8 Mayıs 2015 Cuma

NİYÂZİ MISRÎ DİVÂNI....110-220


-------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Zühdünü ko aşka düş ehl-i canân etsin seni,

Pîr-i aşka kulluk et cânâne cân etsun seni.

Bir zaman bülbül gibi efgânın ağdır göklere,

Şol kadar kıl nâleyi kim gülistân etsun seni.

Âr-u nâmusun bırak şöhret kabâsından soyun,

Gey Melâmet hırkasın kim ol nihân etsin seni.

Yüzünü yerler gibi ayaklar altında ko kim,

Hak teâlâ başlar üzre âsumân etsun seni.

Verme râhat nefsine dâim gazâ-yi ekber et,

Kâbe-i dil fetolup dârül-emân etsun seni.

Gel Niyâzi’nin elinden bir kadeh nûş eyle kim,

Mahvedüp nâm-ı nışânın bî-nişân etsin seni.

 

Zâhir üzre takrir olunmuştur. (Hacı Maksut efendi).

-----------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Gönülleri doldurur erenlerin halveti,

Ölüleri diriltir erenlerin halveti.

Yaka yaka kül eder, her dikeni kül eder.

Hak-tan yana yol eder erenlerin halveti.

Sıdk ile giren kişi, âh-ü zâr olur işi,

Gözden akıtır yaşı erenlerin halveti.

Toygurur ol illeri tiz geçirür bılları,

Yakın eder yolları erenlerin halveti.

İçine bir öd salar nefsin sıfâtın yakar,

Canın gözünü açar erenlerin halveti.

Seni sana bildirir, ağlar iken güldürür,

İrfan ile doldurur erenlerin halveti.

Niyâzî sen var yürü sanma anı zâhiri,

İçrüden içeri erenlerin halveti.

 

Burada halvetten murad edilen dört duvar arasında olan halvet değildir.Belki celvette halvet,yani kesrette vahdet olan “ Makâm-ı cem” dir Erenlerin halveti cemdir. Makâm-ı Cem hazreti İsâ (A.S) nın makâmı idi. Bu makâm sâhipleri ölüleri diriltirler. Kalallâhi Taâlâ : “ Ve ketebnâ fî-hâ...” ilâ âhiril âyet, yani “ Biz tevratta yazdık, kim ki haksız yere birini öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi günah yazılır ve kim ki bir insanı ihyâ eder, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevâba nâil olur “. Bu âyetin tefsirinde Hazreti Resûl buyurmuştur : “Kim ki bir cehil, yani bilgisizlik meselesiyle birini öldürür, sanki bütün insanları öldürmüş gibi günahkâr olur ve kim ki bir kimseyi bir tevhîd meselesiyle ihyâ ederse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevap kazanır”. Bundan maksat şudur : Biri diğerini Hak-kın yolundan aldatıp döndürürse,bütün halkı döndürmüş gibi ona günah yazılır ve kim ki birini Allâhın yolundan çıkmış görüp, ona bir tevhîd meselesini öğretip doğru yola kor ve ve onun ölmüş kalbini o yüzden ihyâ ederse, sanki bütün insanları yeniden diriltmiş gibi sevâb verilir.

-----------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Bârekellâh gülistân-ı bülbülândır Aspozi,

Cenneti tezkir eder âli mekândır Aspozi.

Mu’tedil âb-ü hevâ hem müctemi’ envâ-i zevk,

Mecma-i bezm -i safâ -i ârifândır Aspozi.

Âb-ı hayvânı beğenmez hasletindendir Mesih,

Aktığınca sanki bir rûh-i revândır Aspozi.

Câme-i hadrâsın eyyâm-ı rebi’de kim giyer,

Şüphesiz menzil-i ehi Hızr-ı zamândır Aspozi.

Her taraf pür meyve-i şiirin leb-i dilber misâl,

Yeşil atlasla donanmış nev civândır Aspozi.

Bî midâd elması üzre nakş olur ebyât-ı sürh,

Lâ cerem sun-u Hüdâ’yâ bir beyândır Aspozi.

Ol sebebden ehli pür akl-ü zekâ vü ma’rifet,

Mahzen-i ehl-i ulûm-u kâmilândır Aspozi.

“Cennet-i min tahti-hel enkâr-ı tecrî “ dense hûb,

“Hâzihi cennât-i adn-in “den nişândır Aspozi.

Ey Niyâzî ger dokunmasaydı hiç bâd-ı fenâ,

Kim demezdi ana firdevs-i cinândır Aspozi.

 

Hazreti Msih (İsa A.S.) ihtiyârî ölümle öldükten sonra ikinci kat göğe kaldırıldı. Kalallâh-ü Teâlâ Kur’ân-ı hakîmde: “İnnî müteveffîk-e ve râfîuk-e...” âyetinde geçen “tevfiye” den murad ihtiyâri ölümdür. Hazreti İsâ (A.S.) âhir zemanda Hilâfet-i Resûl ile yeryüzüne nâzil olup, burada 40 yıl süre kalır, evlenir, evlâdı olur, en sonunda bu defa tabii ölümle ölür ve yerine evlladı halife olur. İşte Hazreti Îsânın kendisi diri olduğundan dolayı onun âb-ı hayata ihtiyacı yoktur.

Aspozi Malatya’ya yakın bir ilçedir. Ümmi Sinân Mehmet efendinin tekkesi orada idi ve sonradan bu zat Niyâzî hazretlerinin şeyhi olmuştur.

------------------

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Bir yüze dûş oldu gözüm yüzbin gezer divânesi,

Olmuş cemâli şem’nin ayı ile gün pervânesi.

Kendi sunar dolu dolu peymâneler âşıklara,

Bir kez elinden nûş eden olur ebed mestânesi.

Şunlar ki tatmadı ezel bezminde anın cür’asın,

Tatmaya dahi bunda ol aşk ehlinin bigânesi.

Her bir kuru lâf ehli dahil olımaz bu meclise,

Ol câna kıymaz nice gel disun ana canânesi.

Aşk ehli ayılmaz ezelden tâ ebed sarhoş olur,

Pes nice ayılsun ki dâim devreder peymânesi.

Bir mülke mâlik eylemiş uşşâkını ol pâdişâh,

Mülk-i Süleymân omların yanında bir virânesi.

İki cihanda Mısrî’ye devlet dahi izzet yeter,

Geldikçe yâr’in sunduğu gevherlerin her dânesi.

 

Gün nûr isminin sûretidir. Ay ile yıldızların nûrları günün nûrundan gelmedi. Çünkü ay ve yıldızlar cevâhirler gibi şeffaf olduğundan günün nûrunu iktibas ederler. Laf edli, yani yalancı ve iddiâcı kimseler Tevhîd ehlinin meclisine giremezler. Onun iddiâcı olduğu daha başlangıçta sözlerinden belli olur.

Beyitte geçen “Mülk-ü Süleymandan” murad edilen ise, hazreti Süleymanın mülk-ü sûrî ve mülk-ü dünyevîsidir, yoksa o da bir Ulülazim peygamberdir.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,

Ben beni terk eylerim bildim ki ağyâr kalmadı.

Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok,

Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.

Gice gündüz zâr-ı efgân eyleyüb inlerdi dil,

Bilmezem noldu kesildi âh ile zâr kalmadı.

Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile,

Hep Hak oldu cümle âlem şehr-ü bâzar kalmadı.

Dîn-ü diyânet âdet-ü şöhret kamu vardı yele,

Ey Niyâzî noldu sende kayd-i dindâr kalmadı.

 

“Cümle eşyâda görürdün hâr var gülzâr yok,

Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.”

 

Bütün eşyâda hâr (diken), yani fenâ görürdüm. Fenâ-Fillâh olunca, evvelce hâr gördüklerim, artık gülzâr (Gül bahçesi) oldu.Bütün her şey bana güzel görünür ve hepsinden lezzet almaktayım, artık fenâ görmem

“Gice gündüz zâr-ü efgân eyleyip inlerdi dil”

Gönlüm gece ve gündüz âh-ü efgân ederdi. Çünkü bazı makâm kabız verir (insanı tasarrufu altına alır), bazı makâm da bast verir (her şey açıklığa kavuşur). Cem makâmı kabız verir, çünkü kesret batındır. Hazret-ül cem’e geçince munbasıt olur, zirâ bast makâmıdır. Bu makamda kesret zâhirdir. O kimsenin artık âh-ü efgânı kesilir, diner.

“Gitti kesret geldi vahdet oldu halvet dost ile”

Gitti kesret, yani kesret bâtın oldu.Geldi vahdet,yani vahdet zâhir oldu ki,cem makâmında kesret bâtın ,vâhdet ise zâhirdir. Dost ile halvet cem makâmında olur. Halvetiyye tarîkatında “Halvetî” denilmesinin sebebi bundan dolayıdır ki,halvet severlerdi ,yani Hak ile olurlar,halk ile olmazlardı demektir. Ama bu Halvetîler değil. Bir kimse mabûdu tevhîd etmedikten sonra din ve diyânetin ne yararı vardır.

“Ey Niyâzî noldu sende kayd-i dindâr kalmadı”

İşte Mısrî efendinin “kayd-i dindâr kalmadı” demesi onun mâbuduna vâsıl olmasının ifâdesidir.( Vâsıl-ı İllâllah olmak ).

-------------------

Vezin : Mef’ûlü mefâilü mefâilü feûlün

Zevâle gün salındı, kal’ai Vân alındı,

Bâtıl vücûd dolandı, vücûd-ı Hak bulundu.

Vücûd-ı insâna cân, muhakkak oldu Sultân,

Şeytânı sürdü Rahman, levihden ol silindi.

Bir mahfî sahhâr idi, kattâl-ü cebbâr idi,

Câdü vü mekkâr idi, caduluğu bilindi.

Tevbe ederdi hayre, niyet ederdi şerre,

Küp olmuş idi hamre hamrin küpü delindi.

 

Şiirde geçen “ Kal’a-i Vân alındı “,sözlerinden murad edilen şudur: Mısrî efendi hocası yalnız Mısırda bulunan “ Miftâh-i ulum-il-gayb” ilmini okumak için gençliğinde Mısıra gitmişti, orada bu ilmi tahsil etti, hatta kendilerine anın için “ Mısrî “ lakabı verildi.

Serezde asılmış olan “ Bedreddin “ hazretleri vesâir Ehlullâh da orada bu ilmi tahsil etmişlerdir.Şimdi mısırda bu ilmi okutan yoktur. Ben mekkede iken birinde Miftâh-i ulum-il-gayb şerhini gördüm, şerhin sâhibi içindekileri anlamadığından bozuk bir kitab dedi,İşte Mısrî efendi Mısırdan doğru İstanbula geldi ve Üsküdarda yerleşti. Devir ikinci Sultan Ahmed devri idi ve zamanın Şeyhülislâmı da Boğaziçindeki köylerden birinde doğmuş ve lakabı “ Vâni” olan bir zat idi. İşte “ Kal’a-i Vân alındı,bâtıl vücûd dolandı “ beyitleri onun hakkında söylenmiştir. Vâni efendi vücûdunu müstakil vücûd, Yani Hak-kın vücûdu başka,kendi vücûdu başka zannederdi.

Bizim bu vücûdumuz bâtıl değilmidir? Evet bâtıldır. Hakdan gayri hiçbir mevcûd yoktur. ( Lâ Mevcûd-e illallâh ).

“Şeytânı sürdü Rahman Levihden ol silindi”

Şeytânı Rahman sürdü” burada “Rahîm” sürdü demek lâzım gelirdi,çünkü Şeyh “ Küşteri ”hazretlerine Şeytân gelip : “bir müşkülüm var.Cenab-ı Hak buyurmuştur:” Vesiat-e rahmetî külli şeyin” (Rahmetim her şeyi kaplayacak derecede geniştir), ben de burada geçen “ Şey “ de dâhilim, şu halde benimde rahmet içinde bulunmam iktizâ eder. Niçin Hak-kın rahmetinden koğuldum ?”.Küşterî hazretleri: “Külli şeyin muhît” olan (Her şeyi kaplayan) Rahmanın rahmetidir ve rahmet-i Rahmandır.Çünkü rahmet-i Rahman bir rahmet-i âmdır(Yani müşterek,herkese âit ).Rahmet-i Rahîm ise rahmet-i hâstır ve rahmet-i îycaddır, işte sen oradan,yani Hak-kın Rahîm olan rahmetinden koğuldun “. İşte bu sebeple Mısrî efendi şiirdeki beyitte Rahman yerine “Râhîm” demesi lâzım gelirdi.

 

Sevmezdi ol beşeri,âmidi hep zararı,

Ehl-i Hak-kın ciğeri,dilim dilim delindi.

Ol zâlimin elinden,çıktı çoğu yolundan,

Cüdâ düşüp ilinden, defterleri çalındı.

Yezîd-i bed-nâm idi, ilimde haham idi,

İt idi Bel’am idi taşra dili salındı.

-------------------

Vezin : Mefâilün mefâilün feûlün

Nolaydı ey Keşiş dağı nolaydı,

Senin dâim yüzün böyle güleydi.

Yüzün gözün kan ağlayıp şitâdan,

Biten dürlü çiçekler solmasaydı.

Senin âb-ı havânı matlep edüp,

Başında her taraf yârân dolaydı.

Kibirle göklere baş çekmeseydin,

Başında dürlü barân olmayaydı.

Bu Mısrî’ya aceb bu dağ ne derdi,

Eğer dile gelüp bir söyleseydi.

 

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi).

----------------

Vezin: Mefâilün mefâilün mefâilün mefâilün

Sana âşık olan diller niderler hûri gılmânı

Cemâlin seyreden gözler niderler bağ-ı rıdvânı.

Şarâb-ı aşk ile sekrân olup her birisi mestân,

Visâlin gülüne hayrân olan neyler gülistânı.

Koyanlar akl-ü idrâki olurmu kimseden sâkî,

Yakıp bu sîne-i çâki düşer âteşlere cânı.

Bu nâr-ı aşka yananlar buhar-ı şevka dalanlar,

Gözünden yaş ile kanlar akan bilmezmisin hânı.

Niyâzî kaldı hayrette yanar dil nâr-ı firkâtte,

Düşen bu dâr-ı gurbette dün-ü gün eyler efgânı.

 

Bizler ruhlar âleminden bu gurbet âlemine çıkıp geldik.Burada bulunurken gurbetteyiz,Dâima asıl vatanımız için âhü efgân ederiz.Hazreti Resûl: “Hubb-ul vatan minel îmân “ buyurmuştur,yani “Kişinin asıl vatanı olan rûhlar âlemine karşı muhabbet etmesi İmânına delâlet eder.”yani o kimsenin bu sevgisi onun imânından gelir.

-------------------

Vezin : Filâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ey gönül gûş eyle gel âşıkların güftârını,

Nicedir gör dost ile yânıkların bazârını.

Dost belâsı sehmine ürrân edüp sinelerin,

Sonra ol yârelerin istediler dermânını.

Derdini,dermân verüptür yine ol yârelerin,

Anın içün arttırır âşıkların efgânını.

Aşk ödü şöyle yakuptur cism-ü cânın anların,

Kül edip savurdular cümle vücûd harmânını.

Vasl-ı Hak-kı isteyen cân-ü cihânı terk eder,

Aşk meydânında ol dikti anın dârını.

 

“Ey gönül “ burada kalbe hitab olunuyor,İnsanda beş şey vardır: Nefs,Ruh,hafî,kalb,sır.Nefsin işi kesrettir ve alâkadır,yani herbir şeye ilgi gösterir ve muhabbet eder.Bu muhabbet meselâ, Resûl, Kitap,Mürşid vesâir bunlara benzer şeylerdir ki,ulvî olanlardır,süflî olanlar ise yapılmaması icabeden şeylerdir,meselâ menhiyyat gibi (yasak edilmiş şeyler).Ruhun işi vahdettir ,Haktan gayriya teveccühü yoktur.Hafî şerîata nâzırdır, yani şer’î hükümleri gözler.Kalbin işi ise berzahtır,yani kesretle vahdet arasında berzahtır,kesretle vahdeti câmidir.Anın için Hadis-i şerîfte “Ma vesaanî ardî velâ semâî velâkin vesaanî kalb-i abd-i mü’min” buyurulmuştur.yani “Ben yere göğe sığmam,ancak mü’min kulumun kalbine sığarım”.Çünkü kalb vahdetle kesreti câmidir.Sır ise ahadiyete nâzırdır,yani sırrın işi ahadiyete nezârettir.

“Aşk ödu şöyle yakuptur cism-ü cânın anların”

Can ve cihânı terk demek, öyle bir köşede veya halvette oturmak ile veyahut hiçbir işe karışmamak ile olur demek değildir. Cân ve cihânın terki, cân ve cihânın vâriyeti Hak-kın vâriyeti olduğuna vâkıf olmak demektir. Kişi buna vâkıf olunca Hak-ka vâsıl olur.

 

Sâki-i Bezm-i Elest peymânesin içenleri,

Gör ki nice keşfederler sırr-ı Hak astârını.

Bi-nişânın menzilin Kâf-ı ademden izleyip,

Ey Niyâzî böyle bulmuş bulan col cânânını.

“Sâki-i Bezm-i Elest peymânesin içenleri,

Gör ki nice keşfederler sırr-ı Hak astârını.”

 

Bezmi elestin sâkîsi Mürşiddir. Çünkü “ Bezm-i Elest” de Rûh-i âzâm tarafından “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidâsı geldi. Bu nidâyı Velîler safından başkası işitmedi. Sonra Velîler tarafından Gavs-ı Azâmdan “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidâsı tecelli etti. Bu nidâyı da mü’minler safı işitti, şakiler safı işitmedi, hepsi birden “belî” yani “evet” dediler. Anın için bezm-i elest sâkîsi Mürşiddir. İşte elest bezminin şarâbını içenlerin yüzlerinde olan perdeleri keşfeder.

“Bi-nişânın menzilin Kâf-ı ademden izleyip,

Ey Niyâzî böyle bulmuş bulan ol cânânı”

Hak-kın yolunu “Kâf-ı ademden izle” demek, yani bu yolu Mürşidden izle demektir. Ol mahbubu (Sevgiliyi) bulan böyle bulmuştur. Kâf dünyadır velâkin gizlidir. Oraya Ehlullâhtan başkası giremez. Bittabi Mürşid de öyle kolayca bulunmaz ve bilinmez.

---------------

“Eylesun Allâh çok tahiyyâtı,

Ana kim verdi ilm-i gâyâtı.

Gizli Sultandır sırr-ı Subhandır,

Mürşid-i candır hep mâkâltı.

Kutb-i halâyık bahr-î hakâyık,

Ferd-i câmîdir hep mâkâmatı.

Nokta-i kübrâ göremez a’mâ,

Gizlüdür zirâ cümleden zâtı.

Kalbini keşşâf eylemiş şeffâf,

Görünür anda hep beriyyâtı.

Hubbu cânımda sırr-ı zâtımda,

Savar üstümden her beliyyâtı.

Ey nice canlar yanını bekler,

Bulmadık derler bunda lezzâtı.

Neylesin ta’lîm olamaz teslim,

Ya nice bulsun ol kemâlâtı.

Mâyenin zevkin alımaz şol kim,

Şeyhi Hak bilmez yok rıâyâtı.

Arayup bulan kulluğun kılan,

Telkinin alan buldu hâlâtı.

Arayup bulan kulluğun kılan,

Telkinin alan buldu hâlâtı.

Şehri elmalı canda bulmalı,

Ummî Sinandır şöhret-i zâtı.

Şeyhini Hak bil ey Niyâzî kim,

Pîr yüzündendir Hak hidâyâtı.

 

Tahiyyâttan murad tâzîymdir.İlmin cüz’iyyâtı hasebiyle gâyeti (amacı) yoktur,makâmlar hasebiyledir.Makâmların en son varacağı sınır yedi makâmdır.Bunların üçü terâkkî,yani ilerleme, diğer üçüde tedellâ ki nuzül, yani iniş makâmıdır.Terâkkî makâmları : Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfat, Tevhîd-i Zat tır.Tedellâ makâmları : Cem, Hazret-il-cem, Cem-ül-cem dir. Bir de Ahadiyyet makâmı ki,bu makâm Hazreti Resûllüllâh'a (S.A.V) mahsustur.Tevhîd-i zatta insan kâmil olur.Tevhîd-i ef’âl ve Tevhîd-i sıfatta da insan nâkıstır, zat makâmına vâsıl olunca insan kemâl bulur ve “ İnsân-ı Kâmil “ olur.

-----------------

Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün

Belirmez Ârifin nâm-ü nişânı,

Değil irfân, filan ibn-i filânı,

Yerin terk edenin yoktur mekânı,

Hakîkât ehlinin olmaz nışânı.

İzi yoktur ki izinden biline,

Dahi tozmaz ki tozundan biline,

Sen anı sanma sözünden biline,

Hakikât ehlinin olmaz nişânı.

Ne denli var ise âlemde evsâf,

Sıfatlanır ânı bil eh-i â’raf,

İnâd ehli değilsen eyle insâf,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Sen anın sabr-u şükrünü sorarsın,

Bulamazsın o vasfıyla yürürsün,

Bilindi kim nişânını ararsın,

Hakikât ehlinin olmaz nişânı.

 

Ârifler bazen telvin makâmına (renklenme) inip her sıfatla sıfatlanırlar.Onlar gâh fakîr olur,gâh seyyâh olur, gâh derviş olur.Velhasıl onlar her sıfatı giyerler(boyanırlar).Kâlallâh-ü Teâlâ fil-hadis-il kudsi: “Evliyâ-î taht-e kubâbi lâ ya’rifühüm gayrî “,yani “ Benim kubbelerim altında öyle Velilerim vardırki,onları benden başka kimse bilemez”. Bunların her birisi birer Velî oldukları halde tevellüd etmezler,bu cihana gelip bir mürşide intisab ederek, o Mürşid yüzünden seyr-i sülûk ederek irşâd olurlar,lâkin onlar ezelde de yine Velî idiler. Hatta bu gibi kimselerden ayadiyetüs-seyr olanlar bile Mürşidsiz olmazlar.

 

Kubâb-ı Hak-ta mestur olan erler,

Sıfât-ı halk içinde görünürler,

Ne doğarlar onlar ne dolanurlar,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Gazab şehvet iki ayaktır anlar,

Binüp üstünde seyyâh oldu canlar

Bularla çıktılar arşa çıkanlar,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Ne kim âfâkta hor görmezse ârif,

Vücûdunda da olmaz anı sârif,

Anınçün der bunu ehl-i maârif,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Görünse taşradan bir vasf-ı fâil,

İçinden de biri olsa mukâbil,

Yakına yardım eyle olma hâil,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Anı uran urur ağlatmak için,

Ya gayret gösterir darıtmak için,

O da ağlar darılır çatmak için,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Nefessiz dünyada bir harf dirilmez,

Nefes de harfe bulanır arılmaz,

Şu kim Hak-tan gelir cânâ yorulmaz,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Cihanda bir gürûh olmaz ki ey cân,

Bulunmaya içinde ehl-i irfân,

Olur mevsûf sıfatlar ile her an,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Kimi şâdân, kimi nâşâd olurlar,

Kimi üstâd, kimi nerrâd olurlar,

Niceler sûretâ cellâd olurlar,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Şerîatle olursa ger ol ef’âl,

Dime ana ki bu gâyet bed ef’âl,

Şer’i red etmese sen de kıl ikbâl,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda,

Ger işlense kamu yerli yerinde,

Bahâne bulamazlar hiç birinde,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

Niyâzî ye gelir her gayb-ü hâzır,

Görünür cümle a’râz ve cevâhir,

Nişâniyle olur herbiri zâhir,

Hakîkat ehlinin olmaz nişânı.

 

O Velîler öyle cihanda dolanmazlarda.” Hakîkat ehlinin olmaz nişânı” Zirâ onlara vuranlara onlarda vururlar.Çünkü vuranı vurmak “ İncil “ hükmüdür.âyet-i kerîmede geçmiştir : “Siz nâsâranın cizyelerini yakalarından çekerek zorla alınız ve mühlet vermeyiniz,herbirinin zimmetini birden alınız,onlara müsaade vermeğe gelmez.” Özet olarak Hak ehlini vuran olursa, onlar da vururlar,sabır ve sükût etmezler.

“Nefessiz dünyâda bir harf dirilmez”

Nefessiz dünyâda bir şey dirilmez.Nefis de ölür.Zirâ nefis,nefesden müştaktır.Yukarıda geçtiği gibi cihanda hiçbir topluluk olmazki, içlerinde bir Ârif bulunmasın.Hatta üç evlik bir köyde bile bir Ârif kişi bulunur,bulunmazsa o köy,o topluluk harab olur.Cenab-ı Hak o topluluğu ve o köyü o Ârif ile korur. Onlar “Kutup “ lardır,fekat bu hususu kendileri de bilmezler.

“Ne kim mevcûd oluptur bu cihânda”

Bu cihânda ne kim mevcûd ise cümlesi yerli yerindedir,Hiçbirine bahâne bulunmaz,çünkü hepsi Hak-kın vücûduyla kâimdir.

 

Mısri Divan 9

 

Vezin : Fâîlâtün fâîlâtün fâilün

Ey gönül gel olmağıl Hak-tan irâk,

Tende cânın vâr iken eyle yer ak.

Dünyeden ölmezden evvel et sefer,

Hiç edinme bir makâmda sen durâk.

Yoksa bu fırsat bize bâkî değil,

Menzil al düşünmezden ortaya firâk.

Gel bu ırz-u nâmûsu kıl târ-ü mâr,

Ger yola girdinse var ârın bırâk.

Halkın uslu demesinden sana ne,

Âkil isen âdını Mecnûna tak.

İlmine mağrur olursan olma hiç,

Issı vermez sana ne kara ne âk.

Gir sakın çıkma izinden mürşidin,

Her ne emrederse sakın olma âk.

Bir eline göz yaşından al asâ,

Bir eline dert ödünden yak çerâk.

Ey Niyâzî tutar isen pendimi,

Diye sana istediğin işte bâk.

 

“Dünyeden ölmezden evvel et sefer ”Dünyâdan sefer, yani gidiş ancak “Mûtû kable en temûtû”, “ölmezden önce ölünüz” sırrına mazhar olmakla olur. Âşık olan kimse hiçbir makâmda durmaz. Dünyâ ve âhiret dâima terakkî eder. Çünkü terakkînin, makâmlarda ilerlemenin sonu yoktur.

Beyitte geçen âk kelimesinden murad edilen âsî kelimesidir. Hiçbir zaman Mürşidin emirlerine âsî olma, dâima onun emirlerini yerine getir.

-------------------

Vezin: Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün

Hak ilmine bu âlem bir nüsha imiş ancak,

Ol nüshada bu Âdem bir nokta imiş ancak.

Ol noktanın içinde gizli nice bin deryâ,

Bu âlem o deryâdan bir katre imiş ancak.

Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem,

Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak.

Bu zevki eyler herkes bulmaz veli her nâkes

İren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak.

Kim ol deme buldu yol vasl oldu Niyâzî ol,

Nâcî denilen fırka bu zümre imiş ancak.

Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün,

Âdemde olan esrâr bu demde imiş ancak.

 

“Âdemliğini her kim bulduysa odur Âdem”

Dervişin biri demiş ki, ben Şeyhimle yüzbin âlem gezdim, herbiri bu âlem kadar büyüktü. Doğru demiştir,zirâ Âdemliğini herkim bildi ise işte Âdem odur.Yoksa Âdem sûretinde olupta içi hayvan olursa o insan bir gölge gibidir.Aynı bir adam güneşe karşı durursa gölgesi yere düşer ve nasıl bir insan olduğu gölgesinden belli olur,tanınır.

“İren anâ Âdemde bir fırka imiş ancak”

Hazreti Peygamber buyurmuştur : “ Yahudîler şu kadar fırkadır hepsi cehennem ehlidir. Hristiyanlar şu kadar, keza hepsi cehennem ehlidir.Fakat benim ümmetim de bu kadar fırkadır,bir fırkası cennet ehli,firka-i vâhide ve hüve nâciyedir”.

------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Zâhidâ sûret gözetme içeru gel câna bak,

Vechi üzre gör ne yazmış defter-i Rahmâna bak.

Mushaf-ı hüsnünde yazmış “Kul hüvellâh” âyeti,

Gel inanmazsan geru var mekteb-i irfâna bak.

Çeşmini gösterdiğince âşıkın cânın alur,

Leblerin açtıkça can nefh eyleyen cânânâ bak.

Zülfünün herbir telinde bağlı bin mecnûnu gör,

Hattının ilindeki yüzbin meh-i tâbâna bak.

Âteş-i ruhsar ile yanmış kararmış çehresi,

Harf libâsından soyunan nokta-i uryâna bak.

Hep mülâzim kulluğunda bu cihânın şahları,

Kapusunda Pâdişahlar kul olan sultâna bak.

Âlem anın hüsnünün şerhinde olmuş bir kitâb,

Metnin istersen Niyâzî sûret-i insâna bak.

 

İkinci beyitteki “ Defter-i Rahmâna bak “ daki defter-i Rahmân Kâmildir, Çünkü Kâmil Rahman sıfatıyla muttasıftır. Peygamber efendimizin zamanından önce halk, hazreti İsmailin şerîati üzerine giderdi. Sonra Hazreti Peygamberden dörtyüz yıl önce biri çıkıp halkı putlara tapmayı öğretti. Bu evsân denilen putlar mezartaşları gibi “ Beyt-i Şerif “ çevresinde dikilip ve boyunlarında devekuşu yumurtası gibi bir takım taşlar asarak onları süslerlerdi. Beyt-i şerifi tavaf ederek,bunların yanlarına geldiklerinde onlara secde ederlerdi.

“Mushaf-ı hüsnünde yazmış “Kul hüvellâh âyeti”

Sonra Hazreti Resûl (A.S) me sordular : “Senin Rabbin altından mıdır, gümüşden midir nedir?”. İşte “Kul huvallâh “ sûresinin nâzil olma sebebi budur.Çünkü “ Kul huvallâh” sûresinin âyetleri Kur’ânı Kerîmin en cemiyetli âyetleridir. Sonra Cibrîl (A.S) bu âyetleri indirdi.

Anlamı:

“Kul hüvallâh-ü ehad”, yani “ Vücûda gelmeyen malûmat (zatâ mahsus bilgiler) ve vücûda gelen mevcûdâta delâlet eder, esmâ-i câmiadandır (tüm isimlerdir), yani Ahadiyyed-i Hüviyyet ki, Gayb-ı Mutlak’ın ahadiyyeti ve Ahadiyyet-i Ulûhiyyet, ki mevcûdatın ahadiyyeti odur” demektir.

“Allâh-üs-samed” yani “O’na mevcûdatın hepsi arz-ı ihtiyaç ederler”, burada “Samed” in manâsı, cümle mevcûdat dünyevî olsun, uhrevî olsun “O” na ihtiyaçlarını arzederler. İhtiyaçları hep “O” nadır. “Lem yelid”,”Doğurmadı”, “Velem yuled”, “Doğmadı, abâ ve ecdadı yoktur”. “Velem yekün lehû küfüven ahad” yani “Ahaddir, “O” na akran kimse olmadı, eşi ve benzeri yoktur” demektir.

“ Çeşmini gösterdiğinde âşıkın cânın alır “

Çeşminden murad Hak-kın vücûdudur. Hak-kın vücûdunu görenin kendi vücûdu kalır mı? Kalmaz.

“ Zülfünün her bir telinde bağlı bin mecnunu gör “

Zülüften maksad Hak-kın zuhûrlarıdır,yani her bir zuhûrunda birer mecnun bağlıdır. Mecnun Leylâya âşıktı,Leylânın zülfünde bağlı idi,yani âşık olduğu Leylâ ile bir vücûd idi. İşte âşıkta Haktır, maşukta Haktır. O âşıklığı ile tecellî ve zuhûr eder. İmdi âşıka mâşuk dahi lâzım olur O mâşukluğu ile de zuhûr eder.zâhir olur, o âşık da odur, mâşuk da odur.

“ Harf libâsından soyunan nokta-i uryâna bak”

Harf libâsı (bu âlemde göründüğü giysiler) sûret libâsı demektir.”Nokta-i üryân” ise Hak-kın vücûdudur. Bu âlemler Nûr-i Muhammedî, yani Hazreti Muhammed Mustafâ (S.A.V.) min nûr suretinin şehrinde bir kitaptır. İşte “Vettûr-i ve kitâb-in mestûr-in fî rakkin menşûr-in” “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitab hakkı için, ki bu yazılmış bir varaktadır”, yani Tûr dağının hakkı için bu âlemler, Nûr-i Muhammedînin şehrinde bir kitabdır. Anın hakkı için. İşte Cenâb-ı Hak kasem etmiştir. Hazreti Resûl ise bu kitâbın metnidir. İşte bu kitap ki âlemlerin metnidir, ister isen bu âlemlerde bulunan insâna bak. Bir sâlik sâdık olduğu halde cem makâmında Hazreti Resûl ya nurlu veya unsurî suretinde yakaza halinde ana behemehal gelir ve ona Tevhîd-i ef’âl, Tevhîd-i sıfât ve Tevhîd-i zâtı telkin buyurur.

-------------------

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Köstebektir köstebektir köstebek,

Ol münâfıklar vezîr olsun ya bek.

Kâfirin yeri cehennemdir veli,

Derk-i esfelde münâfık oldu sek.

Hem srât üzre geçen mü’minleri,

Şaşırandan dağdaki hınzır da yek.

Nushuna çi fâide diyenlere,

Ger nasihat eylesen tâ haşre dek.

Eylemez Deccâl’a tesir eylemez,

Kıl ferâgat anlara çekme emek..

Menn-ü selvâyı Yahûdî istemez,

İstediği ya basal, ya mercimek.

,Sükkeri olan gıdâyı neylesin,

Aklı fikri bekrinin tuzlu semek.

Üstüvâyı arş-ı şer-i istemez,

Çingâna çuldan kara çadır gerek,

Çenginin çengi ana Kur’ân yeter,

Cânına kelb urduğu nân-u nemek..

Doğru yoldan taşra gitme Mısrîyâ,

Enbiyâ çekti bu derdi sen de çek.

Çün Kitâb-ullâhtır habl-ül-metin,

Pek yapış bu urvet-ül vüskâ’ya pek.

 

Mısrî efendinin üç defa köstebek buyurması sebebi şudur; çünkü köstebek kördür görmez,yeraltında yaşar, solucan ve kurt yer ve hiçbir nur görmez. Yani fâil-i hakikîyi görmez. Ef’âl kimin olduğunu bilmez,sıfat kimin olduğunu bilmez, vücûd kimin olduğunu bilmez. İşte üç defa köstebek buyurmasının sebebi budur. Münâfık da öyledir ve mahcubtur,Ef’âl, sıfât,zât Hak-kın olduğuna vâkıf değildir demektir. Ebû Tâlipin oğlu olan İmâm-ı Ali (R.A) henüz on yaşında iken babasına ,” Gel baba Hazreti Muhammede iymân et,dini Hak dinîdir” deyince Ebû Tâlip : “Biliyorum oğlum velâkin biz bu dinde ihtiyâr olduk ve ihtiyârların dinini nice terk edeyim “ diyerek İslâm ile müşerref olmamıştır.

Menn-ü selvâyi Yahûdi istemez,

İstediği ya basal, ya mercimek.

Hazreti Mûsâ Allâhın emriyle Amalika kavmi ile muharebe etmek üzere kiyâm ettiğinde Beni İsrâilin ileri gelenleri bu emre karşı koydular. Altmışbin civarında bulunan beni İsrâil biz harb edemeyiz dediler. Onları cezâ olmak üzere Cenâb-ı Hak tiye vâdisinde hapsetti, beslenmeleri için gökten selvâ ( tarla kuşu ) gönderdi, pişirip yediler, verilen bu nimete kanâat etmediler bu defa Hazreti Mûsâdan men ( bal ) istediler. Onu da şerbet yapıp içtiler.

Sükkeri olan gıdâyı neylesin,

Aklı fikri bekrinin tuzlu semek.

Yahûdiler bu nimet ile de yetinmeyip memleketlerinde yedikleri soğan,mercimek ve sarmısak istediler.İşte bu defa Cenab-ı Hak gadap etti,ve onlara “Mutû” (ölünüz ) dedi,derhal Altmışbin kişi bir nefis gibi öldüler.Yedi gün cenâzeleri ortalıkta durdu (kokuştu).Sonra hazreti Mûsâ (A.S) Cenâb-ı Hak-ka niyâz etti ve yine hepsi dirildi. Anın için o sülâleden gelen Yahûdilerin bedenleri bugün bile kokar.

Üstüvâyı arş-ı şer-î istemez,

Çingene çuldan kara çadır gerek.

Hazreti Peygamber efendimiz buyurmuştur : “Şerefû buyûteküm velâ tüşrifû mesâcideküm”, yani “evlerinizi yüksek yapıp şereflendirin, zirâ böyle yaparsanız ruhunuz ferahlar ve mescidlerinizi şerefli (yüksek) yapmayın,alçak yapınız,zirâ orası Hak-ka ibâdet olunacak yerdir.”

--------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ârifin mutlak kelâmın duymaya irfân gerek,

Sırr-ı muğlaktır gönülde zevk ile vicdân gerek.

Bir hazînedir tasavvuf mâlik olmaz her hasis,

Bulmağa anı dü âlemde beğim sultan gerek.

 

Ârifin sözlerini yine ârif olan bilir,çünkü “İrfan” gönülde kapalı bir sırdır,ancak zevk ve vicdan ile bilinir.Bir insan ârif olmayınca vicdan sâhibi olamaz.

 

Dürr-i yektâ kânını âlemde bulmak isteyen,

Bulmaz anı nehr içinde bahr-i bî-payân gerek.

Ma’rifet dâ’vâsın eden müddeî bilmez mi kim,

Dildeki dâ’vâya elde hüccet-ü bürhân gerek.

Ârif oldur halkı başına üşürmek istemez,

Gönlü cümle halk içinde hâk ile yeksân gerek.

Kibr-ü ucbun illetinden kurtulup sağ olmağa,

Bil tabîbin mâ’nâda Şeyhin senin Lokmân gerek.

Şöhret ıssı ma’rifet kenzini bulmaktır muhal,

Varlığın şehri senin baştan başa virân gerek.

 

Dürr-i yektâ öyle gelişi güzel bulunmaz anı bulmağa sonsuz bir deryâ gerekir, yani tevhîdin tâlimine Mürşid-i Kâmil ister. Hüdâyi Mahmut efendi “Enfâs” namındaki kitabında bir hikâye yazar: Dervişin biri şeyhine gelir, evlenmek için müsaade ister. Şeyhi olur der. Fakat derviş ben Padişâhın kızını isteyeceğim efendim. Şeyhi de olur der. Derviş sokağa çıkarak acaba Padişâhın kızını kimden isteyebilirim diye sorunca,Şeyhülislâmdan derler. Fakir derviş Şeyhülislâma gider.”Efendim ben Allâhın emriyle ve Resûlüllâh şeriâtı üzerine Padişâhın kızını almak isterim” der.Şeyhülislâm bir gün huzurda iken “Efendim bir fakir derviş gelip kızınızı benden istedi”. Cevaben Padişâh : “Biz Kureyşî değiliz ki neslen küfüv ve gınâ ( eş ve zenginlik ) isteyelim ama o fakir kızıma nişanlık olarak bir dürr-i yektâ getirirse kızımı veririm”. Şeyhülislâm Padişahın emrini dervişe tebliğ eder. Derviş pek alâ der ve çarşıda dürr-i yektâ nın nerede bulunabileceğini sorar, öğrenir.Derviş kalkıp oraya gider,soyunup denize dalar çıkar,dalar çıkar,yorulur,gücü dermanı kalmaz.deryânın kenârına çekilir, yorgunluktan ve açlıktan yığılır kalır. Daha önce yemin etmişti,yâ ben dürr-i yektâ’yı bulurum,yahut da bu deryâ kıyısında can veririm. İşte bu baygınlık esnâsında uykuya dalar. Hak-kın emriyle deryâda fırtına çıkar, derviş de bu gürültüden uyanır. Bakar ki yanında beş altı adet dürr-i yektâ duruyor. Heman onları koynuna doldurur ve gidip Şeyhülislâm efendinin önüne döker ve böylece Padişâhın kızını alır.

İşte himmet sarfı böyle olur. Bu misâlde olduğu gibi bir kimse tevhîde himmet sarfedince muhakkak ona vâsıl olur ve mürşid-i Kâmili bulur, çünkü tevhîdin kaynağı Mürşid-i Kâmildir.Şâyet o derviş dere veya nehirlerde inciyi arasaydı bulabilir miydi, bulamazdı. Sordu soruşturdu, nerede bulacağını öğrendi, Cenâb-ı Hak da ona istediğinden fazlasını verdi.

Ölmeden evvel ölüp kabre girip haşre çıkıp,

“Mâlik-el mülk”-ün şuhûdunda gönül hayrıçün gerek.

İnsan “Mûtû kable en temûtû”, “ölmeden önce ölünüz” sırrına mazhar olup tabii ölüm ile ölmeden önce ihtyârî ölümü ile kabre girip ve haşre çıkarak “Mâlikel mülkün” şuhûdunda hayran olmalıdır.

 

Nefsi tamûsun sırât-ı şer’i ite bunda geçüp,

Kalp evi hep hûr-û gilmân cennet-i rıdvân gerek.

Söyleyip işittiği dahî görüp fikrettiği,

Üstüvâ-i arş-ı sırda hazret-i Rahmân gerek.

Her kaçan tûtîlere feth-i dehân ettik ol,

Lezzetinden tûtîler sözlerine nedmân gerek.

Geh hamûş olup dilinden kimse almaya cevab,

Geh açılıp şâd olup güller gibi handân gerek..

Gâh üns, gâh haşyet gâh rü’yet geh sucûd,

Gâh sahv-ü gâh mahv geh vücûd geh cân gerek.

Terkedüp cümle kuyûdâtı erişe sırfe ol,

Sırfe erse bir gönül içi anın ummân gerek.

Aradan iskât edip cümle izâfâtı hemân,

Hak vücûdu âşikâre gayrisi pinhân gerek.

Çünkü ârîdir izâfattan vücûdu dilberin,

Zevk-i küllî isteyen âşık dahi üryân gerek.

Mısrıyâ terk-i izâfât etmeğe lâyık olan,

Kümmel-i insân içinde bindebir insân gerek.

Üstüvayi arş-ı sırda hazreti Rahmân gerek”

 

Hazreti Rahmândan murad “Gavs-ı âzam” dır, çünkü Gavs, Rahmân isminin mazharıdır ve bütün âlemlerde mütesarrıf olan Gavstır.”Er-rahmân alel arş-is-tivâ”, “Rahmân arş-ı alâsında hükümrândır” âyetindeki “Rahman” dan murad Gavstır, yani “Gavs-ı azâm arş üstünde müstevî oldu” demektir. Zirâ Gavsın azâmeti şudurki bu âlemler anın avucunda bir hardal dânesi kadardır. Anın “Sâhib-i şimâli” ve “Sahib-i yemini” tâbir olunan vezîrleri vardır.

“Gâh sahv-ü gâh mahv geh vücûd geh cân gerek”

Burada mahv-ü sahv işret ehlinin tam sarhoşluğu ile teşbih edilmektedir. Bu da “Men arefe Rabbehû---tâl-i lisânuhu--- ve men arefe Rabbehû---küllü lisânehû---sırrına işârettir.

____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Derviş olan âşık gerek yolunda hem sâdık gerek,

Bağrı anın yanık gerek can gözleri açık gerek.

Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye

Aşk âteşinde eriye altın gibi sızmak gerek.

 

Madenlerin çeşidi yedidir: Altın, gümüş, bakır, demir, kurşun, kalay ve cıvadır.Bunların aslı altındır. Altın binlerce yıl sonra değişikliğe uğrayarak demir, bu da binlerce yıl sonra gümüş, sonra bakır, kurşun, sırasıyla kalay da cıva olur.

Kâmil olan bu kimyevi değişiklikleri bilir ve bu değişiklik sebeplerinin ne gibi eczalarla giderileceğini fark eder, işte o ecza ile madenleri aslı olan altına çevirir. Çünkü altın pek saftır, herşey pas tutar, altın tutmaz,zirâ aslı olan zâtı pâktır. Fakat zamanla değişikliklere uğrayarak gümüş,bakır ve demir gibi sâir madenlere dönüşmüştür. İşte Kâmil kişi kimyevî bir ecza ile ârız olan illeti giderir,aslında ircâ eder,esas olan kimyâ ilmi de budur. Kezâlik ruhun aslı da pâktır ve saftır. Fakat sonradan ârız olan illetler sebebiyle eski asıl hâlini kaybetmiş ise, Mürşid-i Kâmil o ârız olan illetleri tevhîd ile girişim yaparak onu tekrar aslına döndürür.

 

“Zikr-i Hak-ka meşgul ola yana yana tâ kül ola,

Her kim diler makbul ola tevhîde boyanmak gerek.”

 

Zikr-i dâimî haccül-ekberdir. Meselâ gönül her nereye giderse “ feeynemâ tevellû fesemme vech-ullâh”, Her ne yöne dönsen, Allâhın vechini, yani zâtı oradadır” mucibince kalb de devamlı zikirle ardınca Allâh Allâh diyerek gider. Gönül bağa gider, bahçeye gider, hana gider, hâneye gider ve bu sûretle gönül her nereye teveccüh ederse, vechüllâh olduğu, gönlün de ardınca tasdik eder.Bu sebebten dâimî zikir “Haccül-ekber ve cihad-ı ekber” dir. Tevhîde boyanan kimse dünyâ ve âhiret makbul bir kimse olur.

 

Eyün kişi yol alamaz maksûdunu tiz bulamaz,

Yoğ olmayan vâr olamaz vârını dağıtmak gerek.

 

Burada eyün kişi, yani kibirli ve kendisini beğenmiş kimse istediğini çabuk bulamaz.

 

Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı,

Bu Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek.

 

Dervişlerin en alçağı tevhîd-i ef’al sâlikidir ve dâimî zikir sâhibidir.Beyitte geçen buğday içinde burçak, buğday aynı değerde satılarak birlikte öğütülüp un olur. Tevhîd-i ef’âl sâliki ve zikr-i dâimî sahibi de gerek burada dünyâda, gerek kabirde ve gerekse âhirette behemehal kemâl bulur, ona noksan makâmları tamamlattırılır.

___________

Vezin: Feîlâtün feîlâtün feîlâtün feîlün

Sâlikin Mürşîdine hizmeti şâhâne gerek,

Eşiğine koya bâşın diye şâhâne gerek.

Geçe dünyâ ile ukbâyı dahî etmeye âr,

Bu yolun mihnetine ol kati merdâne gerek.

Nâmurad olmağa tâlip ola kim menzil ala,

Dahî halk içre adı âkil-ü dîvâne gerek.

Dahî Mûsâ gibi Hızr’a gemisin deldire ol,

Eski dıvârı yıkıp hem katl-i oğlana gerek.

Gemi sağ olsa anı gasbeder emmâre-i nefs,

Yeni dıvar beğim eskiye vîrâne gerek.

Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsıd olur,

Bu bağın bülbülü aşk ödüne pervâne gerek.

Ey Niyâzî bu yola kim gire kurbân ede can,

Îyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek.

 

Sâlikin üç mertebesi vardır: Biri muhib, biri mürid, diğeri de sâliktir. Muhib olan kimse yalnız tevhîd ehli ile muhabbet eder.Mürit hem muhabbet eder, hem de bîat etmek ister. Sâlik ise bîat ederek sülûk eder. Burada murad edilen esasen budur, yani sülûk edenin Mürşidine hizmeti, vükelânın en baştaki zâtı nice kıymetli tutar, hizmet ve itaat eylerse, sâlikin de Mürşidine öyle itaat ve hizmet etmesi ve kıymetli tutması gerekir, hatta daha ziyâde olmasını ister.Çünkü birinci husustakine itaat ve hizmet edilmesi dünyevî geçim dolayısıyladır. Şâyet kusur işlerse geçimi kesilir ve o da geçimini başka yerden temini cihetine gidebilir. Fekat Mürşide hizmet ise Hak cihetindendir ve Mürşidin emri Hak-kın emridir. Eğer Mürşidin emrine sâlik itaat etmemiş olursa, başka cihetten Mürşidden kazanacağını elde edemez. Mürşidin hizmeti nedir diye sorulursa, onun hizmeti Hak yolunda Hak-kın yaptığı emirlerden ibârettir. Binanaleyh Mürşidin emrini tutmamak, Hak-kın emrini tutmamak ve Hak emirlerine itaat etmemektir.

“Bu yolun mihnetine ol kat-i merdâne gerek”

Bu yolun mihneti, yani zahmeti şudurki, yarân her zaman bulunmaz. Çünkü gerçek tevhîd ehli pek nâdir bulunur. Meselâ, buradan kalkıp Mısır’a bir tevhîd ehli bularak muhabbet ve sohbet etmek için gidersiniz, sonra o gittiğiniz yerde ya bir ahbab bulursunuz, yahut bulamazsınız. Çünkü bulunmaz şeydir, bulunursada gizlenirler. İşte bunun için merdanlık, yani yiğitlik gerekirki, sen de buna dayanamazsın.

“Dahi halk içre adı âkil-ü divâne gerek”

Aklın üç mertebesi vardır: Biri akl-ı maaş ki dünyâda yaşam ve geçim gibi şeylerle ilgisi olan hususlara aklı erer. Biri de akl-ı maad ki bu gibi kimselerin âhiret işlerine aklı erer. Diğeri de akl-ı kâmil ki yalnız İlâhî bilgileri düşünür. Bu akl-ı kâmil sâhipleri Tevhid ehli ve Melâmiyedir. Bunlara “Ukalâ-yi meczûbîn” (akıllı deliler, cezbe sâhibi veya tanrı aşkına tutulmuş kimseler) tâbir olunur. Çünkü akl-ı maaş ve akl-ı maad sâhipleri, bunların cezbeye kapılmış kimseler olarak görürler. Zirâ bu “Melâmiyye” den olanlar güzel elbise giyerler, güzel yemek yerler ve beş vakit namaz ve Ramazan-ı şerifte oruçlarını tutarlar, yani bütün İlâhî farzlardan başka ibâdet etmezler ve bunlar için böyle dervişlik olurmu derler. Hani nerede bir köşeye çekilip başkalarıyla ilgisini kesmek, nerede riyâzat etmek, ki yirmidört saatta bir hurma ile geçinme diyerek tevhîd ehlinin bu durumlarına dikkat ederek deli divâne derler.

Halbuki Nebîler ve Peygamber öyle onların zannettikleri gibi riyâzat etmedi ve bir köşeye çekilip halk ile ilişkilerini kesmediler ve Hak-kın farz kıldığı şeylerden başka bir iş işlemediler. Tevhîd ehli de öyledir, fazla ibâdet etmek ibbâdın halidir, ibbâd ise mahcupdur. Halbuki tevhid ehli mahcup değildir. Enbiyâ ve Resûl onların zevk ve irfânı tevhîd ehlinde olan zevk ve irfânın gayri değidir, yani hiç farkı yoktur. Yalnız mertebe yönünden fark vardır. Meselâ Nebîler mertebesi vardır, Peygamberler mertebesi vardır, Gavs mertebesi vardır vesair buna benzer mertebeler vardır. Bunlarda mertebe yönünden birbirine üstünlüğü varsada, irfân yönünden arada hiçbir fark yoktur. İşte ibbâd olanlar işin esâsını anlamadan “Muvahhid” e deli divâne derler. Tarikat ehli de ibbâddan sayılır. Halbuki tevhîd ehli bunlara – muvahid olanlara – deli denmez, âkil der. Bu cihettendir ki Mısrî efendi de “adı âkil ve divâne gerek” buyurdu.

“Dahi Mûsâ gibi hızr-a gemisin deldire ol,

Eski dıvârı yıkıp hem katli oğlane gerek.”

Hazreti Mûsâ (A.S.) kavmi Benî İsrâil ile konuşurken kendisine: “Yâ Mûsâ, senden âlim kimse varmıdır ? “ dediler. Bittabi Resûlden daha âlim kimse yoktur ve hem de hazreti Mûsânın zamanında başka Peygamber de yoktu. Hazreti Mûsâ cevaben : “yoktur” buyurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-tan kendisine : “Mecma-il Bahreynde ledün ilmini bilen bir kulum vardır, onunla görüş” diye hitâbedildi. Ledün ilmi demek, kerâmet-i kevmiyye ilmi demektir. Çünkü hazreti Mûsânın çözemediği üç müşkili vardı:

Birinci müşkili, doğduğu zaman Firavunun falcıları, kehânetle doğacak bir erkek çocuk yüzünden saltanatının târ-ü mâr olacağını bildirmişlerdi. Bunun üzerine Firavun ebelere erkek doğan çocukların boğdurularak öldürülmesi için emir verdi. İşte bu sırada hazreti Mûsâ dünyâya gelmiş, annesi de ebe ile anlaşarak çocuğunun gözünün görmiyeceği şekilde ölmesini teminen bir beşik içine koyup Nil nehrine bırakmıştı. Beşik akıntıya uyarak gelip Firavunun sarayının duvarına dayandı. Firavun beşikteki çocuğun erkek olduğunu görünce öldürülmesi için emir verdi. Karısı hazreti Âsiye : “ Senin erkek çocuğun yok,bunu bize Allâh gönderdi, Firavunun başka eşinden yalnız bir kızı vardı,bunu büyütelim ,bizim terbiyemizde büyüyen çocuk sana hiyanet etmez”. Velhasıl Firavunu iknâ edip çocuk Mûsânın öldürülmesinden caydırdı.Sonra Mûsânın teyzesi Âsiye’ye sütanne için Mûsânın annesini tavsiye etti,bu suretle Mûsâ hazretleri yine kendi annesinin südüyle büyütülmüş oldu.İşte bir müşkili bu idiki neden Nilde boğulmamıştı.

İkinci müşkili, Hazreti Mûsâ yolda giderken Firavunun adamlarından biri Beni İsrâilden birini öldürmek üzere kovalarken gördü. Takip edilen adam: “Aman yâ Mûsâ beni kurtar”dedi. Hazreti Mûsâda Firavunun adamını durdurunca adam düşüp öldü.İşte bu hadisede ben bu adamı niçin öldürdüm ,günâhı varmıdır?

Üçüncü müşküli de Firavunun adamını öldürmüş olduğunu görünce kaçtı.Şuayb (A.S) mın kızları koyunlarına su vermek için bir kuyunun ağzındaki ağır taşı kaldıramıyorlardı,gidip o taşı para almadan kaldırmıştı.

İşte bu üç hadisede cereyan edenler Hazreti Mûsânın çözemediği müşkillerdi,halli kevnî kerâmete bağlı idi. Bu sebeple Cenab-ı Hak onu kevnî kerâmet sâhiplerinden Hızır (A.S)’a gönderdi.Birlikte bir gemiye bindiler, Hızır tuttu gemiyi deldi.Hazreti Mûsâ buna itirâz etti:”Burada birçok insan var suda boğulacaklar yazık değilmi?” Hızır: “Peki ya sen niçin beşiğin içinde iken boğulmadın, Allâh tarafından korundun. İşte bu gemide öyle korunur.” dedi.Gemiden çıkıp vardıkları memlekette dolaşırlarken Hızır tuttu bir çocuğu öldürdü. Hazreti Mûsâ yine itirâz etti.”Hiçbir günâğı olmayan çocuğu niçin öldürdün ? Yazık değilmi? Sonra Hızır (A.S) çocuğun kürek kemiğini çıkarıp gösterdi.” Sen kürek kemiği ilminden anlarsın “. Hazreti Mûsâ bakdı,çocuğun ileride bir fesadçı olacağını görüp anladı.Hızır da : “Böylelerin îdâmında sakınca yoktur,aynı senin Firavunun adamını öldürdüğün gibi “, Sonra oradan kalkıp başka bir şehire geldiler,burada hiçbir kimse bunlara bir yiyecek vermedikleri gibi, üstelik koğup hakaret ettiler.Fakat yolda rastladıkları yıkılmak üzere olan bir duvarı Hızır (A.S) düzeltti.Hazreti Mûsâ :” Niçin ücretsiz bu işi yaptın,bari bir miktâr para alsaydın,onunla ekmek vesâire alır, açlığımızı giderirdik” dedi. Hızır (A.S) :”Ya sen Şuayb (A.S) mın kızlarına para almadan kuyu ağzındaki ağır taşı kaldırdın,bir ücret almadın”.

“Gemi sağ olsa anı gasbeder emmâre-i nefs,

Yeni dıvar beğim eskiye virâne gerek.

Eğer öldürmese oğlanı sonu fâsid olur,

Bu bağın bülbülü aşk ödüne pervâne gerek”.

Peygamberler mucize göstermeyi istemezler,hatta mucize göstermekle emrolundukları zaman üzerlerine bir dağ yıkılmış gibi acı duyarlardı. Çünkü onlar gâyet şefkâtli kimselerdiler.Şayet Hak-kın emriyle mazharlarında zâhir olacak mucizeye halk kanaat etmez ise başlarına bir belânın geleceğini bildiklerinden dolayı mucize izhârını istemezlerdi.

Yukarıdaki vak’ada; gemiden murad kişinin vâriyeti,yani vâriyet gemisini delmeli, harab etmeli yani vâriyeti bırakmalıdır.Eski yıkılmak üzere olan dıvardan murad ise insan vücûdudur, yani eskiden vücûd senindir zannederdin,sonra onu düzeltip Hak-kın olduğunu anladın.Keza öldürülen erkek çocuğundan murad ise insanın nes-i emmâresidir.

“Ey Niyâzi bu yola kim gire kurbân ede can,

İyd-i ekberdir ana vuslat-ı cânâne gerek.”

Can,yani ruh; Ruh makâmı cem makâmıdır,Bir kesret-i tabiiyye vardır.Bir kimse sülûk edince kesret-i tabiyyeden kurtulur,Çünkü ef’âlin Hak-kın olduğuna,sıfâtın Hak-kın olduğuna, vücûdunun zât-ı Hak-kın olduğuna vâkıf olunca,o zaman kesret-i tabiiyye kalmaz Bundan sonra “Makâm-ı cem” ki ruh makâmıdır,orada kesret bâtın olup,vahdet zâhir olur,yani Hak zâhir, halk bâtındır.Sonra “ Hazretül-cem “makâmında ki, makâm-ı nefs ve makâm-ı şerîâttir,kesret zâhir,vahdet bâtındır,yani halk zâhir,Hak bâtındır.İşte Mısrî efendinin canını kurbân et demesi, ruh makâmından nefs makâmına geçmek demektir.bu hal bir İyd-i ekber ve Hacc-ül ekberdir.

 

Mısri Divan 10

 

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün

İster isen bulasın cânânı sen,

Gayre bakma sende iste sende bul,

Kendi mir’atında gözle anı sen,

Gayre bakma sende iste sende bul.

Her sıfat kim sende var izle anı,

Gör ne sırdan feyz alır gözle anı,

Erişince zâtına özle anı,

Gayre bakma sende iste sende bul.

Kenzi manfî âşikâr hep sendedir,

Yaz ve kış leyl-ü nehâr hep sendedir,

İki âlemde ne var hep sendedir,

Gayre bakma sende iste sende bul.

Men aref sırrına er, ko gafleti,

Gör ne remzeyler bu insân sûreti,

Haş-ü neşr ile Tamûyu cenneti,

Gayre bakma sende iste sende bul.

 

Cânânı, yani Hak-kı bulmak istersen gayre bakma sende bul. Senin Mir’atında gözle,sen Hak-ka bir aynasın,çünkü ef’âl,  sıfât ve zâtı seninle zâhirdir. Ef’âl sıfata, sıfât da zâta delildir. Şimdi bir fiil sıfatsız zâhir olur mu?

Meselâ, ilimsiz fiil zâhir olur mu ? Kezâ iradesiz ve kudretsiz, semisiz (işitme olmadan) basarsız (görme olmadan), kelâmsız (söz söylemeden) ve hayatsız, yaşantısız fiil zâhir olur mu, olmaz. Demek oluyor ki, Ef’âl sıfâtın vücûduna delildir. Kezâ sıfat mevsufsuz (sıfatlanan olmazsa) olur mu? Her sıfata behemehal bir mevsuf lâzımdır. Meselâ,irâde, irâde edensiz, kudret kâdirsiz olur mu,olmaz. Şu halde sıfat da Hak-kın vücûduna delil olmuş olur. Her şahıs kendisinden zâhir olan ef’âl ve sıfatlarla Hak-kın vücûduna delil ile anlayabilir.

“Kenz-i mahfî âşikâr hep sendedir

Yaz ve kış leyl-ü nehâr hep sendedir “

Kenz-i mahfî, yani İlâhî sırlar ef’âl, sıfât, zât sende âşikârdır. Yaz ve kış, gece ve gündüz ve iki âlemde, yani dünyâ ve âhirette her ne var ise hep sende mevcuttur. Çünkü insan nusha-i câmiadır.Vücûd tek bir vücûd değil midir? Bunların Hakkın vücûdundan başka müstakil vücûdları var mıdır, yoktur. Yaz ve Kış, gece ve gündüz dünya ve âhiretin ve senin vücûdun vücûdu Hak-tır. Başka vücûd yoktur.

“Men aref sırrına er, ko gafleti,

Gör ne remzeyler bu insan sûreti.”

Hazreti Ömer efendimize Resûlüllâh (S.A.V) buyurmuştur:

“Men aref-e nekehû fekad aref-e Rabbehû “, yani “ Nefsini arif olan tahkik Hak-kı ârif oldu ”. Cenab-ı Hak buyrmuştur: “Vettebiû millete İbrâhîme hanîfen vemâ kâne minel müşrikîn”, yani “ Millet-i İbrâhim olan tevhîde tâbi olun, İbrahîm müşrikinden olmadı “. İşte cenab-ı Hak bizi babalarımızın sülbünden analarımızın rahimleri vâsıtasıyla bu âleme getirdiği ef’âl, sıfat, zat, kendisinin olduğunu bildirmek içindir. İşte “men aref “ sırrı budur. İnsan sûreti nüsha-i câmiadır. Evvelki derslerde söyledik. İnsan sırr-ı hilâfet, yani ism-i câmiin (bütün isimlerin) mazharıdır. Melekler ise kuvvet isimlerinin mazharıdır. İnsan ise hem kuvvet ve hem de sâir tekmil İlâhi isimlerinin mazharıdır.

“ Haşr-ı sûri hâlin inkâr eyleme,”

Gülşen iken yerini hâr eyleme,

Enfüs-ü âfâkı bil âr eyleme,

Gayre bakma sende iste sende bul.

Haşr iki kısımdır : Bir kısmı burada ki, cümlemiz burada Hak-kı ârif olmak için haşrolduk. Biri de âlem-i âhirette ki, o haşir bir haşr-i ekberdir, o da cismânidir, mahşerde haşoluruz. İns ve cin, melekler vesâir toplanıp sırât-ı mîzân kurulur,cennet ehli cennete, cehennem ehli cehenneme gönderilir. İşte bunları inkâr edip yerin bir gülistan (gülbahçesi) iken, hârîstân (dikenli bir çorak tarla) eyleme. Beyitte geçen enfüs kendi nefsin, afâk ise,bu görünen âlem,yani “Tafsîlat-ı Muhammediyye “ dir. Çünkü Cenab-ı Hak önce “Nur-i Muhammedî “ yi yarattı. Bu âlem “Nûr-i Muhamedî “ nin tafsîli ve şerhidir.

Hak-kın sıfât-ı subûtiyye ve mâneviyyesi yedidir :

Hayat,ilm,semi,basar,irâde,kudret,kelâm. Türkçe olarak: (Yaşantı,bil-gi, duyma, görme, istek, kuvvet, söz) dür.

Bunların üçü bâtın, dördü zahirdir.Bâtın olanlar Hayat, ilim, irâdettir. Zâhir olanlar: Semi, basar, kudret, kelâmdır.Anın için hacılar “Tavaf-ı kudüm” ve “Tavaf-ı vedâ” da üç defa Beyt-i Şerifi pehlivanlar gibi kollarını sallayarak kurula kurula tavâf ederler.Bu suretle bâtın olan üç sıfatın,yani hayat, ilm, ve irâdetin zâhir olması için üç defa tavâf ederler. Bunun bir defası hayat sıfatı için, bir defası ilm sıfatı için, üçüncüsü de irâdet sıfatı içindir.Ayrıca dört defa da zâhir olan (semi,basar, kudret, (kelâm), sıfatları için tavâf ederler. Ancak bu dört sifat esasen zâhir olduklarından bu kere teennî ile (yani bütün bu hususları düşünerek) tavâf ederler.

Kâbe, yani “Beyt-i Şerif” mazhar-ı zattır, insan ise mazhar-ı sıfattır. Bu sıfatlar Hak-ka nisbet olunduğu vakit kadîmdir,çünkü Hak kadimdir,onun sıfatlarıda kadimdir.Şahsa nisbet olunduğu vakit,hâdisdir, zirâ şahıs hadis değilmidir,yani sonradan yaratılmadımı ,evet sonradan yaratıldı.Şu halde mukyyeddir,yani o sıfatlar şahısla mukayyeddir.Ve sifât-ı cüz’iyye denildiği de bu sıfatların şahısla kayıdlanmış olduklarından dolayıdır.Hak-kın sıfatları ise “ Külli sıfatlar” dır. Sıfat-ı cüz’iyye sıfât-ı külliyenin mazharıdır. Meselâ: İrâde-i cüz’iyye irade-i külliyenin,kudreti cüz’iyye kudreti külliyenin mazharlarıdır, yani Cenab-ı Hak (insandaki) bu cüz’î sıfatlar ile zâhirdir.

 

“Zat-ı Hak-kı anla zâtındır senin,

Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin.

Sen seni bilmek necâtındır senin,

Gayri bakma sende iste sende bul.

Sûreti terk eyle manâ bulagör,

Ko sıfatı bahr-ı zâtan dalagör.

Ey Niyâzi şark-u garba dolagör,

Gayre bakma sende iste sende bul.”

 

İlmin mertebeleri üçtür: İlmelyakin, Aynelyakîn, Hak-kalyakîn dir. İlmelyakîn: Avâmın ilmi, hoca efendilerin ve suhtaların ilmidir. Beni iycâdeden Haktır, beni babam ve annem iycâdetmiş olsa, ya babamı ve annemi kim iycâdetti? Behemahal benim bir mûcidim var, şu halde mûcidim Haktır deyip böylelikle Hak-kın vücûduna istidlâl eder (delil bulur). Bu ilim “İlmelyakîn mertebesi” dir.

İkincisi Aynelyakîndir. Bu tarikat ehlinin ilmidir. Benim mucîdim Haktır ve benden zâhir olan sıfatlar Hak-kındır der, velâkin bir türlü vücûdu Hak-ka vermez. Güya vücûdu Hak-ka vermiş olsa hulül ve ittihad iktizâ eder diye korkar. İşte bu ilim de “Aynelyakîn mertebesi” dir

Üçüncüsü “ Hak-kal yakîn mertebesi” dir ki, gerek ef’al, sıfat ve gerekse zat Hak-kındır. “Lâ mevcûde illâ hû” der. İşte bu “Ehl-i Tahkîk”in ilmidir, bunlara “Zâtiyyûn” tabir olunur. Ehl-i tarikat ve ehl-i tarikin evliyâlarına ve kâmillerine de “Sıfâtiyyûn” tabir olunur. İşte Mısrî efendinin “Ko sıfâtı bahr-ı zâta dala gör” dediğini “Zâtiyyûn” ol, yani tahkik ehli ol demektir.

 

Mısri Divan 11

 

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Evvelimde dinmez idi âh-u efgânım benim,

Gice gündüz bitmez idi zâr-ı giryânım benim.

Düştü aşk ödü bu cânâ yaktı kül etti beni,

Kül olunca yanmaz oldu nâr-ı sûzanım benim.

Hâr-u hâşâk-i enâniyet yanalı aşk ile,

Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.

Âr-u nâmus şîşesin yerlere çalıp kırmadan,

Vech-i Hak-kı olmadı yer yüzde seyrânım benim.

Râhat ile istedim vaslını kahretti bana,

Derde düşüp ağlayınca güldü cânânım benim.

Top ile çevkânı sundu bana canan lütfile,

Bendedir ammma görünmez top ile çevkânım benim.

Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlümü,

Şerh olunmaz bu dil ile şimdi hayrânım benim.

Âlem ol vech-i amâdır hayret andandır bana,

Bu vücûdum aybın örttü mihr-i rahşânım benim.

İbtidâ azmeyleyince bu cihân iklimine,

Bir libâsım yoğ idi kim örte uryânım benim.

Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana,

Anların dahi durur eskidi kaftânım benim.

Suya vardık anlar ile kapların doldurdular,

Ben de vardım testimi mahvetti ummânım benim.

Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçün,

Ben dönerdim lîk gözden mahfî devrânım benim.

Halk bir gez dönmeden ben nice devreyledim,

Bilmediler devrimi yanımda yârânım benim.

 

“Arş-ü kürsîden geniş açıldı meydânım benim.”

Benliğim mahvolalı benim meydânım arş ve kürsîden geniştir,yani arştan daha genişim.Kudsi Hadiste Cenâb-ı Hak “ Mâ vesianî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalb-i abdil mü’min “,yani “ Mertebeler ve isimlerim ile arza ve semâlara sığmam,ancak mü’min kulumun kalbine sığarım” buyurmuştur.Çünkü mü’min kulum (İnsân-ı Kâmil ) mertebe ve isimlerimi câmidir.Diğer yarattıklarım ise yalnız bir ismime câmîdir.Meselâ : Melekler yalnız kuvvet ismimin mazhârı,madenler aziz ismimim mazhârı, insan ise bütün isimlerimi câmidir.

İlk zamanlarda “Sofiyye “ tarıkatinde tevhîd makâmları yalnız bir isimle,yani “Lâ ilâhe illallâh “ kelimesiyle tarif ve telkin olunurdu. Sonradan İbrâhim Halvetî hazretleri buna altı isim daha ilâve ederek yediye çıkardı: “Lâ ilâhe illallâh,Allâh, Hû, Hak, Hayy, Kayyûm, Kahhâr “ dır. “Lâ ilâhe illallâh” ile tevhîd-i ef’âle işaret etti, yani “Lâ hâlika illallâh” Allâhtan başka yaratıcı yoktur.”demek istedi.” Allâh “ ismiyle ,Tevhîd-i sıfat’a işâret etti, Çünkü Allâh ismi bütün isimleri câmîdir.” Hû “ ismi gayb-ı mutlaka delâlet etmekle, anınla tevhîd-i zâta işâret etti.Cem makâmında halk bâtın,Hak zâhir olmakla “Hak” ismiyle makâm-ı Cem’e işâret etti.Hazretil cemde Hâk bâtın, halk zâhir olduğundan “Hayy” ismiyle telkin eylediki,şerîat makâmıdır.”Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın” âyeti kerîmesi mucibince evvel,âhir,Zâhir,bâtın her şeyin vücûdu Hak-kın vücûdu olduğundan ve Hak-kın vücûduyle kıyâmı olduğundan “Kayyum” ismi ile “Cem-ül Cem “makâmına işâret etti.”Kahhar” ismiyle “Ahadiyyet” mertebesine işâret etti .

“ Derde düşüp ağlayınca cânânım benim “

Allâhın gülmesi te’vilsiz (yani başka bir manâ ile tefsir etmeden) olur.Çünkü Cenâb-ı Hak bazı zaman mahluk sıfatıyla sıfatlanır ve “Gadab-allâh-i aleyhim” de olduğu gibi.Öfkelenme,sevinme gibi sıfatlar birer mahluk sıfatı değilmidir?

“Bendedir amma görünmez top ile çevkânım benim”

Top ile çevkân bendedir demek, tevhid ilminde reisim demektir.

 

“Hayret ender hayrete şöyle düşürdü gönlüm

Âşık sevgilisini kavrayamadığından dolayı hayrete düşer, çünkü onun tecellîleri sonsuzdur. Bu hayret ise hayret-i ilmiyye ve hayret-i şuhûdiyyedir (ilmi hayretler, gördüklerinde hayrete duçâr oluşu). Bunun çoğalması için Hazreti Resûl (S.A.V.) efendimiz duâsında : Allâhümme zidnî fîke tahayyüren”, “Allâhım hayretimi ziyâdeleştir” buyurdu.

“Bir libâsım yoğ idi kim örte üryânım benim,

Hep birer kaftan verildi dostlarıma hem bana”.

Bu cihâna geldiğim vakit önce tevhîd elbisesinden yoksun idim. Dostlarım ile bana kaftan, yani tevhîd makâmı verildi, anlar hala o makamdadırlar, zirâ çalışmadılar. Ben ise derd edip o makâmı geçtim, suya hep birlikte vardık, anlar oraya vardıklarında az bir şey aldılar, ben ummân denizinde kendimi mahv edip yok oldum.

“Derler imiş halka-i zikre girip dönmez niçin,

Halk bir gez dönmeden ben nice kez devreyledim”.

Tarikat ehli arasında devdân ve çalgı vardır. Meselâ, Kâdirîler kudüm, Mevlevîler ney, Rufâîler def çalarlar. Bu harammıdır, helâlmidir ? Ehl-i tarik uluları derki, bizim aramızda mahcup olmadığından ve o da zuhûrat-ı İlâhiyye ile şuhûd olunur, haram değildir, hicap ehline göre haramdır. Devrândan murat bütün mezâhirde birer birer Hak-kı şuhûd etmektir. Anın için Mısrî efendi: “Benim devrim, devrânım gizlidir. Halk bir gez dönmeden, ben nice defalar dönerim, fekat dostlarım devrânımın ne olduğunu anlamadılar”.

 

Yâr ile ahdeyledim gâh dağılıp gâh cem olam,

Tâ ezel budur anınla ahd-ü peymânım benim.

Anınçün gâhı cem’im geh perîşân tâ ebed,

Döndü kaldı üstüme cem’ü perîşânım benim.

Döndürür dâim Muîd ismi takâzâsı beni,

Nokta-i zâtım değil sûrette cevlânım benim.

Devre-i arşiyyeden herkim haberdar olduysa,

Ol duyar ancak Niyâzî ilm-ü irfânım benim.

 

“Gâh dağılıp, gâh cem olam” demek, Hak ile ahdim vardır. Gâh cemde, ve gâh farkta olam minel ezel ilel ebed (ezelden sonsuzluğa kadar).Mu’îd ismi Hak-kın güzel isimlerinden biridir, yani avdet ettirici, geri döndürücü demektir.

“Devre-i arşiyyeden her kim haberdar olduysa”

Devre-i arşiyye nedir ? En önce Hak-kın ilim hazinesinden Nûr-i Muhammedî, Rûh-i Muhammedî yaratıldı, insan sûretinde yaratıldı. Bütün malûmat mâ-kân vemâ yekûn (Bütün bilgiler olmuş olacak her ne varsa) dünyâ ve âhirette Nûr-i Muhammedîde mevcûddur. Nûr-i Muhammedîden nefs-i kül, ve andan tabiat ve andan heyûlâ ve andan cism-i kül ve andan şekil ve andan da arş yaradıldı. Şu halde Nûr-i Muhammedî yukarıda adları yazılan beş vâsıta ile arşa ruhtur, yani nefs-i kül, tabiat, heyûlâ, cism-i kül, şekil vâsıtasıyla arşın ruhu Nûr-i Muhammedîdir. Anın için dünyâ ve âhirette olmuş olacak her ne var ise hepsi arşda mevcûddur ve arşın devrânından hasıl olur.Çünkü hepsi arşın devrânının vücûda gelmesi içindir. Diğer feleklerin devirleri hep arşın devrine tâbidir. Anın için âyet-i kerîmede : “Er-Rahmân-i alel arş-is-tivâ” buyuruldu, yani “Rahmân isminin mazharı arşa müstevî oldu”. Çünkü bütün âlemler arştan tasarruf olunur.

---------------------

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Adetim budur ezelden kevnde bir ş’en olurum,

Dirilip geh cem olup gâhi perîşân olurum.

Bu cihânın halkına bir bir yolum uğrar benim,

Cem edip bunca kumaşı bir bezistân olurum.

Geh sehâb-ü geh matar gâhi doluyum gâhi kar,

Geh nebat-ü gâhi hayvân gâhi insân olurum .

Geh Nasârâ geh Yahûdî gâhi Tersân geh Mecûs,

Gâhi Şia gâh olur Sünnî Müslümân olurum.

Gâhi âbid gâhi zâhid gâhi fiska düşerim,

Gâhi ârif gâhi ma’ruf gâhi irfân olurum.

Gâh olur bakır, kalay ve gâh olur altun gümüş,

Gâh olur âlemde her ma’denlere kân olurum.

Gâh olur, benden hakîr hiç kimse olmaz dünyada,

Gâhi Kâftan Kâf’a hükmeden Süleymân olurum.

N’âl tırnak arasından yerim geh dar olur,

Gâhı Arş’u Kürsî’den yek âlî meydân olurum.

Gâh olur bu harmân-ı âlemde ben bir dâneyim,

Geh kamûyu câmî lmuş ulu harmân olurum.

Gâh olur mevcûd mâ’dum geh vücûdiyle adem,

Geh tecelliyle iyân ve gâhı pinhân olurum.

Gâhi dünyâ gâhi ukbâ gâhi mahşer geh sırât,

Gâhi berzeh gâhi cennet gâhi nirân olurum.

Gâhi mâlik gâhi âteş gâhi zakkum geh cahîym,

Gâhi hûrî gâhi gılmân gâhi rıdvân olurum.

Gâhi zerre geh güneş gâhi kamer gâhi nucûm,

Gâhi arz-u geh semâ geh Arş-ı Rahmân olurum.

Bunca sûretler libâsın gâh bir bir giyerim,

Geh soyunup cümlesinden şöyle üryân olurum.

Şimdi kesrette olan Âdem Niyâzî söylenür,

Âlem-i vahdet içinde sırr-ı Yezdân olurum.

 

Bu bahrı Hak lisânıyla Niyâzi Mısrî hazretleri söylemiş veya Niyâzî lisânıyla Hak söylemiş.Bu hususu Hoca efendimiz hazretleri zannedersem iki çeşit söylemişler. Fakat umumiyetle bu şiirin beyitlerini zâhir üzere takrir etmişlerdir. ( H.M. Efendi).

Geh sehâb-ü geh matar gâhi doluyum gâhı kar,

Geh nebât-ü gâhi hayvân gâhi insân olurum.

Yukadıdaki beyitte geçen nebat sözünde hazreti Âdemin zürriyeti zahrından çıkarılıp dört saf oldular. “Elest-ü bi-Rabbiküm” nidası yapıldıktan ve karşılık olarak “Belî” cevâbı verildikten sonra tekrar zürriyeti âdemin zahrına geri dönmeyip madenlere, bitkilere ve hayvanlara dağıldı. Sonra benî âdem zamanla madenlerle beslenen bitkileri ve hayvanları o madde-i âdemiyye ye rast geldiği vakit insanın vücûdunda meni olur, rahme düşer ve bu sûretle çocuk hâsıl olur. Şâyet o maddenin madenlerde veyahut bitkilerde gecikmesi olursa, yine meyli oraya olur. Buna ait ayrı kitap vardır. Bu bir tenâsuhî devir değil, belki bu bir şer’î devirdir.

_________________

Vezin:Müstef’ilün,müstef’ilün,müstef’ilün müstef’ilün

Ey kudret ıssı, padişâh lûtfeyle açıver yolum,

Bağlandı her yânım şehâ lûtfeyle açıver yolum.

“Şol ism-i zâtın hakkıçün cümle sıfâtın hakkıçün”,

İzz-ü şânın hakkıçün lûtfeyle açıver yolum.

Ol ism-i azâm hakkıçün ol nûr-i ekrem hakkıçün,

Ol Fahr-i âlem hakkıçün lûtfeyle açıver yolum.

 

“İsm-i âzam” yalnız başına Allâh kelimesi değildir, esas olan Allâh kelimesinin müsemmâsı olan Zât-ı İlâhiyyedir. İşte bunu hakikaten bilenin her muradı hâsıl olur, zirâ Allâh, Allâh zikir demek değildir.

Hoca efendimiz bu şiiri yalnız yukarıdaki beyit üzerinde durmuşlar, diğerleri zâhir üzere takrir edilmiştir. (Hacı Maksud efendi).

 

Lütfunla ihsân eyledin vaslınla handân eyledin,

Hicrinle hayrân eyledin lûtfeyle açıver yolum.

Saldın şikâre çün beni Âdem olup bulam seni,

Bağladı dünyâ-yi denî lûtfeyle açıver yolum.

Şaşırttı bizi nefs-i bed eyledi hep yolları sed,

Ey lûtfu çok senden meded lûtfeyle açıver yolum.

Bu can yine vuslat dilersen şâh ile vahdet diler,

Varmağâ dil nusret diler lûtfeyle açıver yolum.

Her kanda kâmil görürüz bakıp ana yerinürüz,

Dönüp sana yalvarırız lûtfeyle açıver yolum.

Kulda nola yâ Rabbenâ kim sana doğru yol bula,

Sensin kamû derde devâ lûtfeyle açıver yolum.

Zikrin enîs et bu dile erişe tâ dilden dile,

Yol göstere ilden ile lûtfeyle açıver yolum.

Nitsun Niyâzî derdimend etmiş anâsır kayd-ü bend,

Bilmem İlâhî gayr-i fend lûtfeyle açıver yolum.

_____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Doğdu ol sadr-ı Risâlet bastı ferş üzre kadem,

Saldı ol nûr-i Nübüvvet pertevin fevkal – ümem.

Çalınıp tabl-ı beşâret geldi şâh-ı Enbiyâ,

Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhib âlem.

 

Sadır, göğüs demektir. Emânet edilen sırlar insanın göğsündedir. Eskiden hükümet başkanına “Sadr-ı âzam” derlerdi, sebebi devletin bütün sırlarına vâkıf olduğundan dolayı bu isim ona verilmiştir. İşte Fahr-il-Enbiyâ-ya da “Sadr-i Risâlet” denildiği, bütün Enbîyânın sırları anda bulunmasından dolayıdır, yani diğer Peygamberler onun vekilleridir. Esas Enbiyânın sultânı, başı odur.

“Bastı ferş üzre kadem” deki beyitte geçen ferş bir nûr demektir.

“Gulgule doldu cihâna kondu ol sâhip alem”

Beyitte geçen “alem “ sancak, yani bayrak manâsınadır. Bu sebeble Hazreti Resûle “Sâhib-i alem “, “Sancak sâhibi”, denildi. Zirâ diğer Nebîlerin zamanında alem yoktu. İlk önce Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) efendimiz sancak çekti (Livâ-ül-hamd). Sancağında bir sırrı vardır, muharebelerde harbeden askerlerin onu görerek çevresinde toplanıp birleşmelerini temin içindir. Alem de İlâhi tecellîlerden bir tecellîdir.

“Nûr-i vechinden alındı encüm-ü şems-ü kamer,

Bahr-ı ilminden bilindi hikmet-i levh-u kalem.”

Yıldızların, güneşin, ayın hakikatları Nûr-i Muhammedîdir.”Kasîde-i Bürde” de Hazreti Resûle “Kamer” denilmiştir. Kâsîdeyi şerh eden burada benzetme var diye kelkamer olarak yazmış. Bunu bize birisi sordu. Bizde cevaben : “Hayır burada teşbih (benzetme) yoktur, kamerin hakikati Nûr-i Muhammedîdir, bunda teşbih kendisidir, düşün dedik”. Sonra gitti ve iki üç gün düşünüp tekrar geldi ve sözlerimizi tasdik etti. Levh, Levh-i mahfuzdur. Yani nefs-i küldür. Kalem ise, kalem-i âlâdır, yani Nûr-î Muhammedîdir. Evvelce “Evvele mâ halak-allâh-i nûrî, evvele mâ halak-allâh-i rûhî , evvele mâ halak-allâh-il-kalem “, hadislerinde bunu açıklamıştık. Velhâsıl Kalem-i alâda ve Nûr-i Muhammedîde dünyâ ve âhiret her ne olmuş ve olacak var ise hepsi mevcûddur. Nûr-i Muhammedîde olan Levh-i mahfuzda, yani Nefs-i külde tafsîlatıyla vardır. Nûr-i Muhammedîde olan icmâl nefs-i külde, kezâ tafsîlen olmuştur. İşte Fahr-i Risâletin sonsuz olan ilm deryâsından levh ve kalemin hikmeti böylece bilindi.

 

“Merhabâ yâ Mustafâ ey nûr-i ayn-ı asfiyâ,

Merhabâ ey Sâhib-ül-mi’râc-ı fid-dacil zulem”

Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân,

Dostluğuna yaratıldı ey Nebiyy-i muhterem.

Biz günahkâr ümmete sen Şâhı irsâl eyledi,

Hamdü-lillâh sana ümmet eylemiş ol Zikerem.

Yâ Resûlallâh şefâat kıl Niyâzî bendene,

Şol zaman kim baş açık yâlın ayak kan ağlıyam.

 

“Asfiyâ” hakikat ehlinin büyüklerine derler. “Sâhib-ül-mirâc” yani Mîrâc sâhibi demektir. Hazreti Resûlün otuzbeş mîrâcı vardır. Bunlardan otuzdördü rûhânîdir, uykuda iken onun güzel rûhu yükselerek arşı, kürsî’yi seyrederdi, biri de cismânîdir. Bu cismânî olan Mîrâc Receb-i şerif ayının yirmiyedinci gecesi bir kış vakti amcasının kızı Ümmehân'ın evinde misâfir iken Cibril-i Emin gelip dâvet etti ve Bürâk getirdi. Oradan ona binerek “Beyt-il Mukaddes” e geldi. Kendisini cümle Nebîler karşıladı ve onlara imâm olup iki rekat namaz kıldırdı. Burada Nebîlerin rûhları karşıladı denildiği doğru değildir, belki Nebîler cesedleriyle idi, çünkü Nebîlerin cesedleri çürümez. Oradan “Sidre-i müntehâ”, ya kadar meleklerle gitti, orada Cibril kaldı. Oradan itibaren “Dürr-i ahzara” bindi, sonra Arş’a kadar “Refref” ile gitti. O gece Hazreti Resûlün bindikleri şeyler bunlardır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Levlâke lemâ halaktül âlem”, yani “Yâ, Muhammed sen olmasaydın âlemi yaratmazdım”. Niyâzî hazretleri de bunun için “Gelmeseydin âleme sen halk olunmazdı cihân” demişlerdir.

___________

Vezin:Mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün,mefâîlün, mefâîlün

Ayağı tozunu sürme çekelden gözüme cânım

Görünür oldu her gâhı gözüme veç-hi cânânım.

Niçün sevmeye cân anı ki anda buldu cânânı,

Yıkıldı kal’a-i fikrim yapıldı dinim îmânım.

Çü bildim vech-i cânânı kamûda sezdim Allâhı,

Fenâyım Hak-ta Vallâhi ne bilim kaldı ne dânım.

Ki bildim cümle Hak imiş arada gayri yok imiş,

Bi-külli anda gark imiş ne ben vârım ne irfânım.

Buluştu bir ten-ü bir cân bu mülkü ettiler seyrân,

Niyâzî, den görünen ol ben ancak ad ile sânım.

 

İkinci beytte geçen “Yıkıldı kal’a-i fikrim”, yani aklî olan ilimlerim (aklım ile bildiğim bilgilerim) mahvoldu. Zirâ ülemâ-i rusûm (eskiden medreselerde tahsillerini yapanlar) denilen kimselerin okudukları veya okuttukları ilim efkârdır, yani düşünce mahsülü olan bilgilerdir. Meselâ, mantık ve buna benzer diğer ilimleri de hep düşünce üzerine oturtulmuştur. Din ve îmân ise düşünce ile bulunmaz. Akıl ve düşünce dünyâya âit olan şeylerden bile âcizdir. Her şeyin anası “Tevhîd ilmi”dir. Muvahhid olmayanın aklı da, düşüncesi de kısa ve sınırlıdır.

Zâhir ülemâsının medreselerde okudukları “Kazimir” in sonlarında şöyle denir: Hak-kın vücûdu hakkında üç mezhep (yol, tutum) vardır:

1 --- Vücûd müteaddid (çok, birden ziyâde, sayılabilir), mevcûd da-müteaddid. Bu cühelâ mezhebidir (Bilgisizlerin yolu, tutumudur). Böylece her şeyin müstakil vücûdları vardır demiş olurlar.

2 --- Vücûd vâhid (tek, bir, sayılamaz), mevcûd müteaddid (Çok, sayılabilir). Bu hükemâ mezhebidir, (hakîmler, âlimler, her şeyi bildiğini sananların tutumudur), Anın için onlar âlem tek bir vücûddur derler, fenâ bulmaz, bu sûretle âlemin bekâsına hüküm verirler (âlem yok olmaz demekle âlemin kalıcılığına inanmış olurlar).

3 --- Vücûd vâhid, mevcûd vâhiddir derler.

Bu üç mezhep de bâtıldır (hak ve gerçeğe aykırıdır).

Tahkik ehli mezhebi ise, vücûd Hak-kın vücûdudur, gayri için vücûd (başka herhangi bir şey için) vücûd yoktur. Bunun için onlar “Lâmevcûde illâ Hû” (Allâhtan başka vücûd yoktur, vücûd ancak O’nun vücûdudur) derler. Bu görülen kesret (çokluk, kalabalık) şuûnât ve ahvâl-i İlâhiyyedir (İlahi hallerdir).

_____________

Vezin: Fâ’lün feûlün fa’lün feûlün

Aşkın meyine ben kana geldim,

Şevkin ödüne hoş yana geldim.

Şem’i tevhîdi gördüm yakılmış,

Gitti kararım pervâne geldim.

“Halka-i zikri kurmuş âşıklar,

Ben de sahnında cevlâne geldim.”

Hazreti Resûl : “Mescitler salât ve ve zikir için binâ olunur” buyurmuştur.Hatta Medine-i Münevverede inşâ olunan “Mescid-i Nebnevî” de sahâbeler halka olup zikretmişlerdi. Bu halka-i zikri melekler de çep çevre sarıp anlarla birlikte zikrederlerdi.

“Mecnûnum bu gün Leylâ derdinden,

Neylerim aklı dîvâne geldim”

Tevhid ehli, akl-i maâş ve akl-i maâdı istemez, çünkü akl-i maâşın dünyâya ait olan işlere, akl-ı maâdın da âhirete ait olan işler akılları erer. Halbuki tevhîd ehli dünyâ ve âhiret istemez, o akl-i kâmil eshâbıdır. Bu sebebdendir ki anlara “Ukalâ-i meczûbîn” derler.

Derdi cânânın açtı yâreler,

Bağrım üstünde dermâne geldim.

Ümmî Sinânın hâk-i pâyine,

Sürmeğe yüzüm sultâna geldim.

Yâremi bildim Yârimden imiş,

Bunda Niyâzî Lukmâna geldim.

___________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ol menem kim vâkıf-ı esrâr-ı ilm-i Âdemim,

Kâşif-i genc-i hakikat hem hayât-ı âlemim.

Bende menfî oldu gaybül-gaybın esrârı hemîn,

Bendedir sır-ı emânet ana kenz-i mübhemin.

Ben cemâl-i Hak-kı cümle şeyde zâhir görmüşem,

Bu merâyâya anınçün baktığımca hurremim.

Her sözüm miftâh-ı kufl-i künt-ü kenz olmuş dürür,

Hem dem-i İsâ ile herbir nefiste mahremim.

 

Yukarıdaki beyitte geçen “Her sözün mifâh-ı kufl-i künt-ü kenz” sözleri Resûl-i Ekremin : “Künt-ü kenz-en mahfiyyen fe ahbebtü en u’raf-e fe-halakt-ül halk-a li u’ref” hadisinde bildirilen hazinelerin kilidinin (kufli) birer anahtarı olduklarını bildirmektedir. Hadisin anlamı : “Ben ilm-i zâtiyede mâlûmatla mütecellî idim, istedim ki bilineyim, halkı halk ettim. Halk mahzâ Hak-kı bilmek ve vech-i Âhadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi”.

 

Cümle mevcûdâtı verdim ben vücûd-ü vâhide,

Zât-ü esmâ ve sıfâtın ile hâlâ yek demim.

Yerde gökte her ne kim var bağludur bâşı bana,

Âşikâre vü nihâne ben tılsım-ı â’zâmım.

Ben o Mısrî’yem vücûdum Mısrına şâh olmuşum,

Hâdisim gerçi Velî ma’nâda sırr-ı akdemim.

_____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ol cihânın fahrının sırrına kurbân olayım,

Hutbe-i levlâke inen şânına kurbân olayım,

Kâb-ı kavseyni ev ednâ’sına kurbân olayım,

Ben anın ilmiyle irfânına kurbân olayım,

Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım.

 

Burada “sümme denâ” dan maksat “Seyr-i İlallâh “, “Fetedellâ” dan murad edilen “Seyr-i an-illâh, “Fe kân-e kaab-e kavseyn” den de “Cem-ül cem” ve “Ev ednâ” dan da “Ahadiyyet” makâmları anlaşılır.Bunu (Meslek-i celîl-i Muhammedîye mensub olan bütün) ihvân bilir.

Hazreti İsânın asâleten makâmı “cem” makâmı idi ki, “Hakîkat” makâmıdır. Hazreti Mûsanın asâleten makâmı “Hazretil cem” makâmı idi. Hazreti Dâvûdün makâmı ise tevhîdin “Cem-ül cem” makâmı idi.Velhâsıl enbiyânın asâleten her birerlerinin özel makâmları vardır. Ancak uyumları derecesinde “Makâm-ı Muhammedî” ye yani “Âhadiyyet” makâmına ulaşırlar.

Bu yüce makâma yalnız Enbiyâ ve Resûl değil, belki “Verese” (Vâris-i Ulum-i Nebî olanlar, İnsân-ı Kâmiller) dahi vâsıl olurlar.

“Ben anın esrâr-ı mi’râcına kurbân olayım”

Mi’râcın sırları nedir ?

Hazreti Resûl arş-ı alâya vardığı vakit “Ettehıyyât-ü lillâh-i ves-selavât ü vet-tayyibât-ü” dedi. Yani “düâ Allâh içindir, namazlar Allâ içindir tayyibât, yani güzel olan nesneler Allâh içindir. Cenâb-ı Hak tahiyyâta karşı şöyle buyurdu : “Esselâm-ü aleyke eyyühen-Nebiyyü,” salevâta, yani namâzlara karşı ve rahmetullâh-i”, tayyibâta, yani güzel nesnelere karşı “ ve berekâtuhû”. Sonra Hazreti Resûl yine “Esselâm-ü aleynâ ve alâ ibâdillâhis-sâlihîyn” dedi. En sonunda bütün melekler hep birden “Eşhedü en lâ İlâhe İllallâh ve eşhedü enne Muhammeden Abdühû ve Resûlüh-ü” dediler. Anın için öğle namazı kılındığı vakit her namâzın birinci ve ikinci oturuşlarında “Ettehiyyât”ın okunması emrolundu.

 

“Ol Ebûbekr-u Ömer Osman Ali dört yâridir,

Ol Risâlet bağının anlar gül-i gülzârıdır,

Cümle Eshâb hidâyet râhının envârıdır,

Ben anın Âline Ashâbına kurbân olayım,

Ben anın Ashâb-ü ahbâbına kurbân olayım.”

Ol Hasan hazretlerine zehr içirdi eşkiyâ,

Hem Hüseyn oldu susuzluktan şehîd-i Kerbelâ,

İkisidir asl-ü nesl-i Âl-i Mustafâ,

Ben anın Âline evlâdına kurbân olayım,

Ben anın evlad-ü ensâbına kurbân olayıum,

Cümle ümmetten hayırlıdır o şâhın ümmeti,

Ümmetine cümleden artık eder Hak rahmeti,

Enbiyâ anınla buldu bunca lûtf-u izzeti,

Ben anın lûtfuna ihsânına kurbân olayım,

Ben anın envâ-i eltâfına kurbân olayım,

Her ne denlü Enbiyâ vü Mürselîn kim geldiler,

Ümmeti olmaklığı Hak-tan temennî kıldılar,

Evliyâ ana Niyâzî kul-u kurbân oldular,

Ben anın ayağının tozuna kurbân olayım,

Yoluna gidenlerin izine kurbân olayım.

 

Eshâb-ı kirâm hakkında : “Eshâbî ken-nucûm bi-eyyihim ikdeteytüm ihtedeytüm” hadis-i şerifi vârid olmuştur. Yani “Eshâbım yıldızlar gibidir, anların hangisine rast gelirseniz iktidâ edin, yani uyun, onlar sizlere hidâyet eder”.

İmam-ı Alî (R.A.) hın vefâtından sonra İmâm-ı Hasan (R.A.) büyük olmakla İmâm-ı Hüseyin (R.A.) anınla istişâre ederdi. Babalarının vefatıyla şimdi “Hilâfet-i Resûl” sona erdi. Çünkü Hazreti Resûl: “Benim hilâfetim benden sonra otuz yıldır” buyurmuştur. İşte bu süre tamam oldu, her ne kadar hilâfet-i bâtiniyyemiz var ise de, hilâfet-i zâhiriyyemiz bundan sonra yoktur, haydi Medineye gidelim dediler ve Hilâfeti terk ederek Kûfe’den kalkıp Medineye geldiler. Orada iken Emevî halifesi ilân edilen Muâviyenin oğlu Yezid kendi korkusundan hazreti Hasan efendimizin zevcesine gizlice şu haberi gönderdi: “Evvelce sen bir halife zevcesi idin, şimdi ise Hilâfet bendedir. Eğer İmâm-ı Hasanı şehid edersen seni zevceliğe alırım ve yine Halife zevcesi olursun”. Kendisini hırsa kaptıran zevcesi elması döğdü, toz haline getirdi, şerbetin içine döküp İmâm-ı Hasan efendimize içirdi ve onu şehîd etti. Hazreti Hasan (R.A.) mütessiren vefat etti, çünkü elmas zehirdir.

Geriye “Evlâd-ı Resûl” den İmâm-ı Hüseyin (R.A.) efendimiz kaldı. Sonra kûfe halkı kendisine mektup yazdılar: “Buraya gel, biz sana bîat ederiz ve seni Halife yaparız” dediler. Hazreti İmâm-ı Hüseyin (R.A.) bu yapılan dâvete uymak üzere Medineden hareket etmişti ki, bunu haber alan Yezid üzerine asker gönderdi ve Kerbelâ da karşıladı ve susuzlukla onu şehîd etti. Bu sırada bir rivâyete göre Muâviye sağ veya diğer rivâyete göre vefat etmişti. Bunlardan doğru olanı vefat etmiş idi.

_________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün

Hüdânın sun-una âyîne âlem,

Düşüptür sâniin mir’âtı Âdem.

Hüdânın sanatına âyîne âlemdir, zirâ âlem Hak-kın vücûduna alâmet olduğundan dolayı âlem denildi. Sâniin (Yaradan yüce Allâh) de mir’âti, yani aynası Âdemdir. Fakat her bir Âdem değil, nefsini tanıyan kimse ancak Âdemdir. Âdem, “Men aref-e nefsehû fekad aref-e Rabbehû” hadisi şerîfine mazhar olandır.

 

Odur Âdem ki nefsin tanımıştır,

Oluptur Hızr-ü İlyâs ile hemdem.

Ne görürse iyü kem zîr-ü bâlâ,

Görür öz nefsini her baktığı dem.

Eğer râî eğer mer’î ve mir’ât,

Kamunun aslıdır Âdemdeki dem.

Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu,

Anın emvâcı bil ol şad-ü hurrem.

Gör imdi bahr-ı kândan bunca emvâc,

Olur zâhir gider yine kalûrem.

 

Kur’ânı Kerîmde: “Ve men yergabü an millet-i İbrahîm-e illâ men sefihe nefsehû”, yani “Ehli tevhîd olan İbrahim milletinden kimse i’râz (yüz çevirme) etmez, yalnız nefsini tanımayanlar tevhîdden kaçar”. Tevhîdden yüz çevirmeyen, kaçmayan kimse nefsini işte ârif olandır ve Âdem de odur. Bu nefsini ârif olan Âdem Hızır ve İlyâsla birdir. Velâyet makamından aralarında hiçbir fark yoktur. İlyâs, İdris (A.S.) dır, lakabı İlyâstır. Bir süre semâya kaldırıldı, sonra Balebek’e Resûl gönderildi. Halen hayattadır, nasıl Hızır (A.S.) deryâlarda koruyucu ise, o da karalarda koruyucudur.

“Ne görürse eyü kim zîr-ü bâlâ,

Görür öz nefsini her baktığı dem.”

Âdem olan her nereye baksa özünü görür, yani Hak-kın Rubûbiyyetini müşâhede eder.

“Nefestir bahr-ı zât ancak hurûfu,

Gör imdi bahr-i kândan bunca emvâc.”

Âdem’in balçığına lüzumlu toprak “Beyt-i Şerif” in bulunduğu yerden alındı ve Mekke ile Tâif arasında bulunan “Nu’mân” vâdîsinde sûreti Hak-kın emriyle binlerce yıl yağmur ve güneş altında bırakıldı. Sonra isti’datı tamamlanınca balçık halindeki sûrete ruh nefholundu, hayat buldu. Melekler kendisine secde ile emrolundu, hepsi secde etti, yalnız Canın oğlu İblis ile ona uyanlar secde etmedi. İşte o zaman İblis de hazreti Nuh (A.S.) mın oğlu gibi kâfir oldu. Beylece Âdem’e nefholunan İlâhî nefes herbir şeyin aslıdır.Nefes Bahr-ı zattır. Anın harfleri o bahrın (İlâhî deryâ, İlâhî deniz) dalgalarıdır.

 

Bu âlem de bahirdir hem mevâlid,

Anın emvâcıdır şek ile demem.

Hezârân mevci bir anda yoğ edip,

Eder emsâlini tecdid demâdem.

Aceb misli demek gayri demekmi,

Yahut ayni mi, yâ cem’imi desem.

Bilen ayn-ü bilmeyen gayr demek,

Budur şâfî cevap Vallâh-ü â’lem.

Özü evvelkidir sûretle dürür gayr,

Ki yani can odur terkib o demem.

Ki zirâ can bir oldu çok sûret,

Budur kavl-i muhakkik hem müsellem.

Disen niçün bilinmez hâl-i ûlâ,

Çün oldur sonra niçin der ki bilmem.

Tegayyürden bilinmezlik zuhûru,

Birlikten dürür dedeği bilsem.

“Bu âlem de bahirdir hem mevâlid,

Anın emvâcıdır şekkiyle demem.”

 

Bu âlem de bahadır, yani Tanrısal bir denizdir. Mevâlid-i selâse: Üç ana madde, yani madenler, bitkiler ve hayvanlar da bu Tanrısal denizin dalgalarıdır. Bunlardan madenler denince; altın, gümüş ve mücevherat gibi şeyler ve toprak vesâiredir. Nebat, yani bitkiler otlar, ağaçlar ki, bunlara tüm çiçekler de dahildir, hareket etmez irâdesiz birer cisimlerdir. Bunlar büyür ve gelişirler, lâkin Hak-kın emriyle olur. Hayvanlar, işte konuşan olsun, konuşmayan olsun buna dahildir, insân konuşan kısma dahil bir hayvandır.

“Hezârân mevc-i bir anda yoğ edip,

Eder emsâlîni tecdid demâdem.”

Velhâsıl âlem denizinin dalgaları olan bu mevâlid-i selâseden madenler bitkiler ve hayvanlardan her an nice bini gider, yani yok olur, nice bini iycâd olunarak gelir.

“Acep misli demek gayri demek mi,”

Acaba bu yeniden iycâd olunan, yok olanın mislimidir, başkası mıdır, aynimidir, yoksa hepsinin toplamımıdır?

“Özü evvelkidir sûret dürür gayr,

Ki yani can odur terkip o demem,”

Bilindiği Hak-kın vücûdu aynidir, bilinen, yani şahıs gayridir, yani başkadır. Çünkü özü Hak-kın vücûdudur, yanı can odur, derim. Lâkin tertip olunan sûret odur diyemem. Kitaplarda yazıldığı gibi Mansûrun: “Enel Hak” demesi, şâyet ruhu cihetiyle “Enel Hak” denilse doğrudur, eğer şahıs cihetiyle denilse küfürdür, çünkü şahıs mukayyeddir. Hak ise kayıddan münezzehtir, çünkü can birdir, lâkin sûret yani şahıslar çoktur. Şimdi burada anlaşılan budur ki, bu âlemde gerek insan, gerek bitki ve gerekse hayvandan nice bini yok olur, nice bini bir anda vücûda gelir, bu her an devam eder gider. Şimdi gelen gidenin can cihetiyle aynidir, çünkü Hak-kın vücûdundan başka mevcûd varmı, yoktur. Mevcûd olan Haktır. Lâkin şahıslanma cihetiyle gayrıdır, yani başkadır. Çünkü Ahmedin şahsı başka, Mehmedin şahsı başkadır, ama canları başkamıdır, değildir.

Niceyse neş’e-i ulâda gönlü

O zevki arzular Sânî de bîkem

Teleb evvelki zevkî hükm-i candır,

Cehl terkibinin hükmü ol epsem.

Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost,

Çoğaldıkça dolar kalbe hem-u gam.

Niyâzî taht-ı bâ-da nokta oldu,

Ali’nin sırrına olalı mâhrem.

“Niceyse neşe-i ûlâda gönlü,

Zevki arzular sâni de bikem”

İnsanın iki neşesi vardır: Birinci neşesi ruhlar yaratıldığı zaman, ikinci neşesi de cesedlerin yaratıldığı zamandır ki, ruhlar cesedlerden yüzbin yıl önce yaratıldılar.

“Kamû bir noktadır ilm ancak ey dost,

Çoğaldıkça dolar kalbe hem-ü gam.”

“Kamû bir noktadır ilm” demek ilmin tümü bir noktada toplanmıştır demektir. İmâm-ı Ali (K.V.): “El ilm-i nokta-tüm kesrehel câhilûn” yani “İlm bir noktadır, cahiller onu bilgisizlikleri hasebiyle çoğaltırlar”. Hazreti Resûl buyurmuştur: “İlâhi sırlar Allâh tarafından inzâl olunan kitaplardadır. (Zebûr, Tevrat, İncil ve Kur’ân). İnzâl olunan kitaplarda olan Kur’anda, Kur’anda olan “Fâtiha-i Şerîfe” dedir. Fâtiha-i Şerîfede olan “Besmele” dedir.” Hadisi şerîf buraya kadardır. Devamı olan “Ve besmelede olan “be” de olan anın altındaki noktasındadır” sözlerini İmâm-ı Alî (R.A.) ye isnad ederler. Lâkin bu sözler “Ebu Bekir-i Şiblî” hazretlerinin sözüdür. Arabcada heceli harfleri birbirinden ayırt eden noktalarıdır. Önce nokta ile müşerref olan “be” harfidir. “Berâe” sûresinde “be” harfiyle başladığından ve “be” harfinde “Besmele” nin sırrı bulunduğundan diğer sûrelerde olduğu gibi başına besmele gelmedi. Bütün arabca harfler “elif” den terkip olunmuştur, yani harflerin aslı eliftir. Bir eliften olan meselâ, be, te, se, nun, vesâir harflere basit harfler denir. Çünkü bir elifin iki başını bükersek be olur, iki elif veya üç elif ten meydana gelen cim, ha, hı harflerine mürekkebe denir.

Eshâb-ı Kirâm İmâm-ı Alî (K.V.) ye: “Senin ilminden bize haber ver yâ Alî” dediler. Cevaben yukarıda Hazreti Resûlün hadisi ile Şiblînin “be” de olan noktasındadır” sözlerine ilâveten: “İşte o nokta benim” buyurdu. Eshâb daha isteriz dediler. Bunun üzerine: “İlim bir noktadır cahiller anı çoğalttılar” sözünü söyledi. Çünki ilim bir noktadır, cahiller hep onu bilmek ve o noktayı anlamak için onsekiz fen düzenlediler.

____________

Arabca Şiir :

Ya men tevahhede bilgufrâni velısmı

Yâ men kibârüzzunûbi ledeyhi kellemem

Yâ men terahhem dem’ül ayni keddiyem,

Yâ men yuhibbu enînül abdi minnedem

Yâ men ledeyhi devâüddâ-i vessakam

Lem ektedir sarfe nefsî min gavâyetihâ

Vezâde tuğyanuhâ cemhen vemâ semuhâ

İnnî vakiftü alâ bâbirrecâi lehâ

Eznebtü küllü zunûbin va’tereftü bihâ

Lâkin areftüke bittevhîdi velkelem

Kad fâtenil ömrü veşşeyhuhatü nâzileten

Birre’si mâlil abdi eleyse râhiletün

Vennefsü fî kesretül isyâni hâimetün

Nâmel uyûnu ve aynül abdi sâhiretün

Tebkî alel bâbi vastel leyli bilkerem

Sâret zunûbî kemevcil bahri fî meded

Udtu anirremli vennucûmi biladed

Biizzi men filavâlimi hayru muktesidin

Lâ taktaanne recâî fîke yâ senedî

Yâ gâfirezzenbi lirrâcine bilkeremi

Mâ maletinnefsü littaâti min kesel

Vema’tedet lihisâbil haşri min amel

Fesâletil aynu lil Mısrîyyi min vecelin

İrham bifazlike lâ tanzur ilâ zelel

İnnel kerîme yuhibbul afve an hademi

“Ya men tevahhede bil-gufrân-i vel-ısmı

Yâ men kibâruzzzunûb-i ledeyhi kellemem”

 

Şerhi :

Ey,güfrân ve ismetle tevehhud eden zat, Ey,büyük günahlar senin katında ekmek kırıntısı gibi olan zat.Çünkü ekmek kırıntısı yemeğe müsait olmadığından üzerine basılması dahi günâh değildir.

“Yâ men terahhem dem’ul ayni keddiyem”

Ey,göz yaşlarına merhamet eden zat.Ey kulunun pişmanlığından,onun ahlarına ve inlemelerine sevgi gösteren zat.

“Yâ men ledeyhi devâüddâ-i vessekam”

Ey, katında azab ve derdin devâsı olan zat. Ben nefsimi azgınlıktan çevirmeğe,yani döndürmeğe, terbiye etmeye gücüm yoktur, buna muktedir değilim.Kızgın at gibi nefsim sınırı aştı beni dinlemez.

“İnnî vakiftü alâ bâbirrecâi lehâ”

Bu nefsimin azgınlığından dolayı senin reca kapında durdum ve her günahı işledim ve yaptığım günahlarımı itiraf ederim velâkin seni tevhîdinle ve Kur’ânınla bildim, yani ârif oldum.

“Kad fâtenil ömrü veşşeyhûhatü nâzileten”

Ömrüm tamam oldu,ihtiyârlık nâzil oldu,yani başımda saçım,sakalım ağardı.Ortada kaldım,bir yerinecek şey yokmu?

“Vennefsü fî kesîretül isyâni hâimetün”

Nefis çok günah işlemekte çılgın gibi.Herbir göz uyur,benim gözlerim uyumayıp gece yarısı kerem kapında ağlar.Günahlarım denizlerin dalgaları gibi ,kıyılardaki kum gibi,gökteki yıldızlar kadar çoğaldı.

“Bizz-i men filavâlimi hayru muktesıdin

Lâ taktaanne recâî fike yâ senedi”

Âlemlerde hayr-i muktesid olan Resûl izzetiyçün, yani mahbubun (Sevgilinin) Hazreti Muhammed (S.A.V) min hakkıyçün senden ümidimi kesme ,yani Hazreti Muhammed de benim için rica etsin.

“Ya gâfirezzenbi lirrâcîne bilkerem”

Yâ,gâfirez-zunûb (ey günahları affedici ),yani keremini ümid edenlerin günahlarını mağfiret edici.Benim mahşerde hesaptan utanmaktan yüzüm yoktur.Ne olur fazlınla merhamet et. Benim zilletime bakma,kerîm olan,hademesinin (kendisine hizmette bulunanların) kusurlarını afla muhabbed eder, yani Sultan hademesinin kusurlarını affetmeği sever.

_______________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün

İbn-i vaktım ben Ebul-vakt olmazam,

Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem.

Ân-ı dâimdir hakîkat güneşi,

Ânım ben gitmezem, ben gelmezem.

Meryem içre ben doğurdum bir gulâm,

Hem bu kevnde bir gülüm kim solmazam.

Ben doğurdum atasın İsâ’yı hem,

İttisâlim var ana ayrılmazam.

Sanma kim Mehdî benim, Mehdî odur,

Adı Yahyâdır anın yanılmazam.

Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ cümleten,

Bu sözü isbata âciz kalmazam.

Sırr ile bana içimden söylenir,

Mısrıyâ ben doğmazam, ben ölmezem.

 

“İbn-i vaktım ben Ebul-vakt olmazam,

Abd-i mahzım ben tasarruf bilmezem.”

Zaman üçe bölünür: Geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman. İbn-il vakt olan kimse, geçmiş zaman ve gelecek zamana bakmaz, yani geçmişte ne olmuş ve gelecekte ne olacak, bunlara bakmaz, belki o şimdiki halin zuhûrâtna bakar ve şimdiki zamânın haline göre hareket eder.

Ebul-vakt ise, her geçen zamana bakar, yani geçmişte ne olmuş, halde ne var, gelecekte ne olacak, onların hepsini dikkate alır ve bilir. Bunun makâmı diğerinden daha yüksektir. İbn-il vakt abd-i mahzdır (saf ve halis kul). Ebul-vakt tasarruf edendir, yani kevni kerâmet (hârikülâde şeyler) gösterir. Halbuki İbn-il-vakt olan böyle şeyden hoşlanmaz. Esasında Ehlullâh ve Peygamberler kerâmet göstermeğe ve mu’cize izhârına rağbet etmezler. Çünkü mu’cize ve kerâmet Allâhın işidir. Halbuki halk ana inâd edecek ve îman etmedikleri takdirde fiilullâha îman etmedikleri cihetle kendilerine İlâhî gazab nâzil olacaktır. Bunun için Nebîler mu’cize göstermekten çekinirlerdi. Zirâ ümmetleri gösterdikleri mu’cizeye inanmadıkları zaman İlahi cezânın da geleceğini bilirler, çekinirlerdi. Esasen Nebîler şefkatla muttasıf olduklarından ümmetlerine mu’cize izhârı kendilerine gayet ağır gelirdi.

 

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri çok kevnî kerâmet izhâr ederdi, derviş olan Ebussuûd İbn-i Şibli hiç kerâmet izhâr etmedi, yani ondan herhangi bir kerâmet zâhir olmadı.

 

“Ân-ı dâimdir hakikat güneşi,

Ânım ben gitmezem ben gelmezem”

An dediğimiz şudur ki, bölünmez zaman demektir. Zaman ise senelere, seneler aylara, aylar haftalara, haftalar günlere, günler yirmidört saate, saat dakikalara, dakikalar sâniyelere vesâire bölünerek devam eder. Halbuki “Hakikat güneşi” ân-ı dâimdir, hiç bölünmez.

Yukarıda ikinci beyitte Mısrî efendinin “Ben ânım, ben gitmezem, ben gelmezem” demesi şu âyet-i celîleye müstenittir: Cenâb-ı Hak Kaf sûresinin 15. Âyetinde buyurmuştur: “ Efe-aîymâ bil-halkıl-evvel-i bel hüm fî lebsin min halk-in cedîd-in” yani “Halk her anda yok olur, mevcûd olur yok olur var olur”, çünkü Hakkın her anda bir tecellîsi olur, bir anda iki tecellî veyahut iki anda bir tecellîsi olmaz. Eğer bir anda iki tecellî (görünme, gayb âleminden bazı hususların görünmesi) olsa hasıl-ı tahsil (yani tecellînin meydana gelişinin bilinmesi gerekir) lâzım gelir, yok eğer iki anda bir tecellî olsa abes (beyhude şey) olur. Kısacası hâsıl-ı tahsil ve abesten Cenâb-ı Hak münezzehtir. Allâh her anda bir tecellîde bulunur. Mevcûdat (cümle yaratıklar) her an yok olur, yine vücûda gelir. Velâkin bu yok olup var olmayı Ehlullâhtan başkası görmez. Bu şunun gibidir: Meselâ bir çeşmeden gayet hızlı olarak su akıyor ve hızından su durur gibi, sanki hiç akmıyormuş gibi görünür, halbuki gelen bu su bir daha geri döner mi? Dönmez, dâima yenisi gelip akmaktadır, giden su geriye gelmez. İşte bu da anın gibidir. Usam denilen bir zat “Akâid” şerhinin hâşiyesinde bu hususa temas etmiştir. Kendisine soruldu ki, halk her an yenilenip değişmektedir, o halde azap nedir, teklif nedir? Buna cevap vermedi, veya cevap veremedi. Bunun cevabı şudur: Her an değişen insanın ahvâl ve şuûnâtıdır. (onun halleri ve şe’nleri yani izâfî vücûddur, hayaldir daha açıkcası sırr-ı vücûd-u bî vücûddur). İnsanın mertebesi ise sâbittir, yani değişmez, çünkü bu mevcûdâtın sûretleri Hak-kın ahvâli ve şuûnâtıdır. Meselâ kalb her an bir halde değil midir? O bir anda iki halde, iki anda bir halde bulunmaz.

 

Teceddüt (yenilenen) eden ahvaldir. Kendi teceddüt eder mi? Kezâlik insanın dahi mertebesi teceddüt etmez. (yenilenmez) ancak anın sûreti teceddüt eder, yani yenilenir. İşte bundan dolayı Mısrî efendi buyurmuştur: “Ben ânım, işte ben o bölünmez bir ânım, gitmezem, yani yok olmazam, gelmezem, yani mevcûd olmazam”..

 

“Meryem içre ben doğurdum bir gulâm,

Hem bu kevinde bir gülüm kim solmazem.”

 

Zekeriya (A.S).ın yaşlı bir kız kardeşi vardı. Kocası Ümran idi, Cibril (A.S).geldi, Meryem'i ona müjdeledi, o da gelip zevcesine söyledi. Yaşlı zevcesi, eğer bir kızım olursa “Beyt-i Mukaddes” e adarım”. Meryem dünyâya geldi ve gerçekten Beyti Mukaddese adandı. Zekeriyya (A.S) yüksek bir kuleyi kapısız olarak yaptırdı ve anın terbiyesinde bulundu. Hatta ipten yapılmış bir merdiven ile Meryeme yiyecek ve içecek taşırdı ve yanına ne zaman gitse, hatta kış günleri de olsa üzüm vesâire bulurdu. Bir gün ona sordu: “Yâ Meryem, bunlar nereden sana geliyor?” O da cevaben: “ Cenâb-ı Hak tan gelir, Hak dilediğini hesapsız rızıklandırır, bundan sonra yemek, içmeğe ait bir şey getirme, yalnız görüşmek için gel “ dedi.

 

“Ben doğurdum atasız İsâyı hem,

İttisâlim var ana ayrılmazam.”

Sonra Meryem büluğa erince “Şâb-ı Emred” (henüz bıyıkları terlememiş delikanlı) sûretinde Cibril geldi. Hazreti Meryem anı görünce korktu. “Sen kimsin ve sen burada ne ararsın” deyince hazreti Cibril: “Cenâb-ı Hak-kın emriyle bir veled-i sâlih (sana yaraşır bir erkek çocuk) için geldim” dedi. Meryem Hak tarafından bu gelenin Cibril olduğunu anlayınca rahatladı. Sonra Cibril Meryemin yakasından üfürdü. İşte Cibrilin nefesinden ve Meryem'in inbisâtından (rahatlamasından) o anda hazreti İsâ yuvarlamıştı. Niyâzî efendi “Hazreti İsâ’ya ittisâlim var” demekten maksadı: “Sanma kim Mehdî benim. Mehdi odur” “Ben Mehdî olduğum anlaşılmasın, Mehdî odur, yani İmâm-ı Hasan-ı Askerînin oğlu İmâm-ı Mehdîdir. Çünkü evvelce bunu açıkladık. İmâm-ı Mehdî hazreti Fâtıma evlâdındandır. Oniki İmâm birbiri ardından İmâm-ı Mehdî’ye ulaşarak sona erer. Abbâsî Halifelerinin herbiri Evlâd-ı Resûle kasdetti ve anların zamanında şehîd oldular. İmâm Mehdî sırroldu, âhir zamanda zuhûr eder. Nihayet hazreti İsâ İmâm-ı Mehdîyi İmâm-ı Cağfer-i Sâdıkın ayak ucuna defin edecektir.

 

“Vasfıdır Esmâ-i Hüsnâ cümleten

Bu sözü isbâta âciz kalmazam.”

Esmâ-i Hüsnâ (Allâhın güzel isimleri) İmâm-ı Mehdînin vasfıdır (niteliğidir), çünkü ondaki kemâller Hazreti Resûlün vücûd-ü rûhânîsinden zâhir olandır, bütün kemâller yerine geçen Halifesinde zuhûr eder. Hatta “Ebûbekir-i Şiblî” hazretleri bir dervişine sordu: “Benim Resûllüllâh olduğumu görür müsün?”. Derviş cevâben: “Evet efendim görürüm”. Yazıcıoğlu Mehmet efendi “Muhammediyye” adlı eserinde şerefli hadislere işâret buyurarak “El-Hüseyn-i minnî ve ene min-el-Hüseyn”, “El Abbâsı minnî ve ene min-el-Abbâs”, “El-Aliyyün minnî ve ene min-el-Aliyyün”, yani Hüseyin benden, Hüseyinden ben, Abbâs benden, Abbâstan ben, Alî benden, Alîden ben” bildirmişlerdir. Hazreti Resûl bu şerefli hadislerle demek isterlerdi ki. “Hüseyin benden”, yani Hüseyin benim sülâlemden gelmiştir ve “Hüseyinden ben” demek Hüseyin benim halîfemdir. Hüseyin'den zâhir olan kemâller bendendir, benim kemâllerim de Hüseyin'de görülmüştür, çünkü o benim Halifemdir, Halife ise benim yerime geçendir”. Kısacası müstahlefin (daha önce Halife olan, gerçek Hak-kın Halifesi) kemâlleri noksansız olarak Halifeden zâhir olur (görülür). İşte Halife, bütün isimleri câmidir (kendisinde toplamıştır)

 

“Sırr ile bana içimden söylenür”

Yani gönül sözüyle bana söylenir: “Ben doğmazam, ben ölmezem”. Bu hususa dâir “İhlâs” sûresinde: “Lem yelid velem yûled” buyurulmuştur, yani “doğmadı ve doğurmadı” demektir.

------------------

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün

Bir kimse aceb yokmu ki ana sînemi yârem,

Şerh ede ana hâlimi sînermdeki yârem.

Ol şevk ile ki, cân-u dili pür taleb olsa,

Dise ne zaman ağıra işbu dil-i kârem.

Çün nefsini bilen kişi Allâhı bilürmüş,

Bu manâya yok bende ilâcım nola çârem.

Terkeylese hem âr ile nâmûsunu ol er,

Ol şevk ile ki cân-u dili pür taleb olsa.

Derdsizler diken görünür gerçi Niyazî,

Pervâneye öd, bülbüle dâim gül-i zârem.

 

Zâhir üzre takrir olunmuştur. (Hacı Maksud efendi).

------------------

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün

Cânâna görünür bana cânâ neye baksam,

Kâşâne görünür heme virâneye baksam.

Mest olup ayağım nere bastığımı bilmem

Her bâr ol iki gözleri mestâneye baksam

Mahbub sevişinden bizi men eyleye vâiz,

İşitmez olur kulağım efsâneye baksam.

Cümle bu cihân ol sanemin veçhidir elhak,

Ger mescid-ü, yâ deyre, yâ büthâneye baksam.

Her zerre Niyâzî heme hurşîd-i münevver,

Her katre hemin lücce-vü deryâ neye baksam.

 

“Mahbub sevişinden bizi men eyleme vâiz”

Âyet-i kerîmede: “Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehû”, “Yâ mü’minler siz Allâhı severseniz, Allâh dahi sizi sever” vârid olmuştur. Şimdi mü’min ile Allâh sevişir desek, hayır vâiz bu sözden korkar, men eder. Ya mü’min Allâhı sever, Allâh da mü’mini sever. İşte mü’min ile Allâh sevişir demek sözlerinden neden vâiz korkar?

“İşitmez olur kulağım efsâneye baksam”

Senetsiz sepetsiz artık vâizin efsânesine (asılsız sözlerine) kulak vermem. Bu efsâne bunamış kadınların sözleri gibidir, kulak verilmez.

“Cümle bu cihân ol sanemin veçhidir elhak,

Ger mescid-ü yâ deyre yâ büthâneye baksam”,

Cümle görünen bu cihân o mahbûbun (sevgilinin) yüzüdür. Âyette: “Fe-eynemâ tüvellû fesemme vech-ullâh”, “ne tarafa yönelirseniz Allâhın vechi (zâtı) ordadır”. Gelmiştir.

Yani gerek mescid, gerek kilise ve gerek puthâne hep İlâhî yüzdür, bunda abes bir şey yoktur. Hak-kın vücûdundan başka bir şey varmıdır? Yoktur. (Lâ mevcûde illâ Hû, Allâhtan başka mevcûd yoktur, ancak O vardır).

 

Devamı

Mısri Divan 12

Arabca Şiir :

Visâlül abdi lillâhi bilâ beynin velâ eynin

Kezâlikel abdu billâhi bilâ beynin velâ eynin

Şerhi

Abdin Allâh'a vuslatı, yani kulun Allâh'ına yaklaşması mesâfesiz ve mekânsızdır. Kezâ Allâh'ın da kuluna yaklaşması öyledir, yani mesâfesizdir.

Cemâlün kad bedâ hakkan biküllil vechi ıtlâkan

Tecellâ bienne tahkîken bilâ beynen velâ eynen

Allâh'ın cemâli her yüzde zâhir oldu (göründü). Mutlak olarak tecellîsi gerçekten mesâfesiz ve mekânsızdır.

Feinnel halka lem yunkal minel imkânı lâ lagfel

Erâ Hakkan vücûdel külli bilâ bennen velâ eynen

Halk imkândan intikâl etmez,gâfil olma. İmkân şudur ki,vücûd ile yokluğu eşit ola, yani varlıkla yokluğu aynı olmalıdır.Herbir şeyin vücûdunu mesâfesiz ve imkânsız olarak Hakkın vücûdu görür.

Yerâ fî külli mir’âtün biiskâtil izafâti

Vücûdul vahdetizzâti bilâ beynen velâ eynen

Kuyudâtın iskâtiyle (kayıdların yok edilmesiyle ) her bir mir’atta tek bir vücûd görünür.Özetle Zâtı aliyyenin (Yüce Allâhın) vücûdunu mekânsız ve mesâfesiz olarak her bir aynada tek olarak görür.

Bebâbil Mürşidîyne elzem lihâzel meşhedil a’zam

Terâ mâlâ yerel a’lemü bilâ beynen velâ eynen

Bu meşhed-i â’zam (bu büyük toplantı,bu görüş için) için Mürşidin kapısına sık sık devam ve eteğine yapışmakla olur,sen de öyle yap.O zaman âlemin görmediğini aracısız olarak görürsün Çünkü Bu Tevhîd ilmi zevkîdir.

İlmi değildir,yani öyle kitapları okumakla hasıl olmaz.Kitap okumakla elde edilen bilgilerden kitapsız haber verilmez.Bu tevhîd ilmi ise zevkîdir,yani hâl ehli olmakla elde olunur.

Sekânî şerbeten subhan feahyânî bihi ilmen

Fesârel ilmü aynen bilâ beynen velâ eynen

Mürşid sabah vakti bana bir şerbet içirdi,yani bana bir tevhîd makâmı gösterdi ve beni ilmiyle ihyâ etti,yani yeniden diriltti,sonra mekânsız ve mesâfesiz olan bilgim ayn oldu,(Yani onu kendimde buldum).

En son beyitte Mısrî efendiye her halde vech-i İlâhî bizzat tecellî etti.İşte o zaman Bilâ beynen velâ eynen, yani arada hiçbir engel olmadan vücûdların yok olmasıyla onu kendisinde buldu.Tecelli-i bizâtihî (Zâtı tecellî) ve Tecelli-i bi-sıfâtihî (Sıfatıyla tecellî) ve ihâta-i bi-esmâihî (İsimleriyle kaplama) ve zahara bi-efâlihî (Fiilleriyle görünme) oldu. Yani zâtıyla tecelli etti,sıfâtıyla ziynetlendi,isimleriyle bütün âlemleri kapladı,fiilleriyle göründü.

Tecellâ vechuhu bizzâtî alel Mısrıyyı filhalâtı

Biifnâil vücûdiyyâtı bilâ beynen velâ eynen

-------------------

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Tende cânım canda cânânımdır Allâh hû diyen,

Dilde sırrım sırda sübhânımdır Allâh hû diyen.

Dest-i kudretle yazılmış yüzüne âyât-ı Hak,

Gönlümün tahtında sultânımdır Allâh hû diyen.

Cümle â’zâdan gelir zikr-i “Enel Hak” nâresi,

Cism içinde zâr-u efgânımdır Allâh hû diyen.

Giceler tâ subh olunca inledir bu dert beni,

Derdimin içinde dermânımdır Allâh hû diyen.

 

“Cümle â’zâlardan gelür zikr-i “Enel Hak” nâ’rası” demek, yani bütün organlardan “Ben Hak-kım” nârası bir zikir halinde yüksek sesle benden çıkmaktadır. Cenâb-ı Hak kudsî hadiste buyurmuştur: “Lâ yezâl-il abd-i yetekkareb-ü ilâ binnevâfil-i hatta ehabbehu feizâ ahbebtuhu künte semi’a-hüllezî yesmeu bihî ve basara-hüllezi yubsir-u bihî ve lisâni-hillezî yantik-u bihî ve yede-hüllezî yabtiş-u bihî ve recüle-hillezî yemşî bihî febi yesmau ve yabsiru ve bî yef’al-ü”, Kulum bana nafilelerle (nâfile ibâdetlerle) yaklaşmak isteyince, beni sever, ben de onu severim, kulağındaki duyması, gözündeki görmesi, lisânındaki söylemesi, elindeki tutması, ayağındaki yürümesi ve işledikleri, yani bütün kuvvet ve organlarından çıkan her şey benimle olur.” Böylece o kulun bütün a’zâ ve cevâhiri Hak olur, onun tüm organlarından, “Ben Hak-kım” nârası gelir.

Yere göğe sığmayan bir mü’minin kalbindedir,

Katremin içinde ummânımdır Allâh hû diyen.

Cenâb-ı Hak başka bir kudsî hadiste buyurmuştur: “Mâ veseanî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalb-i abd-il mü’min”, Yani ; “Dünyâya ve göğe sığmadım, ancak mü’min kulumun gönlüne sığdım”. Çünkü arz ve semâda, yani dünyâ ve göklerde cemiyyet yoktur. Bunların herbiri Allâhın birer isminin mazharıdır, insan ise Allâhın bütün isimlerini câmidir, yani için almıştır.

“Kisve-i tenden muarrâ seyreder bu gökleri,

Çark uran abdâl-ı uryânımdır Allâh hû diyen”.

Musullu “Ebul Feth” hazretleri bir anda bin yerde zâhir olurdu. Bir defasında Musul kadısı onu mezbelelik bir yerde çırıl şıplak soyunmuş olarak otururken gördü ve içinden “ Böyle bir zındıka da halk kalkıp “Sıddık” diyor” diye geçirdi. Ebul-Feth Kadıya seslenerek: “Kadı, biz her yüzden görünürüz, senin bana zındık demen benim Sıddıkiyyeme engel olmaz”.

Her kişiye kenduden akreb olan dost zâtıdır,

Ey Niyâzî dilde mihmânımdır Allâh hû diyen

__________

Vezin: Mafâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Gel ey gurbet diyârında esir olup kalan insan,

Gel ey dünyâ harâbında yatıp gâfil olan insan.

Gözün aç perdeyi kaldır duracak yermi gör dünyâ,

Kati mecnun dürür buna gönül verip duran insan.

Kafeste tutiye sükker verirler hiç karar etmez,

Aceb niçün karar eder bu zındâna giren insan.

Ne müşkül hâl olur gaflette yatup hiç uyanmayıp,

Ölüm vaktinde Azrâil gelince uyanan insan.

Kararmış kalbin ey gâfil nasihat neylesin sana,

Hacerden katıdır kalbi öğüt kâr etmeyen insan.

Bu derdin çâresin bul sen elinde var iken fırsat,

Ne ıssı sonra âh-ü zâr edüp hayfâ diyen insan.

Niyâzî bu öğüdü sen ver evvel kendi nefsine,

Değil gayriye andan kim tuta her işiten insân.

Zâhir üzre takrir edilmiştir. (Hacı Maksut efendi).

__________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Şeha yüz döndüren senden kimse tutsa gerek yüzün,

Gözün yuman cemâlinden kime açsa gerek yüzün.

Seni terk eyleyen insan bulur mu cismine ol can,

Yüzünde âyeti Rahmân görür her kim siler tozun.

Saçınla kirpiğin kâşın heme evsâfı nakkâşın,

Şüphem yoktur ayakdâşın kim ileru süre izin.

Buyurdu Hak ki Kur’ânda ideler Âdem’e secde,

Div-ü şeytân o kim bunda kabul etmez Hak-kın sözün.

Kaşın mihrâbını şimdi Niyâzî kible edindi,

Kati çalıştı süründü yöneldince sana özün.

Zâhir üzre takrir edildi. (Hacı Maksut efendi).

____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün

Gönülden zikre eyle iştiğâli

Zikirden gayrı iştiğâli nidersin.

İbâdet acısın bu nefse tattır,

Amelden olmağıl hâli nidersin.

Amel oldur ki anda ola ihlâs,

Hulûs olmayan â’mâli nidersin.

Yöneldi gör Hak-ka akl-ü hayâli,

Bu halden gayri ahvâli nidersin.

İç ol zehri ki bal olsun sonunda,

Sonunda zehr olan balı nidersin.

Derüp dünyâyı cem etme önünde,

Seninle kalmayan malı nidersin.

Ko mekri aldatıp gezme bu halkı,

Bu mekr-ü fitne vü âli nidersin.

Gönül ikbâli halka olma mağrur,

Gönülsüz olan ikbâli nidersin.

Riyâ ile bu halkı gel azıtma,

Ko tâc-ü hırka vü şâlı nidersin.

Kuru laf ile maksûd ele girmez,

Yürü hâl ehli ol kâli nidersin.

Fenâ ender fenâya erdin ise,

Ferâgat ehli ol hâli nidersin.

Ko halkı nefsin islâh eyle evvel,

Salâh ehli ol ıdlâli nidersin.

Niyâzî isteyen Hak-kı bulurmuş,

Gel imdi iste ihmâli nidersin.

Zâhir üzre takrir olundu. ( Hacı Maksut efendi ).

___________

Vezin:Fâilâtün fâilâtün feûlün

Ey Kerîm Allah, ey ganî sultân,

Derdliyüz senden umarız dermân,

Lûtfuna had yok ihsâna pâyân,

Derdliyüz senden umarız dermân.

Gerçi kullarda ma’siyet çoktur,

Rahmetin Mevlam dâhi artıktur,

Gayriden bize hiç medet yoktur,

Derdliyüz senden umarız dermân.

Gel demez isen biz günahkâre,

Bir adım kâdir mi ki yol vara,

Çâre yok olmasa senden çâre,

Derdliyüz senden umarız dermân.

Şu dem ki senden bir hedâ geldi,

Feyzi akdesten âşinâ geldi,

Bir cefâsına bin safâ geldi,

Derdliyüz senden umarız dermân.

Bu Niyâzî çün zikrine düştü,

Dün-ü gün gönlü fikrine düştü,

Zâtına iren şükrüne düştü,

Derdliyüz senden umarız dermân.

Zâhiri üzre takrir olundu.(Hacı Maksud Efendi).

___________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün feûlün

Gel ey bâd-ı sabâ lûtfeyle bir dem,

Haber bize cânân illerinden,

Beşâretle bize kıl Şâd-ü hurrem,

Haber ver bize cânân illerinden,

Aradım nice yıl kevn-ü mekânı.

Bulunmadı anın nâm-u nişânı,

Aceb nice bulur isteyen anı,

Haber ver bize cânân illerinden.

Seherde açılan güllerde midir,

Yâhut efgân eden dillerde midir,

Akan suda esen yellerde midir,

Haber ver bize cânân illerinden.

Ol ilden azmedinde bu cihâne,

Tamuya uğrasan döner cihâne,

Teselli ver kulûb-ı âşıkâne,

Haber ver bize cânân illerinden.

Harîm-i kuds-i lahûta varırsın,

Saray-i hâs-ı cânânı görürsün,

Yine azmeyleyip bunda gelirsin,

Haber ver bize cânân illerinden.

Nesîm-i feyz-i akdes bahr-i cûdun,

Havâdisten mukaddestir vücûdun,

Cemâl-i zât-ı a’lâdır , şuhûdun,

Haber ver bize cânân illerinden.

Eğer bir cân ise hüsnün bahâsı,

Nice bin cân anın olsun fedâsı,

Niyâzi’nin kadîmi aşınâsı,

Haber ver bize cânân illerinden.

Zâhir üzre takrir olundu.(Hacı Maksud Efendi).

___________

Vezin: Müstef’ilün faûlün müstef’ilün faûlün

Nâdanı terk etmeden yârânı arzularsın,

Hayvânı sen geçmeden insânı arzularsın.

“Men aref-e nefse-hû fakad aref-e Rabbe-hû”

Nefsini sen bilmeden Subhânı arzularsın.

Sen bu evin kapusun henüz bulup açmadan,

İçindeki kenz-i bî-pâyânı arzularsın.

Taşra üfürmek ile yalunlanır mı ocak,

Yüzün Hak-ka dönmeden ihsânı arzularsın.

Dağlar gibi kuşatmış benlik günâhı seni,

Günâhın bilmeden gufrânı arzularsın.

Çüzün yeşil kabını yemekle dad bulunmaz,

Zâhir ile ey fakîh Kur’ânı arzularsın.

Şerâbı sen içmeden sarhoş-u mest olmadan,

Nice Hak-kın emrine fermânı arzularsın.

Gurbetliğe düşmeden mihnete sataşmadan,

Kebab olup pişmeden büryânı arzularsın.

Yabandasın evin yok bir yanmış ocağın yok.

Issız dağın başında mihmânı arzularsın.

Bostanı bağı gezdim hıyârını bulmadım,

Sen söğüt ağacından rummânı arzularsın.

Başsız kabak gibi bir tekerleme söz ile,

(Yunus) leyin Niyâzi irfânı arzularsın.

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud Efendi).

___________

Vezin: Müstef’ilün feûlün Müstef’ilün feûlün

Cânını sen terk etmeden cânânı arzularsın,

Zünnârını kesmeden imânı arzularsın.

Şol uşacıklar gibi binersin ağaç ata,

Çevkânı ile topun yok meydânı arzularsın.

Karıncalar gibi sen ufak ufak yürürsün,

Meleklerden ileru seyrânı arzularsın.

Var sen Niyâzi yürü atma okun ileri,

Derdiyle kul olmadan sultânı arzularsın.

İkinci beyitte geçen zünnâr Hristiyanların alâmeti olup (bilhassa Katolik Papazlarının) bellerine bağladıkları yapağıdan yapılmış (kordon halinde örülmüş) bir iptir. Buna benzer bir ip de Bektâşilerde de vardır. Önce bir kimse Bektâşî olduğu vakit beline yapağıdan yapılmış bir ip bağlarlar. Çünkü onlar önce İsevî olur , sonra Musevî olur, daha sonra güyâ Muhammedî olurlar. Öylesine Muhammedî olur ki, Hazreti Alî (R.A.) ye Allâh der, bu da fenâdır. İşte Hristiyanlık alâmeti olan zünnâr belinde İslâm olur mu, olmaz. Burada zünnârdan murad edilen şirktir. “Zünnârını kesmeden imânı arzularsın”, yani “sen henüz şirki terk etmeden imânı arzu edersin” demektir.

------------------

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Yine firkât nârına yandı cihân,

Hasretâ gitti mübârek ramazân,

Nûr ile bulmuştu âlem yeni cân,

Firkâtâ gitti mübârek ramazân.

İndi Kur’ân ey nûru güzel,

Leyle-i Kadrinde ey kadri güzel,

Gitti ey tehlil-ü tekbiri güzel,

Elvedâ gitti mübârek ramazân.

Gâhı tesbîh-ü senâ vü zikr ile,

Gâhı tahmîd-ü düâ vü şükr ile,

Can bulurdu mürde diller nûr ile,

Hasretâ gitti mübarek ramazân.

Bu ay içre bağlanur dedi Resûl

Cin-ü şeytân etmeye asla füzûl,

Hep duâlar bunda olurdu kabûl,

Firkâtâ gitti mübârek ramazân.

Cem olup Hak-ka münâcât edelim,

Nûr-i Kur’Ân ile doğru gidelim,

Bilmedik kadrin Niyâzî nidelim,

Dirigâ gitti mübârek ramazân.

“Kur’ân-ı Kerîm” mübârek Ramazanın “kadir gecesi” nde nâzil olduğu “Şehr-ü ramazân ellezî ünzile fihil kurân” ayetiyle ve “İnnâ enzelnâhü fî leyletil kadri...” suresiyle sabit olmuştur. Âyeti celîlede “ Biz Kur’ânı ramazân ayında indirdik” kezâ sure-i şerîfedde “Biz onu kadir gecesinde sana indirdik.” Beyanlarından bir se oru ortaya çıkıyor. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm efendimize Cibrîl-i Emîn vasıtası ile âyet âyet yirmi üç yılda indirilmiştir. Yukarıdaki surede ise bir gecede indirildiği beyân olunmaktadır.Evet öyledir, velâkin kur’ân ramazânın kadir gecesi Resûlullah’ın vücûd-u nûrânîsine hepsi birden indirildi. Sonra hayatları süresince zuhura gelen her vakanın halli için, yani lüzum görüldükçe Cibrîl vasıtası ile vücûd-u unsurisine (Hayatlarında bulundukları süresince gördüğümüz mübârek vücûdları) âyet âyet indirildi. Hatta bir defa Hazreti Resûl Cibrîl (A.S.) ma buyurdu :

“Yâ Cibrîl Kur’ânı nereden alırsın?”.” Perde arkasından “ ,dedi. Hazreti Resûl: “Kimden alırsın bak.” Cibril (A.S.) perde arkasından bakınca gördü ki, Kur’ân-ı Kerîm i Resûlullahın nûr olan vücûdundan, sûret olan vücûduna getirmektedir. Hazret-i Resûlün vücûd-u nûrânisi vücûd-u unsûrîsi gibidir, fakat nûrdandır. (Evvelâ mâ halak-allâh-ı nûrî). “Allah önce benim nûrumu yarattı.”

 

“Bu ay içre bağlanır dedi Resûl,

Cin-ü şeytân etmeye asla füzûl”.

 

Ramazan ayında cin ve şeytanın kaâfirleri,mü’min olan kimselere musallat (üzerlerine düşerek rahat yüzü göstermeyen) olmamaları için sıkıca bağlanırlar. Fakat fâsıklar (günahkâr, şerirler, kâfirler) için bağlanmazlar

_____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Elâ ey Mürşid-i âlem haber ver ilm-i Mevlâ’dan,

Elâ ey Mânâ-i Âdem haber ver remz-i esmâdan.

Ne sırdır Âdem vü Havvâ, ne sırdır “Allem-el esmâ”

Ne sırdır Sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan.

Âlemin Mürşidi Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dir. İlm-i Mevlâ ise İlm-i zat demektir. Kudret,kâdirin ayni olduğu gibi,zâtın ilmi de âlemin aynidir.Fekat ilim ma’lumun (bilgi bilinenin), ve kudret makdurun (kudret de Tanrı tarafından takdir edilmiş şeyin) ayni değildir.Hak-kın diğer sıfatlarıda kezâ bunun gibidir.Manâ-i Âdem yine Hazreti Resûlüllâh (S.A.V) dir .

“Ne sırdır Âdem vü Havvâ, ne sırdır” Allem-el esmâ”

Zatın biri rü’yasında kendisini Hazreti İbrahim ile Hazreti Adem’in kabirleri arasında görür. Ya Âdem’in ya da İbrahim’in kabrinden bir nidâ gelir: “Allâhın güzel isimlerini oku “. Bu zat da başlar Allâhın bilinen doksandokuz güzel ismini okumaya ve tamamlayınca, yine aynı ses: “Allâhın güzel isimlerini oku”. Zat düşünmeğe başlar ve “İşte okudum”der. Bu defa aynı ses: “Hayır tamamını okumadın, hani Hüvettâcir-ü vez-zâiru, vel-hârisu (o ticaret yapıcı, çi,çiftçilik yapıcı, sanat icrâ edici). Bunları duyan zât korkmaya ve vücûdu titremeye başlar, derhal kalkıp camiye gelir. Mısır ‘da “Abdülganî Nablusî” hazretlerini bulur ve ona rü’yasını anlatır. Rü’yâ dinleyen Abdülganî hazretleri: “Senin tevhid görme zamanın gelmiş olduğu anlaşılıyor.” Diyerek ona tevhid telkin eder.

İşte hazreti Âdem, gerek “Esmâ-i Hakkîyye” olan alîm, semiî, basîr, kâdir, kayyûm gibi isimler olsun, gerekse “Esmâ-i halkîyye” yi meselâ, tâcir (ticaret eden), zâri (ziraat ve çiftçilikle meşgul), hâris (sanat işiyle meşgul) gibi isimleri câmidir. Amma Hakk ticaret yapar mı? Hak çiftçilik yapar mı? Diye sorular akla gelebilir. Ya Hak-kın kudreti olmasa bir şey olur mu, olmaz. Bütün her şey ancak Hak-kın vücûdu ve Hak-kın kudretiyle olur.

“Ne sırdır âlem esmâ” beytinde “Sırr-ı allemel esmâ” ya işaret olunmaktadır. Hazreti Âdem’e bütün isimler öğretildi, isimler anın mazharından zâhir oldu. Yani ruh nefh olunca bütün isimler andan zâhir oldu.

“Ne sırdır sidre vü Tûbâ haber ver arş-ı âlâdan,”

Sidre bir ağcın ismidir.(Tûbâ cennette bir ağaç).

Arş, İsrâfil (A.S.) ın makâmı Muhît (kaplayıcı) isminin mazharıdır. Kursî Mikâil (A.S.) ın makâmı, Şekûr (Şükredici) isminin mazharıdır. Feleki atlas Azrâil (A.S.) ın makâmı ve Gani (zengin, çok, bol) isminin mazhârıdır.Feleki mükevkep ise işte yukarda adı geçen sidredir, bu Cebrâil (A.S.) ın makâmı ve kâdir (kudret sahibi) isminin mazhârıdır. Bu dört melek ruhâniyetleriyle dünyâ ve âhirette olan bütün mevcûdat durur.

Nedir dillerdeki ilmin, nedir ya remz-i Zülkarneyn,

Ne yerdir Mecma-ul bahreyn haber Hızr-u Mûsâdan.

“Zülkarneyn” hazretleri Nebî değil, Velî idi ve meşrikten mağribe kadar ( güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar) hükmü geçen bir Melik (hükümdar) idi. Hazreti İbrahim, İsmail, İshak zamanlarında yaşadı. Önce güneşin battığı yere, sonra doğduğu yere gidip, oranın halkıyla görüştü. Bu Kur’an-ı Kerim’de âyette geçenlerin kısaca beyânıdır. Bâtın manasına gelince: Güneşin hakikatinden murad ise;güneş Allahın vücûdu; mağribden(güneşin battığı yön) murad “Hazret-il cem” makamı ki , şeriat makamıdır. Çünkü Hazret-il cemde zâhir olur, Hak batın olur, yani Hak-kın vücûdu orada gurup eder(bâtın olur). Meşrikten (güneşin doğduğu yön)murad ise “cem” makâmıdır. Cem makâmında Hak zâhir olur, halk bâtın olur.Şems vücûd-ü Hak cem makâmında zâhir olur.

İşte Zülkarneyn ilmi budur. Makâm-ı cem ve makâm-ı hazret-il cem ikisi “Mecma-il bahreyn” olan zâhirde Reşid iskelesi (Hazreti Hızır (A.S.) ile Hazreti Musa (A.S) mın buluştukları yer)dir. Hakikatte ise “ Nûr-i Muhanmmed (S.A.V.)” dir. Çünkü “Mecma-il Bahreyn” “Bahr-i imkân” ile “Bahr-i vücûb”un toplandığı mahaldir. Bahr-i İmkân görünen bu mevcûdât, arş, kürsî, felek-i atlas, felek-i mükevkeb, dünya ve ahiretin hepsidir, bahr-i vücûb ise zât, sıfât ve ef’aldir. Bunların toplamı “Nur-i Muhammed”dir. Çünkü her şey Nûr-i Muhammedin şerhi ve tafsîlidir. Nur-i Muhammed bütün âlemlerin toplamıdır.

Ne yerdir merkez-i ednâ nedir tâ halka-i vustâ,

Bilinmez zerre-i kübrâ haber ver sen bu sugrâdan.

Yüksek merkez “Nûr-i Muhammed Mustafa” ve alt merkez de“İnsan-ı Kâmil” dir ve bu âlemi tutar. İnsanı Kamilin sonuncusu Çinden zuhur eder. O bir ananın iki çocuğundan, yani bir kız ile erkek evladından erkek olanıdır. Önce kız sonra erkek doğar ve işte bu son doğan İnsan-ı Kâmil olur. Onun bu doğumundan sonra artık başka doğum olmaz, kadınlar çocuk doğurmaz olur. Bu son doğan çocuk “Mahmud” isminde bir İnsan-ı kâmil olup, yetmiş yaşında ölür. Vefâtından sonra güzel bir rüzgâr eser ve bütün imân ehli olanlar da âhirete göçerler. O zaman gökler yeryüzüne yıkılır ve yeryüzü cehenneme döner. Hayatta yalnız şakî olanların başına kıyamet kopar ve onlar dünyada bir süre kalarak azap çekerler.

Her zaman İnsan-ı Kâmil vardır. İşte sonuncu olanı bu yukarıda açıklanan Mahmud isminde olanıdır. Beyitte geçen “Halka-i vustâ” dan murad “Ümmet-i Muhammed” dir. Haklarında “Ümmeten vustâ” vârid olmuştur. Onlar ifrat ve tefrit (aşırılık ve itidal) arasındadırlar, zirâ “Din-i Muhammedî” de zorluk diye bir şey yoktur.

 

Kimindir feyz-ü hem ihyâ ne sırdır hem dem-i İsâ,

Nedir Meryem deki deryâ haber ver dürr-i yektâdan.

“Dürre-i kübrâ Hazreti Resûlün nûr olan mübarek vücûdudur.”Dürre-i suğrâ” da Hazreti Muhammedin vücûd-ü unsurîsidir.(bu âlemde iken sûret olarak görülen).

Hazreti İsâ,bir erkek ile iki kadın diriltmiştir.Dirilttiği erkek hazreti Nûh’un oğlu Hâm (A.S) dır.

Beyitte geçen “Ne sırdır hem dem-i İsâ”dan murad edilen hazreti İsânın nefesinin sırrı,onun cem makamında olmasıdır. Çünkü cem makamında hâlk bâtın,Hak zâhir olduğundan kendisinden sâdir olan mucizeleri ölüleri diriltmek oldu.Hatta o balçıktan yarasa kuşları yapar,nefes edince hayat bulurlardı.Cem makâmı sâhibi herşeye kâdir olur. “Dürr-i yektâ” dan murad ise hazreti İsâdır.

 

Nedir Kur’ânın esrârı, nedir esrârın envârı

Nedir Mehdî’nin etvârı haber ver sırr-ı esrâdan.

Hak-kın sırları indirilen sevâvî kitaplarda, bunların sırları “Kur’ân “ da, Kur’ânınki “Fâtiha” da, Fâtihanınki “Besmele” dedir. Andan Besmelenin sırları “be’ harfinde, “be’ nin sırları noktadadır ki, “Zât-ı İlâhiyye” dir. Harfleri birbirinden ayırt eden noktadır.

İkinci beyitte geçen “Mehdînin etvârı” (Yaptığı iş ve hareketleri) evvelce açıklaması geçti idi. Mehdî İmâm-ı Hasan-ı Askerî’nin oğludur, kıyâmete yakın Medine-i Münevvereden zâhir olur. Zuhûrunun üç alâmeti vardır: Birincisi Fırat nehri taşarak Basra şehrini harap eder. İkincisi tevhîd ehli çoğalır ve bunlar onun zuhûrunda askerleri olurlar. Üçüncüsü ay, ondört ve onbeşinci geceleri devamlı olarak tutulur.

Kendisinin alâmetleri: orta boyludur, dişleri seyrektir sağ yanağının üst kısmında büyük bir siyah beni vardır.

“Sırr-ı esrâ” dan murad ise, “Sübhân-ellezî esrâ”....” âyetinin hikmeti gereğince Resûlüllâh (S.A.V.) efendimiz Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’yı teşrif etti, Enbiyâya cesedleriyle oldukları halde imam olup iki rik’at namaz kıldılar, sonra birlikte oturdular. Cebrâil (A.S.) bu sırada bir âyet getirdi ki anlamı: “Sor, benden başka Mâbud varmı?”. Sonra Hazreti Resûl Enbi’yâya: --- “İnnî ganiyyün an-is-süâl”, “Ben Haktan başka Mâbud olmadığını bilirim, ben bu sorudan müstağniyim” dedi.

Nedir Mısrî, nedir ken’ân Selîm kimdir ye kimdir ân,

Haber verdi bunu Kur’an haber ver seb’i kurrâdan.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ey bu cümle kâinâtın aslını bir cân eden

Âdemi kudretle ol sana sevüp cânân eden.

 

Kâinâtın aslı Nur-i Muhammeddir. Bu kâinat anın tafsîlidir.Âdem cesetlerin babasıdır. Âdem yaratıldığı zaman “ cennet-ül berzâh” a konuldu. Cennet-ül berzâh denilmesi onun dünya ile ahiret arasında olduğundan dolayıdır.Hadis-i Peygamberî ile sabittir. Bir kimse öldüğü zaman saîd ise, yani imân ehli ise kabrinden cennet-ül berzahâha bir pencere açılır, kıyamete kadar bu cennetle ni’metlenir, şayet şakî, yani şirk ehlibir kimse ise kabrinden cehennem-ül berzâha bir pencere açılır ve kıyâmete kadar cehennemle azap görse gerektir. İşte Âdem berzâh cennetine gidip biraz uyukladı, sol kaburgasından Havvâ yaratıldı. Âdem uyandığı zaman yanıbaşında güzel bir sûrete mâlik bir kadının oturmakta olduğunu gördü. Ona el uzatmak istediğinde melekler onun bu hareketine mihirsiz olamıyacağından menetti. Sonra melekler Hazreti Muhammede bin salavat getirerek mihr-i muacelile Havvâ’yı Âdem’e nikah ettiler. Âdem o zaman Hazreti Resûle aşık oldu ve onun nurunun kendisine görünmesinin istedi. Cenab-ı Hak Hazreti Risaletin nurunu Âdem’in alnına koydu.

Cennet-ül Berzâh’ın bir diğer ismi de “Cennet-ül Velâyet” dir. (Yani velîlik mertebesine ulaşanların cennetidir). Ehlullahtan herbiri daha dünyada iken zaman zaman oraya gidip ni’metlenirler.

 

“Allem-el esmâ ile hem tâc-ı kerremnâ ile,

Arş-ı âlâda melekler cem’ine, Sultân eden.”

“Allem-el esmâ” isimler Hazreti Âdem’e öğretildi demek değildir. Bütün isimler Âdem’in vücûdunda zahir oldu demektir, yani Hak-kın bütün isimlerine Âdem mazhar oldu ve Cennetten kendisine hülle(bir çeşit elbise lup cennette giydirelecek) ve tac getirilip giydirilerek tekrîm olundu. Bu hususubildiren âyet-i celîlede: “Ve lekad kerremnâ benî âdem-e ve hamelnâhüm fil-berr-i vel-bahr-i ....” “Biz Benî Âdemi mükerrem kıldık ve onu karada ve denizde yüklendik....” buyurulmuştur.

 

Vechi Âdemle cihân fânûsunu tenvir edip,

Künhü zâtına o vechi hüccet-ü burhân eden.

Cihân fânûsu Âdem’in vechiyle nurlandı, yani âlemin ruhu insandır, insan olmasa âlem olmazdı ve insansız âlem pâyidâr olmaz. Bu âlemin öncesi bir Âdem’dir, bu Âdem değil bir Âdem, sonu hâtemdir, yani “Hâtem-ül Velâyet” dir.

Velâyet üç kısımdır: Biri “Velâyet-i âmme “ dir. Velâyeti âmme ile Evliyâ olanların reislerine “ Kutup veya Gavs” denilir.

Biri de “Velâyet-i Muhammediyye” dir. Tevhîdi bu âlemde iken veyahut âhiret âleminde bizzat Hazreti Resûlulahtan alırlar. İşte cihânın ma’muriyyeti(gelişip şerefli insanların dolup taşması) ancak bunlarla olur. Velhâsıl her yüzyılda bir Gavs, bir de Velâyet-i Muhammediyye sahibi bulunur, birden ziyâde olmaz.

Biri de, yani üçüncüsü “ Velâyet-i Mutlaka” dır. İşte Hazreti Resûl “Utlub-ül ilme velev bıs-sîn”. Zâhir manâsı: “İlim Çinde bile olsa isteyip öğreniniz.” Bâtın manâsı ise : “Tevhîd ilmini öğrenmeyi, velev ki Çinde olsun” buyurmuştur. Zirâ Tevhîd ilmini öğrenmeyi istemek insana farz ve vâciptir. Velev ki kâmil olan insan (yani ona yetkili olan kimse ) uzak olan Çinde bile olsun, git öğren.

Yukarıda da açıklandığı üzre Velâyet-i Muhammediyye sahibinin (İnsan-ı Kâmil) sonuncusu Çinde zuhûr edecektir, adı Mahmûddur. Velâyet-i âmmenin sonuncusu da kıyâmete yakın nüzûl edecek olan Hazreti Îsâ olur. Sonra evladı da olursa da tevhidi Hazreti Îsâ’nın eserlerinden alırlar.

 

Evveli Âdem, sonun hâtem kılup bu âlemin,

Hâtemi Mahmûd Âdemi zübde-i insan eden.

Nokta-i perkâr âlem Ahmed’in Zâtın kılup,

Sırrını kutb-ı hakîkat mazhar-ı Rahmân eden.

Enbiya vü Evliyâ hep mazhar-ıenvâr-ı Hak,

Mustafa’da her şuûnun cem edüp bir ân eden.

Enbiyâ ve Evliyânın hepsi Hak mazharıdır yani ef’al, sıfat ve zat mazharlarıdır.Hazreti Resûl de her şuûnu kendisinde topladı. “Küllü yevmin hüve fi şe’n” âyeti hükmünce Cenâb-ı Hak her anda bir şe’ndir. Her şe’n ise “Nur-i Muhammed” dedir, çünkü Nur-i Muhammed her şuûnu câmîdir. Bu âlem anın şerhi ve tafsîli değil midir, tafsîlidir. Her şe’n ve her tecelli Nur-i Muhammed (S.A.V.) den gelir.

 

İsmi resmi mahv iken bu âciz-ü bî-çârenin,

Nâmını Mısrî verüp dillerde âd-u sân eden.

____________

Vezin: Mef’ûlü mefailü mefâilü feûlün

Aldın mı gönül hüsn ile yektâ haberin sen,

Duydun mu hem ol Yûsuf-ı Zibâ haberin sen,

Ya’kub veş ol, dîdelerin görmez olunca,

Ağladı mı ta sorsan o bina haberin sen.

Yûsuf yoluna ağlayan ancak dime Ya’kub,

İşittin anın oldu Züleyhâ haberin sen.

Kays’ı nice yıl ağlatıp inletmedi mi aşk,

Alsan nola bir doğruca Leylâ haberin sen.

Dağlar dahi dayanmaz anın yüzüne karşı,

Âlemlere sor Tûr ile Mûsâ haberin sen.

Her kande anın zerre-i hüsnün görene sor,

Ola duyasın hasret ile tâ haberin sen.

Sular gibi yüzün yere sür kalma yolundan,

Alçakta alursun yürü deryâ haberin sen.

Âlemde nice yüzbin olur aşka giriftâr.

Gelme sorma o mecnunlara dânâ haberin sen.

Bülbüllere sorma yürü var hâlet-i aşkı,

Pervâneden al gizlice tenhâ haberin sen.

 

Yûsuf (A.S.) cemâl-i İlâhiyyeye (İlahi güzelliğe) işârettir, çünkü anın gibi güzel hiçbir zaman cihâne gelmemiştir. Yâkûp (A.S.) oğlu Yûsuf’u güzelliğinden dolayı o kadar çok severdi ki, yanından hiç ayırmazdı. Sonra kardeşileri onu çekemedi. Hikâyenin bundan sonrası tafsîlen Kur’ân’da vardır.

 

Tevhid sanur lâ ile isbat-ı vücûdu,

Sorma güzelim anlara illâ haberin sen.

Zâhir ehli tevhîdi “ La ilâhe illallâh Muhammed-ün-Resûlullah” dır zannederler. Halbuki tevhîd bu değildir. Bu “Kelime-i Tevhîd” dir. Bununla bir şey hâsıl olmaz.

Tevhîdin üç mertebesi vardır: 1-Tevhîd-i Ef’âl, 2_Tevhîd-i Sıfât, 3-Tevhîd-i Zât dır. İşte asıl tevhîd budur. Lâ ilâhe illallâh demekten ne fayda, bu tevhîd kelimesidir. Bu yola sıdkiyle girmeyen Fenâ-fillâh olamaz ve Cemâl-i İlâhîden haberdâr olamaz.

 

Her kim bu yola sıdk ile girmezse yoğ olmaz,

Yoğ olmayacak Yûsufun umma haberin sen.

Lâhût ile nâsûtu gönül anladı ise,

Mısrî ana sor Kâf ile Ankâ haberin sen.

 

Beyitte geçen lâhût ve nâsût ne demektir? Lâhût celâl, yani bâtın, Nâsût ise cemâl, yani zâhirdir. “Hüvel-evvel-ü” lâhût “Hüvel-âhir-ü”nâsût kezâ “Hüvez-zahir-ü” nâsût, “Hüvel bâtın-ü” lâhûttur. İşte zâhir ile bâtını, yani cemâl ile celâli gönlün anladı ise, o zaman Kâf ile Ankâdan haberin olur ve onları bilirsin. Kâf zâhirde vardır velâkin Ankânınismi vardır, cismi yoktur. Kâftan murad edilen celâl ki, bu ise “ Zât-i İlâhiyye” dir.

 

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Gül müdür bülbül müdür şol zâr-u efgân eyleyen,

Ten midir yâ can mıdır hem Arşı seyrân eyleyen

Nâr-u bâd-ü âb-ü hâk’in gel haber ver aslını,

Kim bulârın her birini emre fermân eyleyen.

 

Beyitte geçen “ateş, su, toprağın aslı nedir? Haber ver” deniliyor. Dört tabiat şunlardır: Hararet, soğukluk, rutubet(nemlilik), kuraklık. Bunlardan hangisi fazla olursa, meselâ hararet fazla olursa ateş olur ve yukarıya doğruyükselir. Bu sebepten ateş küresi (tabakası) en yukarıdadır. Eğer soğukluk fazla olursa hava, yani rüzgâr olur. Ateş küresinden(sıcaklık tabakası) sonra hava küresi (hava tabakası) dir. Eğer nemlilik fazla olursa su olur ve hava küresinden sonra su küresi(su tabakası) dir.Eğer kuraklık fazla olursa toprak olur. Bu sebepten toprak küresi en aşağıdadır. Bütün bunların aslı ve hakikatı Hak-tır, cümlesi “Nur-i Muhammedînin tafsîli” dir. Bu dört tabiat Hak-kın emriyle hükmünü icra eder.

 

Âteşin keremiyetinin sırrını duygur bize,

Ki hilâf üzre anı kimdir gülistân eyleyen.

 

Nemrudun yaktırdığı ateşin İbrahim(A.S.) mı yakmadığı Cenâb-ı Hak-kın: “ Yâ nâr-ı kûnî berden ve selâmen alâ İbrâhim”, “Ey ateş soğu İbrahimi selamette kıl” emrinden dolayı idi. Ateşin gülistân (gül bahçesi) haline geldiği hakkındaki söylentiler gerçeğe uymamaktadır. Hazreti İbrahim Cibril ile ateş içinde oturup sohbet ettiklerini Nemrud dörtbin adımlık mesafeden dürbünüyle seyrederdi. Hiç kimse bu ateşin yanına yaklaşmazdı. Cenâb-ıHak ateşin hakikatına Hazreti İbrahime selâmet olacak bir derecede soğumasını emretti. Bu sebepten ateş yakmadı. Görülen ateşin sûretidir. O sûret bir şey yapmaz, yakan ateşin hakikatıdır Ateşin hakikatına yakmaması için Cenâb-ı H emredince sûret ne yapar? Sûretin hiçbir hükmü yoktur.

 

Yelde kimdir geh nesîm-ü geh sabâ zevkin veren

Gâhi hışmiyle nice beldânı vîrân eyleyen.

 

Yelde, yani havada nesîm-ü sabâ zevkini veren Hak-tır. Sabâ rüzgârı, yanı sıra doğu rüzgârı estikçe ruha hayat verir. Gâh olur ki, bu rüzgâr sertçe esince bir çok memleketleri harap eder. Hazreti Lut ve Hazreti Salih (A.S.) ların kavimlerini mahvettiği gibi, evlerini de harap etti.

 

Kimdir anı bana göster şol sularda durmayıp,

Rûz-u şeb yüz üstüne aşk ile cevlân eyleyen.

Sularda yüz üstünde durmayıp ,

Aşkla cevlân eyleyen kimdir,Hak-tır.

Hâk ma’dendir biter andan maâdin geh nebat,

Kimdir anı gâhı hayvân gâhı insan eyleyen.

 

Toprağın kendisi de bir madendir ki, içinden bütün madenler çıkarılır. Kezâ bitkiler de hep topraktan yetişirler. Kimdir anı gâh hayvân, gâh insan eyleyen? Hak-tır. Hak-tan başka var mı, yoktur.

 

Ay-u gün yıldızları kim döndürür ver gel haber,

Hem ne seyr için dönerler bunca devrân eyleyen.

 

Ay ve yıldızları döndüren ve tutan kimdir? Hak-tır. Hep Hak-kın vücûdu değil midir? Hak-tan başka var mı, yoktur.

 

Bâde birdir sâkî bir meclisteki yârân da bir.

Bâdenin keyfiyyetini kimdir elvân eyleyen

Kiminin mescidde boynun eğdirip zâhid kılan,

Kiminin meyhânede serhoş-u sekrân eyleyen.

Zâhidin benzin sarartıp ağlatan kim hem nedir,

Kâfirin küfrü dahi fâsıkta isyân eyleyen.

Halktan ayırmış gözünü pinhâna çekmiş özünü

Ne arar kendini halktan böyle pinhân eyleyen.

Görse mahbubu gönül bî-ihtiyâr nâil olur,

Ehl-i derd uşşâkı kimdir zâr-u giryân eyleyen

Kim bu sırdan kimini mahrum edüp câhil eden

Kimini mahrem edinüp ehl-i irfân eyleyen.

Vahdet ehli cümlede bir yüzü seyrân ettiler,

Lik görmez ol yüzü kesrette tuğyân eyleyen.

Ey Niyâzî kim vücûdun terk ederse ol dürür

Cümle yüzler içre ol bir yüzü seyrân eyleyen.

__________

Vezin:Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Kim ki candan geçmez ise deyin bize yâr olmasun,

Âr-u ırz ile gelüp âşıklara bâr olmasun.

Gam yükün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür,

Doymayın dost derdine aşka giriftâr olmasun.

Derd uyumaz rahat etmez gece gündüz âşıkı,

Şol ki bülbüldür güle karşı nice zâr olmasun.

Zevk-i tâatle kimesne hâl-i aşkı anlamaz,

Tâlib-i sâdık isen belinde zünnâr olmasun.

 

Can, yine candır. Fakat bir insan canının vâriyetinden geçmezse bize yâr olmasın, zira canının vâriyeti Hak-kın vâriyetidir. Vâriyet Hakkındır.

Gam yükün âşık olan dâim çeke gelmiş dürür

Âşık olan kimsenin iki mertebesi vardır:

Biri muhip (seven), diğeri habib (sevilen) dir. Âllah buyurur: “Yuhibbuhüm ve yuhibbûnehu”, “Onlar ki Allah’ı sevdi, Allah da onları sevdi”. Yani bu âyetle sabittir ki, Cenâb-ı Hak kularına muhabbet eder. Çünkü muhabbet Hak-kın sıfâtıdır. Kullar da Hak-kın habîbidir. Gayret-i ilahiyye zuhûr edip âşık seven olursa , o zaman kul seven, Hak da sevilen olur. Bu sırada kul çok zahmet çeker, tâki kul yine sevilen oluncaya kadar, yani sevilmiş olduğu zaman rahatlar, seven iken kul rahat etmez. (İnsan daima Allah tarafından sevilmek ister, Peygamber efendimizin Allâh’ın sevgilisi olduğu gibi ).

Zevk-i taatla kimesne hâl-i aşkı anlamaz

Zevk ve taatla meşgul olan kimse aşkın halini anlamaz, yani âbid ve zâhid ibâdet zevkini bilir, aşk zevkini duymaz, âşıktan kaçar. Kezâ âşık olan tevhid ehli ibadet ve taat zevkini duymaz, yani ibâdet ve tâattan zevk alamaz, o ancak tevhîdden zevk alır. Âbid de tevhîdden zevk alamaz.

Tâlib-i sâdık isen belinde zünnârın olmasın.

Zünnâr Hristiyanların işaretleri olan parmak kalınlığında yapağıdan yapılmışbellerine bağladıkları bir iptir. Güyâ hazreti Îsâ böyle bir ipi beline bağlamışmış. Anın için Îsâ’ya ibadet edenler bunu bağlarlar. Beyitteki zünnârdan murad edilen şirktir.

 

Remz-i Hak-ka mahrem olmak değmenin kârı değil,

Kim dilerse aşk ile yâr olsun , ağyâr olmasın.

 

Remz-i Hak-ka mahrem olan, yani o mahrem olan manevî işareti başkalarına ifşâ etmez. Zira ifşâ etmek caiz değildir. Mahrem olmayana şöyledir, böyledir diye söylemek memnudur.

 

Zerrece aşk öldü kimde olsa yakar varlığın,

Aşk ödü ister ki Hak-tan gayri hiç var olmasın.

 

Aşk ateşi ister ki Hak-tan başka hiçbir şey var olmasın. İbn-i Fâriz hazretleri Kaside-i Tâiye’sinde şöyle buyurur: “Sâlik olan kişi ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ta yok etmeyince âşık olamaz. Esasen mecâzî olan aşkta da böyledir. O kimse ma’şukuna yalnız hizmet etmeyi ister, başkasını gözü görmez.

 

Cümle efkârın hurûfun cem edüp tevhîd ile,

Nokta-i vahdette haşr ol gayri efkâr olmasın.

 

Burada harflerden murad edilen de görünen mevcûdattır, yani bütün mevcûdatı tevhîd ile birleştir, vahdet noktasında haşrol (kaynaş) başkaları kalmasın. Cümlenin vücûdu Hak-tır, başka mevcûd yoktur.

 

Ey Niyâzî hâl-i aşkı herkese fâş eyleme,

Sırr-ı Hak-tır ana bigâne haberdâr olmasın.

____________

Vezin : Mafâîlün mefâîlün mefâîlün meâîlün

İlm-i bahrî vücûd esdâfının dürdânesiyim ben,

Maarif kenz-i dil vessâfının virânesiyim ben.

Benim ilmim katında mücteidler âciz oldular,

Veli ilm-i İlâhînin deli divânesiyim ben.

 

Tevhîd ehlinin ilminden müctehidler (ictihat sâhibi âlimler) âcizdir, çünkü tevhîd ehlinin ilmi Tanrısal bir ilim ve zevkî bir ilimdir. Müctehîdin ilmi ise naklî ve aklî olan bir ilimdir. Hatta kendileri bile, bunlardan en büyük müctehid İmâm-ı A’zam hazretleri: “Bizim mezhebimiz (hanefî) doğrudur, yanlışlığa ihtimâli vardır. Diğer sâir mezhepler yanlıştır, doğruya ihtimâli vardır”. İşte İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlikî ve İmâm-ı Hanbelînin herbiri böylece derler, birbirlerini hatâ yapmakla itihâm ederler. Hiçbirinin, mezhebi açıkça beyân edilmemiştir. Anın için hiçbir mezhep hakkında kesinlik yoktur. Anın için herkes muhayyerdir, dilediği mezhebe tâbi olur.

Esdaf, sadefin çoğulu, yani sedefler demektir. Sedef su kaplumbağasında bulunur, bunlar güney denizinde yaşarlar. Bu hayvanlar Nisan ayının yirminci günü yağmur yağar ve bunlar da ağızlarını açarsa, giren taneler inciye çevrilir. Kezâ hazreti Peygamberin doğumu da Nisanın yirminci gününe rastlar. O gün yağan yağmur bir yılanın ağzına düşse zehir olur.

“Birer hâle cihânın halkı bir bir râzı oldular,

Benim bir hâle meylim yok Hak-kın bilmem nesiyim ben.”

Cıhânın halkı ayrı ayrı birer hâle râzı olmuşlardır. Benim bir hâle meylim yoktur. Bilmem ben Hak-kın nesiyim diyor. Daha önce yapılan bir şerhte de “İbn-il vaktem ben Ebul-vakt olmazam” demişti. Çünkü Ebul-vakt tasarruf edendir, yani Ebul-vakt olan Veliler Kerâmet-i keyniyye gösterirler ve cihanda tasarruf sâhibi olanlar bunlardır.

 

Bi-küllî âlemin halkı bilürler bende bir dert var,

Bilinmez sevdiğim kimdir nenin mestânesiyim ben.

Eğerçi sûret-i âharda geldim âlem-i mülke,

Ne mâziyem, ne mustakbel her ânın ânesiyim ben.

Yitürdüm benliği, benlik bana hak benliğindendir,

Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben.

“Ne mâziyim, ne müstakbel her ânın âneyiyim ben,

Yetürdüm benliği benlik bana Hak benliğindendir.”

 

Yani vaktin herbir zuhûru benim rûhâniyetimledir. Benlik fânî oldu, çünkü benliğin Hak-kın benliği olduğuna vâkıf oldum.

“Tekellümde hitâb-ı gıybetin kârhânesiyim ben”

Hitâb, yani muhâtab ve muhâtıb birdir (söz söyleyen ve kendisine söz söylenen birdir) ve gayb (gizli olan, göze görünmeyen) birdir. Ente (sen ) zamiri kendisine söz söylenen, hüve (o) ise gâip zamirdir. Bunlardan biri hazıra, yani zâhire ki, sen ve diğeri de gâibe, yani bâtına ki, hû dur. İşte bu ikisinin dahi kemâlde kârhânesiyim ben.

 

“Ne Mısrîyim, ne Mehdîyim, ne İsâyım, ne İnsânım,

Bu yanan dâimî şem’in neli pervânesiyim ben.”

 

Ben ne Mısrîyim, yani Mısrî değilim, Mehdî değilim, insân değilim. Zirâ bunlar İlâhi kayıdlardır ve kayıdlanmış olarak görünen sûretlerdir. Bu sebebten ben ancak görünen zâhir vechin pervânesiyim.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Ey bu gönlüm şehrini bin kahr ile vîrân eden,

Bî-dühân ödler yakup bu sînemi külhân eden.

Ehl-i âlem derdinin mislin görür rahat bulur,

Cins-ü misli olmayan derde beni dükkân eden.

Bir bahirdir sâhili yok mevci olmaz münkesir,

Leylinin fecrin getürmez gökteki devrân eden.

Akl-ı fikrim zevrâkı yollarda kaldı ser-nigün,

Belki cümle akl-u fikri bende sergerdân eden.

Kimine meydân eden bu âlemin her köşesin,

Mısrî’ye uçtan uca her köşeyi zındân eden

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün

Sevdim seni hep vârım yağmadır alan alsun,

Gördüm seni efkârım yağmadır alan alsun.

Aldı çü beni benden geçtim bu cân-u tenden,

Aklım dahi her vârım yağmadır alan alsun.

Ben varlığımı attım dost varlığına yettim,

Her usluya bazârım yağmadır alan alsun.

Geçtim ben âd-u sandan çıktım ben o dükkândan,

Hep ırz ile vekârım yağmadır alan alsun.

Geldi dile dildârım buldum gül-ü gülzârım,

Şimden gerû hep vârım yağmadır alan alsun.

Sen gâib-ü hâzırsın her hâlime nâzırsın,

Ahvâl ile etvârım yağmadır alan alsun.

 

Sen gâib ve hâzırsın, yani gâip bâtın (görünmeyen), hâzır de zâhir ki (görünen) sensin. Âyet-i Kerîmede : “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel bâtın-ü”, “İlk ve son olan O dur. Zâhir ve bâtın da O dur” buyurulmuştur. Yani zâhir olan bâtın olurmu, bâtın olan zâhir olurmu? Cenâb-ı Hak hiçbir kayıdla mukayyed değildir (kayıtlanmaz) demektir. O ne evvellik, ne âhirlik, ne zâhirlik, ne bâtınlık ile kayıdlanır. Sen zâhir dersin bâtın da O dur, zâhirlik ile kaydolunamaz. Sen bâtın dersin zâhir de O dur, bâtınlık ile kaydolunamaz. Velhâsıl Cenâb-ı Hak hiçbir şeyle mukayyed olmaz.

 

Çün buldu gönül yârim terk eyledim ağyârım,

İmân ile zünnârım yağmadır alan alsun.

 

İmân üç kısımdır: Biri îmân-ı taklidî, diğeri İmân-ı istidlâlî, üçüncüsü de İmân-ı tahkikî dir. İmâm-ı Gazâlî “İhyâyi ulûm” adlı kitabının dördüncü cildinin sonlarındaki tevhîd kitabında imân hakkındaki yukarıdaki ayırımı cevizi misâl getirerek yapar. Taklit edilen imân cevizin dışındaki yeşil kabuğu gibidir der. Ne yenir, ne yakılır, çünkü acıdır, ateşe koysan yanmaz ve hiçbir işe yaramaz. İşte îmânı taklidî beyledir, hiçbir yararı yoktur, belki zararı vardır.

İstidlâlî îmân cevizin ikinci, yani kuru olan kabuğudur, yenmez velâkin ateşe koysan yanar. Eğer şeytân son nefeste bunu bozmazsa biraz işe yarar, bozarsa hiç yararı olmaz.

Tahkikî îmân ise cevizin içi ki, her şeye yarar. İşte Mısrî efendinin beyitlerinde yağma ettirdiği îmân taklidî ve istidlâl olanlarıdır, îmân-ı tahkikî değildir.

Mısrî efendi Malatyada Müderris iken tarikat ve tahkik ehlini oranın halkı sevmezdi. Sinan Ümmî Mehmed efendi hazretlerinin tekkesi oraya yakın Elmalıda idi ve yanında bir câmisi vardı. Mısrî efendi vâ’zını yaparken halk yıkılmasına dâir vâ’azda bulundu tekkeyi yıkalım ve Şeyhi de oradan atalım dediler. Namazdan sonra Niyâzî hazretleri kürsüde vermek istediği dersi kitapta bulamadı. Derhal kürsüden indi ve camiin bir köşesinde oturan Mehmet efendiye kabulünü rica etti ve bu sûretle tahkikî îmâna ulaştı, taklidî ve istidlâli olan imânlarını yağma ettirdi.

 

“Mısrî’ye vücûb imkân bir oldu kamû a’yan,

Tâat ile ezkârım yağmadır alan alsun.”

 

Bahr-ı vücûb: Hak-kın ef’âl, sıfât, zâtıdır. Bahr-i imkân: Bu mevcûdât, yani âlemdir. İşte Mısrî efendide vücûb deryâsıyla imkân deryâsı bir oldu, tâat ile ezkârını yağma ettirdi, çünkü tâat maksud olan değildir, o bir başlangıçtır, Allâhı bilmeğe bir âlettir. Bir insan ma’rifetullâha ulaşınca tâatı ne yapar, yani o tâattan zevk almaz bir hale gelir.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Teşne-i bahr-ı mûhît olan dile reş neylesin,

Tûti-i sükker feşân uftâdeye keş neylesin.

 

Birinci beyitte geçen engin denize susamış bir gönüle su serpintisi neylesin, yani tevhîd ehline ilmi-i rusûm (resmî ilimler) ne yapar? O resmî ilimlere hiç iltifât etmez.

 

Cür’a-i sahbâ-i zât-ı nûş edip temkin bulan,

Afitâb olan gönül telvîn-i meh veş neylesin.

 

Tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfât, tevhîd-i zât telvin makâmlarıdır, yani renklenme makâmlarıdır. Cem makâmı ise temkin makâmıdır, yani vakâr, sebât, ağırbaşlılık makâmıdır. Hazret-il cem makâmı yine telvin makâmıdır. Ahadiyyet makâmı temkin makâmıdır. Temkin ehli olan, yani Ahadiyyet makâmında bulunan bir kimse bir daha telvin makâmına inmez, ancak tevhîd mertebelerini başkalarına öğretmek için olabilir.

 

Arifin esrârı settâr olduğun etme aceb,

Tâ’n eder zâhid denilen div-i serkeş neylesin.

Âdemin vechinde Hak-kı görmedi iblîs-i lain,

Sûretâ gördüğü bir şekl-i munakkaş neylesin.

 

Âdemin kırk oğlu ve kırk kızı oldu. Hazreti Havvâ yaptığı kırk doğumda her defasında ikişer çocuk doğurmuş. İlki erkek idi ve ismi Kâbil’di, kâfir oldu. İlk önce benî Âdemden küfreden Kâbil’di. Âdem hamâ-i mesnundan, yani balçık halindeki çamurdan yaratıldı. Âdemden önce dünyada Can evladı vardı. Nasıl benî Âdemin babası Âdem ise, cinlerin babası da Can idi, “Halaktel cânne min mâricin min nâr” âyeti mucibince dumansız ateşten yaratıldı, hünsâ idi, yani hem erkeklik hem de kadınlık uzvu vardı. İşte iblis andan doğdu.

Mâlumdur ki âyette buyrulduğu üzere meleklerin cümlesi Âdeme secde ile emrolundular, yalnız iblis ve kendisine uyanlar secde etmedi, diğer bütün Melekler secde ettiler. İblis Âdeme secdenin Hak-ka secde olduğunu anlamadı, zirâ kâfir idi. Şâyet kâfir olmasaydı Âdemin vechinde hak-kı müşahede ederdi. Diğer bir âyet-i kerimede: “Ve kân-el iblise min-el kâfirin” işaret olunduğu üzere “Kân-e” ye iki mana verilir: Biri “ iblis kâfirlerden oldu”, diğeri “kâfirlerden idi”. Tabii iblis olduğunu ve Âdemin Hak-ka secdeye mihrab olduğunu anlamadı. Hiç Hak kendisinden başkasına secde için emir verir mi? Lâkin iblis muvahhid olmadığından Âdemi Hak-tan ayrı olarak nakışlamış sûret olarak gördü ve secde etmedi.

Bir de şu rivayet vardır ki, iblis güya meleklerin hocası imiş, bu yalandır. Hiç kâfir olan biri meleklere hoca olur mu, olmaz. Meleklerin başı Cebrâil (A.S.) idi ve ilk önce Âdeme Cebrâil secde etmiştir.

 

Can Niyâzî ehl-i aşka nazikhâne va’z eder,

Ehl-i nefs olan işitmez dil-i müşevveş neylesin.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Gözlerini noldu bî-dâr eyledin,

Âh-u efgânı sana yâr eyledin,

Aşk ödüyle içini nâr eyledin,

Noldu bülbül içini zâr eyledin,

Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.

Noldu ağlarsın ne eylersin taleb,

Bu tükenmez derdine ne oldu sebeb,

Güldeki didârımı gördün aceb,

Noldu bülbül işini zâr eyledin,

Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.

Bu fenâ gülzâre talibsen eğer,

Hiç bekâsı yoktur anın tez geçer,

Bu fenâ içre bekâ duydun meğer,

Noldu bülbül işini zâr eyledin,

Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.

Ber-karâr olup biraz eğlenmedin,

Dâim ağlarsın durup dinlenmedin,

Kimse bilmez hâlini anlatmadın,

Noldu bülbül işini zâr eyledin,

Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.

Bunca hasretten di cânım ne sezer,

Firkâtin günden güne artup gider,

Lûtfedip var gel Niyâzî’ye haber,

Noldu bülbül işini zâr eyledin,

Ne sebebden azm-i gülzâr eyledin.

 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksud efendi).

_____________

Vezin : Mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün mef’âîlün

Derd-i Hak-ka talib ol dermâne irem dersen,

Mihnetlere râgıb ol âsâne irem dersen.

Aşk yolu belâlıdır her kârı cefâlıdır,

Canından ümidin kes cânâne irem dersen.

Öd yak sineni çâk et su gibi özün pâk et,

Yüzün yere sür hâk et ummâna irem dersen.

Bu yolu bil andan gel deryâyı bul andan dal,

Ka’rına erüp el sal dürr-i kâna irem dersen.

Pîrinle olan ahdi güt nen var ise ko git,

Bildiklerini terk et irfâne irem dersen.

Sabretmede Eyyûb ol, gam çekmede Yâ’kûb ol,

Yûsuf gibi mahbub Ken’âna irem dersen.

Terk et kuru dâvâyı hem ucb ile riyâyı,

Mısrî ko o sevdâyı Sübhân’a irem dersen.

 

“Sabretmede Eyyûb ol” beytinde geçen sabır, Cenâb-ı Hak-ka şikâyet etmek anlamında değildir, mukâvemet yani dayanıklılıktır. Eyyûb (A.S.) Cenâb-ı Hak-ka: “Yâ Rabbî sen bana ne kadar musibet verirsen ben dayanırım” demişti, halbuki kul aciz bir mahlûktur.

Eyyûb (A.S.) humma denilen bir nevi sıtma hastalığına tutulmuştu. Bazılarının iddiâ ettikleri gibi yaraları vardı da kurtlandı, hattâ yere dökülenleri Eyyûb (A.S.) toplayıp yine yaraların üstüne koyardı gibi sözler yalandır. Hiç böyle bir şey olur mu? Resûl olan kimsede böyle herkesin nefretini mucib olacak illet bulunur mu? Onlar bu gibi hal ve illetlerden korunmuşlardır, zirâ kendileri insanları Allâha davet edicidirler. Şâyet bu gibi illetlere maruz kalmış olsalar, ümmeti andan nefret eder, sonra Cenâb-ı Hak da onlara zulmetmiş olurdu, çünkü bu durumda Nebînin yanına gitmekten ikrâh duyarlardı(tiksinirlerdi). İşte hazreti Eyyûb bu hastalığı için şikâyet etmedi. Sonra vahiy geldi: “Yâ Eyyûb, bana şikâyetin sabrına mâni değildir.” Hazreti Eyyûb da o zaman hastalığından şifâ bukması için Allâh’a niyaz etti. Sonra tekrar vahiy geldi: “Oturduğun yere ayağını vur, su çıkacak, onunla vücudunu yıka, bir şeyin kalmaz”. O da ayağını yere vurdu, çıkan su ile yıkandı, sağlığına kavuştu. Esasında halka şikâyet etmek sabra manidir, yoksa Cenab-ı Hak-ka şikâyet sabra engel teşkil etmez.

 

Yukarıdaki beyitte geçen “Gam çekmede Yakûb ol” sözlerine gelince:

Hazreti Yakûb (A.S:) mın evladı olup, onu bir anadan, diğer ikisi başka anadan idi ki, Yûsuf (A.S.) ile küçük kardeştir (Bünyamin). Hazreti Yâkub, Yûsuf’u diğerlerinden daha fazla severdi. Kardeşleri babalarının sevgilerini hasretmek için henüz yedi yaşındaki Yûsuf’u kıra götürüp bir kuyuya attılar ve bir tarafa gizlenip beklediler. Nihayet oradan Mısır’a gitmekte olan bir kâfile bu kuyudan su çıkarırken kovadan su ile birlikte güzel bir çocuk çıktı. Derhal kardeşleri ortaya çıkıp kâfile başkanına: “Bu küçük kardeşimizdir, kaçmıştı, fena huyludur, size satalım” dediler. O zamanın parasıyla Yûsuf’u altı kuruşa sattılar. Sonra kâfile başkanı hazreti Yûsuf’u Mısır sultanına ağırlığınca altına sattı. Ya’kûb (A.S.) bir rü’ya gördü, keyfiyeti anladı ve Yûsufa kavuşacağını bildi. Kezâ Yûsuf (A.S.) da bir rü’ya gördü, babasıyla kavuşacağını bildi. Bu sûretle ikisi de gamlı olmadılar. Beyitte geçen Ken’an Şam şehri ilçelerinden biridir.

____________

Vezin: Mef’ûlü maf’âilü mef’âîlü feûlün

Ey bülbül-ü şeydâ yine efgâna mı geldin,

Azm-i gül edip zârıyla giryâna mı geldin.

Pervâne gibi âteşe dâim cân atarsın,

Evvelde bu aşk ödüne sen yâna mı geldin.

Yağmur gibi yağarsa belâ sen baş açarsın,

Can vermeğe dost yoluna kurbâna mı geldin.

Her şey çalışır bir sıfatı eyleye mâ’mur,

Sen cümle sıfat ilini virâna mı geldin

Vech-i ahadiyyet ki şu eşyada görünmüş,

Bu kesrette ancak anı seyrâna mı geldin.

Bir kimse senin olmadı hiç râzına mahrem,

Bilmem bu cihân için yekdâne mi geldin.

Bu hasta Niyâzî’ye şifâ remzin edersin,

Derde düşenin derdine dermâne mi geldin.

 

“Vech-i ahdiyyet ki şu eşyada görünmüş

Bu kesrette ancak anı seyrâna mı geldin.”

 

Evet biz bu kesret âlemine vech-i ahadiyyeti seyretmeğe geldik. Bunu teyit eden: “Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebt-ü en u’refe fe-halaktel halka li-u’ref” hadisidir. Anlamı cihetiyle; “Ben ilm-i zâtiyyede malumatla mütecellî idim. İstedim ki, bilineyim, halkı yarattım. Halk ancak Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi” demektir.

Diğer beyitler zâhir üzere takrir edilmiştir (Hacı Maksud efendi)

_____________

Vezin: Müstef’îlün fâilü müstef’îlün fâilün

Hak yolunun rehberi nefsi dürür Kâmilin,

Dil tahtının serveri nefsi dürür Kâmilin.

Nefsini mat eyleyen def-i memat eyleyen,

Nefh-i hayat eyleyen nefsi dürür Kâmilin.

 

Kâmilin nefesi yani ruhu tevhid yoluna delildir, çünkü Kâmilin ruhu ahadiyyetin ve zâtın mazharıdır. Kâmil insan ölmez, bir yerden bir yere intikâl eder. Hatta öldüğünde cesedi bile kırk günden fazla kabrinde kalmaz.

Devlet şûrası reisi Rıfat Paşa vefat ettikten sonra cesedini Kosova’daki Sultan Birinci Murad Hân’ın türbesi önüne gömmüşler. Sonra paşanın âilesi kabir için İstanbul’dan müzeyyen taşlar göndermişler. Kabir açıldığında paşanın cesedini bulamamışlar. İsmail Paşa durumu bizden sordu. Biz de cevaben: “Rıfat Paşanın hayatta iken halleri nassıldı, muvahhid mi idi?” Aldığımız cevapta: “Evet paşa hayatında iken gayet musallî ve güzel ahlaklı idi”. Sonra tekrara cevap verdik: “O takım kimseler kırk günden fazla kabirlerinde durmazlar

Mısır’da Şeyh Bakkal vefâtından önce cenâze namazının İbn-i Fârız hazretleri tarafından kılınmasını vasiyet etmişti. Şehit edildikten sonra Bakkalın namazını imam olup İbn-i Fâriz kıldırdı, selâm verdiğinde büyük bir kuş gelip cenâzeyi alıp uçtu. Bunu gören cemaat hayretler içinde durumu İbn-i Fâriz hazretlerine sordular. Bu zât da şu hadisi okudu: “Ervâhüş-şühedâ-i fî havasıl-ıt-tayr”, “Şehitlerin ruhları kuşların kursaklarındadır”. İşte Şeyh Bakkalın ruhu kuş sûretinde cesetlendi ve gelip kendi cesedini kendisine ruh yaptı, ruhu cesed, cesedi ruh oldu. Şeyh Bakkal bir tevhîd şehidi idi. Tevhîd şehîdi, kılıç şehîdinden daha ileridedir.

 

Uhud gazâsında Abdullâhın oğlu şehîd olmuştu. Cenâb-ı Peygamber (S.A.V.) efendimiz duâ ettiler, dirilip ayağa kalktı. Hazreti Îsâ da bir kız çocuğuyla iki erkek diriltti.

Bu ümmetten de ölüleri dirilten üç kişi vardır: Bunlardan biri Abdurrahman Molla Câmî, biri Abdülkâdir-i Geylânî, diğeri de Beyâzîd-i Bistâmî hazretleridir.

Molla Câmî Belh’de saray hocası idi. Melîkin gayet güzel olan oğlunu okutuyordu. Melîkin çevresindekiler Molla Câmî’yi kıskandılar ve iftirâda bulundular. Melîk’e: “Hoca oğlunuza âşık olmuştur, ahlakını bozacak, onu fenâ huylu yapacak” dediler. Bunun üzerine Melîk Molla Câmî’yi daha önce denemiş olmasına rağmen çevressindekilerin de onu tanımaları için hep birlikte yemeğe davet etti. Yalnız yemekte saray vekil harcına Mollanın sahanına daha önce ölmüş bir tavuğu kızartıp koymalarını emretti. Belh’de sofra âdeti Mısırdaki gibi olduğundan bütün yemek sahanları bir defada masa üstüne konuldu. Sonra hep birlikte sofraya oturuldu. Mola Câmî hazretleri önüne konan sahana elini sürmeyince Melîk: “Efendim neden tenâvül (yemek almıyorsunuz) buyurmuyorsunuz?” diye sordu. Mola Câmî de sahan kapağını açıp önünde ölü iken kızartılmış tavuğa kış kış deyince tavuk dirilmiş ve yemek salonunda uçarak dolaşmaya başlamıştır. Böylece kendisine iftirâda bulunanlar da utançlarından hayrete kapılarak dehşet içinde kalmışlardır. Zirâ tevhîd ehlinin önüne haram bir şey konulduğu vakit kalbinin dâimi zikri durur. İşte Molla Câmî hazretleri de kalbî zikrinin durmasıyla önüne konan yemeğin, daha önce ölmüş bir tavuk olduğunu anladı.

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de bir kediyi diriltti. Oturduğu evin komşuları ondan hoşlanmazlar ve ona eziyet etmek isterlerdi. Bir gün onun çok sevdiği dürre adındaki kedisini öldürüp geçeceği yolun üstüne koydular. Böylece kedisini görüp acı duyup üzülsün dediler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri öldürülmüş kedisini görünce: “Yâ dürre” diye seslenince kedi dirildi ve kalkıp tekrar evvelce olduğu gibi ayakları arasında dolaşmağa başladı.

Beyazîd-i Bistâmî hazretleri de bir defasında Hristiyan papazlara bir gemide seyahat ederken , Hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ne sebeble inandıklarını sordu. Onlar da ölüyü dirilttiği için diye cevap verdiler. Sonra yaptıkları uzun münakaşadan buna delil olarak ölüyü dirilttiğini gösteriyorsunuz, şu halde delil ve medlül olunca medlüle iman gerekir ve sizler de hazreti Îsâ’nın Ulûhiyetine ölüyü dirilttiği için kâil oldunuz (inandınız) ve onun yaptığı gibi ben de ölüyü diriltirsem benim de hazreti Îsâ olduğuma kâil olmanız lazım gelir. Keşişler (papazlar) evet dediler. Bunun üzerine Beyazîd-i Bistâmî hazretleri orada dolaşmakta olan bir karıncanın başını kopardı ve tekrar birleştirip üfürdü. Karınca dirildi ve tekrar dolaşmaya başladı.

İşte bu ümmetten bu üç zâttan başka ölüleri dirilten yoktur. Ancak herbir Velî ve Kâmil insan diriltmeğe muktedirdir, yalnız bu husus kevnî bir kerâmet olduğundan iltifât etmezler.

 

İsteyü git Âdemi Âdemde bul Âdemi,

Sırr-ı nefahtü dem-i nefsi durur kâmilin.

 

“Âdemi Âdemde bul”, yani her gördüğün Âdem değildir velâkin Âdem Âdemîlerin içindedir. Hazreti Âdemin cesedi: Fe izâ sevveytuhû ve nefahtü fîhi min ruhî”, “Âdemin cesedinin yaratılışını tamamlayıp ona ruhumdan üflediğimde...” âyeti mucibince kalıbı, yani cesedinin tesviyesi kemâl bulunca ruh oldu, çünkü istidâdı tam oldu. Âdemin istidâdı böylece tam olunca da ruh tecellî olundu.

 

Sûre-i Necm-i oku gel anla vahy-i Hak-kı,

Bilesin sen ol mantıkı nefsi dürür Kâmilin.

 

Vahiy dört kısımdır: Biri Cibril-i Emin vasıtasıyla Peygamberlere vahiy olunur ve bu vahiy yalnız Nebîlere mahsustur. İkinci vahiy ilhâmî ki,bununla Cenâb-ı Hak tevhîd ehlinin kalblerini nurlandırır ve onlara ilhâm yoluyla her şeyi vahiy eder. Üçüncüsü müşâfehe (ağızdan ağıza konuşma) ki tevhîd ehli görünen sûretlerden Cenâb-ı Hak ile şifâen konuşur. Beyazid-i Bistâmî hazretlerinin bu hususta: “Ben Hak-la otuz yıl konuştum, insanlar zannederler ki ben anlar ile konuşuyordum” buyurmuştur. Dördüncüsü ise tebliği vahiy ki, Hak-kın Resûle inzâl buyurduğu kitabın hükümlerini Resûlün vârisleri olan kimseler ümmete tebliğ ederler.

İşte vahyin bu üçü Veliler ve tevhîd ehlinde bulunur. Ancak Cebrâil (A.S.) vâsıtasıyla olan vahiy yalnız Peygamberlere mahsustur, Velîlerde olmaz.

 

Rûhulkudüs demini Âdemde iste anı,

Ol imiş gönlün cânı nefsi dürür Kâmilin.

Mâye-i zât denilen feyz-i necât denilen,

Âb-ı hayât denilen nefsi dürür Kâmilin.

 

Rûhulkudüs Cibril (A.S.) dır. Deminden murad onun inzâl ettiği İlahi vahiylerdir. Hızır (A.S.) ın âb-ı hayat içtiği rivâyeti yalandır. Âb-ı hayat ise burada tevhîddir (yani tevhîd makamlarını zevketmektir).

 

Diri kılan tenleri zinde eden canları,

Kaldıran ölenleri nefsi dürür Kâmilin.

Mevtâya etse nefes her yandan gelse ses,

Haşreden ey hakşinâs nefsi dürür Kâmilin.

Niyâzî’yi cân eden zerresini kân eden,

Katresîn ummân eden nefsi dürür Kâmilin.

 

Mısri Divan 13

 

Arabca şiir :

Yâ Seyyiden fazlehû finnâsi kelbahr

Ve neşrehûetyabu min nesmetis seher

 

Şerhi :

“Seyyid” esmâi hüsnâdandır. Her ne kadar bilinen Doksandokuz güzel isimlerde yok ise de sayılan isimlerden ümmehattır, furuunda vardır(esas kaynak bir isim olup usülen vardır).

Yâ Seyyid, senin fazlın mahlûkata deniz gibidir ve ihsânın sabah rüzgârından daha güzeldir, yani kalbe ferahlık hayat verir.

 

Ve men zehâ hadduhu hüsnen lehu velehu

Kaddun izâ mâse yahkil gasne finnadar

Ve men izâ mâ beda fennûre min vechihi

Dav’e min-eş şemse ahfâ tal’at-el kamer

 

Şol hüsün (güzellik) ki burada hüsünden murad Hazreti Resûlüllâhtır (S.A.V.) Hânesinden zâhir oldu. Onun yüzünün nuru güneşin nûrundan daha fazla ışık saçar, ayın ziyâsı gizlendi, yani yok olup mahvoldu.

 

Ve men alâ kadru hû fil halki mertebeten

Kel bedri fâk-a cemîal encümüzzeher

 

Onun yani Resûlullahın kadrü mertebesi aynı ayın ondördündeki bedir halinin (Bedr-i tâm) yıldızlara nispetle daha üstün ve daha yüksek olduğu gibidir. Yani Resûlullah ayın öndördü gibi, diğer yaratıklar ise yıldızlar gibidir.

 

Ente ibnü Şems-is-Sivâsi lemyekün yûcedu,

Fî asrihi misluhû fil-bedvi velhadar.

 

Sen güneşin oğlusun, çünkü ay güneşin halifesidir. Resûlullah da zat güneşinin (Allahın) halifesidir ki, onun bir benzeri ne şehirlerde ne de çöllerde bulunur.

 

Fe ente unkûdü zâkel keremi yâ Seyyidî,

Navil lenâ kadhan min zâlikel hamri

 

Sen güzel bir bahçesin. O şaraptan , yani aşk şarabından bir bardak ihsan buyur. Sarhoşluk üç kısımdır: Birinci sarhoşluk, ikinci sarhoşluk, üçüncü sarhoşluktur. Birinci sarhoşluk “Tevhîd-i Ef’al makâmı” ikinci sarhoşluk “Tevhîd-i Sıfât makâmı”, üçüncü sarhoşluk “Tevhîd-i Zât makâmı” dır. Çünkü içki içenlere de içkiler üç hal verir. Birinci halde bir az sarhoş olunca insan âlemi âfâkı (tüm çevresini) kaybeder.İşte birinci sarhoşlukta bulunan sâlik da ef’ali Hak-ka tavfiz edince (yaptığı işleri Hak-kın uhdesine verince) bu âfâk âlemini kaybeder. İkinci halde içki içen kişi bir miktar daha içince, gözü görmez , kulağı işitmez, söz söyleyemez ve hiçbir şey yapmağa kudreti olmaz. İkinci sarhoşlukta olan sâlikin de sıfâtını Hak-ka tafviz edince, görüşü, işidişi, söyleyişi, dileyişi, bilişi kalmaz. Üçüncü halde, o içki içen daha da çok içerse, kendinden geçer. Kezâlik üçüncü sarhoşlukta bulunan bir sâlik dahi Zâtı Hak-ka tavfiz edince kendinden geçer, onda bir şey kalmaz.

 

İştedde şevkî ilen nedmâni mâke’siküm

Venhelle dem’î alâ haddiye kelmatar

Enşedtü fî hubbiküm zennazmi mu’tezirâ

Lealle yukbelu nazmün câe biluzer

 

Sevgiliye sevgim ziyâde oldu. Göz yaşım yanaklarıma yağmur gibi aktı. O nun sevgisinden bu medhiyeyi yaptım. Umarımki benim kusuruma bakmıyarak bu şiîrimi kabul eder, çünkü anın medhinden âcizim.

 

Yârabbî zid fazlehu finnâsi mâ tal’at,

Şemsün vemâ seceat varkun aleşşecer.

Mehdî senâî lehû min hâlisel kalb-i

Ve leyse bilmedhi lil Mısrıyyi min hatar.

 

Yâ Rabbî, fazlını üzerime çoğalt. Nasıl güneşin doğduğu ve ağaçlar üzerine yaprakları bir intizam içinde çoğalttığın gibi. Onun da benim üzerimde ikrâmını arttır. Anın medhini temiz bir kalbe yaptım. Medhinden dolayı “Mısrî” ye kabahat olmaz.

_____________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Nazar kıldıkça insâna gönül hayrâna dolanur,

Acebdir kimi Hak ister, kimi butlana dolanur.

Gel ey dertsiz kişi dervişliğe sâ’y eyle gel bunda

Bu hâl ile olursun bil işin hüsrâna dolanur.

Nedendir kani olmuşsun murâd-ı nefse dalmışsın,

İçine hırsı almışsın işin şeytâna dolanur.

Yeter çalındın ey hâce fenâ mülkün metâına,

Çok uzatma ki Azrâil gelür bu cânâ dolanur

 

“Nazar kıldıkça insana gönül hayret eder”. Çünkü kimi Hak ister, kimi bâtıl ister. Zirâ mazhar-ı cemâl var, mazhar-ı celâl var. Cemâle mazhar olan Hak ister. Celâle mazhar olan da bâtıl ister. Cenâb-ı Hak yalnız cemâliyle tecellî etmiş olsa herkes mü’min olurdu. O zaman Cenâb-ı Hak-kın cemâl ile mukayyed olması lâzım gelir, yalnız celâliyle tecelli etse herkes kâfir olup Hak-kın celâl ile mukayyed olması iktizâ eder. Halbuki Hak mutlak ve kayıddan münezzeh olmakla kimine cemâl ve kimine de celâl ile tecellî edip, kimi mü’min ve kimi kâfir olur, yani bir kısmı îmân, bir kısmı da küfrân yolunu tutar. “Gel ey dertsiz kişi dervişliğe sa’y eyle” de geçen dervişlikten murad edilen burada tevhîd yoludur.

 

Gönül verme bu dünyâya başını verme gavgâya,

Kazdığın amel bir gün gelür mîzâna dolanur.

 

Amel manâdır. Nasıl tartılır? İşte bu âlemde manâ olan ameller âhirette sûret olacaktır. Meselâ, sâlih amel olarak yapılan güzel işler cennette göreceğimiz bildirilen hûri, gilmân, meyve, ırmak vesâire gibi çeşitli cennet nimetleri sûretlerle sûretlenip cennet ehline sunulacaktır. Kezâ kötü işler işleyenler de onlara bu işleri yılan, akrep, ateş vesâire sûretlerle sûretlenip cehennem ehline azap çekmeleri için sunulacaktır. Yani herkes bu âlemde manâ olan yaptığı işleri, o âlemde sûret bulup anınla nimetlenecek, yahut azap olacaktır. Binaenaleyh ameller tartılır, çünkü orada bu âlemde yapılan işler birer sûret giyecektir.

 

Başı devletlû kul oldur Hak-kı bulmuş ola seri,

Gözü gönlü dil-u cânı kamu Subhâna dolanur.

Niyâzî kulunun yâ Râb vücûdu zenbini mahv et,

Mülâzimdir kapunda ol sana ihsâna dolanur.

 

Hazreti Mûsâ’ya Cenâb-ı Hak Sinâ dağı kenarında Tuvâ vâdisinde ateş sûretiyle tecellî etti. “Tahâ sûresi” nin 13. Âyetinde vârid olduğu gibi: “İnnehû bil-vâdil mukadds-i tuvâ...”, “Yâ Mûsâ, sen tuvâ adındaki mukaddes vâdidesin” buyuruldu. Bu âyette Cenâb-ı Hak: “Yâ Mûsâ sen beni nâr, yani ateş sûretiyle kaydetme”. Çünkü Hak nâr sûretiyle mukayyed olurmu, olmaz. Sonra hazreti Mûsâ: “Subhan-allâh, yâ Rabbî sen mutlaksın ve nâr ile kayıdlanmış olmaktan münezzehsin” dedi.

Hazreti Resûl saadetli zamanlarında İbn-i Abbas daha çocıuk yaşta bulunuyordu ve onu çok severdi. Bir kere atıyla Umreye giderken Abbası da beraberine aldı. Gelirken “Yâ Çocuk vücûdunu kayırma” buyurdu. İbn-i Abbas da “Yâ Resûlallâh, vücudum bana kabahatmıdır?” dedi. O zaman Hazreti Resûl: “Vücûdüke zenbün lâ yukâs-i aleyhi zenbün âhir”. İşte Mısrî efendi de bu son beytinde bunu rica ediyor. Yâ Rabbî benim vücûdumu mahvet. Yani bende senin vücûdunu izhâr et de, vücûd senin vücûdun olduğunu bileyim.

___________

Vezin : Feilâtün feilâtün feilâtün feilün

Esicek bâd-ı sabâ aklıma san şâne değer,

Zirâ ol esrâr-ı dil zülf-ü perîşâne değer.

Zülf-ü müşkiyle muattar olur ol demde dimağ,

Geçer andan gönüle hem yetişir cânâ değer.

Leb-ü dendânı hevâsiyle akan göz yaşının,

Birisi mâ’nâda bin lü’lü-vü mercâna değer.

Gam-ı hicrî ile âhı ana âşık olanın,

Çıkar eflâke iner tâ yedi nîrâna değer.

Yüzünün mihrine karşu dolaşan dürlerinin,

Birinin nûru nice mihr-i dirâhşâne değer.

 

Bâdı sabâ, doğu ruzgârıdır. Bundan murad edilen mezâhir-i aliyyenin zuhûrudur, yani Cenâb-ı Hak-kın mevcûdatta gürünmesidir.

 

Eşiğinde baş urup sıdk ayağın berk basanın,

Başı arşa ayağı kürsî-i Rahmâna değer.

 

Bir tevhîd ehli ki, tekmil fenâ makâmlarına erişince kendisinden eser kalmaz. Anın başı arşa, ayağı da Rahmânın kürsîsine değer. Kürsîden arşa kadar Beşbin yıllık yoldur.

 

Limen-il mülk nidâsın işiten can kulağı,

Anı cânından işitir yine cânâne değer.

 

Ârif olan kişi her an “Limen-il mülk-ül yevm”, yani “Mülk kimindir söyle” nidâsını işitir. “Cânından yine cânâne değer”. Çünkü tevhîd ehlinin vücûdu, sıfatı, ef’âli varmı, yoktur. Hak tarafından yapılan “Limen-il mülk-ül yevm” nidâsı yine cânâne değer. Cânândan nidâ olunur, yine cânân işitir.

 

Ol nidâyı işitir men arefe vâkıf olan,

Lîk ol mâ’rifeti sanma her insâna değer.

 

Velâkin bu işitme ma’rifetini her insanda bulunduğunu sanma, yoktur bulunmaz. Ancak aşağıda zikredilen makâmlara erişenler işitir. Bu makâmlara sülûk makâmları denir: Fenâ-i ef’al, Fenâ-i sıfât, Fenâ-i zâttır. Cezbe makâmları: Cem, Hazret-il cem, Cem-ül cem makamlar ki bunlara aynı zamanda “Tedellâ makâmları” da denir. Bu sebeble Niyâzî hazretleri:

 

“Sana bir cezbe Niyâzî ki o dosttan yetişe”

Düküll-i ins ile cinne olan ihsana değer.

diyor.

____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Halk içre bir âyineyim herkim bakar bir an görür,

Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür.

Şol câhil-ü nâdânı gör örter Hak-kı inkâr edip,

Kâmil olan Kâmilerin herbir sözü bürhân görür.

 

Câhil kimsenin Hak-kı görüp onu örterek inkâr etmesi şunun gibidir ki, mesela diyelim Pâdişahı şaşalı kiyâfetini değiştirerek çarşıve pazarda halk arasında dolaşsa, onu herkes görür velâkin kimse onun zamanın Pâdişahı olduğunu bilmez. Ama Pâdişâhı yakından tanıyan bilir, tanımayan görür fakat bilmez. İşte Hak da böyledir. Hak-kı tanıyan hem görür hem de bilir velâkin tanımayan câhil görür ama bilmez. Şimdi o kıyafet değiştiripgörülen Pâdişâhın zamanın Pâdişâhı olduğunu bilmeyen câhile bu durumu nasıl anlatırsın? O câhil böyle Pâdişah olur mu, bu Pâdişâh değildir diyerek inkâr eder.

 

Medh ile zemmi âlemin kıymette bir hardal dürür,

Hâr o dürür harmanda ol buğdayı kor saman görür.

 

Meselâ, bir merkep bir harman yerine girse, o samanından ayrılmış olan buğdaya bakmaz. Nerede büyük saman yığını görürse oraya koşar, zirâ o buğdaydan değil samandan tat alır.

 

Tuttu rikâbın Ârifin nice Salâtin-i evvel,

Kâmil olan Sultanı gör dervişi ol Sultân gör.

 

Şeyhül Ekber zamanında Bağdad, Konya (Selçûkî Sultanı), Şam ve Endülüs Hükümdârları kendisinin müridleri idi, hatta onlara gidip ders okuturdu ve hepsi onun rikâbında (biraz gerisinde) yürürlerdi.

 

Dervişi Hak yakmış iken anı yakan Sultâna bak,

Hamam içinde dilberi görmez gözü külhân gör.

Dedi ulular levn-i mâe levn-i enâ dır şüphesiz,

Kana boyanmış göz hemin Nîl-ü Fırâtı kan görür.

 

“Cüneyd-i Bağdadî” hazretlerine Hak nicedir? diye sormuşlar. Cevaben: “Levn-i mâe lelvn-i enâe”, yani “Suyun rengi kabın rengidir” buyurmuştur, yani suyun haddi zatında rengi yoktur. Suyun rengi içine konulduğu kabın rengini alır, mesela bardak mavi ise, suyun rengi mavi görünür, yeşil ise yeşil, kara ise kara, kırmızı ise kırmızı görünür. Şeyhül Ekber Cüneydin bu cevabını çok beğenmiş ve “Füsus” a koymuştur.

Kana boyanmış göz Nil ile Fırat nehirlerini kan görür. Halbuki Nil ve Fırat nehirlerinin suları kan mıdır, hayır kan değildir. Bakanın gözünde kan olursa bunları da kan görür.

Zamanın Şam Sultanı Şeyhül Ekber’e yüzbin kuruşa mal olan bir konak hediye etmişti. Esasen ona daima böyle hediyeler gelir, o da geldiği anda fakirlere tasadduk ederdi.

 

Ol dilberin Mehdî adı sükker durur halka tadı,

Mısrî çeker bu mihneti ol râhatı Rahmân görür.

_____________

Vezin: Mefâîlün mefââlün mefâîlün mefâîlün

Rumuz-u Enbiyâ-yı vâkıf esrâr olandan sor,

Enel-Hak sırrını candan geçüp berdâr olandan sor.

 

Enbiyânın rumûzunu, yani işâretlerini bu sırra vâkıf olandan sor. Hazreti Ömer (R.A.) buyurmuştur: “Hazreti Resûlullâh ile Ebubekir-is-Sıddık (R.A.) birbirleriyle sohbet ederlerken aralarında Arapça konuştukları halde, sanki ben Arapça bilmiyormuşum gibi konuşulanları anlamazdım.” Bunun sebebi hazreti Ebûbekir “Sıddıkiyyet” makâmında idi. Hazreti Ömer vesâire sahâbe ise ancak Hazreti Resûlün vefâtından sonra Sıddıkiyyet makâmına vasıl oldular. Hazreti Ebûbekir’e Sıddıkiyyet makâmı Medine-i Münevvereye hicret etmek üzere Resûlullâh ile Mekke-i Mükerremeden gizlice çıkıp kırda bir mağarada gizlendikleri sırada verildi. Ebûbekirin çobanı hergün akşam sabah koyunlarını getirip sağar ve onlara ikram ederdi. Birgün beklenen koyunlar gelmediğinden Ebûbekirin kalbine korku düştüğünü Resûlullâh efendimiz keşfetti. İşte bu sırada Tevbe sûresinin 49. âyeti nâzil oldu: “İllâ tensuruhu fekad nasara-hullâh-ü iz ahrecehüllezîyne keferû sâniyes-neteyn-i izhümâ fil-gâr-i iz yekûl-ü li sâhib-i hi lâ tahzen innallâh-e maanâ...”, “Eğer siz Peygambere yardım etmezseniz kâfirler onu yurdundan çıkardıkları zaman ona bizzat Allah yardım eder. Mekkeden çıkan iki kişi idiler. Bunlar mağarada iken Peygamber arkadaşına (Ebûbekire) korkma hiç şüphesiz Allah bizimle beraberdir...” İşte bu âyeti celîylenin nüzûlüyle Hazreti Resûlullah (S.A.V.) tarafından Ebûbekir-i Sıddık (R.A.) hazretlerine Sıddıkiyyet makâmı telkin olundu.

“Velâyet makâmı” (velilik makâmı) halk ile olduğu vakit halk ile, Hak ile olduğu vakit Hak ile olmaktır. Sıddıkiyyet makâmı ise yalnız Hak ile olmak, halk ile olmamaktır.

“Kurbet makâmı” (yakınlık makâmı) ki, Sıddıkiyyet makâmından daha alâdır, hem Hak ile hem de halk ile olmaktır.

“Beyazid-i Bistâmî” buyurmuştur: “Ben otuz yıl Hak ile konuştum, halk zannederdi ki, ben anlarla konuşuyorum”. Kendisinin Sıddıkiyyet makâmında bulunmasına bir delildir. Hazreti Ebûbekir Kurbet makâmına Halifeliği zamanında nâil oldu. İşte Mısrî efendinin “Rumûz-u Enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor” demesi budur. Bakınız meselâ iki tevhîd ehli birbirleriyle tevhîd üzerine muhabbet ederlerken avamdan (bu hususlara vâkıf olmayan bir kimse) biri gelse, muhabbetlerine vâkıf olabilir mi ve onların konuştuklarını anlayabilir mi? Velev ki dinleyen âlim olsun anlayamaz.

 

Yürü var ehl-i tecridi alâik ehline sorma,

Anı cân-u cihânı terk edüp deyyâr olandan sor.

 

Hallac-ı Mansûr’un “Enel-Hak” dediği kitaplarda yazılıdır. Halbuki Mansûr kayıd ile bu sözü söyleyebilir mi? Mansûrun mazharından “Enel-Hak” diyen Hak değil midir? Bu sözün Mansûr’a isnâdı küfürdür. Şimdi Mansûr sağ olsaydı ve kendisine de sorulsaydı, “Enel-Hak” kim dedi, o bilir ondan sor diyecektir.

Tecrid ehlini (Allaha gönülden bağlananlar), yani makâm sahibi bir kimseyi alâik ehli, yani makâm görmeyen diğer kimseler bilebilir mi, bilemezler. Yine onu ancak makâm sahipleri bilir.

Cân-u cihânı terki, cânını ve cihânı terkeden bilir. Cân ve cihânı terk etmeyi sen terk-i cân ve terk-i cihân edenden sor.

 

Gehi kahr-ü gehi lutfun kemâlin bilmek istersen,

Fenâ ender fenâda yoğ olup hem var olandan sor.

 

Fenâyı bilen (Fenâ makâmlarını gören) fenâ olup bekâ (bekâ makamlarını gören ) bulandır.

 

Dilâ bu Mantık-ut-tayrı fesâhat ehli anlamaz,

Anı ancak ya Attâr veyahut Tayyâr olandan sor.

 

Bu kuş lisânını fesâhat ehli bile anlamaz, onu sen Şeyh Attâr’dan sor. Bu zatın “Mantık-uttayr” adlı tevhîde dair yazdığı bir kitâbı vardır. İşte o kitabı Şeyh Attâr’dan sor sözü kinayeli (ik şeyden birini diğeri yerine kullanma) bir sözdür. Bir de Mantık-uttayr kuş lisanı olarak itibar olunursa, anı sen o uçandan, yani kuş olandan sor. Çünkü konuşulan sözler kuş lisanıdır, anı ancak kuş olan bilir.

 

Anadan doğma gözsüzler kemâhi görmez eşyâyı

Niyâzî vech-i dildârı Ulül-ebsâr olandan sor.

 

Bu ne gibidir? Meselâ, anadan gözsüz olarak doğanbiri çevresindeki eşyâyı görebilir mi? Meselâ, şu kırmızıdır, bu karadır, bu filân renktedir diye sayar ama bilmez. Anları ancak gözleri gören bilir. Bunun gibi gönül gözü kör olan sevgilisinin yüzünü görebilir mi, göremez. Onu ancak bâsiret sahibi (gönül gözü açık olan) olandan sor.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Kim ki aşkın dârına berdâr olur,

Cümle uşşâk içre ol serdâr olur.

Bunda uşşâkı yakan öd âkibet,

Nâr-ı İbrahim gibi gülzâr olur.

Bunda ağyâr kesretinden kurtulan,

Vahdet illerinde vâsıl-ı yâr olur.

 

Her kim aşk yolunda can verirse, o kimse âşıklar içinde serdâr (Baş tacı) olur. Burada âşıkları yakan ateş İbrâhim (A.S.) mın ateşi gibi sonundagül bahçesi olur. Malumdur ki, Nemrûd İbrahim (A.S) için o kadar büyük bir ateş yaktırdı ki, bir mil mesâfeden yani dörtbin adımdan daha yakına kimse yaklaşamazdı. Sonra şeytanın öğretmesi üzerine onu mancınık ile ateşe attı. Bir de dürbünle bakıp gördü ki, Hazreti İbrahim ateşin içinde biriyle oturmuş muhabbet ediyor. Hazreti İbrahim bir sandık içinde ateşe atılmış, sandık yanmış İbrahim (A.S.) yanmamıştı.

 

Korkma Tâmudan eğer âşık isen,

Bülbül olanın yeri gülzâr olur.

 

İşte âşıkı yakan ateş böyle gül bahçesi olur. Âhirette de “Sırat” cehennem üzerine kurulacaktır. Bir mü’min sırat üstünden geçerken, cehennem nidâ edecek. Çabuk geç yâ mü’min, zirâ senin nûrun benim ateşimi söndürdü.

 

Cennet-i irfâna dahil olanın,

Kande baksa gördüğü didâr olur.

Gözsüz olanlar o yüzü göremez,

Anı gören hep Ulül-ebsâr olur.

 

Hak-kın yüzünü gözsüz olanlar göremez. Ancak anı bâsiret sahipleri görür.

 

Dünyânın lezzâtına aldanma kim,

Birgün ola cümle zehr-i mâr olur.

 

Sen dünyânın geçici olan lezzetlerine aldanma. Birgün olur o lezzet duyduğun şeyler yılanın zehiri olur, zirâ dünyâ ehli gerek mezarda ve gerekse âhirette yılanların sûretleriyle azab göreceklerdir.

 

Sen gerekse ol cihânda pâdişâh,

Bir beş on günde o târümâr olur.

Tâc-ü tahtı kulluğuna ol şehin,

Verir isen devletin tekrâr olur.

 

İbrahim Edhem tâc ve tahtını terkedip sonsuz devlete kavuştu, çünkü bâtınî devletliğin yanında zâhir devleti bir şemmesidir, yani onun yanında hiçbir şey değildir.

 

Ger kabul olunsa şâh olun ebed,

Kande böyle asılı bazâr olur.

 

İllâ tâc-u taht’a olmaz vasl-ı yâr,

Âdet oldur ana cân isâr olur.

 

Kim ki kendin yoğ ederse, Mısriyâ,

Yokluğun tâ gâyetinde vâr olur.

_________________

Vezin: Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Kırıp bin pâre eden şişe-i kalbi celâlindir,

Yine ep pâresinden görünen rûy-ı cemâlindir.

Anınçün tiğini çeşmin demâdem eksik etmez kim,

Yorulup yolda kalmaya o kim azm-i visâlindir.

 

“Kırıp bin pâre eden şişe-i kalbi celâlindir”, yani celâl tecellilerinin kalbe gelişi Allahın sonu gelmeyen bir lûtfudur. Yine her tecellîde onun cemâlinin yüzü görülür.

 

Nicesi baksun etrâfa ya ahkâfa yahut Kâfa,

Şu Anka kim anın gönlü nazargâh-ı hayâlindir.

 

Beyitte geçen etrâf taraflar, ahkâf da dağ tepeleri, Kâf da Kâf dağıdır. Şimdi zâhir ehlinin indinde bu âlemin vücûdu başka, Hak-kın vücûdu başka olarak kabul edilir. Yani âlemin dahi Hak-kın vücûdundan başka müstakil vücûdu vardır. Tarîkat ehlinin indinde ise bu âlemin vücûdu vücûd-u zillî ve hayalîdir. Vücûd Allahın vücûdudur. Bu halkın vücûdu Hak-kın vücûdunun zillî, yani gölgesidir. Meselâ, bir adamin güneşin nûrundan gölgesi yere yansır. İşte o yere düşen gölgeden adamın nasıl bir kimse olduğu anlaşılır. İşte bu âlem de Hak-kın vücûdunun gölgesidir ve müstakil olarak vücûdları yoktur. Mısrî efendinin “Nazargâh-ı hayâlindir” demesi bu kavle (söze) göredir.

Fakat bu husus hakikat ehli indinde vücûd ancak Allahın vücûdudur. İlâhî vücûddan başka vücûd yoktur. Andan dolayıdır ki, Resûlullah (S.A.V.) efendimiz Ahadiyyet makâmının asâleten bizzat sâhibi olduğundan gölgesi yok idi, yani gölgesi yere düşmezdi.

 

Bulunmaz lâ-mekânîdir bilinmez bîşânıdır,

Hemin ancak sana kuldur senin ehl-ü iyâlindir.

 

“Senin ehl-ü iyâlindir” demek o kendi kendine hizmet eder, kendi kendine söyler. Yani rubûbiyyetle rubûbiyyetine hizmet eder, çünkü Cenâb-ı Hak ve gayb-ı Mutlak zâhir oldu, yani Cenâb-ı Hak hicâb-ı rubûbiyyetle zâhirdir.

 

Dağıldı min sad ra (Mısrî) bozuldu nispet-i suğrâ,

Benim bu nispetim şimdi ne mâhındır, ne sâlindir.

 

Mısrî’nin vücûdu dağıldı, yani vücûd Hak-kın vücûdudur. Mısrîlik kalktı. Şimdi o Mısrîlik nispeti ne ayındır ne de yıllarındır.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Âteş-i hicrinle can durmaz figâna başlar,

Kaynayup akar ol âteşle gözümden yaşlar.

Zerresi zâhir olsaydı ger beni yakan ödün,

Âlemi uçtan uca yaka idi hep âteşler.

Harfe savte dokunaydı bu iniltim şemmesi,

İnler idi yer ve gök dağlar ile hep taşlar.

Âteşim yâşım iniltim cân içinde gizlidir,

Zâhirimde yok içimde hâsıl oldu yaşlar.

Bîkesim bu âlem içre sırrıma yok mahrem,

Bilmedi derdim benim ne kavm ne kardaşlar.

Hâlime haldâş olan hem sırrıma sırdâş olan,

Cümle dağıldı başımdan kalmadı haldaşlar.

Mahv-ı sırfe düştü çün dil bunda ben oldum garib,

Yalnız kaldım tükendi kalmadı yoldâşlar.

Vech-i mutlak günde yüzbin çehreden yüz gösterir,

Yerde gökte anı yazar cümle-i nakkaşlar.

Nicesi tâkat getürsün ana karşı Mısrî kim,

Adın işitmekle düştü halka bu savaşlar.

 

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi).

______________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Nice bir mekr-ü hiyel nikbeti Deccâl nice bir,

Nice bir ey dini yok mezhebi yok dâl nice bir.

Nice bir adl-ü fitnevi ihyâ edesin,

Beni öldür sunayım boynumu gel çâl nice bir.

Hâkim-i şer-i dahi kendine uydurdun ise,

Hâkimin hükmü yeter fitne ile âl nice bir.

Hâzırım ben hünerin var ise gel görüşelim,

Ledün ilmi okuyan gönlünü gel sâl nice bir.

Şerr-i deccâli def-i mümkün olamı söz ile,

Mısrıyâ var ise hâlin o yeter kâl nice bir.

 

Deccâl için Cenâb-ı Hak Kur’ânı Hakîmin Mâide suresinin 31. ci âyetinde : “Min ecl-i zâlik-e ketebnâ alâ benî isrâil-e ennehû men katele nefsen bi-gayr-i nefsin...”, “Biz benî İsrâile Tevratta yazdık ki, herkim birini haksız yere öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi günâhkâr olur ve herkim birini ihyâ ederse, sanki bütün insanları ihyâ etmiş gibi sevâb verilir...” Malumdurki, Tevrat Kur’ân-ı Kerîm gibi âyet âyet nâzil olmamıştır. Tevrat zebercedden mücevher dokuz levha üzerine yazılı olarak birden inmiştir. Âyette geçen bu öldürme gerek sûrî (insanı bizzat öldürerek) olsun ve gerek mânevî şekilde olsun ikisi de birdir. Mânen öldürme meselâ, bir adam Hak yolunda giderken, dalâlete saptıran bir kimse ile karşılaşır. O kimse bu Hak yolunda gidene; gel buraya bu ibâdet nedir? Bu namaz, oruç nedir? Vazgeç bunları bırak diyerek onu kandırır, böylece adamın kalbini öldürür. Bu durumda ona sanki bütün insanları öldürmüş gibi günâh yazılır.

Diğer husus ise bir zat birini delâlet yolunda görür, gel buraya niçün böyle yapıyorsun? Cenâb-ı Hak böyle, Resûlüllâh şu tarzda buyurmıuştur. Şöyle yap, böyle yapma, ibâdeti şöyle yap, namaz kıl, oruç tut diyerek ona tavsiyelerde bulunur ve dalâlette gittiği yoldan çevrilirse, sanki bütün insanları diriltmiş gibi sevâba nâil olur.

Şeyhül Ekber (R.A.) hazretleri “Fusus” adlı eserinde :

“Bir adam birine dine âit bir meseleyi öğretmiş olsa, hem o öğrettiği adamı, hem de bütün insanları yeniden diriltmiş gibi sevâb verilir” demiştir.

____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Hazreti İsâ inüp gökten tamam etti zuhûr,

Ger sen idrâk eylemezsen belki sendendir kusûr.

Dirilüp aceb zenb-i hem cümle mevtâ serteser,

Na’ra-i İsrâfil oldu cümleye çalındı sûr.

 

Birinci beyitte geçen “Hazreti Îsâ inip gökten” de, hazreti Îsâ teşbihe dâvet ederdi (Cem makâmına), hazreti Musa ise tenzihe (Hazret-il Cem makâmına) davet ederdi. Çünkü hazreti Mûsâ’nın kavmi teşbih ehli idi.

İşte her vakitte her peygamberin meşreb ve meşhedinde (gidiş ve ve tutumlarında ve geldikleri zamanlarında) çeşitli insanlar vardı. Beyite geçen hazreti Îsâ’dan murad edilen Cem makâmı sâhipleridir.

 

Bir kabirden Bin Muhammed her birisi Yüzbin,

Baş olup gitti önünce zâlik-e yevm-ün-nüşûr

 

“Bir kabirden Bin Muhammed” demek Muhammedî olanlardan Bin kişi zâhir olur demektir. Çünkü Îsâ meşrebinde (Îsânın dininde) olanlara Îsevî derler, Mûsâ meşrebinde olanlara Mûsevî derler. İşte Muhammed meşrebinde olanlara da Muhammedî derler.

 

Enbiyânın âsumân-ı Hak gibidir sözleri,

Evliyânın sözleri tezyin dürür etme gurûr.

 

Enbiyânın sözlerini Evliyâ tezyin eder, yani peygamberlerin sözlerini Velîler kendilerinden herhangi bir katkıda bulunmadan noksansız olarak süsleyerek bildirirler.

 

Mısrıyâ her sözünü Hak-tan işit söyle kim,

Ric’atiyle baksalar da görmeye kimse futûr.

_____________

Vezin: Fâilâtün mefâîlün fa’lün

Erimiz erdir Pîrimiz Pîrdir,

Kâremiz nûrdur yerimiz Tûrdur.

İsteyen yâri izlesun Pîri,

Pîrden ayrılan Hak-tan ayrıdır.

 

Pîrdir envârım Hak-tır etvârım,

Düşmanım bî-şek Hak-tan ol dûrdur.

Şol ki Süfyânî arttı tuğyânî,

Oldur şeytânî bir gözü kördür.

Azdırır halkı bezdirir Hak-kı,

Kizbi çok sıdkı bindebir yokdur.

Hak-ka kul ol, kul olasın makbul,

Dil müslümanı şâhidi zordur.

Mısrî’nin dinde izzeti zinde,

Cümle milletten Hamzavî zordur.

 

İlk beyite geçen “yerimiz Tûrdur” dan maksad: Hazreti Mûsâ Tûr dağında Cenab-ı Hak-la konuştuğu gibi, ayni muvahhid olan tevhîd ehli de her yerde Hak-la konuşur. Bu durumda herbir tevhîd ehli bir Tûr’dur.

“Şol ki Süfyânî arttı tuğyânı

Oldur şeytânî bir gözü kördür.”

Burada Süfyânın oğlu Yezîd hakkında işâret vardır. O Ehli Beyti ve ayrıca saltanatı zamanında erkek kardeş, kız kardeşi almak câizdir diye fermân yazdırdı ve buna itiraz edecek Ulemâyı ve Ehli Beyti kim severse öldürün demiştir. İşte mısrî efendi beyitlerinde bunu söylüyor.

 

Mısrî’nin dinde izzeti zinde,

Cümle milletten Hamzavî hordur.

 

“Cümle milletten Hamzavî hordur” beytinde geçen “Hamzavî” sözü Hamzavîlerdir. Hamzavîler Bayramî Melâmilerden Hamza adında bir zâttır, Mürşid bir tevhîd ehli idi. Fûsus şârihi Bosnalı Abdullah efendinin müridlerindendi. Lâkin o zamanlar İstanbul Ulemâsı gayet müteassıp olduğundan bunları hor görürlerdi. İşte Mısrî efendi bu beyti buna göre söylemiştir. Hamzavî olanlardan “İdris-i Muhtefî” namında biri vardı ki, asıl adı Ali Bey olup, muhtefî (gizlenmiş) adı onun bu gizlenişinden dolayı ona lâkap olarak verilmiştir.

____________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Bilenler vech-i cânânı bu cism-ü cânı neylerler,

Görünse şemsin envârı meh-i tâbânı neylerler.

Bugünkü cennet-i irfâna dahil olsak uşşâk,

Yarınki va’d olan hûri veya gılmanı neylerler.

 

Rahman sûresinde adı geçen dört cennet “Cennet-il a’mâl” (amellerin cenneti) olup mü’minlerin avâmına mahsustur. Orada Hûri, Gilman, meyveler, kasûr (kasırlar, yani köşkler) ile zevk ve lezzet duyarlar. Cennet sekiz adettir. İşte dördü amellerin cennetidir ki, mü’minlerin avâmına mahsus, diğer dördü de tevhîd ehline mahsustur. Orada öyle hurî, gilman, köşkler vesâire yoktur. Onlar bu gibi nefsî zevk almayı istedikleri vakit Cennet-il a’mâle tenezzül ederler. Anların telezzüzleri (lezzet almaları) “Cemâl-i İlâhî” iledir, yani Allahın cemâlini seyretmektir. Hazreti Resûlullah (S.A.V.) min makâmı da oradadır ve “Cennet-il Vesîyle”dir. Bir rivâyette tevhîd ehli de cennet-il a’mâle girerler velâkin cemâl-i İlâhî ile orada telezzüz ederler. Meskenleri cennet-il a ‘mâlde olabilir. Fakat birinci ve sahih rivâyet meskenleri yukarıda olup, nefsî telezzüzleri için istekleri olduğu zaman inerler ve yine makâmlarına yükselirler.

 

Bugün amâ olan yarın dahi amâ olur elbet,

Aça gör cân gözün kim bî-basar nâdânı neylerler.

 

Şimdi bugün burada kör olan yarın da kör olur, hatta körden daha aşağı olur, çünkü kör bir insan yine hararetten güneşin doğuş ve varlığını hisseder velâkin bâtın gözü (gönül gözü) kör olan kimse güneşin zâtını hissetmez.

 

Sülûk ehline insan sohbetin bulmakdürür maksud,

O sohbet kim bulunsa sohbet-i hayvânı neylerler.

 

Tevhîd yoluna girmiş sülûk ehli bir kimsenin isteği ancak bir Mürşid-i Kâmilin sohbetini bulmaktır. O bu sohbeti bulduktan sonra hayvan gibi olanların sohbetlerini ne yapsın? Ne yarar görür o gibilerden, belki de zarar görür.

 

Gönül duymazsa vicdân ile Allah-ı hakîkatçe,

Mücerred dildeki ilmi veya irfânı neylerler.

 

Sülûk görmeyen ve gönlü vicdânıyla Hak-kı bulmamış olanın kitaplardan öğrendiği ve lisânı ile söylediği ilim ve irfânın ne yararı vardır?

 

Ne hâsıl şol ibâdetten riyâ ve ucb ola anda,

Gider şirki gönülden Hak-ka kim tuğyânı neylerler.

 

Salât-ı ehl-irfân kıblesidir semme vech-ullâh,

O veche kul olanlar tâat-ı noksânı neylerler.

 

İrfân ehlinin namazlarının kıblesi “Fesemme Vech-ullâh” dır. Çünkü irfân ehlinereye teveccüh ederse Hak-kı müşâhede eder. Bu âlemde Hak-tan başka var mı, yoktur. Onun zâhiren “Beyt-i Şerîf” (yani Kâbeye) cihetine teveccüh etmesi Allahın emri olduğundan dolayıdır. Velâkin secde oraya mıdır, değildir. Onun kalbi secdeden ebedî olarak baş kaldırmaz, çünkü iş kalbin Hak-ka secde etmesidir. Kalb bir kere secde etti mi bir daha başını secdeden kaldırmaz. Zirâ kalbin secdesi kalıbın (yani cesedin) secdesi değildir.

 

Niyâzî künt-ü kenz’in sırrını kendinde buldunsa,

Süleymen tahtını, ya hikmet-i Lukmân’ı neylerler.

_____________

Vezin : Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün

Yâ Rab bize ihsân et vuslat yolunu göster,

Sûrette koma cân et uzlet yolunu göster.

Eyledi hevâ gaaret oldu işimiz âdet,

Dergâhın ola gâyet kudret yolunu göster.

Nefsimi hevâdan kes, kalbimi riyâdan kes,

Meylimi sivâdan kes halvet yolunu göster.

Candan sana tâlip kıl her tâate râğıp kıl

Bir Pîre musâhib kıl hizmet yolunu göster.

 

İkinci beyitte geçen “Pîr” den murad edilen “Mürşid-i Kâmil” dir. Hak-kı bulmak pek kolaydır, velâkin Hak-kı bulduran Kâmil insanı bulmak güçtür. Bunlar kimyâ gibidir, velâkin bulunması kimyâdan güçtür.

 

Tâ’lim edip esmâyı bildir bize eşyâyı,

Duymaya Ev ednâ yı hikmet yolunu göster.

 

Birinci beyitte geçen Esmâ, yani isimlerden murad edilen taayyânattır (insanın görünen vücûdu) , “Necm” sûresinin 8. Ve 9. Âyetlerine işârettir: “Sümme denâ fe-tedellâ fekân-e kâb-e kavsey-i ev ednâ”. “Kulum Muhammed bana yaklaştı, daha fazla yaklaştı, tâ ki benimle arası iki yay boyumu kadar”. Âyetlerin bâtını manâları ise: “Denâ” Seyr-i illallâh-tır (Allaha yaklaşma), yani tevhîd mertebelerinde Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i sıfat ve Fenâ-i zâttır.

 

Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr,

Her şeyde tecellîn var rü’yet yolunu göster.

 

Şu kim ola vuslette, halvet bula celvette,

Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster.

 

Bunlar tevhîdde urûc (yükselme) makâmlarıdır. “Tedellâ” ise nuzûl, yani rücû (avdet edici, geri dönme) makâmları ki, Cem, Hazret-ül Cem makâmlarıdır. “Kaab-e kavseyn” ise Cem-ül Cem makâmıdır. “Ev ednâ” da son makâm olan Ahadiyyet makâmına işârettir. Çünkü Fenâ-i ef’âl, Fenâ-i Sıfât , Fenâ-i Vücûd makâmları, Bekâ-i Zât, Bekâ-i Sıfât, Bekâ-i Ef’âl olarak bekâ makmlarıdır. Esasen fenâ (yok olma) ve bekâ (tekrar kavuşma) iki kavistir. Bu iki kavis (yükselme makâmı) Cem-ül Cem makâmında birleşirler. Ev-ednâ ise son makâm olan Ahadiyyet makâmıdır. (Son beytinde de Niyâzî Mısrî hazretleri “Bu Mısrî’ye kesrette vahdet yolunu göster diye Tanrıya niyâz etmektedir.)

____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün fâilün

Oldu yüzün subh-i senin ey nigâr,

İn fecer-e yenfecer-u enficâr.

Kalmadı bu dilde seni göreli,

İstaber-e yasrabar-u istibâr.

Lütfedüp etme beni bin cevr ile,

İhteber-e yuhteber-e ihtibâr.

Sana atâlar yaraşur bendene,

İftekar-e yeftakir-u iftikâr.

Mısrî’nin herşeyi yolunda olur,

İnteşer-e yenteşir-u intişâr.

Sende çü cem oldu hüsün şivesi,

İkteser-e yektasır-e iktisâr.

Yetmişsekize vardı yaş eyledin,

İhteyer-e yahtayer-u ihtiyâr.

Etme Niyâzî gedâyî meded,

İntezer-e yentazir-u intizâr.

 

Yukarıdaki beyitler zâhir üzre takrir olunmuştur.

Yalnız son beyitte Mısrî efendi “Yetmişsekize vardı yaş” diyerek ihtiyarladığını beyân etmiş ve gerçekten de kendileri Yetmişsekiz yaşında vefât etmiş ve aynı zamanda bununla Şeyhül Ekber (R.A.) hazretlerinin de Yetmişsekiz yaşlarında âlem-i dâr-ül bekâya intikâl ettiklerini bildirmektedir. (H.M. Efendi).

_____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Bu halvete bakma güzâf zevk-u safâ halvettedir,

Halvetle kıl içini sâf nûr-i ziyâ halvettedir.

 

Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,

Yokluk yolunu duygurur fakr-u fenâ halvettedir.

 

Deryâ olup durmaz coşar talazlanup baştan aşar,

Kendisini bilmez şaşar aşk-ü hevâ halvettedir.

 

Halvet üç kısımdır:

1- Şeriatte halvet.

2- Tarîkatte halvet.

3- Hakîkatte halvettir.

 

1- Şeriâtte halvet: Camide Ramazan-ı şerîfin son on gününde yapılan itikâftır (mukaddes bir yere kapanıp ibâdetle meşgul olmak). İtikâf yerinin dâima cemaatle namaz kılınan cami olması ve özürsüz dışarı çıkılmaması şarttır. Özrü meselâ, bir cenâzesi olur veya yiyeceğini tedârik için gibi şeyler olabilir ve o camide oturacağı yerin bir örtü ile sarılması lâzımdır. Hazreti Resûl hasır ile sarmıştı. Ziyâretine gelen erkek ve kadın olduklarını ayırt edebilmesi için kadınların tırnaklarına kına sürmelerini emir buyurmuştu. Fakat sonrada bir kadın bileğine kadar kına koyup elini öpmek isteyince bunu yasakladı. Sünnet olmak üzere eline kına koymanın aslı yoktur.

2-Tarikatte halvet: Bir insanın dört duvar arasında kırk gün kalarak orada ibâdet ve riyâzat ile meşgul olmasıdır. Bu vamiye mahsus değildir, camide de tekkede de veya kendi evinde olur. Yalnız erbain vakti denilen (19 Aralıktan 17 Ocağa kadar süre) zamana münhasır değildir, sair zamanlarda da olur. Hazreti Peygamber yiyecek ve içeceğini alarak Hira dağında bir mağara içinde 15-17 gün veya daha fazla kalarak halvet ederlerdi. Hatta Tarîkat ehlinin halvet yapmalarının istinâd ettikleri husus budur.

3-Hakîkatte halvet: Fenâ-i Ef’âl, Fenâ-i Sıfât ve Fenâ-i Vücûd etmektir. O zaman Hak-tan gayrı kalır mı, kalmaz. Bu mevcûdatın vücûdu Hak-kın vücûdudur. Bu âlemde Hak-tan gayrı mevcûd yoktur.

İsmail Hakkı (K.S.) Muhammediyye şerhinde: “Bizim halvetimiz celvettir” demiştir. Sonra bu hususu bize Şeyh Safî efendi sordu: “İsmail Hakkının bu sözlerinin manası nedir?”. Biz de “Evet asıl halvet celvette olur, yoksa dört duvar arasında olmaz.” diye cevap verdik.

İşte Niyâzî’nin beyitlerinde geçen “Zevk-ü safâ halvettedir” sözlerinden maksadı, sen bu halvete hakaretle bakma, içini saf kıl, yani kalbini halvetle şirkten tasfiye eyle, o zaman senin kalbinde Allahın nûru doğar demesidir.

Nefsini sana bildirir ölmezden evvel öldürür,

Yokluk yolunu duygurur fakr-ü fenâ halvettedir.

Buraya “Mûtû kabl-e en temûtû” şerefli hadisine işaret olunmaktadır. Öyle ya halvet fakr-ü fenâyı icâ ettirir, çünkü halvet ehlinin ef’âl, sıfât ve zâtı Hak-kın ef’âl, sıfât ve zâtında fânîdir.

Hak-kın esmâsı üç kısımdır: Biri zevâhir ki, esmâ-i hüsnâda geçen Hâlik-ün, Bâri-ün, Musavvir-ün Aziz-ün, Cebbâr-ün gibi isimlerdir. Biri de kinayât, vellezî gibi, birisi de zamirler olup Hû-ve (O), Ente (sen), Ene (ben) gibi. Bunların hepsi ilâhî isimlerdir. Zâhir ehli Hû ya işâret ismidir der. Halbuki Hû İlâhî isimlerdendir, gayb-i mutlaka delâlet eder. Ve bu “Hüviyyet makâmı” Ahadiyyet makâmından daha yüksektir.

 

Encüm ile şems-ü kamer âteşlere düşmüş yanar,

Yer oturup gökler döner arz-u semâ halvettedir.

 

Aç gözünü ibretle bak birdir kamu yakın ırak,

Deprenmez olur dil dudak vasl-ı likâ halvettedir.

 

Firkâtte vuslat isteyen mihnette rahat isteyen,

Vuslatta işret isteyen ayş-ü bekâ halvettedir.

 

Yıldızlar, güneş, ay ateşlere dönüp yanarlar, yani dönerler. Mısrî efendinin yer oturup demesi de yerin döndüğü görülmediğinden dolayı söylemiş, yoksa yer dönmektedir, fakat yerin hareketi devrî, göklerin hareketi ufkîdir.

“Arz-u semâ halvettedir” demek, çünkü onlar da Hak-tır, yakında da uzakta da olan Hak-kın vücûdu değil midir? Evet Hak-kın vücûdudur.

 

Terket Niyâzî sen seni bir eyle gel cân-u teni,

Duya diyen Hak sırrını sırr-ı Hüdâ halvettedir.

 

Ruh dört kısımdır: Biri cemâdî ruh ki Ruhu-şeyin vücûde derler. (Vücûdları katı olan dağlar, taşlar gibi cansız görünen şeyler). Biri de bitkisel ruhtur. Bitkisel ruhta cemâdî ruh da vardır. Bu ruh bitkileri geliştirir. Fakat o bitkiyi kesmiş olsanız, onun bitkisel ruhu gider, gelişmesi durur. Geriye onun cemâdî olan ruhu kalır. Şu halde bitkilerde iki ruh vardır: Biri cemâdî olan ruhu, diğeri de bitkisel olan ruhudur.

Diğer bir ruh da hayvânî ruhtur ki, hayvanların ruhudur. Hayvanlarda da üç ruh vardır: Biri cemâdî olan ruhu ki, bu onun cismidir. Biri de bitkisel ruhu ki, hayvanı büyütür, geliştirir. Diğeri de hayvânî ruhu ki onun hissidir.

Dördüncü ruh: İnsânî ruh ki, insanlarda vardır. İnsânî ruhta da dört ruh vardır: Cemâdî ruh, bitkisel ruh, hayvanî ruh ve insânî ruh ki, bu ruh insanın zihni kuvvetidir. Bu ruhların hepsi Hak-kındır. İşte Mısrî efendinin: “Terk et Niyâzî sen seni, bir eyle gel cân-u teni” dediği budur.

Bir insanın ölümü halinde onun insânî, hayvânî, bitkisel ruhları çıkınca geriye cemâdî ruhu kalır ki, bu ruh onun kalıbıdır. Bu geriye kalan bir cesettir ki, ha taş ha o cemâdî olan ruh ikisi de birbirine eşittir. İşte insanı, insânî ruhun mesken bulunduğuna ikrâm olmak üzere yıkayıp, kefenlerler ve namazını kılıp toprağa verirler. İşte son beyitte geçen “Sırr-ı Hüdâ halvettedir” demek tevhiddedir demektir.

____________

Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün

Vallâhi deccâlsenin emeklerin hebâdır,

Çalıştığın sihr ile ha bir kuru anâdır.

Muhittir Allâh seni her işin ol halk eder,

Mekr-i Hüdâdan sakın bal sandığın belâdır.

Müstedricin keydini keydin içinde gözet,

Kazma derin kuyuyu boyunca var kazadur.

Hasmını da bir gözet var mı sana hilesi,

Bî-hod olandan sakın kim sâhibi Hüdâdır.

Yaprağı yer dudu’l-kazz güle güle dut ağlar,

Yaprağın dut bulur dûdun sonu fenâdır.

Dudul-kazzın askeri her ne kadar çok ise,

Beyzâya girince ol asker ona gınadır.

Çamurda sen Mısrî’yi çok gördükçe basma kim,

Mazlûma sen kıyarsın Allâh sana kıyâdır.

 

Hazreti Resûlü Mekkeden uzaklaştırmak ve onun koruyucusu amcasının yanından uzaklaştırmak için Kureyşin ileri gelenleri çeşitli hileler düşünürlerdi. Hazreti Resûlün geçeceği yolları çalı çırpı koyup kendisine eziyet edelim de buradan kaçıp gitsin. Bu maksatla Ebulehebin karısı ile Süfyanın karısı Hinde birlikte çalılar taşırlardı. Bu arada Ebulehebin karısı sırtındaki yükü ile birlikte çukura düştü ve boynundaki ip onu boğuvermişti. Bunun üzerine bu hileden vazgeçip yeni bir hileye başvurdular.

Bu defa Muhammedi (S.A.V.) dâvet edelim ve geleceği yola derin bir kuyu kazıp üstünü çalılarla örtelim. Muhamed bunu görmez, içine düşer ve ölür diye düşündüler. Gerçekten Hazreti Resûl yapılan dâvete gelmek üzere uzaktan göründü. Ebûcehil karşılamak üzere acele koştu, fkat evvelce yolun genişliğine kazdırdığı kuyuyu unuttuğundan, bu defa kendisi içine düştü ve bağırmağa başladı. Aman yâ Muhammed , gel beni buradan kurtar. Hazreti Resûl gelip mübârek elini uzattı ve Ebûcehili kuyudan çıkardı. Kendisine imân teklif etti. Fakat imândan nasibi olmadığı için Hazreti Peygamberin bu mu’cizesi karşısında: Ah, nice bizim çocuklara iman ederiz dedi. (Ebu Cehil Bedir gazasında Bedrin Arslanları tarafından paramparça edildi.)

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâilün mef’ûlü mefâilün

Esmâ-i İlâhiyyede bî-had hünerim var,

Her demde semâvat-ı hurûfa seferim var.

 

İsimler üç kısımdır: Biri anlam bakımından sarf ve nehiv ehli indindeki isimlerdir. Bunun tarifi kitaplarda yazılıdır. Biri Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin gibi isimlerdir. Üçüncüsü hakîkat ehlinin indinde olan isimdir ki, bu cihetten isim “Taayün” demektir. İnsanın görünen vücûduna taayyün derler. İşte beyitte geçen Esmâ-i İlahiyyeden murad taayyünattır.

Harfler de (Arapçada) üç kısımdır: Biri resmi olan harfler ki, elif, be, te, se, cim gibi. Biri de hurûfu sûriyyedir (sûretlerin harfleri) ki, bu görünen kâinat ve cevâhirdir. Diğeri de hurûfu hakîkiyye ki, İlâhî mertebelerdir. Bunlar, Nûr-i Muhammedî, Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûla, Arş, Kürsî, Felek-i Atlas, Felek-i Mükevkebdir ki, bunlar İsm-i Bedî, İsm-i Bâis ve sâir isimlerin mezâhiridir. Bunların açıklanmasını “Vâridât” şerhinde “İnnâ aradnal-emânet-e....” âyeti kerimesinin açıklaması esnâsında yaptım. Oraya müracaat olunsun.

 

Gönlüm göğünün yıldızıdır hiç adedi yok,

Her burçta benim bin güneş bin kamerim var.

 

Gönül göğünden murad kalptir. Yıldızdan ise hatıra gelen düşüncelerdir. Hatıra gelenlerin hiç sonu yoktur. Bin güneş ve bin kamerden maksat o hatıra gelenlerden açılan Tanrsal zevkllerdir.

 

Âlimler ebced hocası olmak olur âr,

Alçak görünen ebced’e âlî nazarım var.

 

Âlimler ebced hocası olmağa utanırlar. Halbuki Mısrî efendi diyor: Ebced’e âlî nazarım var, zirâ Ebced Benî İsrâil zamanında bir Melîk idi, onun mazharından nice bu kadar âlem nizam ve intizam bulmuş ve o zamanın Peygamberi tarafından dâvet olunmuş ve onunla nice vak’alar olmuştur.

 

Arş-u semâvatı ulûmun budur elhak,

Hem dahi zemininde tükenmez güherim var.

 

Kâmil bir insan bulunduğu yerdeki insanları okutsa niceleri irşâd olur. Meselâ o bir bitkiyi bile bir yere dikse mahsul verir. Velhâsıl bunlar her zaman oturdukları yerlerden kâbiliyetli insanlara nice dersler verirler.

 

Bununla bir oldu dem-i Îsâ ile Mısrî,

Gönlüme dahi ne gelirim ne giderim var.

_____________

Vezin: Müfteilün fâilün müfteilün fâilün

Derviş olan kişinin sözleri ümrân olur,

Sâlik-i Hak olanın râhına bürhân olur.

İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,

Hasta dil olanların derdine dermân olur.

Her seher efgân edüp bülbülü hayrân eder,

Dideyi giryân edüp sinesi büryân olur.

Beyt-i dili pâk olur zikr-i Hak-kı işiten,

Sabr-u karârı gider işleri devrân olur.

Şem-i cemâle döner pervânedir âşıkûn,

Zannedr ol câhilün devriyle isyân olur.

Münkirleri dahl eder kim ki sösümüz demez,

Yine işi anlara lûtf ile ihsân olur.

 

Hak yolunda olanın sözü hak yoluna delîldir çünkü Tevhîd üzerine söylenen sözler dört kitaba uygundur, Kur’ânın dışında değildir.

 

İlm-i ledün dersini ârif olan kişiler,

Hasta dil olanların derdine dermân olur.

 

Ledün ilmi sahipleri, câhil olanların yanına gittikleri vakit onların dertlerine ilaç olurlar, yani onların derdi olan cehillerine irfan ile ilaç ederler.

 

Şem-i cemâle döner pervânedir âşıkûn,

Zanneder ol câhilûn devriyle isyân olur.

 

İlâhî cemâl nûruna âşıklar devreder, câhiller zanneder ki, onların bu devrânları onlara isyân olmaz, belki aşk ile devrân asıl istenendir. Bu devrân aşk ile olmazsa, o zaman bir oyun, yani eğlence olur ki , işte bu devrân haramdır. Hazreti Peygamber hadisi şerifte buyurmuştur: “İstima-u melâhî haram-ün vel-culûs-i fîhâ fisk-ün vet-telezzüz-ü bihâ küfrün”. Bu husus muvahhide, yani tevhîd ehline göre değildir, zirâ tevhid ehlinin oturup dinlenmesi ve lezzet duymasıİlâhî aşk iledir. Bu husus ona hiçbir zarar vermez, ona devrân ne haramdır ne fıstır ne de küfürdür. Fakat İlâhî aşk ile olmayana dinlenmek haram olduğu gibi culûs dahi fısk ve telezzüzü küfür olur.

 

Sanma Niyâzî özün derviş oluptur senin,

Derviş olan kişiler şöylece sultân olur.

 

Son beyitte “ Ey Niyâzî, sen sanma özün, yani hakikatın derviştir. Asıl senin özün sultândır” diyerek bu şiirini tamamlamaktadır.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

İnile ey derdli gönül inile,

Ehl-i derdin inleyecek çağıdır.

Gel timâr et yaranı sen aşk ile,

Yaraların onulacak çağıdır.

 

Câhil kimse hastadır. Muvahhid olan ise sağlıklıdır. Cehâlet hastalığına ilaç nedir? Aşktır. Anın için Mısrî efendi: “Gel yarana aşkla ilaç et” buyurdu.

 

Şol ki gafletle yatup etmez tareb,

Gövdesinde yok mu ola can aceb.

İşte vahdet gülleri açıldı hep,

Bülbülün efgân edecek çağıdır.

 

Şol kimse ki gafletle yatıp kalkar ve hiç derd etmez, merak etmez. Anın gövdesinde canı yok mudur diye şaşılır. Çünkü âyeti celîlede Cenâb-ı Hak: “Mâ min şey’in illâ yüsebbih-u bi-hamdihi”, yani “Herbir şey Allahı tesbih eder.” Gerek cemâdât denlen cansız sanılan taşlar vesâire ve gerek hayvanlar ve gerek sâir her ne kim var hepsi Hak-kı anar. Bak vücûdun bile anar. İşte nabzın zikr-i zâtî ile “ALLAL ALLAH” der, zirâ herşeyin zâti zikri vardır. İmdi nice insandır ol insan ki, vücûdunun zikrinden haberi olmaya. İşte diyor Mısrî efendi; öyle olan insana taaccüp olunur, yani hayret edilir, şaşılır.

 

Sen nedîm idin ezel ol şâh ile,

İmtihân için gelüpsün bu il’e.

 

Nedîm, dost ve sadık kimse demektir. İki dost bir vücûd olursa ona nedim derler. Meselâ tarihte İbn-i Kemâl Paşa ile Yavuz Sultan Selim Han gibi. İşte sen de Cenâb-ı Hak ile ezelde bir vücûd idin.

İmân üç kısımdır: Bir kısmı “İmân-ı Lafzî” ki “Lâ ilâhe illallâh Muhammeddün Resûlüllah” demektir. Bu zâhir ehlinin imânıdır, yani ehli şerîatin imânıdır. Bir kısmı da “İmân-ı Huzûri” ki daima gerek sesli, gerekse gizli sessiz olarak ve bir an gaflet etmeden “Allah Allah” demektir. Bu tarîkat ehlinin imânıdır çünkü zâkir olan ehl-i tarîktir.

 

İnlemek sana yaraşur derd ile,

Hem gözün kan ağlayacak çağıdır.

 

Üçüncüsü Hakîkat ehli ki zâkir değildir. Yalnız sülûk-ü hakikatte zikir ta’lim ettirdikleri her gördüğü şeye Allah Allah diye zikretmesi ve bir parça tevhîde isti’dâtı olsun içindir. Çünkü bu tarzda zikir ehli olan Yirmidört saatte Yüzyirmidörtbin kere “Allah” der.

Hazreti peygamberin buyurduğu: “Zânî zinâ halinde imânı nez’i olunur” sözleri imân-ı Huzûri ehli olanlar hakkındadır. Çünkü lâfzî imân sâhibinin imânı söz iledir, nez’i olmaz. Hakîki imân sâhipleri ise öyle şeye yakın olmazlar.

 

Yok kararı gönlümün bilmem neden,

Kasdeder bin pâre ola bu beden,

Var ise gitmek gerek bu areden,

Aslına azmeyleyecek çağıdır.

Ey Niyâzî dünyâda eyle huzûr,

Şol kişi kim olmaya ehl-i gurûr,

Hak-kı anla etmeden bundan ubûr,

Mevtin elçisi gelecek çağıdır.

 

İmân-ı hakîki ve imân-ı zevkî sâhibleri ne gibidirler?

Meselâ hac için Mekke’ye gidip gelirler, herbiri Mekkeyi bir türlü vasfeder. Bazı dinleyenler sanki orada bulunmuş gibi bilgi sahib olurlar, bunlar imân-ı zevkî sâhipleridir. İmân-ı hakîki sâhipleri ise Mekke’ye gidip orada gezmiş ve her tarafını görüp anlamış gibi olanlardır. İmân-ı lafzî sâhibi olanlar ise Mekke’nin yalnız ismini anarlar.

Son beyitte “Mevtin elçisi” hastalıktır.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Kandedir cehl ile zulmet nefs-i su’bânındadır,

Kandedir ilmiyle hikmetbil anı cânındadır.

Zûlmet-i cehli bırak sen iste nûr-i hikmeti,

Cennetin zevkin dilersen cümle irfânındadır.

 

Cehliyle zulmette (bilgisizliği ile karanlıklarda) kalan nerde, ilmiyle hikmette olan nerde. Bunların aralarında ne kadar çok fark var. Beyitte geçen “zulmet-i cehil”, bu sûretleri görüp hakîkati bilmeyendir.

Nûr-i hikmetten murad edilen de tevhîddir. Yani sen tevhîdi iste.

Tevhîd: Tevhîd-i ef’al, Tevhîd-i sıfât, Tevhîd-i zâttır. Bunlara erişirsen ârif olursun. O zaman “Cennet-ül ef’âl, Cennet-is sıfât, Cennet-iz zât” da tena’um edersin, yani ef’âl, sıfât, zât cennetlerinden nimetlenirsin.

 

Sûreta bu harman-ı âlemde sen bir dânesin,

Mâ’na yüzüde ne kim var cümle harmânındadır.

 

Kâmil insan sûreta bu harman âleminde bir tânedir velâkin manâda her ne ki var Kâmilin harmânındadır. Çünkü bu âlemin ma’mûriyeti, yani şereflenmesi Kâmil iledir. Kâmil insan bu âlemden âhiret âlemine intikâl ettiği vakit ma’muriyyet de anınla beraber o âleme intikâl eder.

 

Zâhirâ ahkâm-ı eflâkin velî mahkûmusun,

Bâtnıâ ây-ı gün felekler cümle fermânındadır.

 

Zâhiren hükümlerin hepsi feleklerin mahkûmudur., lâkin hakîkatte ay, gün, felekler hep anın (İnsân-ı Kâmilin) emriyle dönerler.

 

Al ele çevkân-ı zikri hem süvâr ol nefsine,

Kapa gör tevhîd topunu çünkü meydânındadır.

 

Cevkân, Arabistanda yağız atlara binerler, cevkânı eline alan (keçeden yapılmış kepçe) topu yere fırlatır, atını koşturup fırlatılan topu bu cevkân ile tutabilirse, o kimse hünerli sayılır. İşte diyor Niyâzî hazretleri sen de zikir cevkânınıeline al, nefis atına bin ve tevhîd topunu tutabilirsen, sana düşman yaklaşamaz.

 

Saykal ur mir’ât-ı kalbe taşraya bakmağı ko,

Sen sana bak cümle âlem halkı divânındadır.

 

Kılıçların yüzleri paslandıkları vakit saykal (parlatmaya mahsus âlet) vururlar, böylece paslar dökülür. İşte sen de kalbinin âyinesine saykal vur, pas gibi olan herşeyi kesret görmekten vazgeç. Cümle âlem halkı senin divânındadır, taşra bakma, yani gayri görme.

 

Bil ki vech-i Hak-ka mir’âttır özün bir hoş gözet,

Men aref sırrındaki ma’den senin kânındadır.

 

Senin hakikatin Hak-kın vechine mir’âttır (aynadır). İkinci beyitteki

“ Men aref sırrındaki ma’den” sözleri “Men aref-e nefse-hû fekad aref-e Rabb-e-hû” şerefli hadisine işarettir. Bu şerefli hadise türlü türlü manâlar vermişlerdir. Kimi “ men arefe nefsehû bil-acz fekad arefe Rabbehû bil- kudret”, (nefsinin aczini bilen Rabbinin kudretini bilir),kimisi de “ men arefe nefsehû bil-fakr fekad arefe Rabbehû bil-gınâ” (nefsinin fakrını bilen Rabbinin gınâsını bilir) demiştir. Bunun hakkında büyük bir risâle vardır.

Nefsin iki vechile târifi vardır: Biri icmâli, diğeri tafsilî. Tafsilîsine nihâyet yoktur. İcmâlîsi ise işte bu görünen sûretleri Hak-tan gayrı görmemektir. Nefis budur. Âyeti celîlede :

“Ve men yargab-ü an milleti İbrâhîm-e illâ men sefihe nefsehû...” “İbrahim milletinden olan kimse tevhîdden irâz eylemez, nefsini câhil olan, nefsini bilmeyen kimse irâz eyler.” Buyurulmuştur. Millet-i İbrâhim’den murad tevhîddir. Anın için Hazreti Resûl: “Milletimiz İbrâhimin milletidir” buyurdular. İbrâhim (A.S.) tevhîd babası seçildi. Hatta âhirette cennet ehli bir rivâyette Yirmiyedi, diğer bir rivâyette de Otuziki yaşında cennete girer. Yani gerek Nebîler ve gerek mü’minler genç birer delikanlı olarak zuhûr eder, ancak hazreti İbrâhim (A.S.) beyaz sakallı olup herkes ona tâzim eder. Çünkü o cennet ehlinin babasıdır.

 

Künt-ü kenz-en remzini buldunsa sen Mısrîyâ,

Küll-i yevm-in hû yu anla kim senin şânındadır.

 

Şerefli hadiste: “Künt-ü kenz-en mahfiyyen en u’ref-e fe-halakt-el halk-a li u’ref” buyurulmuştur. Yani “Ben ilmi zâtiyede malumatla mütecellî idim, istedim ki bilineyim, halkı yarattım. Halk yalnız Hak-kı bilmek ve vech-i ahadiyyeti seyretmek için bu âleme geldi”.

İşte bu şerefli hadisteki remzi (işareti) anladınsa , o zaman “Küll-ü yevm-in hüve fî şe’n” , “O her an bir şe’n dedir” âyeti kerîmesinin senin şânında olduğunu bilirsin. Çünkü bak, kalbin her anda bir teklübdedir (harakette, değişmede). O kalbi tekallüb ettiren kimdir, Hak-tır. İşte O her anda bir şe’ndedir. Onu menedebilirmisin, edemezsin. Zirâ o (kalbin) her an Hak-kın tecellî mahallîdir. Hak-kın tecellîsi kesilmez.

____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Kös-i rihlet çaldı mevt ammâ henüz cân bîhaber,

Asker-i a’zâya lerze düştü Sultan bîheber.

Kevnde bir taşı binây-ı ömrümün düştü yere,

Can yatur gâfil binâsı oldu virân bîhaber.

Dil bekâsın, dost fenâsın istedi mülk-i tenin,

Bir devâsız derde düştüm ah ki Lukmân bîhaber.

Bir ticaret kılmadım ben nakd-i ömr oldu hebâ,

Yola geldim lîk göçmüş cümle kervân bîhaber.

Çün “gel” oldu yalnız girdim yola tenhâ garîb,

Dîde giryân sine büryân akıl hayrân bîhaber.

Azığım yok, yazığım çok yolda türlü korku var,

Yolum alırsa nola ger div vu şeytân bîhaber.

Yol eri yolda gerektirir çağ ve çıplak aç ve tok,

Mısrıyâ gel dedi sana çünkü canân bîhaber.

 

Kûs, büyük bir davul olup kasnakları bakırdan yapılmış bir çalgıdır. Vaktiyle paşalar bir yere gittikleri vakit önlerinde bunu çaldırırlardı. Sultan Murad da Sultân-ı ruhtur.

Son beyitte: “Yol eri yolda gerektir...” de yol eri gibi sülûk ehlinin sülûklerinin seyri esnasında açlık, tokluk, çıplaklık gibi düşünceleri olmamalıdır. Mal zenginliğini veren Cenâb-ı Hak-tır. Kezâ insanların nafaka ve kisvelerini (giysilerini) de veren O dur.

____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün

Hak-kın kullarını bâzı kul eyler,

Anı kul eylemez yine ol eyler.

Alan veren O dur bâzâr içinde,

Kimin bây ve kimini yohsul eyler.

Kiminin bakırını eder altun,

Kiminin altunun kara pul eyler.

Kimini güldürür dâim cihânda,

Kiminin âh-u efgânın bol eyler.

Kiminin sevdiğin alur elinden ,

Kiminin erini alır dul eyler.

Kimine istemezken verir evlad,

Kimi ister ana yâd oğul eyler.

Kimi bulmaz giye culdan abayı,

Kiminin atına atlas çul eyler.

Kiminin tatlı balın eder acı,

Kiminin acısın tatlı bal eyler.

Kimine kimya ilmini öğretir,

Ne varsa bakırlarını altın yapar.

Kimin bülbül eder güle kılur zâr,

Kimin pervâne veş yakıp kül eyler.

 

Pervâne âşık olduğu için kendisini ateşe atar dedikleri doğru değildir. Pervâne ve kelebek gibi hayvanların gözlerinde kirpik olmadığından görüşlerinde yanılırlar, gözlerinde kirpik olanlar ise yanılmazlar. Pervâne de günün nuruna alışır, gece olup karanlık basınca nerede bir ışık görse, bir mum görse, onu nûrlu bir kapı sanır, geçmek ister, ateşte kavrulup kül olur.

 

Eder ak güneşin geh kara balçık,

Kara bakçığı açar gâh göl eyler.

Kimi isâ nefestir eder ihyâ,

Kimi deccal olup sağa öl eyler.

 

Hazreti İsânın mu’cizesi ölüleri diriltmedir, bir kızla iki erkek diriltmiştir. Vefat etmiş bir kızın cenâzesini götürürlerken, ardınca ana ve babası çok göz yaşı dökmekte idiler. Ana ve baba hazreti İsâyı görünce; rica ederiz, evladımız yalnız bu kız idi.o da öldü, ne olur duâ et dirilsin. Hazreti İsâ duâ etti, kız tabut içinden kalktı ve konuşmağa başladı. Bir de yeni ölmüş bir erkek mezarına götürdüler, duâ etti, o da dirildi. Sonra dedilerki, bunlar yeni ölülerdi. Eski bir ölüyü dirilt de görelim. Hazreti İsâ “kimi isterseniz dirilteyim” dedi. Nûhun oğlu Sâm (A.S.) mı diriltmesini istediler. Şam’ın bir kasabasında gömülü bulunan hazreti Sâm’ın mezarına gidildi. Hazreti İsâ: “Kum bi-iznillâh”, “Allâhın izniyle kalk” deyince Sâm mezarından doğruldu, sakalı ağarmıştı. Hazreti İsâ Sâm’a “Niçin sakalın beyazlamış, sizin zamanınızda bu hal yoktu”, zirâ sakal ağarması hazreti İbrâhim (A.S.) zamanından beridir, ona ikrâm olmak üzere Cenâb-ı Hak kullarına bunu tecellî ettirir. Hazreti Sâm: “Kum” sadâsı kulağıma geldi, zannettim ki, kıyâmet koptu. Anın için sakalım ağardı”. Ve sonra hazreti İsâ tekrar “yat” dedi. Ve yattı.

İkici beyitte “sağâ” demek yalancı demektir, çünkü Deccâl yalancıdır; maiyetinde cinler bulunur. Birini çağırıp, senin ananı ve babanı dirilteceğim ve tutar cinleri o kimsenin ana ve babası kıyâfetine koyar. İşte o bu gibi yalancılık ile âlemi aldatır.

 

Çürüğü sâğ edip sâğı çürük hem,

Solu sâğ ve sâğı gâhı sol eyler.

 

“Çürüğü sâğ” demek, işte hazreti İsâ’nın Nûhun oğlunu çürümüş iken sağ etti. Yani diriltti demektir. Cenâb-ı Hak cisimler çürüyüp toprak olsa ve madenlere karışıp meselâ demir olsa, kıyâmet gününde --- o insanın – herbir organını toplayıp diriltir. “Sağı çürük” demek, işte insan sağ iken ölür.

İkinci beyitte “solu sağ, sağı sol” demek ise, meselâ bir memur küçük bir mertebede iken yüksek bir mertebeye, tefi ettirilir, kezâ büyük bir mertebede iken işlediği bir hatadan dolayı rütbesi aşağıya indirilir. Gerçekte bütün mertebeleri veren Hak-tır.

 

Ayağı baş, başı eder geh ayak,

Dili kulak, kulağı hem dil eyler.

 

“Ayağı baş, başı ayak” demek fakiri Sultan, Sultanı fakir eder. Buna misal olarak; işte İbrâhim bin Edhemin hikâyesinde olduğu gibi o bir beldenin Sultânı iken, tahtını ve tâcını terkedib fakir oldu.

Diğer bir misal de, hazreti Mûsâ zamanında olmuştur: Mûsâ (A.S.) Hak ile görüşmeye giderken yolda büyük bir taşın üstüne bir adamın oturmuş dâima orada yatıp kaldığını görür. Ne zaman oradan geçse fakir ona: “Yâ Mûsâ, Hak-la görüşürken beni hatırla ve benim için rica et, bana mal versin”. Hazreti Mûsâ görüşmenin sonunda, fakirin hali için rica etti. Cenâb-ı Hak: “Onun hakkında fakırlık hayırlıdır” demiş ise de hazreti Mûsâ: “Aman yâ Rabbî buna mal ver” deyince, İlâhî hitap vâki oldu: “O fakir üstünde yattığı taşı kaldırsın, altında define var, alsın”. Dönüşte hazreti Mûsâ bunu fakire bildirdi. Fakirde taşı kaldırıp defineyi alıp şehre gitti ve kendisine mükellef bir konak yaptırdı ve çevresinin en zengini oldu. Bu sırada orası hükümdârsız kalır, halk da çok zengin olan bu adamı başlarına hükümdâr yaptı.

Birgün hazreti Mûsâ onun sarayının önünden geçerken fakir adamı ziyâret etmek ister. Yeni hükümdâr olan adam vekil vükelâsıyla oturmuş görüşme yapıyor. Sarayın merdivenlerini çıkmakta olan Mûsâ’yı gören adam hizmetkârlarına : “Bir dilenci geliyor, ona vurun ve saraydan kovun” diye emir verir. Derhal hizmetkârlar hazreti Mûsâ’yı hakaretler ederek saraydan uzaklaştırırlar.

Hazreti Mûsâ tekrar Hak-la görüşmesinde: “Yâ Rab, o fakir adam bana şöyle şöyle yaptı onun malını geri al” diye rica etti. Sonra Cenâb-ı Hak o memleket halkına adamın hükümdâr olmasından dolayı pişmanlık verir, onu azlederler, malını, mülkünü yağma edip, adamı eski haline getirirler. Adam gelip tekrar o eski taşın üstünde yatıp kalkar, hazreti mûsâ’yı görür, bu defa hazreti Mûsâ ona: “Allâh buyurmuştu, fakirlik senin için hayırlıdır”. İşte Mısrî efendinin “ayağı baş, başı gâhı ayak eyler” buyurduğu budur.

 

Fili gâhı karınca kursağına,

Koyup karıncayı gâhi fil eyler.

 

Hazreti Süleyman’ın âyeti kerimede geçtiği vechile konuştuğu karınca hakkında anlaşmazlık vardır. Kimi o karınca koyun kadar idi, kimi de fil kadar büyük idi dedi. İşte bu beyitler bunu ifade etmektedir.

 

Çıkarır gâhı yoldan nice yolcu,

Gehî yolcuyu göstermez yol eyler.

 

Cenâb-ı Hak bir kimsenin rızkını her nerede ise verir. Buna misâl olarak şu hikâyeyi anlatalım: Zatın biri hac maksadıyla bir kervanın eşliğinde büyük bir tevekkül ile Mekke’ye gelir, haccını yapar. Dönüş zamanı geldiğinde, artık kervana yük olmamak maksadıyla sapa bir yoldan dönmek ister ve yola koyulur. Fekat birkaç gün geçince aç kalır, gücü kuvveti kalmaz, bayılıp yolda yığılıp kalır. Bir süre sonra yolunu şaşırmış başka bir kervân sapa yolda adamı yerde baygın halde bulur. Ağzını açıp yemek vermek isterler, açamazlar. Sonunda ağzını bıçakla açıp bir az yemek ve su verirler, adamı ölümden kurtarırlar. “Bunu niçin yaptın” derler. Adam başından geçenleri tamamıyla anlatınca, kafile başkanı: “Şüphesiz sana rızkını vermek için Cenâb-ı Hak bir kervânı yolundan saptırdı ve sana getirip, hayatını bahşetti” der.

 

Geh ıssız harâbı şenlik edüp,

Gehî şenliği dağıtıp bıl eyler.

 

Bir memleketin halkı Hak-ka âsî oldu. Cenâb-ı Hak o memleketi harap etti. Bugün bile oraları öylece haraptır. Meselâ, Mekke ile Medine arası da haraptır, şenlik yoktur. Fekat Hazreti Resûl efendimiz: “Kıyâmete yakın Mekke-i Mükerremeden ta Medîne-i Münevvereye kadar birbirlerine bitişik şehirler kurulacak ve aralarında bağlar ve bahçeler kurulup sular akacaktır” diye buyurmuştur. Şimdiden bu şenlikler peydâ olmağa başlamıştır.

 

“Anâsır ipliğin tab iğnesinden,

Geçirüp onu bu bunu ol eyler.

Yeli gâhî letâfetle eder öd,

Ödu gâhî kesâfetle yel eyler.”

 

Tabiat dört esas üzerine yaradılmıştı: Haraket (ısılık), soğukluk, katılık, rutubet (nemlilik). Isılık ve soğukluk bunların ikisi asıldır. Katılık, yaşlık, yani nemlilik fer’î yani aslın sonucudur. İkisinin bir araya gelmesiyle yeni bir şey meydana gelir. Meselâ, ısılık ve katılık bir araya gelirse ateş olur. Soğukluk ile nemlilik bir araya geldikte su olur. Soğukluk ile katılık bir araya gelirse toprak olur, ısılık ile nemlilik bir araya gelse hava olur.

Anâsır da dörttür: Ateş, su, toprak, havadır. İşte tabiatın yaradılışı olan ısılık, soğukluk, katılık ve nemlilik bu dört unsurdan ikisinin birleşmesiyle meydana gelir.

 

Suyu dondurup eder taş ve toprak,

Taşı toprağı akıtıp sel eyler.

 

Şap denizine şap denildiği (tuz ve diğer madenlerin) katılaşmasından dolayıdır, çünkü su taşlaşır. Meselâ, bu yıl bir gemi bir yerden geçse, gelecek yıl başka bir yön arayıp bulması gerekir, zirâ evvelce geçtiği yer birer taş halindedir.

 

Hurûf-ı carre gibi cümle eşyâ,

Birbirine uzanıp el eyler.

 

Eder âkilleri çok işde âciz,

Eder öyle bir iş san âkil eyler.

 

Eşyâ da harfi cerler gibi birbirlerine bağlıdırlar. Her işde âkil-i danâ olanları âciz bırakır, çünkü iş akıl ve tedbir şle olmaz, Hak-kın tesiriyle olur. Hak-kın tesiri olmadıkça akıl ve lityâkat ve tedbir fayda vermez. Akıl âciz kalır. Cenâb-ı Hak öyle bir iş ederki, sanırsın onu akıl etti, halbuki tesir Hak-kındır, akıl hiçbir işi onsuz edemez.

 

Bu sözün Yunus’u Mısrî değildir,

Lûgaz bunda muammâsın ol eyler.

 

Son beyitte geçen lugâz sözü, zâhir mânâsından bir şey anlaşılmayacak derecede söylemektir. Meselâ, Fakîhler, tuzu çok yersen oruç bozulur, kefâret lâzım gelmez. Az yersen oruç bozulur, kefâret dahi lâzım gelir, çünkü kefârette tad duyma şarttır. Halbuki tuzun çoğu ile tad alınmaz, ancak az yenirse tad alınır, bu sebepten kefâret lâzım gelir derler. İşte lugâz budur.

______________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün

Ey sanem noldun cana kasdin var,

Bağrımı deldin kana kasdin var.

Başım önünde cevkân elinde,

Çelmeden gayri ya ne kasdin var.

Tiğ-i gamzenle doğradın bağrım,

Cism-u cânı kurbâna kasdin var.

Onmadık başım kavgâya saldın,

Pâdişâhım seyrâna kasdin var.

Beni gör noldum sararup soldum,

Vaslın umarken hicrana kasdın var.

Bu vücûdumu ödlere yakdın,

Ben de bildim bir yana kasdin var.

Bu Niyâzî’yi ağlattığından,

Anlanur kim ihsâna kasdin var.

 

“Ey sanem noldun cana kasdın var

Bağrımı deldin kana kasdın var.”

 

Sanem put demektir. Beyitte geçen sanem ise dünyâdır. Putperestlik daha âdem oğullarından kalmadır. Çünkü o zamanlarda da insanlar hazreti Âdemin Ved, Sugar, Yegus ve Nasr adlarındaki dört oğlunun sûretleriyle ayrıca bir kuş sûreti yaptılar, gerdanlarına birer çan astılar ve kilise gibi yerlere koydular, kapısının yanına da büyük bir çan astılar. Bir kimse bunlara ibâdet ve duâ etmek için buraya geldiğinde önce kapıdaki büyük çanı çalar, güyâ içerideki putları uykuda ise onları uyandırır, sonra içeriye girip, baştakinin gerdanında asılı çanı sallayarak duâ ederdi. Sonra bu mihval üzere diğer üç putun da yanına giderek duâlarını yaparlardı. En önceki bid’at budur. Sonraları câhiliyyet devrinde (Hazreti Resulden önceki devir) bunların yerine Evsân denilen taşlar put ittihaz edildi. Evsân sûret olmayıp, mezar taşları gibidir. Şimdiki Beyt-i Şerifin çevresinde anların yerlerinde direkler var, kandiller asarlar, işte Evsân denilen bu taşlar oralarda dikili idiler. Her bir kavim gelir, önce Beyti şerifi tavaf eder ve sonra mensup olduğu taşın yanına geldiği vakit ona secde ederdi.

 

Başım önünde cevkân elinde,

Çelmeden gayri ya ne kasdin var.

 

Cevkân Arabistanda atlara binen süvâriler tarafından oynanan bir oyundur. Ellerindeki topu fırlatırlar, onu cevkân denilen keçeden yapılmış torbalarla yakalamak bir mahâret sayılır (atlı golf oyunu gibi).

___________

Vezin : Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün

Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,

Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.

Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,

Mansûr gibi âkibet yolunda berdâr olur.

Leylâ-yı aşkın senin her kimi mecnûn eder,

Firkât ödüne yanup her gice bîmâr olur.

Varlık cibâlin kesüp dost iline yol eder,

Ferhatleyin gözünün yaşları pınâr olur.

Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,

Derdine düşen Şâhın tahtı târümâr olur.

 

“Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,

Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.”

 

Aşkın üç mertebesi vardır: Bunlardan muhabbet, yani sevgi istikrar eder, yerleşir ve herbir kuvvet ve organlarıyla, hatta vücûdunun her bir kılıtla maşûkuna (Sevgilisine) teveccüh ederse buna aşk denilir.İşte bir insan aşk yolunda tam bir bütün halinde sevgilisine bağlı olarak kendisini kaybederse muztarib, mükedder. (acı çeken acılı) derler. Kezâ kemâliyle mâşûkuna dönük ve kendisini bu yolda yok edecek derecede aynı mâşûkunu kendisinde müşâhede ederse, ona heymân (mecnûn) denilir. Meselâ, Müheymiyun melekleri gibi. Hatta Âdem (A.S.) a melekler secde ile emrolundukları vakit Müheymiyun melekleri bu İlâhî hitâbı işitmiyerek secde etmediler. İşte aşktaki bu mertebeye heymân mertebesi denirki, İbrâhim (A.S.) ın makâmıdır.

İkinci beyitte geçen nârdan murad, burada bildiğimiz ateş değildir.İlk önce halk olunan “Nûr-i Muhammedî” dir. Bunun Rûh-i Muhammedî, Akl-i kül ve Kalem-i Alâ gibi sâir isimleri de vardır.

Rûh rihten müştaktır. Çünkü rih rüzgâr demektir, yani havadır. İşte havayı solunumla içine aldığın vakit ona nefesi dahil (içri alınan solunum) denirki hayatın mayasıdır. Nefes-i (dışarıya verilen solunum) soğuktur. Nemlilik ve kuruluk bundan meydana gelir. Arşı ve Kürsî ve Felek-i Atlas vesâir bütün yaratıkların hepsi bu Ruh-i Muhammedîden halk olundu. Isı fazla olursa ateş, soğukluk fazla olursa yel, kuruluk fazla olursa toprak ve nemlilik fazla olursa su denilir. İşte insan nefsini içeri atıpta dışarıya veremezse, yani içinde kalırsa o nefes ısınır ve bunun sonucu adam ölür.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder