkan biküllil vechi ıtlâkan
Tecellâ bienne
tahkîken bilâ beynen velâ eynen
Allâh'ın cemâli her
yüzde zâhir oldu (göründü). Mutlak olarak tecellîsi gerçekten mesâfesiz ve
mekânsızdır.
Feinnel halka lem
yunkal minel imkânı lâ lagfel
Erâ Hakkan vücûdel
külli bilâ bennen velâ eynen
Halk imkândan intikâl
etmez,gâfil olma. İmkân şudur ki,vücûd ile yokluğu eşit ola, yani varlıkla
yokluğu aynı olmalıdır.Herbir şeyin vücûdunu mesâfesiz ve imkânsız olarak
Hakkın vücûdu görür.
Yerâ fî külli mir’âtün
biiskâtil izafâti
Vücûdul vahdetizzâti
bilâ beynen velâ eynen
Kuyudâtın iskâtiyle
(kayıdların yok edilmesiyle ) her bir mir’atta tek bir vücûd görünür.Özetle
Zâtı aliyyenin (Yüce Allâhın) vücûdunu mekânsız ve mesâfesiz olarak her bir
aynada tek olarak görür.
Bebâbil Mürşidîyne
elzem lihâzel meşhedil a’zam
Terâ mâlâ yerel a’lemü
bilâ beynen velâ eynen
Bu meşhed-i â’zam (bu
büyük toplantı,bu görüş için) için Mürşidin kapısına sık sık devam ve eteğine
yapışmakla olur,sen de öyle yap.O zaman âlemin görmediğini aracısız olarak
görürsün Çünkü Bu Tevhîd ilmi zevkîdir.
İlmi değildir,yani
öyle kitapları okumakla hasıl olmaz.Kitap okumakla elde edilen bilgilerden
kitapsız haber verilmez.Bu tevhîd ilmi ise zevkîdir,yani hâl ehli olmakla elde
olunur.
Sekânî şerbeten subhan
feahyânî bihi ilmen
Fesârel ilmü aynen
bilâ beynen velâ eynen
Mürşid sabah vakti
bana bir şerbet içirdi,yani bana bir tevhîd makâmı gösterdi ve beni ilmiyle
ihyâ etti,yani yeniden diriltti,sonra mekânsız ve mesâfesiz olan bilgim ayn
oldu,(Yani onu kendimde buldum).
En son beyitte Mısrî
efendiye her halde vech-i İlâhî bizzat tecellî etti.İşte o zaman Bilâ beynen
velâ eynen, yani arada hiçbir engel olmadan vücûdların yok olmasıyla onu
kendisinde buldu.Tecelli-i bizâtihî (Zâtı tecellî) ve Tecelli-i bi-sıfâtihî
(Sıfatıyla tecellî) ve ihâta-i bi-esmâihî (İsimleriyle kaplama) ve zahara
bi-efâlihî (Fiilleriyle görünme) oldu. Yani zâtıyla tecelli etti,sıfâtıyla
ziynetlendi,isimleriyle bütün âlemleri kapladı,fiilleriyle göründü.
Tecellâ vechuhu
bizzâtî alel Mısrıyyı filhalâtı
Biifnâil vücûdiyyâtı
bilâ beynen velâ eynen
-------------------
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Tende cânım canda
cânânımdır Allâh hû diyen,
Dilde sırrım sırda
sübhânımdır Allâh hû diyen.
Dest-i kudretle
yazılmış yüzüne âyât-ı Hak,
Gönlümün tahtında
sultânımdır Allâh hû diyen.
Cümle â’zâdan gelir
zikr-i “Enel Hak” nâresi,
Cism içinde zâr-u
efgânımdır Allâh hû diyen.
Giceler tâ subh olunca
inledir bu dert beni,
Derdimin içinde
dermânımdır Allâh hû diyen.
“Cümle â’zâlardan
gelür zikr-i “Enel Hak” nâ’rası” demek, yani bütün organlardan “Ben Hak-kım”
nârası bir zikir halinde yüksek sesle benden çıkmaktadır. Cenâb-ı Hak kudsî
hadiste buyurmuştur: “Lâ yezâl-il abd-i yetekkareb-ü ilâ binnevâfil-i hatta
ehabbehu feizâ ahbebtuhu künte semi’a-hüllezî yesmeu bihî ve basara-hüllezi
yubsir-u bihî ve lisâni-hillezî yantik-u bihî ve yede-hüllezî yabtiş-u bihî ve
recüle-hillezî yemşî bihî febi yesmau ve yabsiru ve bî yef’al-ü”, Kulum bana
nafilelerle (nâfile ibâdetlerle) yaklaşmak isteyince, beni sever, ben de onu
severim, kulağındaki duyması, gözündeki görmesi, lisânındaki söylemesi,
elindeki tutması, ayağındaki yürümesi ve işledikleri, yani bütün kuvvet ve
organlarından çıkan her şey benimle olur.” Böylece o kulun bütün a’zâ ve
cevâhiri Hak olur, onun tüm organlarından, “Ben Hak-kım” nârası gelir.
Yere göğe sığmayan bir
mü’minin kalbindedir,
Katremin içinde
ummânımdır Allâh hû diyen.
Cenâb-ı Hak başka bir
kudsî hadiste buyurmuştur: “Mâ veseanî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalb-i
abd-il mü’min”, Yani ; “Dünyâya ve göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun gönlüne
sığdım”. Çünkü arz ve semâda, yani dünyâ ve göklerde cemiyyet yoktur. Bunların
herbiri Allâhın birer isminin mazharıdır, insan ise Allâhın bütün isimlerini
câmidir, yani için almıştır.
“Kisve-i tenden muarrâ
seyreder bu gökleri,
Çark uran abdâl-ı
uryânımdır Allâh hû diyen”.
Musullu “Ebul Feth”
hazretleri bir anda bin yerde zâhir olurdu. Bir defasında Musul kadısı onu
mezbelelik bir yerde çırıl şıplak soyunmuş olarak otururken gördü ve içinden “
Böyle bir zındıka da halk kalkıp “Sıddık” diyor” diye geçirdi. Ebul-Feth Kadıya
seslenerek: “Kadı, biz her yüzden görünürüz, senin bana zındık demen benim
Sıddıkiyyeme engel olmaz”.
Her kişiye kenduden
akreb olan dost zâtıdır,
Ey Niyâzî dilde
mihmânımdır Allâh hû diyen
__________
Vezin: Mafâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Gel ey gurbet
diyârında esir olup kalan insan,
Gel ey dünyâ harâbında
yatıp gâfil olan insan.
Gözün aç perdeyi
kaldır duracak yermi gör dünyâ,
Kati mecnun dürür buna
gönül verip duran insan.
Kafeste tutiye sükker
verirler hiç karar etmez,
Aceb niçün karar eder bu
zındâna giren insan.
Ne müşkül hâl olur
gaflette yatup hiç uyanmayıp,
Ölüm vaktinde Azrâil
gelince uyanan insan.
Kararmış kalbin ey
gâfil nasihat neylesin sana,
Hacerden katıdır kalbi
öğüt kâr etmeyen insan.
Bu derdin çâresin bul
sen elinde var iken fırsat,
Ne ıssı sonra âh-ü zâr
edüp hayfâ diyen insan.
Niyâzî bu öğüdü sen
ver evvel kendi nefsine,
Değil gayriye andan
kim tuta her işiten insân.
Zâhir üzre takrir
edilmiştir. (Hacı Maksut efendi).
__________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Şeha yüz döndüren
senden kimse tutsa gerek yüzün,
Gözün yuman cemâlinden
kime açsa gerek yüzün.
Seni terk eyleyen
insan bulur mu cismine ol can,
Yüzünde âyeti Rahmân
görür her kim siler tozun.
Saçınla kirpiğin kâşın
heme evsâfı nakkâşın,
Şüphem yoktur
ayakdâşın kim ileru süre izin.
Buyurdu Hak ki
Kur’ânda ideler Âdem’e secde,
Div-ü şeytân o kim
bunda kabul etmez Hak-kın sözün.
Kaşın mihrâbını şimdi
Niyâzî kible edindi,
Kati çalıştı süründü
yöneldince sana özün.
Zâhir üzre takrir
edildi. (Hacı Maksut efendi).
____________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün feûlün
Gönülden zikre eyle
iştiğâli
Zikirden gayrı
iştiğâli nidersin.
İbâdet acısın bu nefse
tattır,
Amelden olmağıl hâli
nidersin.
Amel oldur ki anda ola
ihlâs,
Hulûs olmayan â’mâli
nidersin.
Yöneldi gör Hak-ka
akl-ü hayâli,
Bu halden gayri ahvâli
nidersin.
İç ol zehri ki bal
olsun sonunda,
Sonunda zehr olan balı
nidersin.
Derüp dünyâyı cem etme
önünde,
Seninle kalmayan malı
nidersin.
Ko mekri aldatıp gezme
bu halkı,
Bu mekr-ü fitne vü âli
nidersin.
Gönül ikbâli halka olma
mağrur,
Gönülsüz olan ikbâli
nidersin.
Riyâ ile bu halkı gel
azıtma,
Ko tâc-ü hırka vü şâlı
nidersin.
Kuru laf ile maksûd
ele girmez,
Yürü hâl ehli ol kâli
nidersin.
Fenâ ender fenâya
erdin ise,
Ferâgat ehli ol hâli
nidersin.
Ko halkı nefsin islâh
eyle evvel,
Salâh ehli ol ıdlâli
nidersin.
Niyâzî isteyen Hak-kı
bulurmuş,
Gel imdi iste ihmâli
nidersin.
Zâhir üzre takrir
olundu. ( Hacı Maksut efendi ).
___________
Vezin:Fâilâtün
fâilâtün feûlün
Ey Kerîm Allah, ey
ganî sultân,
Derdliyüz senden
umarız dermân,
Lûtfuna had yok ihsâna
pâyân,
Derdliyüz senden
umarız dermân.
Gerçi kullarda
ma’siyet çoktur,
Rahmetin Mevlam dâhi
artıktur,
Gayriden bize hiç
medet yoktur,
Derdliyüz senden
umarız dermân.
Gel demez isen biz
günahkâre,
Bir adım kâdir mi ki
yol vara,
Çâre yok olmasa senden
çâre,
Derdliyüz senden
umarız dermân.
Şu dem ki senden bir
hedâ geldi,
Feyzi akdesten âşinâ
geldi,
Bir cefâsına bin safâ
geldi,
Derdliyüz senden
umarız dermân.
Bu Niyâzî çün zikrine
düştü,
Dün-ü gün gönlü
fikrine düştü,
Zâtına iren şükrüne
düştü,
Derdliyüz senden
umarız dermân.
Zâhiri üzre takrir
olundu.(Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Mefâîlün
mefâîlün feûlün
Gel ey bâd-ı sabâ
lûtfeyle bir dem,
Haber bize cânân
illerinden,
Beşâretle bize kıl
Şâd-ü hurrem,
Haber ver bize cânân
illerinden,
Aradım nice yıl kevn-ü
mekânı.
Bulunmadı anın nâm-u
nişânı,
Aceb nice bulur
isteyen anı,
Haber ver bize cânân
illerinden.
Seherde açılan
güllerde midir,
Yâhut efgân eden
dillerde midir,
Akan suda esen
yellerde midir,
Haber ver bize cânân
illerinden.
Ol ilden azmedinde bu
cihâne,
Tamuya uğrasan döner
cihâne,
Teselli ver kulûb-ı
âşıkâne,
Haber ver bize cânân
illerinden.
Harîm-i kuds-i lahûta
varırsın,
Saray-i hâs-ı cânânı
görürsün,
Yine azmeyleyip bunda
gelirsin,
Haber ver bize cânân
illerinden.
Nesîm-i feyz-i akdes
bahr-i cûdun,
Havâdisten mukaddestir
vücûdun,
Cemâl-i zât-ı a’lâdır
, şuhûdun,
Haber ver bize cânân
illerinden.
Eğer bir cân ise
hüsnün bahâsı,
Nice bin cân anın
olsun fedâsı,
Niyâzi’nin kadîmi
aşınâsı,
Haber ver bize cânân
illerinden.
Zâhir üzre takrir
olundu.(Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Müstef’ilün
faûlün müstef’ilün faûlün
Nâdanı terk etmeden
yârânı arzularsın,
Hayvânı sen geçmeden
insânı arzularsın.
“Men aref-e nefse-hû
fakad aref-e Rabbe-hû”
Nefsini sen bilmeden
Subhânı arzularsın.
Sen bu evin kapusun
henüz bulup açmadan,
İçindeki kenz-i
bî-pâyânı arzularsın.
Taşra üfürmek ile
yalunlanır mı ocak,
Yüzün Hak-ka dönmeden
ihsânı arzularsın.
Dağlar gibi kuşatmış
benlik günâhı seni,
Günâhın bilmeden
gufrânı arzularsın.
Çüzün yeşil kabını
yemekle dad bulunmaz,
Zâhir ile ey fakîh
Kur’ânı arzularsın.
Şerâbı sen içmeden
sarhoş-u mest olmadan,
Nice Hak-kın emrine
fermânı arzularsın.
Gurbetliğe düşmeden
mihnete sataşmadan,
Kebab olup pişmeden
büryânı arzularsın.
Yabandasın evin yok
bir yanmış ocağın yok.
Issız dağın başında
mihmânı arzularsın.
Bostanı bağı gezdim
hıyârını bulmadım,
Sen söğüt ağacından
rummânı arzularsın.
Başsız kabak gibi bir
tekerleme söz ile,
(Yunus) leyin Niyâzi
irfânı arzularsın.
Zâhir üzre takrir
olundu. (Hacı Maksud Efendi).
___________
Vezin: Müstef’ilün
feûlün Müstef’ilün feûlün
Cânını sen terk
etmeden cânânı arzularsın,
Zünnârını kesmeden
imânı arzularsın.
Şol uşacıklar gibi
binersin ağaç ata,
Çevkânı ile topun yok
meydânı arzularsın.
Karıncalar gibi sen
ufak ufak yürürsün,
Meleklerden ileru
seyrânı arzularsın.
Var sen Niyâzi yürü
atma okun ileri,
Derdiyle kul olmadan
sultânı arzularsın.
İkinci beyitte geçen
zünnâr Hristiyanların alâmeti olup (bilhassa Katolik Papazlarının) bellerine
bağladıkları yapağıdan yapılmış (kordon halinde örülmüş) bir iptir. Buna benzer
bir ip de Bektâşilerde de vardır. Önce bir kimse Bektâşî olduğu vakit beline
yapağıdan yapılmış bir ip bağlarlar. Çünkü onlar önce İsevî olur , sonra Musevî
olur, daha sonra güyâ Muhammedî olurlar. Öylesine Muhammedî olur ki, Hazreti
Alî (R.A.) ye Allâh der, bu da fenâdır. İşte Hristiyanlık alâmeti olan zünnâr
belinde İslâm olur mu, olmaz. Burada zünnârdan murad edilen şirktir. “Zünnârını
kesmeden imânı arzularsın”, yani “sen henüz şirki terk etmeden imânı arzu
edersin” demektir.
------------------
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Yine firkât nârına
yandı cihân,
Hasretâ gitti mübârek
ramazân,
Nûr ile bulmuştu âlem
yeni cân,
Firkâtâ gitti mübârek
ramazân.
İndi Kur’ân ey nûru
güzel,
Leyle-i Kadrinde ey
kadri güzel,
Gitti ey tehlil-ü
tekbiri güzel,
Elvedâ gitti mübârek
ramazân.
Gâhı tesbîh-ü senâ vü
zikr ile,
Gâhı tahmîd-ü düâ vü
şükr ile,
Can bulurdu mürde
diller nûr ile,
Hasretâ gitti mübarek
ramazân.
Bu ay içre bağlanur
dedi Resûl
Cin-ü şeytân etmeye
asla füzûl,
Hep duâlar bunda
olurdu kabûl,
Firkâtâ gitti mübârek
ramazân.
Cem olup Hak-ka
münâcât edelim,
Nûr-i Kur’Ân ile doğru
gidelim,
Bilmedik kadrin Niyâzî
nidelim,
Dirigâ gitti mübârek
ramazân.
“Kur’ân-ı Kerîm”
mübârek Ramazanın “kadir gecesi” nde nâzil olduğu “Şehr-ü ramazân ellezî ünzile
fihil kurân” ayetiyle ve “İnnâ enzelnâhü fî leyletil kadri...” suresiyle sabit
olmuştur. Âyeti celîlede “ Biz Kur’ânı ramazân ayında indirdik” kezâ sure-i
şerîfedde “Biz onu kadir gecesinde sana indirdik.” Beyanlarından bir se oru
ortaya çıkıyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm efendimize Cibrîl-i Emîn vasıtası ile âyet
âyet yirmi üç yılda indirilmiştir. Yukarıdaki surede ise bir gecede indirildiği
beyân olunmaktadır.Evet öyledir, velâkin kur’ân ramazânın kadir gecesi
Resûlullah’ın vücûd-u nûrânîsine hepsi birden indirildi. Sonra hayatları
süresince zuhura gelen her vakanın halli için, yani lüzum görüldükçe Cibrîl
vasıtası ile vücûd-u unsurisine (Hayatlarında bulundukları süresince gördüğümüz
mübârek vücûdları) âyet âyet indirildi. Hatta bir defa Hazreti Resûl Cibrîl
(A.S.) ma buyurdu :
“Yâ Cibrîl Kur’ânı
nereden alırsın?”.” Perde arkasından “ ,dedi. Hazreti Resûl: “Kimden alırsın
bak.” Cibril (A.S.) perde arkasından bakınca gördü ki, Kur’ân-ı Kerîm i
Resûlullahın nûr olan vücûdundan, sûret olan vücûduna getirmektedir. Hazret-i
Resûlün vücûd-u nûrânisi vücûd-u unsûrîsi gibidir, fakat nûrdandır. (Evvelâ mâ
halak-allâh-ı nûrî). “Allah önce benim nûrumu yarattı.”
“Bu ay içre bağlanır
dedi Resûl,
Cin-ü şeytân etmeye
asla füzûl”.
Ramazan ayında cin ve
şeytanın kaâfirleri,mü’min olan kimselere musallat (üzerlerine düşerek rahat
yüzü göstermeyen) olmamaları için sıkıca bağlanırlar. Fakat fâsıklar (günahkâr,
şerirler, kâfirler) için bağlanmazlar
_____________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Elâ ey Mürşid-i âlem
haber ver ilm-i Mevlâ’dan,
Elâ ey Mânâ-i Âdem
haber ver remz-i esmâdan.
Ne sırdır Âdem vü
Havvâ, ne sırdır “Allem-el esmâ”
Ne sırdır Sidre vü
Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan.
Âlemin Mürşidi Hazreti
Resûlüllâh (S.A.V) dir. İlm-i Mevlâ ise İlm-i zat demektir. Kudret,kâdirin ayni
olduğu gibi,zâtın ilmi de âlemin aynidir.Fekat ilim ma’lumun (bilgi bilinenin),
ve kudret makdurun (kudret de Tanrı tarafından takdir edilmiş şeyin) ayni
değildir.Hak-kın diğer sıfatlarıda kezâ bunun gibidir.Manâ-i Âdem yine Hazreti
Resûlüllâh (S.A.V) dir .
“Ne sırdır Âdem vü
Havvâ, ne sırdır” Allem-el esmâ”
Zatın biri rü’yasında
kendisini Hazreti İbrahim ile Hazreti Adem’in kabirleri arasında görür. Ya
Âdem’in ya da İbrahim’in kabrinden bir nidâ gelir: “Allâhın güzel isimlerini
oku “. Bu zat da başlar Allâhın bilinen doksandokuz güzel ismini okumaya ve
tamamlayınca, yine aynı ses: “Allâhın güzel isimlerini oku”. Zat düşünmeğe
başlar ve “İşte okudum”der. Bu defa aynı ses: “Hayır tamamını okumadın, hani
Hüvettâcir-ü vez-zâiru, vel-hârisu (o ticaret yapıcı, çi,çiftçilik yapıcı,
sanat icrâ edici). Bunları duyan zât korkmaya ve vücûdu titremeye başlar,
derhal kalkıp camiye gelir. Mısır ‘da “Abdülganî Nablusî” hazretlerini bulur ve
ona rü’yasını anlatır. Rü’yâ dinleyen Abdülganî hazretleri: “Senin tevhid görme
zamanın gelmiş olduğu anlaşılıyor.” Diyerek ona tevhid telkin eder.
İşte hazreti Âdem,
gerek “Esmâ-i Hakkîyye” olan alîm, semiî, basîr, kâdir, kayyûm gibi isimler
olsun, gerekse “Esmâ-i halkîyye” yi meselâ, tâcir (ticaret eden), zâri (ziraat
ve çiftçilikle meşgul), hâris (sanat işiyle meşgul) gibi isimleri câmidir. Amma
Hakk ticaret yapar mı? Hak çiftçilik yapar mı? Diye sorular akla gelebilir. Ya
Hak-kın kudreti olmasa bir şey olur mu, olmaz. Bütün her şey ancak Hak-kın
vücûdu ve Hak-kın kudretiyle olur.
“Ne sırdır âlem esmâ”
beytinde “Sırr-ı allemel esmâ” ya işaret olunmaktadır. Hazreti Âdem’e bütün
isimler öğretildi, isimler anın mazharından zâhir oldu. Yani ruh nefh olunca
bütün isimler andan zâhir oldu.
“Ne sırdır sidre vü
Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan,”
Sidre bir ağcın
ismidir.(Tûbâ cennette bir ağaç).
Arş, İsrâfil (A.S.) ın
makâmı Muhît (kaplayıcı) isminin mazharıdır. Kursî Mikâil (A.S.) ın makâmı,
Şekûr (Şükredici) isminin mazharıdır. Feleki atlas Azrâil (A.S.) ın makâmı ve
Gani (zengin, çok, bol) isminin mazhârıdır.Feleki mükevkep ise işte yukarda adı
geçen sidredir, bu Cebrâil (A.S.) ın makâmı ve kâdir (kudret sahibi) isminin
mazhârıdır. Bu dört melek ruhâniyetleriyle dünyâ ve âhirette olan bütün
mevcûdat durur.
Nedir dillerdeki
ilmin, nedir ya remz-i Zülkarneyn,
Ne yerdir Mecma-ul
bahreyn haber Hızr-u Mûsâdan.
“Zülkarneyn”
hazretleri Nebî değil, Velî idi ve meşrikten mağribe kadar ( güneşin doğduğu
yerden battığı yere kadar) hükmü geçen bir Melik (hükümdar) idi. Hazreti
İbrahim, İsmail, İshak zamanlarında yaşadı. Önce güneşin battığı yere, sonra
doğduğu yere gidip, oranın halkıyla görüştü. Bu Kur’an-ı Kerim’de âyette
geçenlerin kısaca beyânıdır. Bâtın manasına gelince: Güneşin hakikatinden murad
ise;güneş Allahın vücûdu; mağribden(güneşin battığı yön) murad “Hazret-il cem”
makamı ki , şeriat makamıdır. Çünkü Hazret-il cemde zâhir olur, Hak batın olur,
yani Hak-kın vücûdu orada gurup eder(bâtın olur). Meşrikten (güneşin doğduğu
yön)murad ise “cem” makâmıdır. Cem makâmında Hak zâhir olur, halk bâtın
olur.Şems vücûd-ü Hak cem makâmında zâhir olur.
İşte Zülkarneyn ilmi
budur. Makâm-ı cem ve makâm-ı hazret-il cem ikisi “Mecma-il bahreyn” olan
zâhirde Reşid iskelesi (Hazreti Hızır (A.S.) ile Hazreti Musa (A.S) mın buluştukları
yer)dir. Hakikatte ise “ Nûr-i Muhanmmed (S.A.V.)” dir. Çünkü “Mecma-il
Bahreyn” “Bahr-i imkân” ile “Bahr-i vücûb”un toplandığı mahaldir. Bahr-i İmkân
görünen bu mevcûdât, arş, kürsî, felek-i atlas, felek-i mükevkeb, dünya ve
ahiretin hepsidir, bahr-i vücûb ise zât, sıfât ve ef’aldir. Bunların toplamı
“Nur-i Muhammed”dir. Çünkü her şey Nûr-i Muhammedin şerhi ve tafsîlidir. Nur-i
Muhammed bütün âlemlerin toplamıdır.
Ne yerdir merkez-i
ednâ nedir tâ halka-i vustâ,
Bilinmez zerre-i kübrâ
haber ver sen bu sugrâdan.
Yüksek merkez “Nûr-i
Muhammed Mustafa” ve alt merkez de“İnsan-ı Kâmil” dir ve bu âlemi tutar. İnsanı
Kamilin sonuncusu Çinden zuhur eder. O bir ananın iki çocuğundan, yani bir kız
ile erkek evladından erkek olanıdır. Önce kız sonra erkek doğar ve işte bu son
doğan İnsan-ı Kâmil olur. Onun bu doğumundan sonra artık başka doğum olmaz,
kadınlar çocuk doğurmaz olur. Bu son doğan çocuk “Mahmud” isminde bir İnsan-ı
kâmil olup, yetmiş yaşında ölür. Vefâtından sonra güzel bir rüzgâr eser ve
bütün imân ehli olanlar da âhirete göçerler. O zaman gökler yeryüzüne yıkılır
ve yeryüzü cehenneme döner. Hayatta yalnız şakî olanların başına kıyamet kopar
ve onlar dünyada bir süre kalarak azap çekerler.
Her zaman İnsan-ı
Kâmil vardır. İşte sonuncu olanı bu yukarıda açıklanan Mahmud isminde olanıdır.
Beyitte geçen “Halka-i vustâ” dan murad “Ümmet-i Muhammed” dir. Haklarında
“Ümmeten vustâ” vârid olmuştur. Onlar ifrat ve tefrit (aşırılık ve itidal)
arasındadırlar, zirâ “Din-i Muhammedî” de zorluk diye bir şey yoktur.
Kimindir feyz-ü hem
ihyâ ne sırdır hem dem-i İsâ,
Nedir Meryem deki
deryâ haber ver dürr-i yektâdan.
“Dürre-i kübrâ Hazreti
Resûlün nûr olan mübarek vücûdudur.”Dürre-i suğrâ” da Hazreti Muhammedin
vücûd-ü unsurîsidir.(bu âlemde iken sûret olarak görülen).
Hazreti İsâ,bir erkek
ile iki kadın diriltmiştir.Dirilttiği erkek hazreti Nûh’un oğlu Hâm (A.S) dır.
Beyitte geçen “Ne
sırdır hem dem-i İsâ”dan murad edilen hazreti İsânın nefesinin sırrı,onun cem
makamında olmasıdır. Çünkü cem makamında hâlk bâtın,Hak zâhir olduğundan
kendisinden sâdir olan mucizeleri ölüleri diriltmek oldu.Hatta o balçıktan
yarasa kuşları yapar,nefes edince hayat bulurlardı.Cem makâmı sâhibi herşeye
kâdir olur. “Dürr-i yektâ” dan murad ise hazreti İsâdır.
Nedir Kur’ânın esrârı,
nedir esrârın envârı
Nedir Mehdî’nin etvârı
haber ver sırr-ı esrâdan.
Hak-kın sırları
indirilen sevâvî kitaplarda, bunların sırları “Kur’ân “ da, Kur’ânınki “Fâtiha”
da, Fâtihanınki “Besmele” dedir. Andan Besmelenin sırları “be’ harfinde, “be’
nin sırları noktadadır ki, “Zât-ı İlâhiyye” dir. Harfleri birbirinden ayırt
eden noktadır.
İkinci beyitte geçen
“Mehdînin etvârı” (Yaptığı iş ve hareketleri) evvelce açıklaması geçti idi.
Mehdî İmâm-ı Hasan-ı Askerî’nin oğludur, kıyâmete yakın Medine-i Münevvereden
zâhir olur. Zuhûrunun üç alâmeti vardır: Birincisi Fırat nehri taşarak Basra
şehrini harap eder. İkincisi tevhîd ehli çoğalır ve bunlar onun zuhûrunda
askerleri olurlar. Üçüncüsü ay, ondört ve onbeşinci geceleri devamlı olarak
tutulur.
Kendisinin alâmetleri:
orta boyludur, dişleri seyrektir sağ yanağının üst kısmında büyük bir siyah
beni vardır.
“Sırr-ı esrâ” dan
murad ise, “Sübhân-ellezî esrâ”....” âyetinin hikmeti gereğince Resûlüllâh
(S.A.V.) efendimiz Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’yı teşrif etti, Enbiyâya cesedleriyle
oldukları halde imam olup iki rik’at namaz kıldılar, sonra birlikte oturdular.
Cebrâil (A.S.) bu sırada bir âyet getirdi ki anlamı: “Sor, benden başka Mâbud
varmı?”. Sonra Hazreti Resûl Enbi’yâya: --- “İnnî ganiyyün an-is-süâl”, “Ben
Haktan başka Mâbud olmadığını bilirim, ben bu sorudan müstağniyim” dedi.
Nedir Mısrî, nedir
ken’ân Selîm kimdir ye kimdir ân,
Haber verdi bunu
Kur’an haber ver seb’i kurrâdan.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey bu cümle kâinâtın
aslını bir cân eden
Âdemi kudretle ol sana
sevüp cânân eden.
Kâinâtın aslı Nur-i
Muhammeddir. Bu kâinat anın tafsîlidir.Âdem cesetlerin babasıdır. Âdem
yaratıldığı zaman “ cennet-ül berzâh” a konuldu. Cennet-ül berzâh denilmesi
onun dünya ile ahiret arasında olduğundan dolayıdır.Hadis-i Peygamberî ile
sabittir. Bir kimse öldüğü zaman saîd ise, yani imân ehli ise kabrinden
cennet-ül berzahâha bir pencere açılır, kıyamete kadar bu cennetle ni’metlenir,
şayet şakî, yani şirk ehlibir kimse ise kabrinden cehennem-ül berzâha bir
pencere açılır ve kıyâmete kadar cehennemle azap görse gerektir. İşte Âdem
berzâh cennetine gidip biraz uyukladı, sol kaburgasından Havvâ yaratıldı. Âdem
uyandığı zaman yanıbaşında güzel bir sûrete mâlik bir kadının oturmakta
olduğunu gördü. Ona el uzatmak istediğinde melekler onun bu hareketine mihirsiz
olamıyacağından menetti. Sonra melekler Hazreti Muhammede bin salavat getirerek
mihr-i muacelile Havvâ’yı Âdem’e nikah ettiler. Âdem o zaman Hazreti Resûle
aşık oldu ve onun nurunun kendisine görünmesinin istedi. Cenab-ı Hak Hazreti
Risaletin nurunu Âdem’in alnına koydu.
Cennet-ül Berzâh’ın
bir diğer ismi de “Cennet-ül Velâyet” dir. (Yani velîlik mertebesine
ulaşanların cennetidir). Ehlullahtan herbiri daha dünyada iken zaman zaman
oraya gidip ni’metlenirler.
“Allem-el esmâ ile hem
tâc-ı kerremnâ ile,
Arş-ı âlâda melekler
cem’ine, Sultân eden.”
“Allem-el esmâ”
isimler Hazreti Âdem’e öğretildi demek değildir. Bütün isimler Âdem’in
vücûdunda zahir oldu demektir, yani Hak-kın bütün isimlerine Âdem mazhar oldu
ve Cennetten kendisine hülle(bir çeşit elbise lup cennette giydirelecek) ve tac
getirilip giydirilerek tekrîm olundu. Bu hususubildiren âyet-i celîlede: “Ve
lekad kerremnâ benî âdem-e ve hamelnâhüm fil-berr-i vel-bahr-i ....” “Biz Benî
Âdemi mükerrem kıldık ve onu karada ve denizde yüklendik....” buyurulmuştur.
Vechi Âdemle cihân
fânûsunu tenvir edip,
Künhü zâtına o vechi
hüccet-ü burhân eden.
Cihân fânûsu Âdem’in
vechiyle nurlandı, yani âlemin ruhu insandır, insan olmasa âlem olmazdı ve
insansız âlem pâyidâr olmaz. Bu âlemin öncesi bir Âdem’dir, bu Âdem değil bir
Âdem, sonu hâtemdir, yani “Hâtem-ül Velâyet” dir.
Velâyet üç kısımdır:
Biri “Velâyet-i âmme “ dir. Velâyeti âmme ile Evliyâ olanların reislerine “
Kutup veya Gavs” denilir.
Biri de “Velâyet-i
Muhammediyye” dir. Tevhîdi bu âlemde iken veyahut âhiret âleminde bizzat
Hazreti Resûlulahtan alırlar. İşte cihânın ma’muriyyeti(gelişip şerefli
insanların dolup taşması) ancak bunlarla olur. Velhâsıl her yüzyılda bir Gavs,
bir de Velâyet-i Muhammediyye sahibi bulunur, birden ziyâde olmaz.
Biri de, yani üçüncüsü
“ Velâyet-i Mutlaka” dır. İşte Hazreti Resûl “Utlub-ül ilme velev bıs-sîn”.
Zâhir manâsı: “İlim Çinde bile olsa isteyip öğreniniz.” Bâtın manâsı ise :
“Tevhîd ilmini öğrenmeyi, velev ki Çinde olsun” buyurmuştur. Zirâ Tevhîd ilmini
öğrenmeyi istemek insana farz ve vâciptir. Velev ki kâmil olan insan (yani ona
yetkili olan kimse ) uzak olan Çinde bile olsun, git öğren.
Yukarıda da
açıklandığı üzre Velâyet-i Muhammediyye sahibinin (İnsan-ı Kâmil) sonuncusu
Çinde zuhûr edecektir, adı Mahmûddur. Velâyet-i âmmenin sonuncusu da kıyâmete
yakın nüzûl edecek olan Hazreti Îsâ olur. Sonra evladı da olursa da tevhidi
Hazreti Îsâ’nın eserlerinden alırlar.
Evveli Âdem, sonun
hâtem kılup bu âlemin,
Hâtemi Mahmûd Âdemi
zübde-i insan eden.
Nokta-i perkâr âlem
Ahmed’in Zâtın kılup,
Sırrını kutb-ı hakîkat
mazhar-ı Rahmân eden.
Enbiya vü Evliyâ hep
mazhar-ıenvâr-ı Hak,
Mustafa’da her şuûnun
cem edüp bir ân eden.
Enbiyâ ve Evliyânın
hepsi Hak mazharıdır yani ef’al, sıfat ve zat mazharlarıdır.Hazreti Resûl de
her şuûnu kendisinde topladı. “Küllü yevmin hüve fi şe’n” âyeti hükmünce
Cenâb-ı Hak her anda bir şe’ndir. Her şe’n ise “Nur-i Muhammed” dedir, çünkü
Nur-i Muhammed her şuûnu câmîdir. Bu âlem anın şerhi ve tafsîli değil midir,
tafsîlidir. Her şe’n ve her tecelli Nur-i Muhammed (S.A.V.) den gelir.
İsmi resmi mahv iken
bu âciz-ü bî-çârenin,
Nâmını Mısrî verüp
dillerde âd-u sân eden.
____________
Vezin: Mef’ûlü mefailü
mefâilü feûlün
Aldın mı gönül hüsn
ile yektâ haberin sen,
Duydun mu hem ol
Yûsuf-ı Zibâ haberin sen,
Ya’kub veş ol,
dîdelerin görmez olunca,
Ağladı mı ta sorsan o
bina haberin sen.
Yûsuf yoluna ağlayan
ancak dime Ya’kub,
İşittin anın oldu
Züleyhâ haberin sen.
Kays’ı nice yıl
ağlatıp inletmedi mi aşk,
Alsan nola bir doğruca
Leylâ haberin sen.
Dağlar dahi dayanmaz
anın yüzüne karşı,
Âlemlere sor Tûr ile
Mûsâ haberin sen.
Her kande anın zerre-i
hüsnün görene sor,
Ola duyasın hasret ile
tâ haberin sen.
Sular gibi yüzün yere
sür kalma yolundan,
Alçakta alursun yürü
deryâ haberin sen.
Âlemde nice yüzbin
olur aşka giriftâr.
Gelme sorma o
mecnunlara dânâ haberin sen.
Bülbüllere sorma yürü
var hâlet-i aşkı,
Pervâneden al gizlice
tenhâ haberin sen.
Yûsuf (A.S.) cemâl-i
İlâhiyyeye (İlahi güzelliğe) işârettir, çünkü anın gibi güzel hiçbir zaman
cihâne gelmemiştir. Yâkûp (A.S.) oğlu Yûsuf’u güzelliğinden dolayı o kadar çok
severdi ki, yanından hiç ayırmazdı. Sonra kardeşileri onu çekemedi. Hikâyenin
bundan sonrası tafsîlen Kur’ân’da vardır.
Tevhid sanur lâ ile
isbat-ı vücûdu,
Sorma güzelim anlara
illâ haberin sen.
Zâhir ehli tevhîdi “
La ilâhe illallâh Muhammed-ün-Resûlullah” dır zannederler. Halbuki tevhîd bu
değildir. Bu “Kelime-i Tevhîd” dir. Bununla bir şey hâsıl olmaz.
Tevhîdin üç mertebesi
vardır: 1-Tevhîd-i Ef’âl, 2_Tevhîd-i Sıfât, 3-Tevhîd-i Zât dır. İşte asıl
tevhîd budur. Lâ ilâhe illallâh demekten ne fayda, bu tevhîd kelimesidir. Bu
yola sıdkiyle girmeyen Fenâ-fillâh olamaz ve Cemâl-i İlâhîden haberdâr olamaz.
Her kim bu yola sıdk
ile girmezse yoğ olmaz,
Yoğ olmayacak Yûsufun
umma haberin sen.
Lâhût ile nâsûtu gönül
anladı ise,
Mısrî ana sor Kâf ile
Ankâ haberin sen.
Beyitte geçen lâhût ve
nâsût ne demektir? Lâhût celâl, yani bâtın, Nâsût ise cemâl, yani zâhirdir.
“Hüvel-evvel-ü” lâhût “Hüvel-âhir-ü”nâsût kezâ “Hüvez-zahir-ü” nâsût, “Hüvel
bâtın-ü” lâhûttur. İşte zâhir ile bâtını, yani cemâl ile celâli gönlün anladı
ise, o zaman Kâf ile Ankâdan haberin olur ve onları bilirsin. Kâf zâhirde
vardır velâkin Ankânınismi vardır, cismi yoktur. Kâftan murad edilen celâl ki,
bu ise “ Zât-i İlâhiyye” dir.
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Gül müdür bülbül müdür
şol zâr-u efgân eyleyen,
Ten midir yâ can mıdır
hem Arşı seyrân eyleyen
Nâr-u bâd-ü âb-ü
hâk’in gel haber ver aslını,
Kim bulârın her birini
emre fermân eyleyen.
Beyitte geçen “ateş,
su, toprağın aslı nedir? Haber ver” deniliyor. Dört tabiat şunlardır: Hararet,
soğukluk, rutubet(nemlilik), kuraklık. Bunlardan hangisi fazla olursa, meselâ
hararet fazla olursa ateş olur ve yukarıya doğruyükselir. Bu sebepten ateş
küresi (tabakası) en yukarıdadır. Eğer soğukluk fazla olursa hava, yani rüzgâr
olur. Ateş küresinden(sıcaklık tabakası) sonra hava küresi (hava tabakası) dir.
Eğer nemlilik fazla olursa su olur ve hava küresinden sonra su küresi(su
tabakası) dir.Eğer kuraklık fazla olursa toprak olur. Bu sebepten toprak küresi
en aşağıdadır. Bütün bunların aslı ve hakikatı Hak-tır, cümlesi “Nur-i
Muhammedînin tafsîli” dir. Bu dört tabiat Hak-kın emriyle hükmünü icra eder.
Âteşin keremiyetinin
sırrını duygur bize,
Ki hilâf üzre anı
kimdir gülistân eyleyen.
Nemrudun yaktırdığı
ateşin İbrahim(A.S.) mı yakmadığı Cenâb-ı Hak-kın: “ Yâ nâr-ı kûnî berden ve
selâmen alâ İbrâhim”, “Ey ateş soğu İbrahimi selamette kıl” emrinden dolayı
idi. Ateşin gülistân (gül bahçesi) haline geldiği hakkındaki söylentiler
gerçeğe uymamaktadır. Hazreti İbrahim Cibril ile ateş içinde oturup sohbet
ettiklerini Nemrud dörtbin adımlık mesafeden dürbünüyle seyrederdi. Hiç kimse
bu ateşin yanına yaklaşmazdı. Cenâb-ıHak ateşin hakikatına Hazreti İbrahime
selâmet olacak bir derecede soğumasını emretti. Bu sebepten ateş yakmadı.
Görülen ateşin sûretidir. O sûret bir şey yapmaz, yakan ateşin hakikatıdır
Ateşin hakikatına yakmaması için Cenâb-ı H emredince sûret ne yapar? Sûretin hiçbir
hükmü yoktur.
Yelde kimdir geh
nesîm-ü geh sabâ zevkin veren
Gâhi hışmiyle nice
beldânı vîrân eyleyen.
Yelde, yani havada
nesîm-ü sabâ zevkini veren Hak-tır. Sabâ rüzgârı, yanı sıra doğu rüzgârı
estikçe ruha hayat verir. Gâh olur ki, bu rüzgâr sertçe esince bir çok
memleketleri harap eder. Hazreti Lut ve Hazreti Salih (A.S.) ların kavimlerini
mahvettiği gibi, evlerini de harap etti.
Kimdir anı bana göster
şol sularda durmayıp,
Rûz-u şeb yüz üstüne
aşk ile cevlân eyleyen.
Sularda yüz üstünde
durmayıp ,
Aşkla cevlân eyleyen
kimdir,Hak-tır.
Hâk ma’dendir biter
andan maâdin geh nebat,
Kimdir anı gâhı hayvân
gâhı insan eyleyen.
Toprağın kendisi de
bir madendir ki, içinden bütün madenler çıkarılır. Kezâ bitkiler de hep
topraktan yetişirler. Kimdir anı gâh hayvân, gâh insan eyleyen? Hak-tır.
Hak-tan başka var mı, yoktur.
Ay-u gün yıldızları
kim döndürür ver gel haber,
Hem ne seyr için
dönerler bunca devrân eyleyen.
Ay ve yıldızları
döndüren ve tutan kimdir? Hak-tır. Hep Hak-kın vücûdu değil midir? Hak-tan
başka var mı, yoktur.
Bâde birdir sâkî bir
meclisteki yârân da bir.
Bâdenin keyfiyyetini
kimdir elvân eyleyen
Kiminin mescidde
boynun eğdirip zâhid kılan,
Kiminin meyhânede
serhoş-u sekrân eyleyen.
Zâhidin benzin
sarartıp ağlatan kim hem nedir,
Kâfirin küfrü dahi
fâsıkta isyân eyleyen.
Halktan ayırmış gözünü
pinhâna çekmiş özünü
Ne arar kendini
halktan böyle pinhân eyleyen.
Görse mahbubu gönül
bî-ihtiyâr nâil olur,
Ehl-i derd uşşâkı
kimdir zâr-u giryân eyleyen
Kim bu sırdan kimini
mahrum edüp câhil eden
Kimini mahrem edinüp
ehl-i irfân eyleyen.
Vahdet ehli cümlede
bir yüzü seyrân ettiler,
Lik görmez ol yüzü
kesrette tuğyân eyleyen.
Ey Niyâzî kim vücûdun
terk ederse ol dürür
Cümle yüzler içre ol
bir yüzü seyrân eyleyen.
__________
Vezin:Fâilâtün fâilâtün
fâilâtün fâilün
Kim ki candan geçmez
ise deyin bize yâr olmasun,
Âr-u ırz ile gelüp
âşıklara bâr olmasun.
Gam yükün âşık olan
dâim çeke gelmiş dürür,
Doymayın dost derdine
aşka giriftâr olmasun.
Derd uyumaz rahat
etmez gece gündüz âşıkı,
Şol ki bülbüldür güle
karşı nice zâr olmasun.
Zevk-i tâatle kimesne
hâl-i aşkı anlamaz,
Tâlib-i sâdık isen
belinde zünnâr olmasun.
Can, yine candır.
Fakat bir insan canının vâriyetinden geçmezse bize yâr olmasın, zira canının
vâriyeti Hak-kın vâriyetidir. Vâriyet Hakkındır.
Gam yükün âşık olan
dâim çeke gelmiş dürür
Âşık olan kimsenin iki
mertebesi vardır:
Biri muhip (seven),
diğeri habib (sevilen) dir. Âllah buyurur: “Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehu”, “Onlar
ki Allah’ı sevdi, Allah da onları sevdi”. Yani bu âyetle sabittir ki, Cenâb-ı
Hak kularına muhabbet eder. Çünkü muhabbet Hak-kın sıfâtıdır. Kullar da Hak-kın
habîbidir. Gayret-i ilahiyye zuhûr edip âşık seven olursa , o zaman kul seven,
Hak da sevilen olur. Bu sırada kul çok zahmet çeker, tâki kul yine sevilen
oluncaya kadar, yani sevilmiş olduğu zaman rahatlar, seven iken kul rahat
etmez. (İnsan daima Allah tarafından sevilmek ister, Peygamber efendimizin
Allâh’ın sevgilisi olduğu gibi ).
Zevk-i taatla kimesne
hâl-i aşkı anlamaz
Zevk ve taatla meşgul
olan kimse aşkın halini anlamaz, yani âbid ve zâhid ibâdet zevkini bilir, aşk
zevkini duymaz, âşıktan kaçar. Kezâ âşık olan tevhid ehli ibadet ve taat
zevkini duymaz, yani ibâdet ve tâattan zevk alamaz, o ancak tevhîdden zevk
alır. Âbid de tevhîdden zevk alamaz.
Tâlib-i sâdık isen
belinde zünnârın olmasın.
Zünnâr Hristiyanların
işaretleri olan parmak kalınlığında yapağıdan yapılmışbellerine bağladıkları
bir iptir. Güyâ hazreti Îsâ böyle bir ipi beline bağlamışmış. Anın için Îsâ’ya
ibadet edenler bunu bağlarlar. Beyitteki zünnârdan murad edilen şirktir.
Remz-i Hak-ka mahrem
olmak değmenin kârı değil,
Kim dilerse aşk ile
yâr olsun , ağyâr olmasın.
Remz-i Hak-ka mahrem
olan, yani o mahrem olan manevî işareti başkalarına ifşâ etmez. Zira ifşâ etmek
caiz değildir. Mahrem olmayana şöyledir, böyledir diye söylemek memnudur.
Zerrece aşk öldü kimde
olsa yakar varlığın,
Aşk ödü ister ki
Hak-tan gayri hiç var olmasın.
Aşk ateşi ister ki
Hak-tan başka hiçbir şey var olmasın. İbn-i Fâriz hazretleri Kaside-i
Tâiye’sinde şöyle buyurur: “Sâlik olan kişi ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ta
yok etmeyince âşık olamaz. Esasen mecâzî olan aşkta da böyledir. O kimse
ma’şukuna yalnız hizmet etmeyi ister, başkasını gözü görmez.
Cümle efkârın hurûfun
cem edüp tevhîd ile,
Nokta-i vahdette haşr
ol gayri efkâr olmasın.
Burada harflerden
murad edilen de görünen mevcûdattır, yani bütün mevcûdatı tevhîd ile birleştir,
vahdet noktasında haşrol (kaynaş) başkaları kalmasın. Cümlenin vücûdu Hak-tır,
başka mevcûd yoktur.
Ey Niyâzî hâl-i aşkı
herkese fâş eyleme,
Sırr-ı Hak-tır ana
bigâne haberdâr olmasın.
____________
Vezin : Mafâîlün
mefâîlün mefâîlün meâîlün
İlm-i bahrî vücûd
esdâfının dürdânesiyim ben,
Maarif kenz-i dil
vessâfının virânesiyim ben.
Benim ilmim katında
mücteidler âciz oldular,
Veli ilm-i İlâhînin
deli divânesiyim ben.
Tevhîd ehlinin
ilminden müctehidler (ictihat sâhibi âlimler) âcizdir, çünkü tevhîd ehlinin
ilmi Tanrısal bir ilim ve zevkî bir ilimdir. Müctehîdin ilmi ise naklî ve aklî
olan bir ilimdir. Hatta kendileri bile, bunlardan en büyük müctehid İmâm-ı
A’zam hazretleri: “Bizim mezhebimiz (hanefî) doğrudur, yanlışlığa ihtimâli
vardır. Diğer sâir mezhepler yanlıştır, doğruya ihtimâli vardır”. İşte İmâm-ı
Şâfiî, İmâm-ı Mâlikî ve İmâm-ı Hanbelînin herbiri böylece derler, birbirlerini
hatâ yapmakla itihâm ederler. Hiçbirinin, mezhebi açıkça beyân edilmemiştir.
Anın için hiçbir mezhep hakkında kesinlik yoktur. Anın için herkes muhayyerdir,
dilediği mezhebe tâbi olur.
Esdaf, sadefin çoğulu,
yani sedefler demektir. Sedef su kaplumbağasında bulunur, bunlar güney
denizinde yaşarlar. Bu hayvanlar Nisan ayının yirminci günü yağmur yağar ve
bunlar da ağızlarını açarsa, giren taneler inciye çevrilir. Kezâ hazreti
Peygamberin doğumu da Nisanın yirminci gününe rastlar. O gün yağan yağmur bir
yılanın ağzına düşse zehir olur.
“Birer hâle cihânın
halkı bir bir râzı oldular,
Benim bir hâle meylim
yok Hak-kın bilmem nesiyim ben.”
Cıhânın halkı ayrı
ayrı birer hâle râzı olmuşlardır. Benim bir hâle meylim yoktur. Bilmem ben
Hak-kın nesiyim diyor. Daha önce yapılan bir şerhte de “İbn-il vaktem ben
Ebul-vakt olmazam” demişti. Çünkü Ebul-vakt tasarruf edendir, yani Ebul-vakt
olan Veliler Kerâmet-i keyniyye gösterirler ve cihanda tasarruf sâhibi olanlar
bunlardır.
Bi-küllî âlemin halkı
bilürler bende bir dert var,
Bilinmez sevdiğim
kimdir nenin mestânesiyim ben.
Eğerçi sûret-i âharda
geldim âlem-i mülke,
Ne mâziyem, ne
mustakbel her ânın ânesiyim ben.
Yitürdüm benliği,
benlik bana hak benliğindendir,
Tekellümde hitâb-ı
gıybetin kârhânesiyim ben.
“Ne mâziyim, ne müstakbel
her ânın âneyiyim ben,
Yetürdüm benliği
benlik bana Hak benliğindendir.”
Yani vaktin herbir
zuhûru benim rûhâniyetimledir. Benlik fânî oldu, çünkü benliğin Hak-kın benliği
olduğuna vâkıf oldum.
“Tekellümde hitâb-ı
gıybetin kârhânesiyim ben”
Hitâb, yani muhâtab ve
muhâtıb birdir (söz söyleyen ve kendisine söz söylenen birdir) ve gayb (gizli
olan, göze görünmeyen) birdir. Ente (sen ) zamiri kendisine söz söylenen, hüve
(o) ise gâip zamirdir. Bunlardan biri hazıra, yani zâhire ki, sen ve diğeri de
gâibe, yani bâtına ki, hû dur. İşte bu ikisinin dahi kemâlde kârhânesiyim ben.
“Ne Mısrîyim, ne
Mehdîyim, ne İsâyım, ne İnsânım,
Bu yanan dâimî şem’in
neli pervânesiyim ben.”
Ben ne Mısrîyim, yani
Mısrî değilim, Mehdî değilim, insân değilim. Zirâ bunlar İlâhi kayıdlardır ve
kayıdlanmış olarak görünen sûretlerdir. Bu sebebten ben ancak görünen zâhir
vechin pervânesiyim.
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Ey bu gönlüm şehrini
bin kahr ile vîrân eden,
Bî-dühân ödler yakup
bu sînemi külhân eden.
Ehl-i âlem derdinin
mislin görür rahat bulur,
Cins-ü misli olmayan
derde beni dükkân eden.
Bir bahirdir sâhili
yok mevci olmaz münkesir,
Leylinin fecrin
getürmez gökteki devrân eden.
Akl-ı fikrim zevrâkı
yollarda kaldı ser-nigün,
Belki cümle akl-u fikri
bende sergerdân eden.
Kimine meydân eden bu
âlemin her köşesin,
Mısrî’ye uçtan uca her
köşeyi zındân eden
Zâhir üzre takrir
olundu. (Hacı Maksud efendi)
____________
Vezin: Mef’ûlü
mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Sevdim seni hep vârım
yağmadır alan alsun,
Gördüm seni efkârım
yağmadır alan alsun.
Aldı çü beni benden
geçtim bu cân-u tenden,
Aklım dahi her vârım
yağmadır alan alsun.
Ben varlığımı attım
dost varlığına yettim,
Her usluya bazârım
yağmadır alan alsun.
Geçtim ben âd-u sandan
çıktım ben o dükkândan,
Hep ırz ile vekârım
yağmadır alan alsun.
Geldi dile dildârım
buldum gül-ü gülzârım,
Şimden gerû hep vârım
yağmadır alan alsun.
Sen gâib-ü hâzırsın
her hâlime nâzırsın,
Ahvâl ile etvârım
yağmadır alan alsun.
Sen gâib ve hâzırsın,
yani gâip bâtın (görünmeyen), hâzır de zâhir ki (görünen) sensin. Âyet-i
Kerîmede : “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın-ü”, “İlk ve son olan
O dur. Zâhir ve bâtın da O dur” buyurulmuştur. Yani zâhir olan bâtın olurmu,
bâtın olan zâhir olurmu? Cenâb-ı Hak hiçbir kayıdla mukayyed değildir
(kayıtlanmaz) demektir. O ne evvellik, ne âhirlik, ne zâhirlik, ne bâtınlık ile
kayıdlanır. Sen zâhir dersin bâtın da O dur, zâhirlik ile kaydolunamaz. Sen
bâtın dersin zâhir de O dur, bâtınlık ile kaydolunamaz. Velhâsıl Cenâb-ı Hak hiçbir
şeyle mukayyed olmaz.
Çün buldu gönül yârim
terk eyledim ağyârım,
İmân ile zünnârım
yağmadır alan alsun.
İmân üç kısımdır: Biri
îmân-ı taklidî, diğeri İmân-ı istidlâlî, üçüncüsü de İmân-ı tahkikî dir. İmâm-ı
Gazâlî “İhyâyi ulûm” adlı kitabının dördüncü cildinin sonlarındaki tevhîd
kitabında imân hakkındaki yukarıdaki ayırımı cevizi misâl getirerek yapar.
Taklit edilen imân cevizin dışındaki yeşil kabuğu gibidir der. Ne yenir, ne
yakılır, çünkü acıdır, ateşe koysan yanmaz ve hiçbir işe yaramaz. İşte îmânı
taklidî beyledir, hiçbir yararı yoktur, belki zararı vardır.
İstidlâlî îmân cevizin
ikinci, yani kuru olan kabuğudur, yenmez velâkin ateşe koysan yanar. Eğer
şeytân son nefeste bunu bozmazsa biraz işe yarar, bozarsa hiç yararı olmaz.
Tahkikî îmân ise cevizin
içi ki, her şeye yarar. İşte Mısrî efendinin beyitlerinde yağma ettirdiği îmân
taklidî ve istidlâl olanlarıdır, îmân-ı tahkikî değildir.
Mısrî efendi Malatyada
Müderris iken tarikat ve tahkik ehlini oranın halkı sevmezdi. Sinan Ümmî Mehmed
efendi hazretlerinin tekkesi oraya yakın Elmalıda idi ve yanında bir câmisi
vardı. Mısrî efendi vâ’zını yaparken halk yıkılmasına dâir vâ’azda bulundu
tekkeyi yıkalım ve Şeyhi de oradan atalım dediler. Namazdan sonra Niyâzî
hazretleri kürsüde vermek istediği dersi kitapta bulamadı. Derhal kürsüden indi
ve camiin bir köşesinde oturan Mehmet efendiye kabulünü rica etti ve bu sûretle
tahkikî îmâna ulaştı, taklidî ve istidlâli olan imânlarını yağma ettirdi.
“Mısrî’ye vücûb imkân
bir oldu kamû a’yan,
Tâat ile ezkârım yağmadır
alan alsun.”
Bahr-ı vücûb: Hak-kın
ef’âl, sıfât, zâtıdır. Bahr-i imkân: Bu mevcûdât, yani âlemdir. İşte Mısrî
efendide vücûb deryâsıyla imkân deryâsı bir oldu, tâat ile ezkârını yağma
ettirdi, çünkü tâat maksud olan değildir, o bir başlangıçtır, Allâhı bilmeğe
bir âlettir. Bir insan ma’rifetullâha ulaşınca tâatı ne yapar, yani o tâattan
zevk almaz bir hale gelir.
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Teşne-i bahr-ı mûhît
olan dile reş neylesin,
Tûti-i sükker feşân
uftâdeye keş neylesin.
Birinci beyitte geçen
engin denize susamış bir gönüle su serpintisi neylesin, yani tevhîd ehline
ilmi-i rusûm (resmî ilimler) ne yapar? O resmî ilimlere hiç iltifât etmez.
Cür’a-i sahbâ-i zât-ı
nûş edip temkin bulan,
Afitâb olan gönül
telvîn-i meh veş neylesin.
Tevhîd-i ef’âl,
tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât telvin makâmlarıdır, yani renklenme makâmlarıdır.
Cem makâmı ise temkin makâmıdır, yani vakâr, sebât, ağırbaşlılık makâmıdır.
Hazret-il cem makâmı yine telvin makâmıdır. Ahadiyyet makâmı temkin makâmıdır.
Temkin ehli olan, yani Ahadiyyet makâmında bulunan bir kimse bir daha telvin
makâmına inmez, ancak tevhîd mertebelerini başkalarına öğretmek için olabilir.
Arifin esrârı settâr
olduğun etme aceb,
Tâ’n eder zâhid
denilen div-i serkeş neylesin.
Âdemin vechinde Hak-kı
görmedi iblîs-i lain,
Sûretâ gördüğü bir
şekl-i munakkaş neylesin.
Âdemin kırk oğlu ve
kırk kızı oldu. Hazreti Havvâ yaptığı kırk doğumda her defasında ikişer çocuk
doğurmuş. İlki erkek idi ve ismi Kâbil’di, kâfir oldu. İlk önce benî Âdemden
küfreden Kâbil’di. Âdem hamâ-i mesnundan, yani balçık halindeki çamurdan
yaratıldı. Âdemden önce dünyada Can evladı vardı. Nasıl benî Âdemin babası Âdem
ise, cinlerin babası da Can idi, “Halaktel cânne min mâricin min nâr” âyeti
mucibince dumansız ateşten yaratıldı, hünsâ idi, yani hem erkeklik hem de
kadınlık uzvu vardı. İşte iblis andan doğdu.
Mâlumdur ki âyette
buyrulduğu üzere meleklerin cümlesi Âdeme secde ile emrolundular, yalnız iblis
ve kendisine uyanlar secde etmedi, diğer bütün Melekler secde ettiler. İblis
Âdeme secdenin Hak-ka secde olduğunu anlamadı, zirâ kâfir idi. Şâyet kâfir
olmasaydı Âdemin vechinde hak-kı müşahede ederdi. Diğer bir âyet-i kerimede:
“Ve kân-el iblise min-el kâfirin” işaret olunduğu üzere “Kân-e” ye iki mana verilir:
Biri “ iblis kâfirlerden oldu”, diğeri “kâfirlerden idi”. Tabii iblis olduğunu
ve Âdemin Hak-ka secdeye mihrab olduğunu anlamadı. Hiç Hak kendisinden
başkasına secde için emir verir mi? Lâkin iblis muvahhid olmadığından Âdemi
Hak-tan ayrı olarak nakışlamış sûret olarak gördü ve secde etmedi.
Bir de şu rivayet
vardır ki, iblis güya meleklerin hocası imiş, bu yalandır. Hiç kâfir olan biri
meleklere hoca olur mu, olmaz. Meleklerin başı Cebrâil (A.S.) idi ve ilk önce
Âdeme Cebrâil secde etmiştir.
Can Niyâzî ehl-i aşka
nazikhâne va’z eder,
Ehl-i nefs olan
işitmez dil-i müşevveş neylesin.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Gözlerini noldu bî-dâr
eyledin,
Âh-u efgânı sana yâr
eyledin,
Aşk ödüyle içini nâr
eyledin,
Noldu bülbül içini zâr
eyledin,
Ne sebebden azm-i
gülzâr eyledin.
Noldu ağlarsın ne
eylersin taleb,
Bu tükenmez derdine ne
oldu sebeb,
Güldeki didârımı
gördün aceb,
Noldu bülbül işini zâr
eyledin,
Ne sebebden azm-i
gülzâr eyledin.
Bu fenâ gülzâre
talibsen eğer,
Hiç bekâsı yoktur anın
tez geçer,
Bu fenâ içre bekâ
duydun meğer,
Noldu bülbül işini zâr
eyledin,
Ne sebebden azm-i
gülzâr eyledin.
Ber-karâr olup biraz
eğlenmedin,
Dâim ağlarsın durup
dinlenmedin,
Kimse bilmez hâlini
anlatmadın,
Noldu bülbül işini zâr
eyledin,
Ne sebebden azm-i gülzâr
eyledin.
Bunca hasretten di
cânım ne sezer,
Firkâtin günden güne
artup gider,
Lûtfedip var gel
Niyâzî’ye haber,
Noldu bülbül işini zâr
eyledin,
Ne sebebden azm-i
gülzâr eyledin.
Zâhir üzre takrîr
olundu. (Hacı Maksud efendi).
_____________
Vezin : Mef’âîlün
mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün
Derd-i Hak-ka talib ol
dermâne irem dersen,
Mihnetlere râgıb ol
âsâne irem dersen.
Aşk yolu belâlıdır her
kârı cefâlıdır,
Canından ümidin kes
cânâne irem dersen.
Öd yak sineni çâk et
su gibi özün pâk et,
Yüzün yere sür hâk et
ummâna irem dersen.
Bu yolu bil andan gel
deryâyı bul andan dal,
Ka’rına erüp el sal
dürr-i kâna irem dersen.
Pîrinle olan ahdi güt
nen var ise ko git,
Bildiklerini terk et
irfâne irem dersen.
Sabretmede Eyyûb ol,
gam çekmede Yâ’kûb ol,
Yûsuf gibi mahbub
Ken’âna irem dersen.
Terk et kuru dâvâyı
hem ucb ile riyâyı,
Mısrî ko o sevdâyı
Sübhân’a irem dersen.
“Sabretmede Eyyûb ol”
beytinde geçen sabır, Cenâb-ı Hak-ka şikâyet etmek anlamında değildir,
mukâvemet yani dayanıklılıktır. Eyyûb (A.S.) Cenâb-ı Hak-ka: “Yâ Rabbî sen bana
ne kadar musibet verirsen ben dayanırım” demişti, halbuki kul aciz bir
mahlûktur.
Eyyûb (A.S.) humma
denilen bir nevi sıtma hastalığına tutulmuştu. Bazılarının iddiâ ettikleri gibi
yaraları vardı da kurtlandı, hattâ yere dökülenleri Eyyûb (A.S.) toplayıp yine
yaraların üstüne koyardı gibi sözler yalandır. Hiç böyle bir şey olur mu? Resûl
olan kimsede böyle herkesin nefretini mucib olacak illet bulunur mu? Onlar bu
gibi hal ve illetlerden korunmuşlardır, zirâ kendileri insanları Allâha davet
edicidirler. Şâyet bu gibi illetlere maruz kalmış olsalar, ümmeti andan nefret
eder, sonra Cenâb-ı Hak da onlara zulmetmiş olurdu, çünkü bu durumda Nebînin
yanına gitmekten ikrâh duyarlardı(tiksinirlerdi). İşte hazreti Eyyûb bu
hastalığı için şikâyet etmedi. Sonra vahiy geldi: “Yâ Eyyûb, bana şikâyetin
sabrına mâni değildir.” Hazreti Eyyûb da o zaman hastalığından şifâ bukması
için Allâh’a niyaz etti. Sonra tekrar vahiy geldi: “Oturduğun yere ayağını vur,
su çıkacak, onunla vücudunu yıka, bir şeyin kalmaz”. O da ayağını yere vurdu,
çıkan su ile yıkandı, sağlığına kavuştu. Esasında halka şikâyet etmek sabra
manidir, yoksa Cenab-ı Hak-ka şikâyet sabra engel teşkil etmez.
Yukarıdaki beyitte
geçen “Gam çekmede Yakûb ol” sözlerine gelince:
Hazreti Yakûb (A.S:)
mın evladı olup, onu bir anadan, diğer ikisi başka anadan idi ki, Yûsuf (A.S.)
ile küçük kardeştir (Bünyamin). Hazreti Yâkub, Yûsuf’u diğerlerinden daha fazla
severdi. Kardeşleri babalarının sevgilerini hasretmek için henüz yedi yaşındaki
Yûsuf’u kıra götürüp bir kuyuya attılar ve bir tarafa gizlenip beklediler.
Nihayet oradan Mısır’a gitmekte olan bir kâfile bu kuyudan su çıkarırken
kovadan su ile birlikte güzel bir çocuk çıktı. Derhal kardeşleri ortaya çıkıp
kâfile başkanına: “Bu küçük kardeşimizdir, kaçmıştı, fena huyludur, size
satalım” dediler. O zamanın parasıyla Yûsuf’u altı kuruşa sattılar. Sonra
kâfile başkanı hazreti Yûsuf’u Mısır sultanına ağırlığınca altına sattı. Ya’kûb
(A.S.) bir rü’ya gördü, keyfiyeti anladı ve Yûsufa kavuşacağını bildi. Kezâ
Yûsuf (A.S.) da bir rü’ya gördü, babasıyla kavuşacağını bildi. Bu sûretle ikisi
de gamlı olmadılar. Beyitte geçen Ken’an Şam şehri ilçelerinden biridir.
____________
Vezin: Mef’ûlü
maf’âilü mef’âîlü feûlün
Ey bülbül-ü şeydâ yine
efgâna mı geldin,
Azm-i gül edip zârıyla
giryâna mı geldin.
Pervâne gibi âteşe
dâim cân atarsın,
Evvelde bu aşk ödüne
sen yâna mı geldin.
Yağmur gibi yağarsa
belâ sen baş açarsın,
Can vermeğe dost
yoluna kurbâna mı geldin.
Her şey çalışır bir
sıfatı eyleye mâ’mur,
Sen cümle sıfat ilini
virâna mı geldin
Vech-i ahadiyyet ki şu
eşyada görünmüş,
Bu kesrette ancak anı
seyrâna mı geldin.
Bir kimse senin olmadı
hiç râzına mahrem,
Bilmem bu cihân için
yekdâne mi geldin.
Bu hasta Niyâzî’ye
şifâ remzin edersin,
Derde düşenin derdine
dermâne mi geldin.
“Vech-i ahdiyyet ki şu
eşyada görünmüş
Bu kesrette ancak anı
seyrâna mı geldin.”
Evet biz bu kesret
âlemine vech-i ahadiyyeti seyretmeğe geldik. Bunu teyit eden: “Küntü kenzen
mahfiyyen fe-ahbebt-ü en u’refe fe-halaktel halka li-u’ref” hadisidir. Anlamı
cihetiyle; “Ben ilm-i zâtiyyede malumatla mütecellî idim. İstedim ki,
bilineyim, halkı yarattım. Halk ancak Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti
seyretmek için bu âleme geldi” demektir.
Diğer beyitler zâhir
üzere takrir edilmiştir (Hacı Maksud efendi)
_____________
Vezin: Müstef’îlün
fâilü müstef’îlün fâilün
Hak yolunun rehberi
nefsi dürür Kâmilin,
Dil tahtının serveri
nefsi dürür Kâmilin.
Nefsini mat eyleyen
def-i memat eyleyen,
Nefh-i hayat eyleyen
nefsi dürür Kâmilin.
Kâmilin nefesi yani
ruhu tevhid yoluna delildir, çünkü Kâmilin ruhu ahadiyyetin ve zâtın
mazharıdır. Kâmil insan ölmez, bir yerden bir yere intikâl eder. Hatta
öldüğünde cesedi bile kırk günden fazla kabrinde kalmaz.
Devlet şûrası reisi
Rıfat Paşa vefat ettikten sonra cesedini Kosova’daki Sultan Birinci Murad
Hân’ın türbesi önüne gömmüşler. Sonra paşanın âilesi kabir için İstanbul’dan
müzeyyen taşlar göndermişler. Kabir açıldığında paşanın cesedini bulamamışlar.
İsmail Paşa durumu bizden sordu. Biz de cevaben: “Rıfat Paşanın hayatta iken
halleri nassıldı, muvahhid mi idi?” Aldığımız cevapta: “Evet paşa hayatında
iken gayet musallî ve güzel ahlaklı idi”. Sonra tekrara cevap verdik: “O takım
kimseler kırk günden fazla kabirlerinde durmazlar
Mısır’da Şeyh Bakkal
vefâtından önce cenâze namazının İbn-i Fârız hazretleri tarafından kılınmasını
vasiyet etmişti. Şehit edildikten sonra Bakkalın namazını imam olup İbn-i Fâriz
kıldırdı, selâm verdiğinde büyük bir kuş gelip cenâzeyi alıp uçtu. Bunu gören
cemaat hayretler içinde durumu İbn-i Fâriz hazretlerine sordular. Bu zât da şu
hadisi okudu: “Ervâhüş-şühedâ-i fî havasıl-ıt-tayr”, “Şehitlerin ruhları
kuşların kursaklarındadır”. İşte Şeyh Bakkalın ruhu kuş sûretinde cesetlendi ve
gelip kendi cesedini kendisine ruh yaptı, ruhu cesed, cesedi ruh oldu. Şeyh
Bakkal bir tevhîd şehidi idi. Tevhîd şehîdi, kılıç şehîdinden daha ileridedir.
Uhud gazâsında
Abdullâhın oğlu şehîd olmuştu. Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) efendimiz duâ
ettiler, dirilip ayağa kalktı. Hazreti Îsâ da bir kız çocuğuyla iki erkek
diriltti.
Bu ümmetten de ölüleri
dirilten üç kişi vardır: Bunlardan biri Abdurrahman Molla Câmî, biri
Abdülkâdir-i Geylânî, diğeri de Beyâzîd-i Bistâmî hazretleridir.
Molla Câmî Belh’de
saray hocası idi. Melîkin gayet güzel olan oğlunu okutuyordu. Melîkin
çevresindekiler Molla Câmî’yi kıskandılar ve iftirâda bulundular. Melîk’e:
“Hoca oğlunuza âşık olmuştur, ahlakını bozacak, onu fenâ huylu yapacak”
dediler. Bunun üzerine Melîk Molla Câmî’yi daha önce denemiş olmasına rağmen
çevressindekilerin de onu tanımaları için hep birlikte yemeğe davet etti.
Yalnız yemekte saray vekil harcına Mollanın sahanına daha önce ölmüş bir tavuğu
kızartıp koymalarını emretti. Belh’de sofra âdeti Mısırdaki gibi olduğundan
bütün yemek sahanları bir defada masa üstüne konuldu. Sonra hep birlikte
sofraya oturuldu. Mola Câmî hazretleri önüne konan sahana elini sürmeyince
Melîk: “Efendim neden tenâvül (yemek almıyorsunuz) buyurmuyorsunuz?” diye
sordu. Mola Câmî de sahan kapağını açıp önünde ölü iken kızartılmış tavuğa kış
kış deyince tavuk dirilmiş ve yemek salonunda uçarak dolaşmaya başlamıştır.
Böylece kendisine iftirâda bulunanlar da utançlarından hayrete kapılarak dehşet
içinde kalmışlardır. Zirâ tevhîd ehlinin önüne haram bir şey konulduğu vakit
kalbinin dâimi zikri durur. İşte Molla Câmî hazretleri de kalbî zikrinin
durmasıyla önüne konan yemeğin, daha önce ölmüş bir tavuk olduğunu anladı.
Abdülkâdir-i Geylânî
hazretleri de bir kediyi diriltti. Oturduğu evin komşuları ondan hoşlanmazlar
ve ona eziyet etmek isterlerdi. Bir gün onun çok sevdiği dürre adındaki
kedisini öldürüp geçeceği yolun üstüne koydular. Böylece kedisini görüp acı
duyup üzülsün dediler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri öldürülmüş kedisini
görünce: “Yâ dürre” diye seslenince kedi dirildi ve kalkıp tekrar evvelce
olduğu gibi ayakları arasında dolaşmağa başladı.
Beyazîd-i Bistâmî
hazretleri de bir defasında Hristiyan papazlara bir gemide seyahat ederken ,
Hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ne sebeble inandıklarını sordu. Onlar da ölüyü
dirilttiği için diye cevap verdiler. Sonra yaptıkları uzun münakaşadan buna
delil olarak ölüyü dirilttiğini gösteriyorsunuz, şu halde delil ve medlül
olunca medlüle iman gerekir ve sizler de hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ölüyü
dirilttiği için kâil oldunuz (inandınız) ve onun yaptığı gibi ben de ölüyü
diriltirsem benim de hazreti Îsâ olduğuma kâil olmanız lazım gelir. Keşişler
(papazlar) evet dediler. Bunun üzerine Beyazîd-i Bistâmî hazretleri orada
dolaşmakta olan bir karıncanın başını kopardı ve tekrar birleştirip üfürdü.
Karınca dirildi ve tekrar dolaşmaya başladı.
İşte bu ümmetten bu üç
zâttan başka ölüleri dirilten yoktur. Ancak herbir Velî ve Kâmil insan
diriltmeğe muktedirdir, yalnız bu husus kevnî bir kerâmet olduğundan iltifât
etmezler.
İsteyü git Âdemi
Âdemde bul Âdemi,
Sırr-ı nefahtü dem-i
nefsi durur kâmilin.
“Âdemi Âdemde bul”,
yani her gördüğün Âdem değildir velâkin Âdem Âdemîlerin içindedir. Hazreti
Âdemin cesedi: Fe izâ sevveytuhû ve nefahtü fîhi min ruhî”, “Âdemin cesedinin
yaratılışını tamamlayıp ona ruhumdan üflediğimde...” âyeti mucibince kalıbı,
yani cesedinin tesviyesi kemâl bulunca ruh oldu, çünkü istidâdı tam oldu.
Âdemin istidâdı böylece tam olunca da ruh tecellî olundu.
Sûre-i Necm-i oku gel
anla vahy-i Hak-kı,
Bilesin sen ol mantıkı
nefsi dürür Kâmilin.
Vahiy dört kısımdır:
Biri Cibril-i Emin vasıtasıyla Peygamberlere vahiy olunur ve bu vahiy yalnız
Nebîlere mahsustur. İkinci vahiy ilhâmî ki,bununla Cenâb-ı Hak tevhîd ehlinin
kalblerini nurlandırır ve onlara ilhâm yoluyla her şeyi vahiy eder. Üçüncüsü
müşâfehe (ağızdan ağıza konuşma) ki tevhîd ehli görünen sûretlerden Cenâb-ı Hak
ile şifâen konuşur. Beyazid-i Bistâmî hazretlerinin bu hususta: “Ben Hak-la
otuz yıl konuştum, insanlar zannederler ki ben anlar ile konuşuyordum”
buyurmuştur. Dördüncüsü ise tebliği vahiy ki, Hak-kın Resûle inzâl buyurduğu
kitabın hükümlerini Resûlün vârisleri olan kimseler ümmete tebliğ ederler.
İşte vahyin bu üçü
Veliler ve tevhîd ehlinde bulunur. Ancak Cebrâil (A.S.) vâsıtasıyla olan vahiy
yalnız Peygamberlere mahsustur, Velîlerde olmaz.
Rûhulkudüs demini
Âdemde iste anı,
Ol imiş gönlün cânı
nefsi dürür Kâmilin.
Mâye-i zât denilen
feyz-i necât denilen,
Âb-ı hayât denilen
nefsi dürür Kâmilin.
Rûhulkudüs Cibril
(A.S.) dır. Deminden murad onun inzâl ettiği İlahi vahiylerdir. Hızır (A.S.) ın
âb-ı hayat içtiği rivâyeti yalandır. Âb-ı hayat ise burada tevhîddir (yani
tevhîd makamlarını zevketmektir).
Diri kılan tenleri
zinde eden canları,
Kaldıran ölenleri
nefsi dürür Kâmilin.
Mevtâya etse nefes her
yandan gelse ses,
Haşreden ey hakşinâs
nefsi dürür Kâmilin.
Niyâzî’yi cân eden
zerresini kân eden,
Katresîn ummân eden
nefsi dürür Kâmilin.
Mısri Divan 13
Arabca şiir :
Yâ Seyyiden fazlehû
finnâsi kelbahr
Ve neşrehûetyabu min
nesmetis seher
Şerhi :
“Seyyid” esmâi
hüsnâdandır. Her ne kadar bilinen Doksandokuz güzel isimlerde yok ise de
sayılan isimlerden ümmehattır, furuunda vardır(esas kaynak bir isim olup usülen
vardır).
Yâ Seyyid, senin
fazlın mahlûkata deniz gibidir ve ihsânın sabah rüzgârından daha güzeldir, yani
kalbe ferahlık hayat verir.
Ve men zehâ hadduhu
hüsnen lehu velehu
Kaddun izâ mâse yahkil
gasne finnadar
Ve men izâ mâ beda
fennûre min vechihi
Dav’e min-eş şemse
ahfâ tal’at-el kamer
Şol hüsün (güzellik)
ki burada hüsünden murad Hazreti Resûlüllâhtır (S.A.V.) Hânesinden zâhir oldu.
Onun yüzünün nuru güneşin nûrundan daha fazla ışık saçar, ayın ziyâsı gizlendi,
yani yok olup mahvoldu.
Ve men alâ kadru hû
fil halki mertebeten
Kel bedri fâk-a cemîal
encümüzzeher
Onun yani Resûlullahın
kadrü mertebesi aynı ayın ondördündeki bedir halinin (Bedr-i tâm) yıldızlara
nispetle daha üstün ve daha yüksek olduğu gibidir. Yani Resûlullah ayın öndördü
gibi, diğer yaratıklar ise yıldızlar gibidir.
Ente ibnü
Şems-is-Sivâsi lemyekün yûcedu,
Fî asrihi misluhû
fil-bedvi velhadar.
Sen güneşin oğlusun,
çünkü ay güneşin halifesidir. Resûlullah da zat güneşinin (Allahın) halifesidir
ki, onun bir benzeri ne şehirlerde ne de çöllerde bulunur.
Fe ente unkûdü zâkel
keremi yâ Seyyidî,
Navil lenâ kadhan min
zâlikel hamri
Sen güzel bir bahçesin.
O şaraptan , yani aşk şarabından bir bardak ihsan buyur. Sarhoşluk üç kısımdır:
Birinci sarhoşluk, ikinci sarhoşluk, üçüncü sarhoşluktur. Birinci sarhoşluk
“Tevhîd-i Ef’al makâmı” ikinci sarhoşluk “Tevhîd-i Sıfât makâmı”, üçüncü
sarhoşluk “Tevhîd-i Zât makâmı” dır. Çünkü içki içenlere de içkiler üç hal
verir. Birinci halde bir az sarhoş olunca insan âlemi âfâkı (tüm çevresini)
kaybeder.İşte birinci sarhoşlukta bulunan sâlik da ef’ali Hak-ka tavfiz edince
(yaptığı işleri Hak-kın uhdesine verince) bu âfâk âlemini kaybeder. İkinci
halde içki içen kişi bir miktar daha içince, gözü görmez , kulağı işitmez, söz
söyleyemez ve hiçbir şey yapmağa kudreti olmaz. İkinci sarhoşlukta olan sâlikin
de sıfâtını Hak-ka tafviz edince, görüşü, işidişi, söyleyişi, dileyişi, bilişi
kalmaz. Üçüncü halde, o içki içen daha da çok içerse, kendinden geçer. Kezâlik
üçüncü sarhoşlukta bulunan bir sâlik dahi Zâtı Hak-ka tavfiz edince kendinden
geçer, onda bir şey kalmaz.
İştedde şevkî ilen
nedmâni mâke’siküm
Venhelle dem’î alâ
haddiye kelmatar
Enşedtü fî hubbiküm
zennazmi mu’tezirâ
Lealle yukbelu nazmün
câe biluzer
Sevgiliye sevgim
ziyâde oldu. Göz yaşım yanaklarıma yağmur gibi aktı. O nun sevgisinden bu
medhiyeyi yaptım. Umarımki benim kusuruma bakmıyarak bu şiîrimi kabul eder, çünkü
anın medhinden âcizim.
Yârabbî zid fazlehu
finnâsi mâ tal’at,
Şemsün vemâ seceat
varkun aleşşecer.
Mehdî senâî lehû min
hâlisel kalb-i
Ve leyse bilmedhi lil
Mısrıyyi min hatar.
Yâ Rabbî, fazlını
üzerime çoğalt. Nasıl güneşin doğduğu ve ağaçlar üzerine yaprakları bir intizam
içinde çoğalttığın gibi. Onun da benim üzerimde ikrâmını arttır. Anın medhini
temiz bir kalbe yaptım. Medhinden dolayı “Mısrî” ye kabahat olmaz.
_____________
Vezin: Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Nazar kıldıkça insâna
gönül hayrâna dolanur,
Acebdir kimi Hak
ister, kimi butlana dolanur.
Gel ey dertsiz kişi
dervişliğe sâ’y eyle gel bunda
Bu hâl ile olursun bil
işin hüsrâna dolanur.
Nedendir kani olmuşsun
murâd-ı nefse dalmışsın,
İçine hırsı almışsın
işin şeytâna dolanur.
Yeter çalındın ey hâce
fenâ mülkün metâına,
Çok uzatma ki Azrâil
gelür bu cânâ dolanur
“Nazar kıldıkça insana
gönül hayret eder”. Çünkü kimi Hak ister, kimi bâtıl ister. Zirâ mazhar-ı cemâl
var, mazhar-ı celâl var. Cemâle mazhar olan Hak ister. Celâle mazhar olan da
bâtıl ister. Cenâb-ı Hak yalnız cemâliyle tecellî etmiş olsa herkes mü’min
olurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-kın cemâl ile mukayyed olması lâzım gelir, yalnız
celâliyle tecelli etse herkes kâfir olup Hak-kın celâl ile mukayyed olması
iktizâ eder. Halbuki Hak mutlak ve kayıddan münezzeh olmakla kimine cemâl ve
kimine de celâl ile tecellî edip, kimi mü’min ve kimi kâfir olur, yani bir
kısmı îmân, bir kısmı da küfrân yolunu tutar. “Gel ey dertsiz kişi dervişliğe
sa’y eyle” de geçen dervişlikten murad edilen burada tevhîd yoludur.
Gönül verme bu dünyâya
başını verme gavgâya,
Kazdığın amel bir gün
gelür mîzâna dolanur.
Amel manâdır. Nasıl
tartılır? İşte bu âlemde manâ olan ameller âhirette sûret olacaktır. Meselâ,
sâlih amel olarak yapılan güzel işler cennette göreceğimiz bildirilen hûri,
gilmân, meyve, ırmak vesâire gibi çeşitli cennet nimetleri sûretlerle
sûretlenip cennet ehline sunulacaktır. Kezâ kötü işler işleyenler de onlara bu
işleri yılan, akrep, ateş vesâire sûretlerle sûretlenip cehennem ehline azap
çekmeleri için sunulacaktır. Yani herkes bu âlemde manâ olan yaptığı işleri, o
âlemde sûret bulup anınla nimetlenecek, yahut azap olacaktır. Binaenaleyh
ameller tartılır, çünkü orada bu âlemde yapılan işler birer sûret giyecektir.
Başı devletlû kul oldur
Hak-kı bulmuş ola seri,
Gözü gönlü dil-u cânı
kamu Subhâna dolanur.
Niyâzî kulunun yâ Râb
vücûdu zenbini mahv et,
Mülâzimdir kapunda ol
sana ihsâna dolanur.
Hazreti Mûsâ’ya
Cenâb-ı Hak Sinâ dağı kenarında Tuvâ vâdisinde ateş sûretiyle tecellî etti. “Tahâ
sûresi” nin 13. Âyetinde vârid olduğu gibi: “İnnehû bil-vâdil mukadds-i
tuvâ...”, “Yâ Mûsâ, sen tuvâ adındaki mukaddes vâdidesin” buyuruldu. Bu âyette
Cenâb-ı Hak: “Yâ Mûsâ sen beni nâr, yani ateş sûretiyle kaydetme”. Çünkü Hak
nâr sûretiyle mukayyed olurmu, olmaz. Sonra hazreti Mûsâ: “Subhan-allâh, yâ
Rabbî sen mutlaksın ve nâr ile kayıdlanmış olmaktan münezzehsin” dedi.
Hazreti Resûl saadetli
zamanlarında İbn-i Abbas daha çocıuk yaşta bulunuyordu ve onu çok severdi. Bir
kere atıyla Umreye giderken Abbası da beraberine aldı. Gelirken “Yâ Çocuk
vücûdunu kayırma” buyurdu. İbn-i Abbas da “Yâ Resûlallâh, vücudum bana
kabahatmıdır?” dedi. O zaman Hazreti Resûl: “Vücûdüke zenbün lâ yukâs-i aleyhi
zenbün âhir”. İşte Mısrî efendi de bu son beytinde bunu rica ediyor. Yâ Rabbî
benim vücûdumu mahvet. Yani bende senin vücûdunu izhâr et de, vücûd senin
vücûdun olduğunu bileyim.
___________
Vezin : Feilâtün
feilâtün feilâtün feilün
Esicek bâd-ı sabâ
aklıma san şâne değer,
Zirâ ol esrâr-ı dil
zülf-ü perîşâne değer.
Zülf-ü müşkiyle
muattar olur ol demde dimağ,
Geçer andan gönüle hem
yetişir cânâ değer.
Leb-ü dendânı
hevâsiyle akan göz yaşının,
Birisi mâ’nâda bin
lü’lü-vü mercâna değer.
Gam-ı hicrî ile âhı
ana âşık olanın,
Çıkar eflâke iner tâ
yedi nîrâna değer.
Yüzünün mihrine karşu
dolaşan dürlerinin,
Birinin nûru nice
mihr-i dirâhşâne değer.
Bâdı sabâ, doğu
ruzgârıdır. Bundan murad edilen mezâhir-i aliyyenin zuhûrudur, yani Cenâb-ı
Hak-kın mevcûdatta gürünmesidir.
Eşiğinde baş urup sıdk
ayağın berk basanın,
Başı arşa ayağı
kürsî-i Rahmâna değer.
Bir tevhîd ehli ki,
tekmil fenâ makâmlarına erişince kendisinden eser kalmaz. Anın başı arşa, ayağı
da Rahmânın kürsîsine değer. Kürsîden arşa kadar Beşbin yıllık yoldur.
Limen-il mülk nidâsın
işiten can kulağı,
Anı cânından işitir
yine cânâne değer.
Ârif olan kişi her an
“Limen-il mülk-ül yevm”, yani “Mülk kimindir söyle” nidâsını işitir. “Cânından
yine cânâne değer”. Çünkü tevhîd ehlinin vücûdu, sıfatı, ef’âli varmı, yoktur.
Hak tarafından yapılan “Limen-il mülk-ül yevm” nidâsı yine cânâne değer.
Cânândan nidâ olunur, yine cânân işitir.
Ol nidâyı işitir men
arefe vâkıf olan,
Lîk ol mâ’rifeti sanma
her insâna değer.
Velâkin bu işitme
ma’rifetini her insanda bulunduğunu sanma, yoktur bulunmaz. Ancak aşağıda
zikredilen makâmlara erişenler işitir. Bu makâmlara sülûk makâmları denir:
Fenâ-i ef’al, Fenâ-i sıfât, Fenâ-i zâttır. Cezbe makâmları: Cem, Hazret-il cem,
Cem-ül cem makamlar ki bunlara aynı zamanda “Tedellâ makâmları” da denir. Bu
sebeble Niyâzî hazretleri:
“Sana bir cezbe Niyâzî
ki o dosttan yetişe”
Düküll-i ins ile cinne
olan ihsana değer.
diyor.
____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Halk içre bir âyineyim
herkim bakar bir an görür,
Her ne görür kendi
yüzün ger yahşi ger yaman görür.
Şol câhil-ü nâdânı gör
örter Hak-kı inkâr edip,
Kâmil olan Kâmilerin
herbir sözü bürhân görür.
Câhil kimsenin Hak-kı
görüp onu örterek inkâr etmesi şunun gibidir ki, mesela diyelim Pâdişahı şaşalı
kiyâfetini değiştirerek çarşıve pazarda halk arasında dolaşsa, onu herkes görür
velâkin kimse onun zamanın Pâdişahı olduğunu bilmez. Ama Pâdişâhı yakından
tanıyan bilir, tanımayan görür fakat bilmez. İşte Hak da böyledir. Hak-kı
tanıyan hem görür hem de bilir velâkin tanımayan câhil görür ama bilmez. Şimdi
o kıyafet değiştiripgörülen Pâdişâhın zamanın Pâdişâhı olduğunu bilmeyen câhile
bu durumu nasıl anlatırsın? O câhil böyle Pâdişah olur mu, bu Pâdişâh değildir
diyerek inkâr eder.
Medh ile zemmi âlemin
kıymette bir hardal dürür,
Hâr o dürür harmanda
ol buğdayı kor saman görür.
Meselâ, bir merkep bir
harman yerine girse, o samanından ayrılmış olan buğdaya bakmaz. Nerede büyük
saman yığını görürse oraya koşar, zirâ o buğdaydan değil samandan tat alır.
Tuttu rikâbın Ârifin
nice Salâtin-i evvel,
Kâmil olan Sultanı gör
dervişi ol Sultân gör.
Şeyhül Ekber zamanında
Bağdad, Konya (Selçûkî Sultanı), Şam ve Endülüs Hükümdârları kendisinin
müridleri idi, hatta onlara gidip ders okuturdu ve hepsi onun rikâbında (biraz
gerisinde) yürürlerdi.
Dervişi Hak yakmış iken
anı yakan Sultâna bak,
Hamam içinde dilberi
görmez gözü külhân gör.
Dedi ulular levn-i mâe
levn-i enâ dır şüphesiz,
Kana boyanmış göz
hemin Nîl-ü Fırâtı kan görür.
“Cüneyd-i Bağdadî”
hazretlerine Hak nicedir? diye sormuşlar. Cevaben: “Levn-i mâe lelvn-i enâe”,
yani “Suyun rengi kabın rengidir” buyurmuştur, yani suyun haddi zatında rengi
yoktur. Suyun rengi içine konulduğu kabın rengini alır, mesela bardak mavi ise,
suyun rengi mavi görünür, yeşil ise yeşil, kara ise kara, kırmızı ise kırmızı
görünür. Şeyhül Ekber Cüneydin bu cevabını çok beğenmiş ve “Füsus” a koymuştur.
Kana boyanmış göz Nil
ile Fırat nehirlerini kan görür. Halbuki Nil ve Fırat nehirlerinin suları kan
mıdır, hayır kan değildir. Bakanın gözünde kan olursa bunları da kan görür.
Zamanın Şam Sultanı
Şeyhül Ekber’e yüzbin kuruşa mal olan bir konak hediye etmişti. Esasen ona
daima böyle hediyeler gelir, o da geldiği anda fakirlere tasadduk ederdi.
Ol dilberin Mehdî adı
sükker durur halka tadı,
Mısrî çeker bu mihneti
ol râhatı Rahmân görür.
_____________
Vezin: Mefâîlün
mefââlün mefâîlün mefâîlün
Rumuz-u Enbiyâ-yı
vâkıf esrâr olandan sor,
Enel-Hak sırrını
candan geçüp berdâr olandan sor.
Enbiyânın rumûzunu,
yani işâretlerini bu sırra vâkıf olandan sor. Hazreti Ömer (R.A.) buyurmuştur:
“Hazreti Resûlullâh ile Ebubekir-is-Sıddık (R.A.) birbirleriyle sohbet
ederlerken aralarında Arapça konuştukları halde, sanki ben Arapça bilmiyormuşum
gibi konuşulanları anlamazdım.” Bunun sebebi hazreti Ebûbekir “Sıddıkiyyet”
makâmında idi. Hazreti Ömer vesâire sahâbe ise ancak Hazreti Resûlün vefâtından
sonra Sıddıkiyyet makâmına vasıl oldular. Hazreti Ebûbekir’e Sıddıkiyyet makâmı
Medine-i Münevvereye hicret etmek üzere Resûlullâh ile Mekke-i Mükerremeden
gizlice çıkıp kırda bir mağarada gizlendikleri sırada verildi. Ebûbekirin
çobanı hergün akşam sabah koyunlarını getirip sağar ve onlara ikram ederdi.
Birgün beklenen koyunlar gelmediğinden Ebûbekirin kalbine korku düştüğünü
Resûlullâh efendimiz keşfetti. İşte bu sırada Tevbe sûresinin 49. âyeti nâzil
oldu: “İllâ tensuruhu fekad nasara-hullâh-ü iz ahrecehüllezîyne keferû
sâniyes-neteyn-i izhümâ fil-gâr-i iz yekûl-ü li sâhib-i hi lâ tahzen innallâh-e
maanâ...”, “Eğer siz Peygambere yardım etmezseniz kâfirler onu yurdundan
çıkardıkları zaman ona bizzat Allah yardım eder. Mekkeden çıkan iki kişi
idiler. Bunlar mağarada iken Peygamber arkadaşına (Ebûbekire) korkma hiç
şüphesiz Allah bizimle beraberdir...” İşte bu âyeti celîylenin nüzûlüyle
Hazreti Resûlullah (S.A.V.) tarafından Ebûbekir-i Sıddık (R.A.) hazretlerine Sıddıkiyyet
makâmı telkin olundu.
“Velâyet makâmı”
(velilik makâmı) halk ile olduğu vakit halk ile, Hak ile olduğu vakit Hak ile
olmaktır. Sıddıkiyyet makâmı ise yalnız Hak ile olmak, halk ile olmamaktır.
“Kurbet makâmı”
(yakınlık makâmı) ki, Sıddıkiyyet makâmından daha alâdır, hem Hak ile hem de
halk ile olmaktır.
“Beyazid-i Bistâmî”
buyurmuştur: “Ben otuz yıl Hak ile konuştum, halk zannederdi ki, ben anlarla
konuşuyorum”. Kendisinin Sıddıkiyyet makâmında bulunmasına bir delildir.
Hazreti Ebûbekir Kurbet makâmına Halifeliği zamanında nâil oldu. İşte Mısrî
efendinin “Rumûz-u Enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor” demesi budur. Bakınız
meselâ iki tevhîd ehli birbirleriyle tevhîd üzerine muhabbet ederlerken avamdan
(bu hususlara vâkıf olmayan bir kimse) biri gelse, muhabbetlerine vâkıf
olabilir mi ve onların konuştuklarını anlayabilir mi? Velev ki dinleyen âlim
olsun anlayamaz.
Yürü var ehl-i tecridi
alâik ehline sorma,
Anı cân-u cihânı terk
edüp deyyâr olandan sor.
Hallac-ı Mansûr’un
“Enel-Hak” dediği kitaplarda yazılıdır. Halbuki Mansûr kayıd ile bu sözü
söyleyebilir mi? Mansûrun mazharından “Enel-Hak” diyen Hak değil midir? Bu
sözün Mansûr’a isnâdı küfürdür. Şimdi Mansûr sağ olsaydı ve kendisine de
sorulsaydı, “Enel-Hak” kim dedi, o bilir ondan sor diyecektir.
Tecrid ehlini (Allaha
gönülden bağlananlar), yani makâm sahibi bir kimseyi alâik ehli, yani makâm
görmeyen diğer kimseler bilebilir mi, bilemezler. Yine onu ancak makâm
sahipleri bilir.
Cân-u cihânı terki,
cânını ve cihânı terkeden bilir. Cân ve cihânı terk etmeyi sen terk-i cân ve
terk-i cihân edenden sor.
Gehi kahr-ü gehi
lutfun kemâlin bilmek istersen,
Fenâ ender fenâda yoğ
olup hem var olandan sor.
Fenâyı bilen (Fenâ
makâmlarını gören) fenâ olup bekâ (bekâ makamlarını gören ) bulandır.
Dilâ bu Mantık-ut-tayrı
fesâhat ehli anlamaz,
Anı ancak ya Attâr
veyahut Tayyâr olandan sor.
Bu kuş lisânını
fesâhat ehli bile anlamaz, onu sen Şeyh Attâr’dan sor. Bu zatın “Mantık-uttayr”
adlı tevhîde dair yazdığı bir kitâbı vardır. İşte o kitabı Şeyh Attâr’dan sor
sözü kinayeli (ik şeyden birini diğeri yerine kullanma) bir sözdür. Bir de
Mantık-uttayr kuş lisanı olarak itibar olunursa, anı sen o uçandan, yani kuş
olandan sor. Çünkü konuşulan sözler kuş lisanıdır, anı ancak kuş olan bilir.
Anadan doğma gözsüzler
kemâhi görmez eşyâyı
Niyâzî vech-i dildârı
Ulül-ebsâr olandan sor.
Bu ne gibidir? Meselâ,
anadan gözsüz olarak doğanbiri çevresindeki eşyâyı görebilir mi? Meselâ, şu
kırmızıdır, bu karadır, bu filân renktedir diye sayar ama bilmez. Anları ancak
gözleri gören bilir. Bunun gibi gönül gözü kör olan sevgilisinin yüzünü
görebilir mi, göremez. Onu ancak bâsiret sahibi (gönül gözü açık olan) olandan
sor.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Kim ki aşkın dârına
berdâr olur,
Cümle uşşâk içre ol
serdâr olur.
Bunda uşşâkı yakan öd
âkibet,
Nâr-ı İbrahim gibi
gülzâr olur.
Bunda ağyâr
kesretinden kurtulan,
Vahdet illerinde
vâsıl-ı yâr olur.
Her kim aşk yolunda
can verirse, o kimse âşıklar içinde serdâr (Baş tacı) olur. Burada âşıkları
yakan ateş İbrâhim (A.S.) mın ateşi gibi sonundagül bahçesi olur. Malumdur ki,
Nemrûd İbrahim (A.S) için o kadar büyük bir ateş yaktırdı ki, bir mil mesâfeden
yani dörtbin adımdan daha yakına kimse yaklaşamazdı. Sonra şeytanın öğretmesi
üzerine onu mancınık ile ateşe attı. Bir de dürbünle bakıp gördü ki, Hazreti
İbrahim ateşin içinde biriyle oturmuş muhabbet ediyor. Hazreti İbrahim bir
sandık içinde ateşe atılmış, sandık yanmış İbrahim (A.S.) yanmamıştı.
Korkma Tâmudan eğer
âşık isen,
Bülbül olanın yeri
gülzâr olur.
İşte âşıkı yakan ateş
böyle gül bahçesi olur. Âhirette de “Sırat” cehennem üzerine kurulacaktır. Bir
mü’min sırat üstünden geçerken, cehennem nidâ edecek. Çabuk geç yâ mü’min, zirâ
senin nûrun benim ateşimi söndürdü.
Cennet-i irfâna dahil
olanın,
Kande baksa gördüğü
didâr olur.
Gözsüz olanlar o yüzü
göremez,
Anı gören hep
Ulül-ebsâr olur.
Hak-kın yüzünü gözsüz
olanlar göremez. Ancak anı bâsiret sahipleri görür.
Dünyânın lezzâtına
aldanma kim,
Birgün ola cümle
zehr-i mâr olur.
Sen dünyânın geçici
olan lezzetlerine aldanma. Birgün olur o lezzet duyduğun şeyler yılanın zehiri
olur, zirâ dünyâ ehli gerek mezarda ve gerekse âhirette yılanların sûretleriyle
azab göreceklerdir.
Sen gerekse ol cihânda
pâdişâh,
Bir beş on günde o
târümâr olur.
Tâc-ü tahtı kulluğuna ol
şehin,
Verir isen devletin
tekrâr olur.
İbrahim Edhem tâc ve
tahtını terkedip sonsuz devlete kavuştu, çünkü bâtınî devletliğin yanında zâhir
devleti bir şemmesidir, yani onun yanında hiçbir şey değildir.
Ger kabul olunsa şâh
olun ebed,
Kande böyle asılı
bazâr olur.
İllâ tâc-u taht’a
olmaz vasl-ı yâr,
Âdet oldur ana cân
isâr olur.
Kim ki kendin yoğ
ederse, Mısriyâ,
Yokluğun tâ gâyetinde
vâr olur.
_________________
Vezin: Mefâilün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Kırıp bin pâre eden
şişe-i kalbi celâlindir,
Yine ep pâresinden
görünen rûy-ı cemâlindir.
Anınçün tiğini çeşmin
demâdem eksik etmez kim,
Yorulup yolda kalmaya
o kim azm-i visâlindir.
“Kırıp bin pâre eden
şişe-i kalbi celâlindir”, yani celâl tecellilerinin kalbe gelişi Allahın sonu
gelmeyen bir lûtfudur. Yine her tecellîde onun cemâlinin yüzü görülür.
Nicesi baksun etrâfa
ya ahkâfa yahut Kâfa,
Şu Anka kim anın gönlü
nazargâh-ı hayâlindir.
Beyitte geçen etrâf
taraflar, ahkâf da dağ tepeleri, Kâf da Kâf dağıdır. Şimdi zâhir ehlinin
indinde bu âlemin vücûdu başka, Hak-kın vücûdu başka olarak kabul edilir. Yani
âlemin dahi Hak-kın vücûdundan başka müstakil vücûdu vardır. Tarîkat ehlinin
indinde ise bu âlemin vücûdu vücûd-u zillî ve hayalîdir. Vücûd Allahın
vücûdudur. Bu halkın vücûdu Hak-kın vücûdunun zillî, yani gölgesidir. Meselâ,
bir adamin güneşin nûrundan gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden
adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. İşte bu âlem de Hak-kın vücûdunun
gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur. Mısrî efendinin “Nazargâh-ı
hayâlindir” demesi bu kavle (söze) göredir.
Fakat bu husus hakikat
ehli indinde vücûd ancak Allahın vücûdudur. İlâhî vücûddan başka vücûd yoktur.
Andan dolayıdır ki, Resûlullah (S.A.V.) efendimiz Ahadiyyet makâmının asâleten
bizzat sâhibi olduğundan gölgesi yok idi, yani gölgesi yere düşmezdi.
Bulunmaz lâ-mekânîdir
bilinmez bîşânıdır,
Hemin ancak sana
kuldur senin ehl-ü iyâlindir.
“Senin ehl-ü
iyâlindir” demek o kendi kendine hizmet eder, kendi kendine söyler. Yani
rubûbiyyetle rubûbiyyetine hizmet eder, çünkü Cenâb-ı Hak ve gayb-ı Mutlak
zâhir oldu, yani Cenâb-ı Hak hicâb-ı rubûbiyyetle zâhirdir.
Dağıldı min sad ra
(Mısrî) bozuldu nispet-i suğrâ,
Benim bu nispetim
şimdi ne mâhındır, ne sâlindir.
Mısrî’nin vücûdu
dağıldı, yani vücûd Hak-kın vücûdudur. Mısrîlik kalktı. Şimdi o Mısrîlik
nispeti ne ayındır ne de yıllarındır.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Âteş-i hicrinle can
durmaz figâna başlar,
Kaynayup akar ol
âteşle gözümden yaşlar.
Zerresi zâhir olsaydı
ger beni yakan ödün,
Âlemi uçtan uca yaka
idi hep âteşler.
Harfe savte dokunaydı
bu iniltim şemmesi,
İnler idi yer ve gök
dağlar ile hep taşlar.
Âteşim yâşım iniltim
cân içinde gizlidir,
Zâhirimde yok içimde
hâsıl oldu yaşlar.
Bîkesim bu âlem içre
sırrıma yok mahrem,
Bilmedi derdim benim
ne kavm ne kardaşlar.
Hâlime haldâş olan hem
sırrıma sırdâş olan,
Cümle dağıldı başımdan
kalmadı haldaşlar.
Mahv-ı sırfe düştü çün
dil bunda ben oldum garib,
Yalnız kaldım tükendi
kalmadı yoldâşlar.
Vech-i mutlak günde
yüzbin çehreden yüz gösterir,
Yerde gökte anı yazar
cümle-i nakkaşlar.
Nicesi tâkat getürsün
ana karşı Mısrî kim,
Adın işitmekle düştü
halka bu savaşlar.
Zâhir üzre takrir
olundu. (Hacı Maksud efendi).
______________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Nice bir mekr-ü hiyel
nikbeti Deccâl nice bir,
Nice bir ey dini yok
mezhebi yok dâl nice bir.
Nice bir adl-ü fitnevi
ihyâ edesin,
Beni öldür sunayım
boynumu gel çâl nice bir.
Hâkim-i şer-i dahi
kendine uydurdun ise,
Hâkimin hükmü yeter
fitne ile âl nice bir.
Hâzırım ben hünerin
var ise gel görüşelim,
Ledün ilmi okuyan
gönlünü gel sâl nice bir.
Şerr-i deccâli def-i
mümkün olamı söz ile,
Mısrıyâ var ise hâlin
o yeter kâl nice bir.
Deccâl için Cenâb-ı
Hak Kur’ânı Hakîmin Mâide suresinin 31. ci âyetinde : “Min ecl-i zâlik-e
ketebnâ alâ benî isrâil-e ennehû men katele nefsen bi-gayr-i nefsin...”, “Biz
benî İsrâile Tevratta yazdık ki, herkim birini haksız yere öldürürse, sanki
bütün insanları öldürmüş gibi günâhkâr olur ve herkim birini ihyâ ederse, sanki
bütün insanları ihyâ etmiş gibi sevâb verilir...” Malumdurki, Tevrat Kur’ân-ı
Kerîm gibi âyet âyet nâzil olmamıştır. Tevrat zebercedden mücevher dokuz levha
üzerine yazılı olarak birden inmiştir. Âyette geçen bu öldürme gerek sûrî
(insanı bizzat öldürerek) olsun ve gerek mânevî şekilde olsun ikisi de birdir.
Mânen öldürme meselâ, bir adam Hak yolunda giderken, dalâlete saptıran bir
kimse ile karşılaşır. O kimse bu Hak yolunda gidene; gel buraya bu ibâdet
nedir? Bu namaz, oruç nedir? Vazgeç bunları bırak diyerek onu kandırır, böylece
adamın kalbini öldürür. Bu durumda ona sanki bütün insanları öldürmüş gibi
günâh yazılır.
Diğer husus ise bir
zat birini delâlet yolunda görür, gel buraya niçün böyle yapıyorsun? Cenâb-ı
Hak böyle, Resûlüllâh şu tarzda buyurmıuştur. Şöyle yap, böyle yapma, ibâdeti
şöyle yap, namaz kıl, oruç tut diyerek ona tavsiyelerde bulunur ve dalâlette
gittiği yoldan çevrilirse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevâba nâil
olur.
Şeyhül Ekber (R.A.)
hazretleri “Fusus” adlı eserinde :
“Bir adam birine dine
âit bir meseleyi öğretmiş olsa, hem o öğrettiği adamı, hem de bütün insanları
yeniden diriltmiş gibi sevâb verilir” demiştir.
____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Hazreti İsâ inüp
gökten tamam etti zuhûr,
Ger sen idrâk
eylemezsen belki sendendir kusûr.
Dirilüp aceb zenb-i
hem cümle mevtâ serteser,
Na’ra-i İsrâfil oldu
cümleye çalındı sûr.
Birinci beyitte geçen
“Hazreti Îsâ inip gökten” de, hazreti Îsâ teşbihe dâvet ederdi (Cem makâmına),
hazreti Musa ise tenzihe (Hazret-il Cem makâmına) davet ederdi. Çünkü hazreti
Mûsâ’nın kavmi teşbih ehli idi.
İşte her vakitte her
peygamberin meşreb ve meşhedinde (gidiş ve ve tutumlarında ve geldikleri
zamanlarında) çeşitli insanlar vardı. Beyite geçen hazreti Îsâ’dan murad edilen
Cem makâmı sâhipleridir.
Bir kabirden Bin
Muhammed her birisi Yüzbin,
Baş olup gitti önünce
zâlik-e yevm-ün-nüşûr
“Bir kabirden Bin
Muhammed” demek Muhammedî olanlardan Bin kişi zâhir olur demektir. Çünkü Îsâ
meşrebinde (Îsânın dininde) olanlara Îsevî derler, Mûsâ meşrebinde olanlara
Mûsevî derler. İşte Muhammed meşrebinde olanlara da Muhammedî derler.
Enbiyânın âsumân-ı Hak
gibidir sözleri,
Evliyânın sözleri
tezyin dürür etme gurûr.
Enbiyânın sözlerini
Evliyâ tezyin eder, yani peygamberlerin sözlerini Velîler kendilerinden herhangi
bir katkıda bulunmadan noksansız olarak süsleyerek bildirirler.
Mısrıyâ her sözünü
Hak-tan işit söyle kim,
Ric’atiyle baksalar da
görmeye kimse futûr.
_____________
Vezin: Fâilâtün
mefâîlün fa’lün
Erimiz erdir Pîrimiz
Pîrdir,
Kâremiz nûrdur yerimiz
Tûrdur.
İsteyen yâri izlesun
Pîri,
Pîrden ayrılan Hak-tan
ayrıdır.
Pîrdir envârım Hak-tır
etvârım,
Düşmanım bî-şek
Hak-tan ol dûrdur.
Şol ki Süfyânî arttı
tuğyânî,
Oldur şeytânî bir gözü
kördür.
Azdırır halkı bezdirir
Hak-kı,
Kizbi çok sıdkı
bindebir yokdur.
Hak-ka kul ol, kul
olasın makbul,
Dil müslümanı şâhidi
zordur.
Mısrî’nin dinde izzeti
zinde,
Cümle milletten
Hamzavî zordur.
İlk beyite geçen
“yerimiz Tûrdur” dan maksad: Hazreti Mûsâ Tûr dağında Cenab-ı Hak-la konuştuğu
gibi, ayni muvahhid olan tevhîd ehli de her yerde Hak-la konuşur. Bu durumda
herbir tevhîd ehli bir Tûr’dur.
“Şol ki Süfyânî arttı
tuğyânı
Oldur şeytânî bir gözü
kördür.”
Burada Süfyânın oğlu
Yezîd hakkında işâret vardır. O Ehli Beyti ve ayrıca saltanatı zamanında erkek
kardeş, kız kardeşi almak câizdir diye fermân yazdırdı ve buna itiraz edecek
Ulemâyı ve Ehli Beyti kim severse öldürün demiştir. İşte mısrî efendi
beyitlerinde bunu söylüyor.
Mısrî’nin dinde izzeti
zinde,
Cümle milletten
Hamzavî hordur.
“Cümle milletten
Hamzavî hordur” beytinde geçen “Hamzavî” sözü Hamzavîlerdir. Hamzavîler Bayramî
Melâmilerden Hamza adında bir zâttır, Mürşid bir tevhîd ehli idi. Fûsus şârihi
Bosnalı Abdullah efendinin müridlerindendi. Lâkin o zamanlar İstanbul Ulemâsı
gayet müteassıp olduğundan bunları hor görürlerdi. İşte Mısrî efendi bu beyti
buna göre söylemiştir. Hamzavî olanlardan “İdris-i Muhtefî” namında biri vardı
ki, asıl adı Ali Bey olup, muhtefî (gizlenmiş) adı onun bu gizlenişinden dolayı
ona lâkap olarak verilmiştir.
____________
Vezin: Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Bilenler vech-i cânânı
bu cism-ü cânı neylerler,
Görünse şemsin envârı
meh-i tâbânı neylerler.
Bugünkü cennet-i
irfâna dahil olsak uşşâk,
Yarınki va’d olan hûri
veya gılmanı neylerler.
Rahman sûresinde adı
geçen dört cennet “Cennet-il a’mâl” (amellerin cenneti) olup mü’minlerin
avâmına mahsustur. Orada Hûri, Gilman, meyveler, kasûr (kasırlar, yani köşkler)
ile zevk ve lezzet duyarlar. Cennet sekiz adettir. İşte dördü amellerin
cennetidir ki, mü’minlerin avâmına mahsus, diğer dördü de tevhîd ehline
mahsustur. Orada öyle hurî, gilman, köşkler vesâire yoktur. Onlar bu gibi nefsî
zevk almayı istedikleri vakit Cennet-il a’mâle tenezzül ederler. Anların
telezzüzleri (lezzet almaları) “Cemâl-i İlâhî” iledir, yani Allahın cemâlini
seyretmektir. Hazreti Resûlullah (S.A.V.) min makâmı da oradadır ve “Cennet-il
Vesîyle”dir. Bir rivâyette tevhîd ehli de cennet-il a’mâle girerler velâkin
cemâl-i İlâhî ile orada telezzüz ederler. Meskenleri cennet-il a ‘mâlde
olabilir. Fakat birinci ve sahih rivâyet meskenleri yukarıda olup, nefsî
telezzüzleri için istekleri olduğu zaman inerler ve yine makâmlarına
yükselirler.
Bugün amâ olan yarın
dahi amâ olur elbet,
Aça gör cân gözün kim
bî-basar nâdânı neylerler.
Şimdi bugün burada kör
olan yarın da kör olur, hatta körden daha aşağı olur, çünkü kör bir insan yine
hararetten güneşin doğuş ve varlığını hisseder velâkin bâtın gözü (gönül gözü)
kör olan kimse güneşin zâtını hissetmez.
Sülûk ehline insan
sohbetin bulmakdürür maksud,
O sohbet kim bulunsa
sohbet-i hayvânı neylerler.
Tevhîd yoluna girmiş
sülûk ehli bir kimsenin isteği ancak bir Mürşid-i Kâmilin sohbetini bulmaktır.
O bu sohbeti bulduktan sonra hayvan gibi olanların sohbetlerini ne yapsın? Ne
yarar görür o gibilerden, belki de zarar görür.
Gönül duymazsa vicdân
ile Allah-ı hakîkatçe,
Mücerred dildeki ilmi
veya irfânı neylerler.
Sülûk görmeyen ve
gönlü vicdânıyla Hak-kı bulmamış olanın kitaplardan öğrendiği ve lisânı ile
söylediği ilim ve irfânın ne yararı vardır?
Ne hâsıl şol ibâdetten
riyâ ve ucb ola anda,
Gider şirki gönülden
Hak-ka kim tuğyânı neylerler.
Salât-ı ehl-irfân
kıblesidir semme vech-ullâh,
O veche kul olanlar
tâat-ı noksânı neylerler.
İrfân ehlinin
namazlarının kıblesi “Fesemme Vech-ullâh” dır. Çünkü irfân ehlinereye teveccüh
ederse Hak-kı müşâhede eder. Bu âlemde Hak-tan başka var mı, yoktur. Onun
zâhiren “Beyt-i Şerîf” (yani Kâbeye) cihetine teveccüh etmesi Allahın emri
olduğundan dolayıdır. Velâkin secde oraya mıdır, değildir. Onun kalbi secdeden
ebedî olarak baş kaldırmaz, çünkü iş kalbin Hak-ka secde etmesidir. Kalb bir
kere secde etti mi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Zirâ kalbin secdesi
kalıbın (yani cesedin) secdesi değildir.
Niyâzî künt-ü kenz’in
sırrını kendinde buldunsa,
Süleymen tahtını, ya
hikmet-i Lukmân’ı neylerler.
_____________
Vezin : Mef’ûlü
mefâîlün mef’ûlü mefâîlün
Yâ Rab bize ihsân et
vuslat yolunu göster,
Sûrette koma cân et
uzlet yolunu göster.
Eyledi hevâ gaaret
oldu işimiz âdet,
Dergâhın ola gâyet
kudret yolunu göster.
Nefsimi hevâdan kes,
kalbimi riyâdan kes,
Meylimi sivâdan kes
halvet yolunu göster.
Candan sana tâlip kıl
her tâate râğıp kıl
Bir Pîre musâhib kıl
hizmet yolunu göster.
İkinci beyitte geçen
“Pîr” den murad edilen “Mürşid-i Kâmil” dir. Hak-kı bulmak pek kolaydır, velâkin
Hak-kı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür. Bunlar kimyâ gibidir, velâkin
bulunması kimyâdan güçtür.
Tâ’lim edip esmâyı
bildir bize eşyâyı,
Duymaya Ev ednâ yı
hikmet yolunu göster.
Birinci beyitte geçen
Esmâ, yani isimlerden murad edilen taayyânattır (insanın görünen vücûdu) ,
“Necm” sûresinin 8. Ve 9. Âyetlerine işârettir: “Sümme denâ fe-tedellâ fekân-e
kâb-e kavsey-i ev ednâ”. “Kulum Muhammed bana yaklaştı, daha fazla yaklaştı, tâ
ki benimle arası iki yay boyumu kadar”. Âyetlerin bâtını manâları ise: “Denâ”
Seyr-i illallâh-tır (Allaha yaklaşma), yani tevhîd mertebelerinde Fenâ-i ef’âl,
Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i zâttır.
Hâr içre biter gülzâr,
zâr içre doğar envâr,
Her şeyde tecellîn var
rü’yet yolunu göster.
Şu kim ola vuslette,
halvet bula celvette,
Bu Mısrî’ye kesrette
vahdet yolunu göster.
Bunlar tevhîdde urûc
(yükselme) makâmlarıdır. “Tedellâ” ise nuzûl, yani rücû (avdet edici, geri
dönme) makâmları ki, Cem, Hazret-ül Cem makâmlarıdır. “Kaab-e kavseyn” ise
Cem-ül Cem makâmıdır. “Ev ednâ” da son makâm olan Ahadiyyet makâmına işârettir.
Çünkü Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i Sıfât , Fenâ-i Vücûd makâmları, Bekâ-i Zât, Bekâ-i
Sıfât, Bekâ-i Ef’âl olarak bekâ makmlarıdır. Esasen fenâ (yok olma) ve bekâ
(tekrar kavuşma) iki kavistir. Bu iki kavis (yükselme makâmı) Cem-ül Cem
makâmında birleşirler. Ev-ednâ ise son makâm olan Ahadiyyet makâmıdır. (Son
beytinde de Niyâzî Mısrî hazretleri “Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster
diye Tanrıya niyâz etmektedir.)
____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün fâilün
Oldu yüzün subh-i
senin ey nigâr,
İn fecer-e yenfecer-u
enficâr.
Kalmadı bu dilde seni
göreli,
İstaber-e yasrabar-u
istibâr.
Lütfedüp etme beni bin
cevr ile,
İhteber-e yuhteber-e
ihtibâr.
Sana atâlar yaraşur
bendene,
İftekar-e yeftakir-u
iftikâr.
Mısrî’nin herşeyi
yolunda olur,
İnteşer-e yenteşir-u
intişâr.
Sende çü cem oldu
hüsün şivesi,
İkteser-e yektasır-e
iktisâr.
Yetmişsekize vardı yaş
eyledin,
İhteyer-e yahtayer-u
ihtiyâr.
Etme Niyâzî gedâyî
meded,
İntezer-e yentazir-u
intizâr.
Yukarıdaki beyitler
zâhir üzre takrir olunmuştur.
Yalnız son beyitte
Mısrî efendi “Yetmişsekize vardı yaş” diyerek ihtiyarladığını beyân etmiş ve
gerçekten de kendileri Yetmişsekiz yaşında vefât etmiş ve aynı zamanda bununla
Şeyhül Ekber (R.A.) hazretlerinin de Yetmişsekiz yaşlarında âlem-i dâr-ül
bekâya intikâl ettiklerini bildirmektedir. (H.M. Efendi).
_____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bu halvete bakma güzâf
zevk-u safâ halvettedir,
Halvetle kıl içini sâf
nûr-i ziyâ halvettedir.
Nefsini sana bildirir
ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur
fakr-u fenâ halvettedir.
Deryâ olup durmaz
coşar talazlanup baştan aşar,
Kendisini bilmez şaşar
aşk-ü hevâ halvettedir.
Halvet üç kısımdır:
1- Şeriatte halvet.
2- Tarîkatte halvet.
3- Hakîkatte halvettir.
1- Şeriâtte halvet:
Camide Ramazan-ı şerîfin son on gününde yapılan itikâftır (mukaddes bir yere
kapanıp ibâdetle meşgul olmak). İtikâf yerinin dâima cemaatle namaz kılınan
cami olması ve özürsüz dışarı çıkılmaması şarttır. Özrü meselâ, bir cenâzesi
olur veya yiyeceğini tedârik için gibi şeyler olabilir ve o camide oturacağı
yerin bir örtü ile sarılması lâzımdır. Hazreti Resûl hasır ile sarmıştı.
Ziyâretine gelen erkek ve kadın olduklarını ayırt edebilmesi için kadınların
tırnaklarına kına sürmelerini emir buyurmuştu. Fakat sonrada bir kadın bileğine
kadar kına koyup elini öpmek isteyince bunu yasakladı. Sünnet olmak üzere eline
kına koymanın aslı yoktur.
2-Tarikatte halvet:
Bir insanın dört duvar arasında kırk gün kalarak orada ibâdet ve riyâzat ile
meşgul olmasıdır. Bu vamiye mahsus değildir, camide de tekkede de veya kendi
evinde olur. Yalnız erbain vakti denilen (19 Aralıktan 17 Ocağa kadar süre)
zamana münhasır değildir, sair zamanlarda da olur. Hazreti Peygamber yiyecek ve
içeceğini alarak Hira dağında bir mağara içinde 15-17 gün veya daha fazla
kalarak halvet ederlerdi. Hatta Tarîkat ehlinin halvet yapmalarının istinâd
ettikleri husus budur.
3-Hakîkatte halvet:
Fenâ-i Ef’âl, Fenâ-i Sıfât ve Fenâ-i Vücûd etmektir. O zaman Hak-tan gayrı
kalır mı, kalmaz. Bu mevcûdatın vücûdu Hak-kın vücûdudur. Bu âlemde Hak-tan
gayrı mevcûd yoktur.
İsmail Hakkı (K.S.)
Muhammediyye şerhinde: “Bizim halvetimiz celvettir” demiştir. Sonra bu hususu
bize Şeyh Safî efendi sordu: “İsmail Hakkının bu sözlerinin manası nedir?”. Biz
de “Evet asıl halvet celvette olur, yoksa dört duvar arasında olmaz.” diye
cevap verdik.
İşte Niyâzî’nin
beyitlerinde geçen “Zevk-ü safâ halvettedir” sözlerinden maksadı, sen bu
halvete hakaretle bakma, içini saf kıl, yani kalbini halvetle şirkten tasfiye
eyle, o zaman senin kalbinde Allahın nûru doğar demesidir.
Nefsini sana bildirir
ölmezden evvel öldürür,
Yokluk yolunu duygurur
fakr-ü fenâ halvettedir.
Buraya “Mûtû kabl-e en
temûtû” şerefli hadisine işaret olunmaktadır. Öyle ya halvet fakr-ü fenâyı icâ
ettirir, çünkü halvet ehlinin ef’âl, sıfât ve zâtı Hak-kın ef’âl, sıfât ve
zâtında fânîdir.
Hak-kın esmâsı üç
kısımdır: Biri zevâhir ki, esmâ-i hüsnâda geçen Hâlik-ün, Bâri-ün, Musavvir-ün
Aziz-ün, Cebbâr-ün gibi isimlerdir. Biri de kinayât, vellezî gibi, birisi de
zamirler olup Hû-ve (O), Ente (sen), Ene (ben) gibi. Bunların hepsi ilâhî
isimlerdir. Zâhir ehli Hû ya işâret ismidir der. Halbuki Hû İlâhî
isimlerdendir, gayb-i mutlaka delâlet eder. Ve bu “Hüviyyet makâmı” Ahadiyyet
makâmından daha yüksektir.
Encüm ile şems-ü kamer
âteşlere düşmüş yanar,
Yer oturup gökler
döner arz-u semâ halvettedir.
Aç gözünü ibretle bak
birdir kamu yakın ırak,
Deprenmez olur dil
dudak vasl-ı likâ halvettedir.
Firkâtte vuslat
isteyen mihnette rahat isteyen,
Vuslatta işret isteyen
ayş-ü bekâ halvettedir.
Yıldızlar, güneş, ay
ateşlere dönüp yanarlar, yani dönerler. Mısrî efendinin yer oturup demesi de
yerin döndüğü görülmediğinden dolayı söylemiş, yoksa yer dönmektedir, fakat
yerin hareketi devrî, göklerin hareketi ufkîdir.
“Arz-u semâ
halvettedir” demek, çünkü onlar da Hak-tır, yakında da uzakta da olan Hak-kın
vücûdu değil midir? Evet Hak-kın vücûdudur.
Terket Niyâzî sen seni
bir eyle gel cân-u teni,
Duya diyen Hak sırrını
sırr-ı Hüdâ halvettedir.
Ruh dört kısımdır:
Biri cemâdî ruh ki Ruhu-şeyin vücûde derler. (Vücûdları katı olan dağlar,
taşlar gibi cansız görünen şeyler). Biri de bitkisel ruhtur. Bitkisel ruhta
cemâdî ruh da vardır. Bu ruh bitkileri geliştirir. Fakat o bitkiyi kesmiş
olsanız, onun bitkisel ruhu gider, gelişmesi durur. Geriye onun cemâdî olan
ruhu kalır. Şu halde bitkilerde iki ruh vardır: Biri cemâdî olan ruhu, diğeri
de bitkisel olan ruhudur.
Diğer bir ruh da
hayvânî ruhtur ki, hayvanların ruhudur. Hayvanlarda da üç ruh vardır: Biri
cemâdî olan ruhu ki, bu onun cismidir. Biri de bitkisel ruhu ki, hayvanı
büyütür, geliştirir. Diğeri de hayvânî ruhu ki onun hissidir.
Dördüncü ruh: İnsânî
ruh ki, insanlarda vardır. İnsânî ruhta da dört ruh vardır: Cemâdî ruh,
bitkisel ruh, hayvanî ruh ve insânî ruh ki, bu ruh insanın zihni kuvvetidir. Bu
ruhların hepsi Hak-kındır. İşte Mısrî efendinin: “Terk et Niyâzî sen seni, bir
eyle gel cân-u teni” dediği budur.
Bir insanın ölümü
halinde onun insânî, hayvânî, bitkisel ruhları çıkınca geriye cemâdî ruhu kalır
ki, bu ruh onun kalıbıdır. Bu geriye kalan bir cesettir ki, ha taş ha o cemâdî
olan ruh ikisi de birbirine eşittir. İşte insanı, insânî ruhun mesken
bulunduğuna ikrâm olmak üzere yıkayıp, kefenlerler ve namazını kılıp toprağa
verirler. İşte son beyitte geçen “Sırr-ı Hüdâ halvettedir” demek tevhiddedir
demektir.
____________
Vezin: Mef’ûlü
fâilâtün mef’ûlü fâilâtün
Vallâhi deccâlsenin
emeklerin hebâdır,
Çalıştığın sihr ile ha
bir kuru anâdır.
Muhittir Allâh seni
her işin ol halk eder,
Mekr-i Hüdâdan sakın
bal sandığın belâdır.
Müstedricin keydini
keydin içinde gözet,
Kazma derin kuyuyu
boyunca var kazadur.
Hasmını da bir gözet
var mı sana hilesi,
Bî-hod olandan sakın
kim sâhibi Hüdâdır.
Yaprağı yer
dudu’l-kazz güle güle dut ağlar,
Yaprağın dut bulur
dûdun sonu fenâdır.
Dudul-kazzın askeri
her ne kadar çok ise,
Beyzâya girince ol
asker ona gınadır.
Çamurda sen Mısrî’yi
çok gördükçe basma kim,
Mazlûma sen kıyarsın
Allâh sana kıyâdır.
Hazreti Resûlü
Mekkeden uzaklaştırmak ve onun koruyucusu amcasının yanından uzaklaştırmak için
Kureyşin ileri gelenleri çeşitli hileler düşünürlerdi. Hazreti Resûlün geçeceği
yolları çalı çırpı koyup kendisine eziyet edelim de buradan kaçıp gitsin. Bu
maksatla Ebulehebin karısı ile Süfyanın karısı Hinde birlikte çalılar taşırlardı.
Bu arada Ebulehebin karısı sırtındaki yükü ile birlikte çukura düştü ve
boynundaki ip onu boğuvermişti. Bunun üzerine bu hileden vazgeçip yeni bir
hileye başvurdular.
Bu defa Muhammedi
(S.A.V.) dâvet edelim ve geleceği yola derin bir kuyu kazıp üstünü çalılarla
örtelim. Muhamed bunu görmez, içine düşer ve ölür diye düşündüler. Gerçekten
Hazreti Resûl yapılan dâvete gelmek üzere uzaktan göründü. Ebûcehil karşılamak
üzere acele koştu, fkat evvelce yolun genişliğine kazdırdığı kuyuyu
unuttuğundan, bu defa kendisi içine düştü ve bağırmağa başladı. Aman yâ
Muhammed , gel beni buradan kurtar. Hazreti Resûl gelip mübârek elini uzattı ve
Ebûcehili kuyudan çıkardı. Kendisine imân teklif etti. Fakat imândan nasibi
olmadığı için Hazreti Peygamberin bu mu’cizesi karşısında: Ah, nice bizim
çocuklara iman ederiz dedi. (Ebu Cehil Bedir gazasında Bedrin Arslanları
tarafından paramparça edildi.)
____________
Vezin: Mef’ûlü
mefâilün mef’ûlü mefâilün
Esmâ-i İlâhiyyede
bî-had hünerim var,
Her demde semâvat-ı
hurûfa seferim var.
İsimler üç kısımdır:
Biri anlam bakımından sarf ve nehiv ehli indindeki isimlerdir. Bunun tarifi
kitaplarda yazılıdır. Biri Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin gibi isimlerdir.
Üçüncüsü hakîkat ehlinin indinde olan isimdir ki, bu cihetten isim “Taayün” demektir.
İnsanın görünen vücûduna taayyün derler. İşte beyitte geçen Esmâ-i İlahiyyeden
murad taayyünattır.
Harfler de (Arapçada)
üç kısımdır: Biri resmi olan harfler ki, elif, be, te, se, cim gibi. Biri de
hurûfu sûriyyedir (sûretlerin harfleri) ki, bu görünen kâinat ve cevâhirdir.
Diğeri de hurûfu hakîkiyye ki, İlâhî mertebelerdir. Bunlar, Nûr-i Muhammedî,
Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûla, Arş, Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-i Mükevkebdir ki,
bunlar İsm-i Bedî, İsm-i Bâis ve sâir isimlerin mezâhiridir. Bunların açıklanmasını
“Vâridât” şerhinde “İnnâ aradnal-emânet-e....” âyeti kerimesinin açıklaması
esnâsında yaptım. Oraya müracaat olunsun.
Gönlüm göğünün
yıldızıdır hiç adedi yok,
Her burçta benim bin
güneş bin kamerim var.
Gönül göğünden murad
kalptir. Yıldızdan ise hatıra gelen düşüncelerdir. Hatıra gelenlerin hiç sonu
yoktur. Bin güneş ve bin kamerden maksat o hatıra gelenlerden açılan Tanrsal
zevkllerdir.
Âlimler ebced hocası
olmak olur âr,
Alçak görünen ebced’e
âlî nazarım var.
Âlimler ebced hocası
olmağa utanırlar. Halbuki Mısrî efendi diyor: Ebced’e âlî nazarım var, zirâ
Ebced Benî İsrâil zamanında bir Melîk idi, onun mazharından nice bu kadar âlem
nizam ve intizam bulmuş ve o zamanın Peygamberi tarafından dâvet olunmuş ve
onunla nice vak’alar olmuştur.
Arş-u semâvatı ulûmun
budur elhak,
Hem dahi zemininde
tükenmez güherim var.
Kâmil bir insan
bulunduğu yerdeki insanları okutsa niceleri irşâd olur. Meselâ o bir bitkiyi
bile bir yere dikse mahsul verir. Velhâsıl bunlar her zaman oturdukları
yerlerden kâbiliyetli insanlara nice dersler verirler.
Bununla bir oldu dem-i
Îsâ ile Mısrî,
Gönlüme dahi ne
gelirim ne giderim var.
_____________
Vezin: Müfteilün
fâilün müfteilün fâilün
Derviş olan kişinin
sözleri ümrân olur,
Sâlik-i Hak olanın
râhına bürhân olur.
İlm-i ledün dersini
ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların
derdine dermân olur.
Her seher efgân edüp
bülbülü hayrân eder,
Dideyi giryân edüp
sinesi büryân olur.
Beyt-i dili pâk olur
zikr-i Hak-kı işiten,
Sabr-u karârı gider
işleri devrân olur.
Şem-i cemâle döner
pervânedir âşıkûn,
Zannedr ol câhilün
devriyle isyân olur.
Münkirleri dahl eder
kim ki sösümüz demez,
Yine işi anlara lûtf
ile ihsân olur.
Hak yolunda olanın
sözü hak yoluna delîldir çünkü Tevhîd üzerine söylenen sözler dört kitaba
uygundur, Kur’ânın dışında değildir.
İlm-i ledün dersini
ârif olan kişiler,
Hasta dil olanların
derdine dermân olur.
Ledün ilmi sahipleri,
câhil olanların yanına gittikleri vakit onların dertlerine ilaç olurlar, yani
onların derdi olan cehillerine irfan ile ilaç ederler.
Şem-i cemâle döner
pervânedir âşıkûn,
Zanneder ol câhilûn
devriyle isyân olur.
İlâhî cemâl nûruna
âşıklar devreder, câhiller zanneder ki, onların bu devrânları onlara isyân
olmaz, belki aşk ile devrân asıl istenendir. Bu devrân aşk ile olmazsa, o zaman
bir oyun, yani eğlence olur ki , işte bu devrân haramdır. Hazreti Peygamber
hadisi şerifte buyurmuştur: “İstima-u melâhî haram-ün vel-culûs-i fîhâ fisk-ün
vet-telezzüz-ü bihâ küfrün”. Bu husus muvahhide, yani tevhîd ehline göre
değildir, zirâ tevhid ehlinin oturup dinlenmesi ve lezzet duymasıİlâhî aşk
iledir. Bu husus ona hiçbir zarar vermez, ona devrân ne haramdır ne fıstır ne
de küfürdür. Fakat İlâhî aşk ile olmayana dinlenmek haram olduğu gibi culûs
dahi fısk ve telezzüzü küfür olur.
Sanma Niyâzî özün
derviş oluptur senin,
Derviş olan kişiler
şöylece sultân olur.
Son beyitte “ Ey
Niyâzî, sen sanma özün, yani hakikatın derviştir. Asıl senin özün sultândır”
diyerek bu şiirini tamamlamaktadır.
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
İnile ey derdli gönül
inile,
Ehl-i derdin inleyecek
çağıdır.
Gel timâr et yaranı
sen aşk ile,
Yaraların onulacak
çağıdır.
Câhil kimse hastadır.
Muvahhid olan ise sağlıklıdır. Cehâlet hastalığına ilaç nedir? Aşktır. Anın
için Mısrî efendi: “Gel yarana aşkla ilaç et” buyurdu.
Şol ki gafletle yatup
etmez tareb,
Gövdesinde yok mu ola
can aceb.
İşte vahdet gülleri
açıldı hep,
Bülbülün efgân edecek
çağıdır.
Şol kimse ki gafletle
yatıp kalkar ve hiç derd etmez, merak etmez. Anın gövdesinde canı yok mudur
diye şaşılır. Çünkü âyeti celîlede Cenâb-ı Hak: “Mâ min şey’in illâ yüsebbih-u
bi-hamdihi”, yani “Herbir şey Allahı tesbih eder.” Gerek cemâdât denlen cansız
sanılan taşlar vesâire ve gerek hayvanlar ve gerek sâir her ne kim var hepsi
Hak-kı anar. Bak vücûdun bile anar. İşte nabzın zikr-i zâtî ile “ALLAL ALLAH”
der, zirâ herşeyin zâti zikri vardır. İmdi nice insandır ol insan ki, vücûdunun
zikrinden haberi olmaya. İşte diyor Mısrî efendi; öyle olan insana taaccüp
olunur, yani hayret edilir, şaşılır.
Sen nedîm idin ezel ol
şâh ile,
İmtihân için gelüpsün
bu il’e.
Nedîm, dost ve sadık
kimse demektir. İki dost bir vücûd olursa ona nedim derler. Meselâ tarihte
İbn-i Kemâl Paşa ile Yavuz Sultan Selim Han gibi. İşte sen de Cenâb-ı Hak ile
ezelde bir vücûd idin.
İmân üç kısımdır: Bir
kısmı “İmân-ı Lafzî” ki “Lâ ilâhe illallâh Muhammeddün Resûlüllah” demektir. Bu
zâhir ehlinin imânıdır, yani ehli şerîatin imânıdır. Bir kısmı da “İmân-ı
Huzûri” ki daima gerek sesli, gerekse gizli sessiz olarak ve bir an gaflet
etmeden “Allah Allah” demektir. Bu tarîkat ehlinin imânıdır çünkü zâkir olan
ehl-i tarîktir.
İnlemek sana yaraşur
derd ile,
Hem gözün kan
ağlayacak çağıdır.
Üçüncüsü Hakîkat ehli
ki zâkir değildir. Yalnız sülûk-ü hakikatte zikir ta’lim ettirdikleri her
gördüğü şeye Allah Allah diye zikretmesi ve bir parça tevhîde isti’dâtı olsun
içindir. Çünkü bu tarzda zikir ehli olan Yirmidört saatte Yüzyirmidörtbin kere
“Allah” der.
Hazreti peygamberin
buyurduğu: “Zânî zinâ halinde imânı nez’i olunur” sözleri imân-ı Huzûri ehli
olanlar hakkındadır. Çünkü lâfzî imân sâhibinin imânı söz iledir, nez’i olmaz.
Hakîki imân sâhipleri ise öyle şeye yakın olmazlar.
Yok kararı gönlümün
bilmem neden,
Kasdeder bin pâre ola
bu beden,
Var ise gitmek gerek
bu areden,
Aslına azmeyleyecek
çağıdır.
Ey Niyâzî dünyâda eyle
huzûr,
Şol kişi kim olmaya
ehl-i gurûr,
Hak-kı anla etmeden
bundan ubûr,
Mevtin elçisi gelecek
çağıdır.
İmân-ı hakîki ve
imân-ı zevkî sâhibleri ne gibidirler?
Meselâ hac için
Mekke’ye gidip gelirler, herbiri Mekkeyi bir türlü vasfeder. Bazı dinleyenler
sanki orada bulunmuş gibi bilgi sahib olurlar, bunlar imân-ı zevkî
sâhipleridir. İmân-ı hakîki sâhipleri ise Mekke’ye gidip orada gezmiş ve her
tarafını görüp anlamış gibi olanlardır. İmân-ı lafzî sâhibi olanlar ise
Mekke’nin yalnız ismini anarlar.
Son beyitte “Mevtin
elçisi” hastalıktır.
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Kandedir cehl ile
zulmet nefs-i su’bânındadır,
Kandedir ilmiyle
hikmetbil anı cânındadır.
Zûlmet-i cehli bırak
sen iste nûr-i hikmeti,
Cennetin zevkin
dilersen cümle irfânındadır.
Cehliyle zulmette
(bilgisizliği ile karanlıklarda) kalan nerde, ilmiyle hikmette olan nerde.
Bunların aralarında ne kadar çok fark var. Beyitte geçen “zulmet-i cehil”, bu
sûretleri görüp hakîkati bilmeyendir.
Nûr-i hikmetten murad
edilen de tevhîddir. Yani sen tevhîdi iste.
Tevhîd: Tevhîd-i
ef’al, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i zâttır. Bunlara erişirsen ârif olursun. O zaman
“Cennet-ül ef’âl, Cennet-is sıfât, Cennet-iz zât” da tena’um edersin, yani
ef’âl, sıfât, zât cennetlerinden nimetlenirsin.
Sûreta bu harman-ı
âlemde sen bir dânesin,
Mâ’na yüzüde ne kim
var cümle harmânındadır.
Kâmil insan sûreta bu
harman âleminde bir tânedir velâkin manâda her ne ki var Kâmilin harmânındadır.
Çünkü bu âlemin ma’mûriyeti, yani şereflenmesi Kâmil iledir. Kâmil insan bu
âlemden âhiret âlemine intikâl ettiği vakit ma’muriyyet de anınla beraber o
âleme intikâl eder.
Zâhirâ ahkâm-ı eflâkin
velî mahkûmusun,
Bâtnıâ ây-ı gün
felekler cümle fermânındadır.
Zâhiren hükümlerin
hepsi feleklerin mahkûmudur., lâkin hakîkatte ay, gün, felekler hep anın
(İnsân-ı Kâmilin) emriyle dönerler.
Al ele çevkân-ı zikri
hem süvâr ol nefsine,
Kapa gör tevhîd topunu
çünkü meydânındadır.
Cevkân, Arabistanda
yağız atlara binerler, cevkânı eline alan (keçeden yapılmış kepçe) topu yere
fırlatır, atını koşturup fırlatılan topu bu cevkân ile tutabilirse, o kimse
hünerli sayılır. İşte diyor Niyâzî hazretleri sen de zikir cevkânınıeline al,
nefis atına bin ve tevhîd topunu tutabilirsen, sana düşman yaklaşamaz.
Saykal ur mir’ât-ı
kalbe taşraya bakmağı ko,
Sen sana bak cümle
âlem halkı divânındadır.
Kılıçların yüzleri
paslandıkları vakit saykal (parlatmaya mahsus âlet) vururlar, böylece paslar
dökülür. İşte sen de kalbinin âyinesine saykal vur, pas gibi olan herşeyi kesret
görmekten vazgeç. Cümle âlem halkı senin divânındadır, taşra bakma, yani gayri
görme.
Bil ki vech-i Hak-ka
mir’âttır özün bir hoş gözet,
Men aref sırrındaki
ma’den senin kânındadır.
Senin hakikatin
Hak-kın vechine mir’âttır (aynadır). İkinci beyitteki
“ Men aref sırrındaki
ma’den” sözleri “Men aref-e nefse-hû fekad aref-e Rabb-e-hû” şerefli hadisine
işarettir. Bu şerefli hadise türlü türlü manâlar vermişlerdir. Kimi “ men arefe
nefsehû bil-acz fekad arefe Rabbehû bil- kudret”, (nefsinin aczini bilen
Rabbinin kudretini bilir),kimisi de “ men arefe nefsehû bil-fakr fekad arefe
Rabbehû bil-gınâ” (nefsinin fakrını bilen Rabbinin gınâsını bilir) demiştir.
Bunun hakkında büyük bir risâle vardır.
Nefsin iki vechile
târifi vardır: Biri icmâli, diğeri tafsilî. Tafsilîsine nihâyet yoktur.
İcmâlîsi ise işte bu görünen sûretleri Hak-tan gayrı görmemektir. Nefis budur.
Âyeti celîlede :
“Ve men yargab-ü an
milleti İbrâhîm-e illâ men sefihe nefsehû...” “İbrahim milletinden olan kimse
tevhîdden irâz eylemez, nefsini câhil olan, nefsini bilmeyen kimse irâz eyler.”
Buyurulmuştur. Millet-i İbrâhim’den murad tevhîddir. Anın için Hazreti Resûl:
“Milletimiz İbrâhimin milletidir” buyurdular. İbrâhim (A.S.) tevhîd babası
seçildi. Hatta âhirette cennet ehli bir rivâyette Yirmiyedi, diğer bir
rivâyette de Otuziki yaşında cennete girer. Yani gerek Nebîler ve gerek
mü’minler genç birer delikanlı olarak zuhûr eder, ancak hazreti İbrâhim (A.S.)
beyaz sakallı olup herkes ona tâzim eder. Çünkü o cennet ehlinin babasıdır.
Künt-ü kenz-en remzini
buldunsa sen Mısrîyâ,
Küll-i yevm-in hû yu
anla kim senin şânındadır.
Şerefli hadiste:
“Künt-ü kenz-en mahfiyyen en u’ref-e fe-halakt-el halk-a li u’ref”
buyurulmuştur. Yani “Ben ilmi zâtiyede malumatla mütecellî idim, istedim ki
bilineyim, halkı yarattım. Halk yalnız Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti
seyretmek için bu âleme geldi”.
İşte bu şerefli
hadisteki remzi (işareti) anladınsa , o zaman “Küll-ü yevm-in hüve fî şe’n” ,
“O her an bir şe’n dedir” âyeti kerîmesinin senin şânında olduğunu bilirsin.
Çünkü bak, kalbin her anda bir teklübdedir (harakette, değişmede). O kalbi
tekallüb ettiren kimdir, Hak-tır. İşte O her anda bir şe’ndedir. Onu
menedebilirmisin, edemezsin. Zirâ o (kalbin) her an Hak-kın tecellî mahallîdir.
Hak-kın tecellîsi kesilmez.
____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Kös-i rihlet çaldı
mevt ammâ henüz cân bîhaber,
Asker-i a’zâya lerze
düştü Sultan bîheber.
Kevnde bir taşı
binây-ı ömrümün düştü yere,
Can yatur gâfil binâsı
oldu virân bîhaber.
Dil bekâsın, dost
fenâsın istedi mülk-i tenin,
Bir devâsız derde
düştüm ah ki Lukmân bîhaber.
Bir ticaret kılmadım
ben nakd-i ömr oldu hebâ,
Yola geldim lîk göçmüş
cümle kervân bîhaber.
Çün “gel” oldu yalnız
girdim yola tenhâ garîb,
Dîde giryân sine
büryân akıl hayrân bîhaber.
Azığım yok, yazığım
çok yolda türlü korku var,
Yolum alırsa nola ger
div vu şeytân bîhaber.
Yol eri yolda
gerektirir çağ ve çıplak aç ve tok,
Mısrıyâ gel dedi sana
çünkü canân bîhaber.
Kûs, büyük bir davul
olup kasnakları bakırdan yapılmış bir çalgıdır. Vaktiyle paşalar bir yere
gittikleri vakit önlerinde bunu çaldırırlardı. Sultan Murad da Sultân-ı ruhtur.
Son beyitte: “Yol eri
yolda gerektir...” de yol eri gibi sülûk ehlinin sülûklerinin seyri esnasında
açlık, tokluk, çıplaklık gibi düşünceleri olmamalıdır. Mal zenginliğini veren
Cenâb-ı Hak-tır. Kezâ insanların nafaka ve kisvelerini (giysilerini) de veren O
dur.
____________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün feûlün
Hak-kın kullarını bâzı
kul eyler,
Anı kul eylemez yine
ol eyler.
Alan veren O dur bâzâr
içinde,
Kimin bây ve kimini
yohsul eyler.
Kiminin bakırını eder
altun,
Kiminin altunun kara
pul eyler.
Kimini güldürür dâim
cihânda,
Kiminin âh-u efgânın
bol eyler.
Kiminin sevdiğin alur
elinden ,
Kiminin erini alır dul
eyler.
Kimine istemezken
verir evlad,
Kimi ister ana yâd
oğul eyler.
Kimi bulmaz giye
culdan abayı,
Kiminin atına atlas
çul eyler.
Kiminin tatlı balın
eder acı,
Kiminin acısın tatlı
bal eyler.
Kimine kimya ilmini
öğretir,
Ne varsa bakırlarını
altın yapar.
Kimin bülbül eder güle
kılur zâr,
Kimin pervâne veş
yakıp kül eyler.
Pervâne âşık olduğu
için kendisini ateşe atar dedikleri doğru değildir. Pervâne ve kelebek gibi
hayvanların gözlerinde kirpik olmadığından görüşlerinde yanılırlar, gözlerinde
kirpik olanlar ise yanılmazlar. Pervâne de günün nuruna alışır, gece olup
karanlık basınca nerede bir ışık görse, bir mum görse, onu nûrlu bir kapı
sanır, geçmek ister, ateşte kavrulup kül olur.
Eder ak güneşin geh
kara balçık,
Kara bakçığı açar gâh
göl eyler.
Kimi isâ nefestir eder
ihyâ,
Kimi deccal olup sağa
öl eyler.
Hazreti İsânın
mu’cizesi ölüleri diriltmedir, bir kızla iki erkek diriltmiştir. Vefat etmiş
bir kızın cenâzesini götürürlerken, ardınca ana ve babası çok göz yaşı dökmekte
idiler. Ana ve baba hazreti İsâyı görünce; rica ederiz, evladımız yalnız bu kız
idi.o da öldü, ne olur duâ et dirilsin. Hazreti İsâ duâ etti, kız tabut içinden
kalktı ve konuşmağa başladı. Bir de yeni ölmüş bir erkek mezarına götürdüler,
duâ etti, o da dirildi. Sonra dedilerki, bunlar yeni ölülerdi. Eski bir ölüyü dirilt
de görelim. Hazreti İsâ “kimi isterseniz dirilteyim” dedi. Nûhun oğlu Sâm
(A.S.) mı diriltmesini istediler. Şam’ın bir kasabasında gömülü bulunan hazreti
Sâm’ın mezarına gidildi. Hazreti İsâ: “Kum bi-iznillâh”, “Allâhın izniyle kalk”
deyince Sâm mezarından doğruldu, sakalı ağarmıştı. Hazreti İsâ Sâm’a “Niçin
sakalın beyazlamış, sizin zamanınızda bu hal yoktu”, zirâ sakal ağarması
hazreti İbrâhim (A.S.) zamanından beridir, ona ikrâm olmak üzere Cenâb-ı Hak
kullarına bunu tecellî ettirir. Hazreti Sâm: “Kum” sadâsı kulağıma geldi,
zannettim ki, kıyâmet koptu. Anın için sakalım ağardı”. Ve sonra hazreti İsâ
tekrar “yat” dedi. Ve yattı.
İkici beyitte “sağâ”
demek yalancı demektir, çünkü Deccâl yalancıdır; maiyetinde cinler bulunur.
Birini çağırıp, senin ananı ve babanı dirilteceğim ve tutar cinleri o kimsenin
ana ve babası kıyâfetine koyar. İşte o bu gibi yalancılık ile âlemi aldatır.
Çürüğü sâğ edip sâğı
çürük hem,
Solu sâğ ve sâğı gâhı
sol eyler.
“Çürüğü sâğ” demek,
işte hazreti İsâ’nın Nûhun oğlunu çürümüş iken sağ etti. Yani diriltti
demektir. Cenâb-ı Hak cisimler çürüyüp toprak olsa ve madenlere karışıp meselâ
demir olsa, kıyâmet gününde --- o insanın – herbir organını toplayıp diriltir.
“Sağı çürük” demek, işte insan sağ iken ölür.
İkinci beyitte “solu
sağ, sağı sol” demek ise, meselâ bir memur küçük bir mertebede iken yüksek bir
mertebeye, tefi ettirilir, kezâ büyük bir mertebede iken işlediği bir hatadan
dolayı rütbesi aşağıya indirilir. Gerçekte bütün mertebeleri veren Hak-tır.
Ayağı baş, başı eder
geh ayak,
Dili kulak, kulağı hem
dil eyler.
“Ayağı baş, başı ayak”
demek fakiri Sultan, Sultanı fakir eder. Buna misal olarak; işte İbrâhim bin
Edhemin hikâyesinde olduğu gibi o bir beldenin Sultânı iken, tahtını ve tâcını
terkedib fakir oldu.
Diğer bir misal de,
hazreti Mûsâ zamanında olmuştur: Mûsâ (A.S.) Hak ile görüşmeye giderken yolda
büyük bir taşın üstüne bir adamın oturmuş dâima orada yatıp kaldığını görür. Ne
zaman oradan geçse fakir ona: “Yâ Mûsâ, Hak-la görüşürken beni hatırla ve benim
için rica et, bana mal versin”. Hazreti Mûsâ görüşmenin sonunda, fakirin hali
için rica etti. Cenâb-ı Hak: “Onun hakkında fakırlık hayırlıdır” demiş ise de
hazreti Mûsâ: “Aman yâ Rabbî buna mal ver” deyince, İlâhî hitap vâki oldu: “O
fakir üstünde yattığı taşı kaldırsın, altında define var, alsın”. Dönüşte
hazreti Mûsâ bunu fakire bildirdi. Fakirde taşı kaldırıp defineyi alıp şehre
gitti ve kendisine mükellef bir konak yaptırdı ve çevresinin en zengini oldu.
Bu sırada orası hükümdârsız kalır, halk da çok zengin olan bu adamı başlarına
hükümdâr yaptı.
Birgün hazreti Mûsâ
onun sarayının önünden geçerken fakir adamı ziyâret etmek ister. Yeni hükümdâr
olan adam vekil vükelâsıyla oturmuş görüşme yapıyor. Sarayın merdivenlerini
çıkmakta olan Mûsâ’yı gören adam hizmetkârlarına : “Bir dilenci geliyor, ona
vurun ve saraydan kovun” diye emir verir. Derhal hizmetkârlar hazreti Mûsâ’yı
hakaretler ederek saraydan uzaklaştırırlar.
Hazreti Mûsâ tekrar
Hak-la görüşmesinde: “Yâ Rab, o fakir adam bana şöyle şöyle yaptı onun malını geri
al” diye rica etti. Sonra Cenâb-ı Hak o memleket halkına adamın hükümdâr
olmasından dolayı pişmanlık verir, onu azlederler, malını, mülkünü yağma edip,
adamı eski haline getirirler. Adam gelip tekrar o eski taşın üstünde yatıp
kalkar, hazreti mûsâ’yı görür, bu defa hazreti Mûsâ ona: “Allâh buyurmuştu,
fakirlik senin için hayırlıdır”. İşte Mısrî efendinin “ayağı baş, başı gâhı
ayak eyler” buyurduğu budur.
Fili gâhı karınca
kursağına,
Koyup karıncayı gâhi
fil eyler.
Hazreti Süleyman’ın
âyeti kerimede geçtiği vechile konuştuğu karınca hakkında anlaşmazlık vardır.
Kimi o karınca koyun kadar idi, kimi de fil kadar büyük idi dedi. İşte bu
beyitler bunu ifade etmektedir.
Çıkarır gâhı yoldan
nice yolcu,
Gehî yolcuyu göstermez
yol eyler.
Cenâb-ı Hak bir kimsenin
rızkını her nerede ise verir. Buna misâl olarak şu hikâyeyi anlatalım: Zatın
biri hac maksadıyla bir kervanın eşliğinde büyük bir tevekkül ile Mekke’ye
gelir, haccını yapar. Dönüş zamanı geldiğinde, artık kervana yük olmamak
maksadıyla sapa bir yoldan dönmek ister ve yola koyulur. Fekat birkaç gün
geçince aç kalır, gücü kuvveti kalmaz, bayılıp yolda yığılıp kalır. Bir süre
sonra yolunu şaşırmış başka bir kervân sapa yolda adamı yerde baygın halde
bulur. Ağzını açıp yemek vermek isterler, açamazlar. Sonunda ağzını bıçakla
açıp bir az yemek ve su verirler, adamı ölümden kurtarırlar. “Bunu niçin
yaptın” derler. Adam başından geçenleri tamamıyla anlatınca, kafile başkanı:
“Şüphesiz sana rızkını vermek için Cenâb-ı Hak bir kervânı yolundan saptırdı ve
sana getirip, hayatını bahşetti” der.
Geh ıssız harâbı
şenlik edüp,
Gehî şenliği dağıtıp
bıl eyler.
Bir memleketin halkı
Hak-ka âsî oldu. Cenâb-ı Hak o memleketi harap etti. Bugün bile oraları öylece
haraptır. Meselâ, Mekke ile Medine arası da haraptır, şenlik yoktur. Fekat
Hazreti Resûl efendimiz: “Kıyâmete yakın Mekke-i Mükerremeden ta Medîne-i
Münevvereye kadar birbirlerine bitişik şehirler kurulacak ve aralarında bağlar
ve bahçeler kurulup sular akacaktır” diye buyurmuştur. Şimdiden bu şenlikler
peydâ olmağa başlamıştır.
“Anâsır ipliğin tab
iğnesinden,
Geçirüp onu bu bunu ol
eyler.
Yeli gâhî letâfetle
eder öd,
Ödu gâhî kesâfetle yel
eyler.”
Tabiat dört esas
üzerine yaradılmıştı: Haraket (ısılık), soğukluk, katılık, rutubet (nemlilik).
Isılık ve soğukluk bunların ikisi asıldır. Katılık, yaşlık, yani nemlilik fer’î
yani aslın sonucudur. İkisinin bir araya gelmesiyle yeni bir şey meydana gelir.
Meselâ, ısılık ve katılık bir araya gelirse ateş olur. Soğukluk ile nemlilik
bir araya geldikte su olur. Soğukluk ile katılık bir araya gelirse toprak olur,
ısılık ile nemlilik bir araya gelse hava olur.
Anâsır da dörttür:
Ateş, su, toprak, havadır. İşte tabiatın yaradılışı olan ısılık, soğukluk,
katılık ve nemlilik bu dört unsurdan ikisinin birleşmesiyle meydana gelir.
Suyu dondurup eder taş
ve toprak,
Taşı toprağı akıtıp
sel eyler.
Şap denizine şap
denildiği (tuz ve diğer madenlerin) katılaşmasından dolayıdır, çünkü su
taşlaşır. Meselâ, bu yıl bir gemi bir yerden geçse, gelecek yıl başka bir yön
arayıp bulması gerekir, zirâ evvelce geçtiği yer birer taş halindedir.
Hurûf-ı carre gibi
cümle eşyâ,
Birbirine uzanıp el
eyler.
Eder âkilleri çok işde
âciz,
Eder öyle bir iş san
âkil eyler.
Eşyâ da harfi cerler
gibi birbirlerine bağlıdırlar. Her işde âkil-i danâ olanları âciz bırakır,
çünkü iş akıl ve tedbir şle olmaz, Hak-kın tesiriyle olur. Hak-kın tesiri
olmadıkça akıl ve lityâkat ve tedbir fayda vermez. Akıl âciz kalır. Cenâb-ı Hak
öyle bir iş ederki, sanırsın onu akıl etti, halbuki tesir Hak-kındır, akıl hiçbir
işi onsuz edemez.
Bu sözün Yunus’u Mısrî
değildir,
Lûgaz bunda muammâsın
ol eyler.
Son beyitte geçen
lugâz sözü, zâhir mânâsından bir şey anlaşılmayacak derecede söylemektir.
Meselâ, Fakîhler, tuzu çok yersen oruç bozulur, kefâret lâzım gelmez. Az yersen
oruç bozulur, kefâret dahi lâzım gelir, çünkü kefârette tad duyma şarttır.
Halbuki tuzun çoğu ile tad alınmaz, ancak az yenirse tad alınır, bu sebepten
kefâret lâzım gelir derler. İşte lugâz budur.
______________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Ey sanem noldun cana
kasdin var,
Bağrımı deldin kana
kasdin var.
Başım önünde cevkân
elinde,
Çelmeden gayri ya ne
kasdin var.
Tiğ-i gamzenle
doğradın bağrım,
Cism-u cânı kurbâna
kasdin var.
Onmadık başım kavgâya
saldın,
Pâdişâhım seyrâna
kasdin var.
Beni gör noldum
sararup soldum,
Vaslın umarken hicrana
kasdın var.
Bu vücûdumu ödlere
yakdın,
Ben de bildim bir yana
kasdin var.
Bu Niyâzî’yi
ağlattığından,
Anlanur kim ihsâna
kasdin var.
“Ey sanem noldun cana
kasdın var
Bağrımı deldin kana
kasdın var.”
Sanem put demektir.
Beyitte geçen sanem ise dünyâdır. Putperestlik daha âdem oğullarından kalmadır.
Çünkü o zamanlarda da insanlar hazreti Âdemin Ved, Sugar, Yegus ve Nasr
adlarındaki dört oğlunun sûretleriyle ayrıca bir kuş sûreti yaptılar,
gerdanlarına birer çan astılar ve kilise gibi yerlere koydular, kapısının
yanına da büyük bir çan astılar. Bir kimse bunlara ibâdet ve duâ etmek için
buraya geldiğinde önce kapıdaki büyük çanı çalar, güyâ içerideki putları uykuda
ise onları uyandırır, sonra içeriye girip, baştakinin gerdanında asılı çanı
sallayarak duâ ederdi. Sonra bu mihval üzere diğer üç putun da yanına giderek
duâlarını yaparlardı. En önceki bid’at budur. Sonraları câhiliyyet devrinde
(Hazreti Resulden önceki devir) bunların yerine Evsân denilen taşlar put ittihaz
edildi. Evsân sûret olmayıp, mezar taşları gibidir. Şimdiki Beyt-i Şerifin
çevresinde anların yerlerinde direkler var, kandiller asarlar, işte Evsân
denilen bu taşlar oralarda dikili idiler. Her bir kavim gelir, önce Beyti
şerifi tavaf eder ve sonra mensup olduğu taşın yanına geldiği vakit ona secde
ederdi.
Başım önünde cevkân
elinde,
Çelmeden gayri ya ne
kasdin var.
Cevkân Arabistanda
atlara binen süvâriler tarafından oynanan bir oyundur. Ellerindeki topu
fırlatırlar, onu cevkân denilen keçeden yapılmış torbalarla yakalamak bir
mahâret sayılır (atlı golf oyunu gibi).
___________
Vezin : Müstef’ilün
fâilün müstef’ilün fâilün
Aşkın kime yâr olur
dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı
yanar içi nâr olur.
Sevdâ-yı zülfün kimin
takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet
yolunda berdâr olur.
Leylâ-yı aşkın senin
her kimi mecnûn eder,
Firkât ödüne yanup her
gice bîmâr olur.
Varlık cibâlin kesüp
dost iline yol eder,
Ferhatleyin gözünün
yaşları pınâr olur.
Şol İbrahim Edhem’i
derviş eden aşkındır,
Derdine düşen Şâhın
tahtı târümâr olur.
“Aşkın kime yâr olur
dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı
yanar içi nâr olur.”
Aşkın üç mertebesi
vardır: Bunlardan muhabbet, yani sevgi istikrar eder, yerleşir ve herbir kuvvet
ve organlarıyla, hatta vücûdunun her bir kılıtla maşûkuna (Sevgilisine)
teveccüh ederse buna aşk denilir.İşte bir insan aşk yolunda tam bir bütün
halinde sevgilisine bağlı olarak kendisini kaybederse muztarib, mükedder. (acı
çeken acılı) derler. Kezâ kemâliyle mâşûkuna dönük ve kendisini bu yolda yok
edecek derecede aynı mâşûkunu kendisinde müşâhede ederse, ona heymân (mecnûn)
denilir. Meselâ, Müheymiyun melekleri gibi. Hatta Âdem (A.S.) a melekler secde
ile emrolundukları vakit Müheymiyun melekleri bu İlâhî hitâbı işitmiyerek secde
etmediler. İşte aşktaki bu mertebeye heymân mertebesi denirki, İbrâhim (A.S.)
ın makâmıdır.
İkinci beyitte geçen
nârdan murad, burada bildiğimiz ateş değildir.İlk önce halk olunan “Nûr-i
Muhammedî” dir. Bunun Rûh-i Muhammedî, Akl-i kül ve Kalem-i Alâ gibi sâir
isimleri de vardır.
Rûh rihten müştaktır.
Çünkü rih rüzgâr demektir, yani havadır. İşte havayı solunumla içine aldığın
vakit ona nefesi dahil (içri alınan solunum) denirki hayatın mayasıdır. Nefes-i
(dışarıya verilen solunum) soğuktur. Nemlilik ve kuruluk bundan meydana gelir.
Arşı ve Kürsî ve Felek-i Atlas vesâir bütün yaratıkların hepsi bu Ruh-i
Muhammedîden halk olundu. Isı fazla olursa ateş, soğukluk fazla olursa yel,
kuruluk fazla olursa toprak ve nemlilik fazla olursa su denilir. İşte insan
nefsini içeri atıpta dışarıya veremezse, yani içinde kalırsa o nefes ısınır ve
bunun sonucu adam ölür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder