8 Mayıs 2015 Cuma

NİYÂZİ MISRÎ DİVÂNI....220-295


 

“Sevdâ-yı zülfün kimin takılsa gerdânına,

Mansûr gibi âkibet yolunda berdâr olur.”

 

Berdârın manası asılarak idâm demektir. Mansûr (K.S.) nin öldürülmesi hakkında doğru olanı onun kılıçla katledilmiş olmasıdır. Çünkü Mansûr aşkın fazlalığından “Enel-Hak” dedi. Sonra önce onu hapsettiler ve tevbe etmesini teklif ettiler ve Hazreti Resûlüllâhın bunu yasak ettiğini kendisine anlattılar, ikna olmadı. Dayısı “Cüneyd-i Bağdadî” ve Şeyhi “Hazreti Şiblî” şer’an ve hakikaten hatli lâzım geldiğine fetvâ verdiler. Abbasîler devrinde zamanın Melîkinin emriyle ve Ebul-Hârisin kılıcıyla katledildi. Çünkü asılmak cezası yol kesicilerin cezasıdır. Yol kesici insanların parasını da alır eli kesilir, hem de asılır, yalnız parasını alırsa eli kesilir, asılmaz parasını da almaz, yalnız korkutursa memleketten dışarı çıkarılır. Hallâc-ı Mansûr ise diliyle yol kesmiş sayıldı ve bu cezaya müğstehak oldu.

 

Ben de ârı terkedip girdim bu dervişliğe,

Her kim senin aşkına düştüyse bi-âr olur.

 

Âr dan murad kibirlenmedir. Kişi kibri terketmeden derviş olamaz.

 

Bu yolda cânın veren cânân alur yerine,

Aşk dükkânında anın canyile bazâr olur.

 

Bu yolda can vermek şöyledir: İnsan önce ef’âlini ifnâ eder, sıfâtını ifnâ eder, vücûdunu ifnâ eder. İşte canını vermiş olur, çünkü onda bir şey kalmaz. Sonra ef’âline karşılık İlâhî ef’âl gelir, sıfatlarına karşılık İlâhî sıfât gelir, vücûduna karşılık İlâhî vücûd gelir demek olur.

Beyitte geçen cânân ki, yani mahbub ki (sevilen), bundan murad Hak-tır, anı alır.

 

Ey dilber-i rûhânî al koma işbu cânı,

Sevdâna düşeliden dünyâ bana dâr olur.

 

Terk et Niyâzî seni bul anda o Sultanı,

Herkim canından geçer ol vâsıl-ı Yâr olur.

___________

Vezin : Mef’ûlü mef’âîlü mefâîlü feûlün

Şunlar ki görüp yüzünü bu dâra gelirler,

Ol ahde vefâ eyleyüp ikrâra gelirler.

 

Hazreti “Muhammed Mustafa” (S.A.V.) min sûret-i nûrâniyesinin (nurlu sûretinin) yüzünü gören “Elest” bezminin (elest meclisinin) ahdine vefâ ederek ikrâr etti ve her an da o kimse Allâhın “Elest-ü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) hitâbını işitip buna karşılık o “Belî” (evet) der.

 

Anlar ki ezel gözleri saçında kaluptur,

Bunda seni hiç bilmeyüp inkâra gelürler.

 

Ancak siyah saçlarını gören kâfirler onu inkâr ettiler.

 

Çeşmin kadehin nûş eden Abdâl-ı İlâhî,

Ol aşk ile bu âlemi devvâre gelirler.

 

Mübarek gözlerini gören İlâhî abdallar (âşıklar) ise o aşkla bu âleme geldiler.

 

Zülfün teline anda kimin gönlü dolaştı,

Mansûr gibi meydâna girüp dâra gelirler.

 

Zülfünün telini gören Mansûr gibi berdâr olur (yeri dar ağacı). “Ene” (ben) demek şer’an yasaktır. Mansûr ise “Enel-Hak” (Ben Hakkım) dedi. Gerek şerîat ehli gerek hakîkat ehlinin, yani Ehlullahın matrûdu oldu, bu yüzden katlonuldu.

 

Şol dâneleri gör biter eşçâr olur,

Sırrıyle içinden yine esmâre gelirler

 

Her neyi tarlaya ekersen, meselâ buğdayı ekersen yine buğday verir. Velhasıl herkes bir yol almış o yol ile gider. Eğer saîd ise saadet yoluyla, şakî ise şekâvet yoluyla bu âleme gelir. Saîd olan kimse şakîlik, şakî olan kimse de saadet yoluna gitmez.

“Küll-ü mevlûd-in yüvellid-ü alel fitret-il İslâmiyye sümme ebahu yehûdâne ve yensarâne” buyuruldu. “Her doğan çocuk İslâm üzere doğar, onu ailesi Yahûdi veya Hristiyan yapar. Herbir çocuk daha doğuşunda bir ilmi vardır. Daha doğumundan kısa bir süre sonra çocuk anasının memesini arar, çünkü Cenâb-ı Hak sağlığını koruması ve selâmette kalması için ona bunu öğretir, çocuk bu fıtrî ilim ile dünyaya gelir. Bu ilim onun ana ve babasıyla konuşmaya başlayana kadar alınmaz, sonra alınır. Çocuğun âilesi Yahûdi ise Yahûdi, Hristiyan ise Hristiyan, İslâm ise İslâm olur, o yolu tutar.

 

Her tohumu neden aldın ise eksen anı bil,

Her cinsi yine bittiği eşçâre gelirler.

 

Hiç biri izinden çıkıp âher yola gitmez,

Her birisi bir yol ile bazâra giderler.

 

Cemâl mazharı olan cemâl yolunu, celâl mazharı olan celâl yolunu tutar. Cemâl ehli cemâl yolunun ve celâl ehli celâl yolunun dâvetçilerine ve o yolun dâvetine icâbet eder. Cemâl yolunun dâvetçileri ülemâ ve meşâyih Hazreti Resulullâhın vekilleri, despot ve papazlar da şeytânın vekilleridir. Çünkü “Hâdî” isminin en başta gelen mazharı “Resulullâh” (S.A.V) efendimizdir. “Mudil” isminin baş mazharı ise şeytândır.

 

Yoları ne var ayrı ise hep sana âşık,

Cümle seni ister sana didâre gelirler.

 

Bunların yolları her ne kadar eğri ise de cümlesi Hak-ka âşıktır, yani kâfir kendi yolunun hak olmadığını bilse o yolda durur mu? Tabii durmaz, o bu yolu haktır zanneder de o yolda bulunur.

 

Elbette bu bağ içine kim girse Niyâzî,

Hârın gezüp evvel sonu gülzâre gelirler.

___________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Çıkıp hüccâc ile gitmek ne güzeldir, ne güzeldir,

Yolunda cânı terketmek ne güzeldir, ne güzeldir.

O yolların mugeylânı âşıkların gülistânı,

Visâlin haccı lezzâtı ne güzeldir, ne güzeldir.

O yolların riyâzâtı eritir hep hatîâtı,

Hicâzın yol kerbânı ne güzeldir, ne güzeldir.

 

Bir adam hac yapmak niyetiyle evinden çıkıp yolda vefât etmiş olsa o kimse kıyâmete kadar bundan mahrum olarak bekler. Fakat Beyt-i Şerîfin cennete idhal olunacağı hakkında İlâhî emir bulunduğundan melekler gelip Beyt-i Şerîfe: “ Yürü ey mübarek cennete” dediklerinde Beyt-i Şerif: “Beni ziyâret etmek üzere benim yolumda vefât eden ve çevremde gömülü bulunanlar beraber olmadıkça ben cennete girmem” cevabını verir. Sonra yine İlâhî emir sâdir olur ve beraber cennete dâhil olsalar gerektir.

 

Nebilerin nazargâhı, Velîlerin karargâhı,

Görürsem Kâbetullahı ne güzeldir, ne güzeldir.

 

Nebîlerin her biri Beyt-i Şerîfi ziyâret etmiştir. Velîlerin de bir çoğu orayı ziyâret eder ve orada bulunur. Hatta “Abdülkadir-i Geylânî” hazretleri Bâb-ız-ziyâde’de bulunan kırmızı direk dibinde yedi yıl oturmuştur. Velâkin Mısrî efendi hac etmemiştir. Anın için;

 

Niyâzî’ye nasib olsa varup maksûdunu bulsa,

Safâ ve zevk ile dolsa ne güzeldir, ne güzeldir.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Ey garib bülbül diyârın kândedir,

Bir haber ver gülizârın kândedir,

Sen bu ilde kimseye yâr olmadın,

Var senin elbette yârin kândedir.

Arttı günden güne feryâdın senin,

Âh-u efgân oldu mu’tâdın senin,

Aşk içinde kimdir üstâdın senin,

Bu senin sabr-u karârın kândedir.

Bir enisin yok aceb hasrettesin,

Rahatı terk eyledin mihnettesin,

Gice gündüz bilmeyüp hayrettesin,

Yâ senin leyl-ü nehârın kândedir.

Ne göründü güle karşı gözüne,

Ne büründü baktığınca özüne,

Kimse mahrem plmadı hiç râzına,

Bilmediler şehsüvârın kândedir.

Gökte uçarken seni indirdiler,

Çâr-ı unsur bendlerine urdular,

Nûr iken adın Niyâzî verdiler,

Şol ezelki itibârın kândedir.

 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi)

____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Hak-kı seven âşıkların eğlencesi tevhîd olur,

Aşk ödüne yanıkların eğlencesi tevhîd olur.

 

Durmaz işim sürer dili sorar müdâm doğru yolu.

Gerçek ere diyen belî eğlencesi tevhîd olur.

 

İzinden ayırmaz gözünü canla tutar sözünü,

Görmeğe eyür yüzünü eğlencesi tevhîd olur.

 

Tevhîd: Ef’al (yani insandan zuhur eden işler) ve sıfât (insandaki niteliklerin tümü) ve zât (vücûdun) Hak-kın olduğuna vâkıf olmaktır.

 

Durmaz isim sürer dili sorar müdâm doğru yolu,

Gerçek ere diyen belî eğlencesi tevhîd olur.

 

Beyitte “Durmadan hem sürer dili” demek zikr-i dâim (devamlı Tanrıyı anma) dir. Çünkü Cenâb-ı Hak kuluna zikri ihsân ettimi ve perdesini kaldırdımı bir daha geri almaz.

 

Halkın arasından çıkar tevhîdi görmeye can atar,

Bülbül gibi daim öter eğlencesi tevhîd olur.

 

Halk arasından “Fenâ-i Ef’âl” (fiillerde yok olma), “Fenâ-i Sıfât” (sıfatlarda yok olma) , “Fenâ-i Zât” ile (vücûdu ifnâ etmekle, yani Hak-kın olduğunu bilmekle) çıkılır. Bu “Fenâ-fillâh” tır (Hak-ta fâni olmaktır). Yoksa halktan ayrılıp bir kenara çekilmek demek değildir.

 

Mal-ü menâlin terkeder ehl-ü iyâlin terkeder,

Hâl ile kâlin terkeder eğlencesi tevhîd olur.

 

Mal, mülk, âilesini, hal ve boş sözlerini terk etmekten maksad ise tevhîddir, yani bunların tümünün kendisinin olmadığını bilmektir.

 

Son beyitte geçen “Can kuşu” ndan murad ruhtur.

Dünya ve ukbâ perdesin ardına atar cümlesin,

Ko mâsivâ eğlencesin, eğlencesi tevhîd olur.

Mısrî’ye uyan kişinin gider çürüğü işinin,

İçindeki can kuşunun eğlencesi tevhîd olur.

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mef’ûlü feûlün

Ey gönül gel ağlama zâri zâri inleme,

Pîrden aldım haberi ol bî-nişân sendedir.

Sendedir dostun ili sende açılır gülü,

Söyler bu can bülbülü gül-i handân sendedir.

Gezme gel bahr-u berrî kendinden iste sırrı,

Cism-ü câna hükmeden gizli sultân sendedir.

Anladınsa sen seni, bildin ise cân-u teni,

Gayri ne var ey gönül cân-u canân sendedir.

Ten tahtıdır bu cânın, can tahtıdır cânânın,

Ey Niyâzî şüphesiz ol bî-mekân sendedir.

 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi).

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mef’ûlü mefâîlü

Ey tarikat erleri ey hakîkat Pîrleri,

Bir haber verin ol bî-nişân kandedir.

Kandedir dostun ili kande açılur gülü,

Dost bahçesi bülbülü gül-i handân kandedir.

Aradın bahr-u berri bulmadım ben bu sırrı,

Cism-ü candan içeri gizli sultân kandedir.

Madem ki can tendedir ten canla zindedir,

Amma nidem bilmedim câna cânân kandedir.

Niyâzî’ ye can olan sırrında sultân olan,

Din-ü hem imân olan ol bî-mekân kandedir.

 

Zâhir üzre takrîr olundu. (Hacı Maksûd efendi)

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Her neye baksa gözün bil sırr-ı Sübhân andadır,

Her ne işitse kulağın mağz-ı Kur’ân andadır.

Her şeye mahluk gözüyle baksan ol mahluk olur,

Hak gözüyle bak ki bî-şek nûr-i Yezdân andadır.

Kesret-i emvâca bakma cümle bir deryâ dürür,

Her ne mevci kim görürsün bahr-ı ummân andadır.

Vahdeti kesrette bulmak, kesreti vahdette hem,

Bir ilimdir ol ki cümle ilm-ü irfân andadır.

İbret ile şeş cihetten görünen eşyâya bak,

Cümle bir âyînedir kim vech-i Rahmân andadır.

Söyleyen ol, söylenen ol, görünen ol, gören ol,

Her ne var âlâ ve esfel bil ki cânân andadır.

Mazhar-ı tam veli Âdem yüzüdür şüphesiz,

Künh-ü zâtı hem sıfâtı cümle yeksân andadır.

Haşr-u neşr ile Sırât-u Dûzeh-u mâlik azab,

Hem dahi Rıdvân-u cennet hûr-u gılmân andadır.

Görünen sanma Niyâzî’ nin heman sen mülkünü,

Gönlü bir virânedir genc-i pinhân andadır.

 

Zâhir üzre takrîr olundu (Hacı Maksûd efendi).

___________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün

Âriflere esrâr-ı Hüdâdan haberim var,

Âşıklara dildâr-ı bekâdan haberim var.

Ey firkât ödüne yanuben bağrı göyünen,

Gel kim yarana türlü devâdan haberim var.

Gel ölü isen sözlerime tut kulağın kim,

Can bahşedici nefh-i nidâdan haberim var.

Âdem yüzü ol yâre ol mukâlib dedi Ahmed,

Bu sözde olan remz-u îmândan haberim var.

 

Evet “Âdem” mazharı zattır. Zâhir ve bâtın bütün âlemler Hazreti Muhammedin tafsilâtı değil midir? Hazreti Muhammed metin gibi olup âlemler anın tafsilâtıdır. Çünkü “Resûlullâh” Allahın nûrundan yaratıldı. Âlemler de “Muhammed” in nûrundan yaratıldı.

Âdemin ilmi allemel esmâdır, yani âyrt-i celîlede buyurulduğu gibi: “ve allem-e Âdem –el esmâ-e küllehâ”, “ ve bütün isimler Âdeme öğretildi” fehvâsınca bu isimler ancak irfân mektebinde öğrenilir.

 

Gir mekteb-i irfâna oku Âdemin ilmin,

Âlemlere bu ilm-i künnâdan haberim var.

 

Mektepler (okullar) üç kısımdır: Biri sibyân mektebi (ilk okul) ki, elifbâdan başlatarak son harfe kadar tanıtır. Sonra okumaya başlayınca ikinci mektebe (orta, lise ve yüksek okullara) geçilerek orada daha geniş bilgi öğretilir. Bunları da ikmâl ettikten sonra “ İrfân mektebi” ne devam edilir ve şimdiy--e kadar okudukların hakîkatleri öğrenilir. Meselâ, “elif” in hakikâti nedir, “be” nin nedir, “te” nin nedir? O irfân mektebinde bunları bir “Mürşid-i Kâmil” den okuyup öğrenilir.

 

Vechinde yedi Fâtihâ âyâtı yazılmış,

Âdemdeki âyât-ı Hüdâ’dan haberim var.

 

“Fâtihâ-i şerîfe” yedi âyettir (buna Besmele dahildir ve Fâtihânın birinci âyetidir). Fâtihânın yarısı Hak lisânından, yarısı kulun lisânındandır. Çünkü; “İyyâk-e na’büd-ü ve iyyâk-e nestaîn”, “ Yâ Rab, sana ibadet eder ve senden yardım isteriz”. Altıncı âyet: İhdines-sırâtel müstakîm”, “ Bize tevhîd yoluna hidâyet ver”. Yedinci âyet: “Sırâttel-lezîyn-e enamt-e aleyhim gayr-il mağdub-i aleyhim veled-dâllîyn”, “ Biz Yahûdiler gibi değiliz, biz dalâlette olan Hristiyanlar gibi dahi değiliz”. Bunlar Hak-kın sözleridir. Halbuki kul lisânından söylenmiş değil midir? Evet kulun lisânındandır. Bak Hak-kın lisânından olanlar da şunlardır: “Elhamd-ü lillah-i Rabb-il âlemîyn” Fâtihânın ikinci âyetinde: “Bütün âlemlerin Rabbi olan Allaha hamdolsun”. Cenâb-ı Hak bu âyetiyle Ulûhiyyet ile Rubûbiyyetini beyân eyledi. Üçüncü âyeti: “Er-Rahmân-ir-Rahîm”, “O Rahmân esirgeyici, Rahîm bağışlayıcıdır”. Allah Rahmâniyyet ile Rahîmiyyetini beyân eyledi. Dördüncü âyetinde: “ Mâlik-i yevmiddîn”, “ O Din gününün mâlikidir”. Allah bu âyette de Mâlikiyyetini beyân eyledi.

Şu halde Fâtihâ-i şerife Hak ile kul arasında müşterektir, yani yarısı “Cemiyyeti İlâhîyye” ile, yarısı da “Cemiyyeti Muhammediyye” ile söylenmiştir. Çünkü Cemiyyeti Muhammediyye görünen bu tafsilâttır. İlâhî sıfâtlar Âdemdedir. Bakınız daha ilk öğrenişimizde bize şunlar öğretilir:

Hak-kın sıfâtı selbiyyesi altıdır: Vücûd, Kidem, Bekâ, Muhâlifet-il-havâdis, Kıyam-binefsihi, Vahdâniyyet.

Hak-kın sıfâtı subûtiyyesi dahi sekizdir: Hayat, İlm, Semi’, Basâr, İrâde, Kudret, Kelâm, Tekvîn.

Hak-kın sıfâtı zâtiyyesi: Alîm, Semî’i, Basîr, Mürîd, Kâdir, Hayy, Mütekellim, Mükevvin dir. İşte ilm-i hal bunlardır.

Lâkin bunları bize öğreten hocaya Hak-kın sıfatları bizdedir demiş olsan, bu gerçeği bilmeyen hoca; Hak makuldür, sıfatları da makuldür diye Âdemin vechinde ve bütün yaratıklarda zâhir olan İlâhî sıfatları bırakıp istidlâl ile, yani dedillerle Hak-kın sıfatlarını aramaya kalkar. İşte Mısrî efendi İlâhî sıfâtların Âdemde olduğunu bu beyitlerle açıklamıştır.

 

Âdemde bulup vasf-ı İlâhîyi Niyâzî,

Ol mecma-i evsâf-i amâdan haberim var.

____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Ey Allâhım seni sevmek ne güzeldir, ne güzeldir,

Yolunda baş ve cân vermek ne güzeldir ne güzeldir.

“Baş ve can vermek” den murad “Fenâ-fillâh” olmaktır.

Şol ism-i zâtını sürmek visâlin gülün dirmek,

Cemâl-i pâkini görmek ne güzeldir ne güzeldir.

 

Hak-kın pâk cemâlini görmek mümkün değildir. Kul onu göremez. Nakşiyenin Hak-kı gördükleri iddiâsı, Allâh, Allâh diyerek ziyâdesiyle zikre devam ederler. Sonra zikrin fazlalığından zâkire mezkür (yani zikredene zikredilen “Allâh”) gâlip olur, fekat bu hal kabilindendir. Ayni Mecnunun Leylâ benim dediği gibi. Mecnun Leylâyı ziyâdesiyle tefekkür ettiğinden vücûdunda Leylâ gâlip gelip, Mecnun da Leylâ benim iddiâsında bulunmuştur. Halbuki o Leylâ mıdır, hayır Mecnûn’dur. İşte bu misalde görüldüğü gibi bu bir haldir. Makâm ehline bu hal gelmez, çünkü Hak-kı gören yine Hak-tır. Zirâ bu göz ile Hak-kı görmek mukâbele iktizâ eder, yani görünen, gözüne pek uzak, pek de yakın olmamalı. Halbuki bunların hepsi kayıddır. Hiç Hak mukayyed olur mu? Hak mutlaktır, mukayyed olarak görünen abiddir, yani kuldur. Ancak Hak Rubûbiyyetle Rubûbiyyetini görür. Âhiret âleminde mahcupların Hak-kı görmeleri yine mezâhir (zuhura gelenler) yüzündendi.

 

Sürüp Dergâhına yüzler döküp yaşı yere gözler,

Bir olsa gice gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir.

 

Dergâhtan murad Beyt-i şerif (Kâbe) dir, çünkü mazhar-ı zattır. İster mecâzî âşık olsun, isterse İlâhî âşık olsun her âşık geceyi sever.

 

Visâlin derdine düşmek yanup aşk ödüne pişmek,

Sonunda sana erişmek ne güzeldir, ne güzeldir.

 

Bağdatta bir âşık Mecâzi vardı. Akşam olunca sokağa çıkıp mâşûkunun (Sevgilisinin) evinin önüne gider, mâşûkası da pencereye gelir.Bunlar birbirleriyle konuşmağa doymazlardı. Müezzin ezan okumağa başlayınca mâşûkası âşıka derki: “Yatsı ezanı okunuyor, şimdi babam namaz kılmağa camiye giderken seni burada evin önünde görürse ikimiz için de fena olur. Halbuki az sonra ortalık ağarmağa başlar ve iki âşık okunan ezanın sabah ezanı olduğunu anlarlar.

 

Niyâzî yârini bulmak yanında eğlenüp kalmak,

Varup bir ile bir olmak ne güzeldir ne güzeldir.

_____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâîlün

Katre katre dökülenler dür müdür bârân mıdır,

Zerre zerre görülenler hatmıdır reyhân mıdır.

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

 

Yukarıdaki beyitte geçen “zerre zerre görülenler” den murad edilen zerre de zâhir olan . (görünen) Hak-tır.

 

(Hacı Maksud efendinin “Hulûsî” mahlaslı Dîvânında zerre hakında bir şiiri :

“Cevher araz olsun benden Zâtın münezzeh cümleden

Ettin zuhur her zerreden Sensin görünen dem-bedem.

Her zereden oldun iyân Çün zerre zâhirsin nihân,

Bu sırra vâkıf olmayan Gâfil çeker der-ü elem.

Nakşeyledin nîce suver Â’lâ-vü ednâ hayr-ü şer

Kıldın temâşa ser-teser İnsânı tâ buldun etem.

İnsânı mazhar zâtına Kıldın dahi âyâtına,

Bakdın anın mir’âtına Düzdün o dem levh-ü kalem.

“İnnî Ena-llâh” sırırnı Vâkıf olan insân kani,

Her zerre nâtıktır anı Hem ol dürür sâhib alem.

Hulûsiye kıldın nazar Tâ gördü hep senden eser,

Yoktur eser hep nûr-i fer Nûrun dürür her bir ni-am.

Dâne dâne görünen hal’mi yâ vahdet sırrı mı,

Lâle lâle kızaran haddin mi yâ mercân mıdır.)

 

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

Tâze tâze açılan gül mü cemâlin mi senin,

Yan yana inleyen bülbül mü yâhut can mıdır,

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

Halka halka salınan kâkül mü yâ “Habl-ül metîn”,

Sûre sûre yazılanlar hat mıdır Kur’ân mıdır,

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

Pâre pâre eyleyip bağrım kızıl kan edeli,

Kana kana içtiğim sahbâ mıdır yâ kan mıdır,

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

 

Kezâ yukarıdaki beyitte geçen “dâne dâne hal’mi” den murad edilen hal mahbubun (sevgilinin) yüzündeki bene derler.

 

Döne döne yanmadan dermân umarım derdime,

Gûne gûne mihnetin derd mi yâ dermân mıdır,

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

Ata ata kirpik okun bu Niyâzî’nin dilin,

Şerha şerha eyleyen cân mı yâ cânân mıdır,

Karar etmez bu cânım kalmadı hiç dermânım,

Cemâlini göresim geldi dîvânında durasım geldi.

 

Mısri Divan 14

_____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Bu tabiat zulmetinden bulmak istersen halâs,

Gel riyâzetle arıt bu cism-u cân çün rasâs

Nice mecruh eylediyse rûhunu emmâre nefs,

Sen de gürz-ü zikirle dön başına eyle kısâs.

 

Tabiat zulmetinden kurtulmak için yedi makâm vardır. Bunlar :

1) Tabiat

2) Nefs

3) Kalb

5) Sır

6) Hafi

7) İhfâ dır.

 

Tabiat: Tabiat sâhibi kimse şerîat bilmez, haram bilmez, helal bilmez, zarar bilmez, fayda nedir bilmez. İşte tabiat makâmında olanlar bunlardır. Adetâ hayvan gibi, hayvandan bile aşağıdır. Hayvan yine bir dereceye kadar zarar ve faydayı hisseder. İşte bir insan, zamanında gelen bir Nebî veyahut bir Resûle tâbi olduğu vakit tabiât makâmından nefs makâmına terakki eder, yani yükselir.

Nefs de yedidir: 1 -- Nefs-i emmâre, 2 -- Nefs-i levvâme, 3 -- Nefs-i mutmainne, 4 -- Nefs-i mülheme, 5 -- Nefs-i râziyye, 6 -- Nefs-i mardıyye 7 -- Nefs-i sâfiyyedir. Eğer bir kimse nefsinin emriyle hareket eder ve nefsinin istediğini yaparsa, o kimse nefs-i emmâre sâhibidir. Şayet nefsin istediğini, yapıp da sonradan pişman olarak kendini paylarsa, o kimse nefs-i levvâme sâhibidir. Nefs ile ruhun farkı şudur: Kişi Hak-la olursa rûh, Hak-la olmazsa nefs denilir, fark bu kadardır.

Riyâzat de iki kısımdır: Biri yemez, içmez, bu şerîatte yoktur. Bu riyâzeti kâfirler de yapar. Keşişler dağlarda gıdalarını riyâzetle bir hurmaya kadar indirirler. Esasen riyâzet perhiz yapmak demektir.

Hazreti Resûl: “Lâ ruhbâniyyet-e fid-dîn”, “Dinde ruhbanlık (keşişlik, papaslık) yoktur” buyurmuştur. Öyle arpa ekmeğiyle filan şeyle riyâzat olmaz.

 

Her ne vaktin gâlip olsa kes gıdâsın zâlimin,

Gice gündüz cünn-ei tevhîdi kıl sana menâs.

 

Asıl riyâzat, yani şerîatteki riyâzat mü’minlerin orucudur. Bu ise bir ay Ramazanda oruç tutmakla olur.

 

Uzlet-i halk ihtiyâr et sen sana gel ey gönül,

Tâ bulasın uzletiyle Hak katında ihtisâs.

 

Son beyitte geçen “Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs” da geçen havas makâmları beştir :

 

Ey Niyâzî bu riyâzât yoluna kim gittiyse ,

Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs.

 

1-- Havâs ki, Cem makâmıdır. 2—Havâs-ıl havâs ki Hazret-il cem makâmıdır. 3—Hülâset-i havâsıl havâs ki, Cem-ül cem makâmıdır. 4—Nihâyet Hülâseti havâssıl-havâs ki, Ahadiyyet makâmıdır. 5—En sonunda Velâyet makâmı ki, bu aynı zamanda Sıddıkiyyet makâmı ve Kurbet (yaklaşma) makâmıdır.

__________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilün

Vasl-ı Hak olmağa eylersen heves,

Aşka ulaş gayriden gönlünü kes.

Gayri nesne sanma aşkı zâhidâ,

Kendi cennetten oluptur muktebes.

Kârıbândır bu halâik dâimâ,

Ehl-i aşk içinde olmuşlar ceres.

 

“Kârıbân” kervân, yani kâfile demektir. Meselâ hac yolunda veya diğer yola giden kâfilelere kâribân derler. Bu kâfilelerde develerin boyunlarına çanlar asmalarının sebebi çan çaldıkça deve neşelenir. Ayrıca her çeşit çalgı çalınmasına müsaade olunmuştur, haram değildir. İşte deve hem açlık ve susuzluğa dayanıklı, hem de âşık bir hayvandır. Güzel sesli deveciler şarkı söylemeye başlayınca develer aşka gelip ağır ağır yollarına devam ederler. İşte mahlukat arasında aşk ehli de çan gibidir. (diğerlerini coştururlar).

 

Cism-ü cânın ko yükün yinilde gör,

Râh-ı aşka gidemez merkeb feres.

Onsekizbin âlemi tutup duran,

Kâf-u nûnun terkibiyle yek nefes.

Tarfet-ül-ayn içre yakar cümlesin,

Ger dokunsa nâr-ı aşktan bir kubes.

Bağ-ı cennete olursa öde yak,

Ey Niyâzî koma dilde hâr-u hes.

Onsekizbin âlemi tutup duran,

Kâf ve Nûn-un terkibiyle yek nefes.

 

Âlemler yirmisekizdir, kezâ ilâhî mertebeler de Yirmisekizdir. Bu beyitte Mısrî efendi ne için Onsekizbin diye söyledi ? Şunun için; Bu mertebelerin en evvel: “Nur-i Muhammedî” olmak üzere Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûlâ, Arş, Kürsîdir. Bu altı mertebe manevîdir. Yirmisekizden çıkarılırsa Yirmiiki kalır. Bunlardan Arş bütün âlemleri kaplamış bir kubbedir. Muhaddep; yani yumru olan kısmına arş, muka’ar, yani çukur olan kısmına Felek-i atlas ve Felek-il burûc denilir. Çukur olan kısmında hiçbir şey yoktur, sâdedir, düzdür. Bu iki kürsînin dahi muhaddebi ve maka’arı var. Bunlar ikişerden dört eder, kezâ yirmiikiden çıkarılınca onsekiz kalır. Anın için Mısrî efendi onsekiz âlem dedi. Kürsînin çukur kısmına Felek-il menâzil ve Felek-i mükevkep dahi denilir. Felek-il menâzilde ise kamer (ay) bulunmaktadır. Semâda görülen yıldızların hepsi bu Felek-i mükevkeptedir. Çeşit cihetiyle onsekiz asıldır. İşte onsekizbin âlemi ki, bunlar ilâhî mertebelerdir. Bunları tutan nedir, Hak-kın vücûdudur. “Kâf” ve “Nun” ilmi, yani “Kün” ilemi, evet.

Kur’ânı Kerîmin Yâsin suresinin son âyetlerinden biri olan: “İnnemâ emruhû izâ erâd-e şey’en en yekûl-e lehû kün fe-yekûn” yani “O Allâh bir şeyin olmasını irâde ettimi, emri “ol” demektir, o da hemen olur” buyurulmuştur.

Bu âlemi dört melek mazharından tutarlar. Bunlar: Cebrâil (A.S.) Mikâil (A.S.) , İsrâfil (A.S.) Azrâil (A.S.) dır. Çünkü melekler Allâhın kuvvet isminin mazharıdırlar. Melekler mazharlarıyla bu âlemleri tutarlar ve bunlar âlemlerin rükünleridirler (destek, mesnetleri). Fekat bu mezâhirden zâhir olan kendisidir, mazharla olunca demek “kâf” ve “nun” ile, “kün” emriyle olur demektir.

_____________

Vezin : Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Bağrım pür-hûn eder şol çeşm-i mestâniyle bahs,

Dağıtır aklımı şol zülf-i periyşâniyle bahs.

 

Kalp ile göz her zaman birbirleriyle mübâhasededir, çünkü gözün işi kayid, kalbin işi de itlaktır. Akıl da makbul olan şeylerle mukayyeddir, yani akla uygun gelen şeylerle kayıdlanmıştır. Velhâsıl her bir kuvvetimiz böyledir. İşitmemiz işidilmiş olanlarla, dokunmamız dokunduğumuz şeylerle, koku almamız koku veren şeylerle, lisân zevk aldıklarıyla, görme gördükleriyle, bunların herbiri birer şeyle mukayyeddir. Kalb ise mutlaktır. Gözün kaydettiği şeyi kalb itlak eder, yani kayıddan kurtararak sarfeder. Bundan dolayı birbirleriyle sürekli olarak mübâhasededir.

 

Leblerin feyzine mu’tad eyledin çün ağzımı,

Dilemez kim eyleye şol âb-ı hayvân ile bahs.

Beyitte geçen lebden murad edilen İlâhi hayattır.

Dürr-ü yâkut –ı dehânın seveli dilber senin,

Gelmez oldu dile her hiz la’l-ü mercân ile bahs.

Vechin üzere yazılan ma’nâyı Kur’ân gören,

Eylemez evrak içinde lafz-ı Kur’ân ile bahs.

 

Vechin üzere yazılan Kur’ânın manâları ki, bu zâhirde görülen suretler Kur’ânın sûretleridir. Bu sûretler nelerdir ? Bu suretler : Hak-kın Ef’al, Sıfât, Zâtından ibârettir. Kur’ânın herbir âyeti ya ef’âli, ya sıfâtlerı, ya da zâtı beyân eder. Meselâ, Haşir sûresinin 21 âyetinde “Lev enzelnâ hazel Kur’ân-e alâ cebel-in....”, “Biz bu Kur’ânı bir dağa indirseydik...”

 

Cümle fitne kaşın ile kirpiğinden olduğun,

Bilen eder mi cihandan nefs-ü şeytân ile bahs.

Şol ruhunla hattının sırrını zâhid anlasa,

Kürsî üzre eylemezdi küfr-ü îmân ile bahs.

 

Dağ bildiriyor, dağ bir sûrettir. Bu sûretlerde her ne varsa Kur’ânda mevcûddur. Bu sûretlerde Kur’ânı okuyan kimse Kur’ânın lafziyle bahsetmez. Bununla beraber hayrı ve şerri Allâhtan bilen nefis ve şeytân ile bahsetmez. Çünkü âyeti celîlede: “Kul küll-ü min indillâh”, “Söyle Yâ Muhammed, her şey Allâhdandır” vârid oldu.

Vakti saadette Mekke cıvarında bulunan Yahudiler Kureyşin ileri gelenlerine gelip: “Gelin sizinle birleşelim, Muhammedi mahvedelim” dediler. Bunlar aralarında birleşmeyi kararlaştırınca şeytân gelip Kureyşin ileri gelenlerine: “Bu Yahûdiler Ehli kitâptır, Muhammed de Ehli kitâptır, bunların ikisi birleşirlerse, o zaman sizler yalnız kalırsınız. Lâkin siz önce Yahûdileri dininize koyun” dedi. Bunun üzerine Ebûcehil Yahûdilerin reislerini çağırdı ve onlara: “Geliniz birleşmeden önce Beyt-i şerîfteki putlarımıza secde ederseniz , sizinle ondan sonra ittifak ederiz” dedi. Sonra bu birleşmeden sonuç alınamayınca Yahûdiler buna Muhammed sebeb oldu dediler. Böylece Yahûdiler bir süre putlara taptılar. Sonra Cebrâil (A.S.) yukarıdaki âyeti getirdi. Ancak edeb-i şer-î için: “Mâ esâbek-e min hasenet-in femin-allâh vemâ esâbek-e min seyyiet-in femin nefsik-e” yani Sana iyilik ve güzel şeylerden isâbet edenler Allâhdan ve sana fena şeylerden isâbet edenler kendi, nefsinden” âyeti kerimesi mucibince haseneyi, yani güzel şeyleri Allâha, seyyieyi, yani fena şeyleri de nefsine isnad etmekliğin lâzımdır.

 

Pertev-i nûr-i cemâlin aksidir şems-i cihân,

Ne münâsib ide ol nûr mâh-ı tâbân ile bahs.

 

Şems ve cihân nûru cemâlinin aksidir, yani güneş ve cihan cemâli nûrunun yansımasıdır. Çünkü güneşe nûr ismiyle tecellî olundu. Ancak nûrun keyfiyeti malum değildir. İstidâre yani münevver (nûrlu olması) ve müşa’şa, olması (parıldaması) güneşin nitelikleridir. Bu şemse, yani güneş İlâhî nûr ile mukâbil ve mübâhis olabirmi ? Olamaz.

 

“Cem-ü tefsilin rumûzun anladınsa epsem ol,

Etme andan sonra aslâ kul ve sultân ile bahs.”

 

Cem makâmında (tevhîdin) hepsi birdir, çünkü Sultan da kul da Hak-kın mazharlarıdır. Ancak tafsîlde kul kuldur, Sultan Sultandır, kul sultan olmaz, Sultan da kul olmaz.

 

Zerre iken sen Niyâzî Rûh-i âzam nûruna,

Haddini bil kılma ol şems-i dırahşân ile bahs.

 

Arafatta Âdem (A.S.) yaratıldıktan sonra Melekler onu vechine secde ile emrolundular. İblis ve Cinin kâfirleri secde etmediler. Sonra zürriyeti (nesli gelecek ahfâdı) zahrından (sırtından) çıkarıldı, dört saf meydana geldi.

Birinci saf Enbiyâ (Peygamberler), ikinci saf Evliyâ (Veliler, İnsân-ı Kâmiller), üçüncü saf Mü’minler, dördüncü saf Eşkiyâ (şakîler, kâfirler).

“Elest-ü Bi-Rabbiküm”, “Rabbınız değilmiyim” diye hitab edildi. Cümlesi “Belî”, “Evet” dedi. Kâfirler hitâbı işitmedi, ancak mü’minleri taklîden anlar da evet dediler.

İşte ona “Âlem-i zerre” tâbi olunur, çünkü herkes orada suver-i latîfe (latif suretlerle) ile idi. Hatta kâfirleri o zerre âlemindeki durdukları arafattaki mahalde bugün bile hacıları durdurmazlar.

 

Mısri Divan 15

_____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâ’lün

Gözet sun’-i kadîmi kim kimin halkın azîym etmiş,

Tamam halka elin, fiilin, dilin, gönlün kerîym etmiş.

 

Ey Tevhîdi ef’âl sâliki “Gözet sun’i kadîmi” diye Niyâzî hazretleri sesleniyor! Hazreti Resûl “Evvel-e mâ halak-allâh-i nûrî, evvel-e mâ halak-allâh-i rûhî, evvel-e mâ halak-allâh-i aklî”, “Allâh önce benim nûrumu , rûhumu, aklımı yarattı” buyurmuştur. Bu mahlukat ve bu mevcûdat “Nûr-i Muhammedî” nin şerhi ve tafsîlidir.

 

Kimin bed nefs-u bed ef’âl-u bed hûyu zamîr etmiş,

Kahr-ü evsâfına mazhar kılup anı leîym etmiş.

 

Kimin ef’âlin ve gönlün kerîm etmiş, çünkü mazhar-ı cemâl ve mevahhid-ül ef’âl olmuştur. (Allâh cemâline mazhar ve tevhîd-i ef’âl sâhibi etmiştir). Kiminin nefsini, fiillerini, huyunu fena etmiş, çünkü mazhar-ı celâl olup muvahhid-ül ef’âl olmamış, leîym etmiştir (Allâh celâline mazhar ve tevhid-i ef’âl ile müşerref etmemiş, herkese zarar verici etmiştir).

 

Ne kim takdir edüptür Hak olur elbette ol zâhir,

Ne tedbir edevüz ana ki takdîrin hakîym etmiş.

 

Hak-kın takdiri ne ise elbette ol zâhir olur. O tedbir bozulmaz, zirâ anı “Hakîm takdir etmiştir. Takdir fiilin iycâdına tealluk eden İlâhî kudrettir. “Tedbir et kadere bühtân etmeyesin” diye söz vardır, câhil sözüdür.

Sultan Abdülmecid Han hazretleri tahta teşrif ettikleri vakit Dersaâdete gittim. Selânik Müftüsü bir takım fetvâ kitapları sipariş etmiş idi, aldım getirdim. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:

Müftü ---- Oturun konuşalım, dedi.

Muhammed Nur ---- Familyamı Koçanadan Üsküb’e nakledeceğim,Acele etmeliyim.

---- Ne için ?

---- Artık Üsküp’te oturacağım.

---- Peki üsküpte Medrese buldunuzmu ?

---- Henüz, hayır.

---- Ya nice Koçanada Medreseni terk edeceksin,şu kadar vakfı var, sonra kadere bühtân

etmeyesiniz.

---- “Ben mü’minim, kadere bühtân etmem” diye cevap verdim.

Müftü efendi elini sakalına koydu, düşünmeye başladı, yanımızda Vidinli Hoca da vardı ve aramızdaki konuşmaları dinliyordu. İkisi de bu sözün (kadere bühtân etmeyesin) küfür olduğuna vâkıf değilmişler, ol vakıt vûkuf hâsıl ettiler.

Evet hiç takdir, tedbir ile bozulurmu ? Bozulmaz.

 

Velî ârif olan lutfe sevinmez kahre incinmez,

Eyü kim cümleten halka âtâsın ol amiym etmiş.

Ârif olan kimse lutfe sevinmez, kahra da incinmez.

“İkisin bir bilüp doğru hakîkatle görür kim Hak,

Celâlî perdesin çekmiş cemâline hatîym etmiş”

 

Hakîkatte lutufla kahır birdir. Hak cemâlini celâliyle ihâta etmiş, yani kaplamıştır. Celâline uğramadan cemâlini göremezsin. Bu babta “Kâdıyıl kuzât” bir temsil getirmiştir: Bir memleketin Sultan veya Pâdişâhı sarayının çevresinde tertibat aldırmış, herkim saraya gelir ve siz de o kimseyi tanımaz ve yanıma girmek isterse, içeriye almayın. Hatta karşılık verirse, ona sizler de karşılık verin diye emir eder. Diğer taraftan da nedimlerine (sevdiklerine) beni tenhada ve kimsenin bizi görmeyeceği bir zamanda gelip görünüz der. Nedimleri sarayın çevresindeki nöbetçilerin uykuya varmasını veya bir işle meşgul olmasını bekler ve bir fırsatını bulup içeri girerek didâr-ı pâdişâh ile müşerref olurlar.

İşte Hak-kın cemâli de celâliyle çevrilidir. (Celâlinden cemâline ulaşılır.) Âhiret âleminde mahşer var, sorgu süâl var, sırat var, mizân var; işte bunlar hep celâldir. Mü’min bunlara uğramadan cennet giremez.

 

İkisinden de lâzımdır kemâl-i hüsn zâtına,

Anınçün birini kahhar edip birini halîym etmiş.

 

Anın için istidadı celâl ise kahhâr eder, cemâl ise hâkîm eder.

 

Ne hâsıl ey Niyâzî Cennet-i irfâna irmezsen,

Tutalım Hak yerin anda senin dâr-ün-naîm etmiş.

 

Ey Niyâzî yerin dârünnaîym olsun isterse, yine irfân cennetine giremezsin. Dârünnaîym âhiret âleminde Cennet-ül mücâzâttır. Bugünden daha burada iken irfân cennetine girmeli, yani zât cennetine girmeli ki işte asıl cennet budur. Tevhîd ehli nice burada irfân cennetinde ise âhirette dahi öylece irfân cennetinde olacaktır. Arada hiçbir fark yoktur. Cennet-il mücâzat ise ameller karşılığında verilir. Ehli yine hicabtan hâli değildir, mahcupturlar.

____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Her yeri hüsnün gülistân eylemiş,

Her tarafta bağ-u bostân eylemiş.

Ziynet etmiş zîr-ü pes evsâf ile,

Her sıfattan zâtın ilân eylemiş.

Bunca evsaftan görünen bir cemâl,

Bir cemâli bunca elvân eylemiş.

 

Hak-ın zâtının ziyneti sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak her sıfattan zâtını ilân eder. Zirâ bu sıfatlardan görünen bir cemâl, Hak-kın cemâlidir (güzelliğidir.) Bu bir cemâli bunca renklerde müzeyyen kılarak, yani süsleyerek sûretlerde gösteren O dur. Çünkü bütün Tanrısal güzellikler mezâhirle görülür.

 

Hep kitâb-ı Hak-tır eşyâ sandığın,

Ol okur kim seyr-i etvân eylemiş.

 

Bu eşyâ sandığın hep Hakkın kitâbıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı azîmde: “Vettûr-i ve kitâb-in mestûr-in fî rakkın menşûr-in”. “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitap hakkı için ki, bu yazılmış bir varaktadır” buyurmuştur. Tûr cümle dağların yücesidir. “Kitâb-ı mestûr” dan murad bu görünen sûretler, “Fî rakkin menşûr” ise bütün mahlukattır. Bu kâinat bütün bir kitaptır. O kitabı ancak tevhîd makâmlarını seyreden okur, başkası okuyamaz.

 

Hüsnünü izhâr eder bunca sıfât,

Zâtına insânı bürhân eylemiş.

Hak-kı istersen yürü insâna bak,

Şems-i zât yüzünde rahşân eylemiş.

 

Hak-kın zâtına insan delildir. Hak-kı görmek istersen insana bak. Şems-i zât (zât güneşi) insanın yüzünde pırıldamaktadır. Melekler ve sâire noksandırlar. Meselâ melekler Hak-kın yalnız kuvvet ismine mazhardırlar, insan ise bütün isimleri kendisinde toplamıştır.

 

Hak yüzü insân yüzünden görünür,

Zât-ı Rahmân şeklin insân eylemiş.

 

Anın için Mısrî efendi de “Hak yüzü insân yüzünden görünür” demiştir, zirâ insân Rahmânın zâtının şeklidir.

Bir defasında Hazreti Resûl sahâbe ile Harem-i şerîfte oturuyorlardı. Meclislerinde Uzifetil Yemânî de bulunuyordu. Hazreti Resûl: “İnnî li-ecid-e rih-ar-Rahmân min kablel Yemen”, yani “Rahmânın kokusu Yemen yönünden geliyor.” buyurdu. Sonra Uzifetil Yemânî tebessüm etti, çünkü Resûlün buyurduğu Rahmândan murad “Gavs-ı Âzâm” dır. Uzifenin tebessüm etmesinin sebebi o zamanın Gavsı Veysel Karânînin amcası olup, ismi Ali-ül Karânî idi. Uzife de anın Gavs-iş-şimâli, yani Sâhib-iş-şimâl olup süflîde (yeryüzünde) mütesarrıfı bulunuyordu. Sâhib-il-yemîn ise ulvîde, yani gökyüzünde mütesarrıftır. Bak, şimdi Gavs-ı Âzâm sûrette insan şeklinde ufacık bir adam, velâkin bütün âlemler anın avucu içinde bir hardal danesi kadar bile olamaz, gerçekte ne kadar büyüktür.

Hazreti Bedreddîn “Vâridât” adlı eserinde “Er-Rahmân-i alel arş-i is-tiva” âyetinin tefsirinde de böyle buyurmuştur. Çünkü Rahmân dan murad Gavstır. Arşa müstevi olan “Gavs-ı Âzâm” dır.

 

Nice görsün şems-i vechin çün anın ,

Zâhidi a’mâ ki tuğyân eylemiş.

 

“Zâhid nice görsün şems-i vechi” ni (güneşin nûrunu) ki, tuğyân edip Ehlullaha ta’n-ü teşni eyler. Şems-i vechi gören yine Âriftir. Yani hep Ehlullahın haklarında ve aleyhlerinde bulunarak fena sözler sarfettiklerinden nûrun yüzünü tabii göremezler. O nûrun yüzünü ancak Ârifler görürler. Evet insan nûr olmalıdır ki nûru görebilsin. Son beyitlerde de Niyâzî Mısrî:

“İçini almış anın zerk-ü riyâ,

Gönlünü şeytân perişân eylemiş.

Her nazarda gördüğü Hak Ârifin,

Her görüşte nice ihsân eylemiş.

 

diyerek bu hususu açıkça belirtmişlerdir.

Kezâ Hak-kı anlamanın da kolay olmadığını terennüm eden beyitleri:

 

Hak-kı anlamak değil âsân ola,

Adetâ Hak böyle erkân eylemiş.

Sâlik erince kemâle şöyle bil,

Yüreğin baş bağrını kan eylemiş.

Anlayınca Zât-ı Hak-kı zevk ile,

Bu Niyâzî nice seyrân eylemiş.

___________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,

Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.

 

“Derdine dermân aramak” bu husus âşıka göredir çünkü âşık olan kimseye sorulsa ki derd nedir, dermân nedir. Zirâ insan derdli olmayınca âşık olamaz.

 

Sağ ve solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü,

Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş.

 

Öyle sanırdım ayriyem dost gayrıdır ben gayriyem,

Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş.

 

Savm-u sâlât-u hac ile sanma biter zâhid işin,

İnsân-ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş.

 

Oruç, namaz, hac bunlar Allahın farzlarıdır. Bunlarla işin bitmez. İnsân-ı Kâmil olmak isteyen insâna irfân lâzımdır.

 

Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,

Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.

 

Mürşid gerektir bildire Hak-kı sana Hak-kal-yakîn,

Mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş.

 

Bir Mürşid-i Kâmil gerektir ki sana Hak-kel-yakîni bildirsin. Çünkü ilmel-yakîn şeriat ehlinin ilmidir. Aynel-yakîn ise tarîkat ehlinin ilmidir. Hak-kal-yakîn ise hakîkat ehlinin ilmidir. İşte Hak-kı ancakHakkal-yakîn bildiren Hakîkat Mürşididir, Mürşidi-i Kâmildir. Mürşidi olmayanların kitap mütealasından ve muhabetlerden (devam ettiği sohbetlerden) anladığı ve bellediği şeyler boş şeylerdir, zirâ tevhîd sülûksüz anlaşılmaz.

 

Her mürşidi dil verme kim yolun sarpa uğratır,

Mürşidi Kâmil olanın gâyet yolu âsân imiş

 

Mürşid-i Kâmil neden anlaşılır? Alâmeti nedir?

Bir Mürşid-i Kâmilin alâmeti şudur: Şayet kalbinde dünyâ gailesi (sıkıntılı iş, felâket) olduğu halde yanına gittiği zaman, o gailen eksilir ve yok olup kalkarsa, işte o kimse Kâmildir. Yok gâilen eksilmeyip daha da çoğalır ve gâilene gâile katılırsa, o insan Kâmil değidir, bir yalancıdır, andan kaç. Zirâ o kimse senin yolunu daha sarpa uğratır. Mürşid-i Kâmil olanın yolu âsândır (bu gibi insan ancak rahatlık ve kolaylık verir).

 

Anla hemen bir söz dürür yokuş değildir düz dürür,

Âlem kamû bir yüz dürür gören anı hayrân imiş.

 

İşit Niyâzî’nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün,

Hak-tan iyân bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş.

 

Mısri Divan 16

_______________

Vezin. Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Her denînin sözüne aldanıp etme ihtilât,

Her leîmi sırra mahrem sanma eyle ihtiyât.

Şol ki söz kadrin bilür cânın ana eyle nisâr,

Ayağının altına döşe yüzünü çün bisât.

Arifin kadrin yine ol ârif olanlar bilür,

Ehl-i ulûvvun rütbesini bilmez ehl-i inhitât.

Güç getirme kendine geldikçe a’dâ tâ’nesi,

Sükkeri helvâdır andan hâsıl olur inbisât.

Ey Niyâzî fâriğ-u âzâde ol var çekme gam,

Kahr-u lütfu bir bilürsen gam olur sana neşât.

 

Zâhir üzre takrir olundu (Hacı Maksûd efendi).

_____________

Vezin: Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün

Bakup cemâl-i yâre çağırırm dost dost,

Dil oldu pâre pâre çağırırım dost dost.

Aşkınla dolmuşam zühdümü yanılmışam,

Mest-i müdâm olmuşam çağırırım dost dost.

Mescid-ü meyhânede hânede virânede,

Kâ’bede puthânede çağırırım dost dost.

Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ-u dağ,

Hayran bana sayr-u sağ çağırırım dost dost.

Geldim cihâna garib oldum güle andelib,

Her dem ciğerim tâlib çağırırım dost dost.

 

Yukarıdaki beyitte geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allahtır. (Oradan geldik. Anın için Hazreti Resûl: “Hubb-ül vatan min-el îmân”, “Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu) Yani Allaha muhabbet (sevgi) îmândandır demektir.

 

Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,

Aşk ile daim uçup çağırırım dost dost.

Aradığım candadır canda ve hem tendedir,

Bilür iken bendedir çağırırım dost dost.

Gâh düşerim mutlaka gâh asl geh mülhika,

Bakup kamûdan Hak-ka çağırırım dost dost.

Dolanmaz ol hâl-u hat minel-ezel tâ ebed,

Onulmaz asla bu derd çağırırım dost dost.

Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,

Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.

Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,

Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.

Gökler gibi dönerim gün gibi dolanırım,

Devr ile eğlenirim çağırırım dost dost.

Ne yerdeyim ne gökte ne mürdeyim ne zerde,

Her yerde her zamanda çağırırım dost dost.

Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,

Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost.

 

Bu şiirin diğer kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).

_____________

Vezin : Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün

Bakup cemâl-i yâre çağırırım dost dost,

Dil oldu pâre Pâre çağırırım dost dost.

Aşkınla dolmuşum zühdümü yanılmışım,

Mest-i mğdâm olmuşam çağırırırm dost dost.

Mescid-ü meyhânede hânede virânede,

Kâ’bede puthanade çağırırım dost dost.

Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım dağ-u dağ,

Hayran bana sayr-u sağ çağırırım dost dost.

Geldim cihâna garib, oldum güle andelib,

Her dem ciğerim tâlib çağırırım dost dost.

 

Yukadıdaki beyitte geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allâhtır. (Oradan geldik. Anın için Hazreti Resul: “Hubb-ül vatan min-el îmân”, “Vatan sevgisi Allâhtandır” buyurdu: Yani Allâha muhabbet (sevgisi) îmandandır demektir.

 

Dünya gamından geçüp yokluğa kanat açup,

Aşk ile dâim uçup çağırırım dost dost..

Aradığım candadır canda ve hem tendedir,

Bilür iken bendedir çağırırım dost dost.

Gâh düşerim mutlaka gâh asl geh mülhika,

Bakup kamûdan Hak-ka çağırırım dost dost.

Dolanmaz ol hâl-u hat minel-ezel tâ ebed,

Onulmaz aslâ bu dert çağırırım dost dost.

Hep görünen dost yüzü andan ayırmam gözü,

Gitmez dilimden sözü çağırırım dost dost.

Deryâ olunca nefes pârelenince kafes,

Tâ kesilince bu ses çağırırım dost dost.

Gökler gibi dönerim gün gibi dolanırım,

Devr ile eğlenirim çağırırırm dost dost.

Ne yerdeyim, ne gökte, ne mürdeyim, ne zinde,

Her yerde her zamanda çağırırım dost dost.

Geldim o dost ilinden koka koka gülünden,

Niyâzî’nin dilinden çağırırım dost dost.

 

Bu şiirin diğer kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)

_____________

Vezin : Mefâilün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Yakup aşk ödüne cânı meşâmın bûy-i tevhîd et,

Kamûya yek nazar birle şuhûdun rûy-i tevhîd et.

 

Tevhîdin üç mertebesi vardır: Tevhîd-i Ef’âl, Tevdîd-i Sıfât, Tevhîd-i Zât. Bunlar urûc, yani yükselme makâmlarıdır.

Tevhîd-i Ef’âl: Hareket eden, sâkin olan, alan, veren Hak-tır.

Tevhîd-i Sıfât: Gören, ,işiden, söyleyen, murad eden Hak-tır.

Tevhîd-i Zât : Bu vücûd bizim değildir. Vücûd, Hak-kın vücûdudur.

 

Biz onun mazharıyız. Zâhir olan Hak-kın vücûdudur.

 

Şu mâhîler gibi kendini deryâdan cüdâ sanma,

İhâta eylemiş her yana bak sûy-u tevhîd et.

 

Şu mâhiler gibi demek, şu balıklar gibi kendini deryâdan uzak sanma. Çünkü bir defa balıklar toplanıp aralarında konuşmuşlar ve demişler ki, işidiriz su varmış, bu su nasıl şeydir? İçlerinde bunu bilen bulunmayınca, demişlerki, bir büyük balık vardır bilse bilse o bilir, ona gidip soralım. Büyük balığa gidip sordular. O da bunlara cevap olarak: “Sudan başka bir şeyi bana gösterin de ben de size suyu göstereyim” der. Bu temsilde olduğu gibi Hak-kın vücûdundan başka bir şey yoktur ki Hak-kın vücûdu görülsün.

Bizim zamanımızdan önce Mısır’da Ulemâ arasında bir anlaşmazlık vâki olmuş. Ulemânın bir kısmı Hak bu âlemleri ilmiyle kaplamıştır, diğerleri, hayır Hak bu âlemleri vücûduyla kaplamıştır. Sonra Ezher camiinde toplanıp bu meseleyi çözmeğe karar vermişler ve hangi taraf haklı ise o tarafa uyalım demişler. Bunların camide toplandıkları sırada zamanın Velîlerinden bir zat oraya gelmiş ve toplanma sebebini sorup öğrenmek istemiştir. Onlar aralarındaki anlaşmazlığı kendisine açıklayınca, buyurmuş ki : “Ey şaşkınlar Hak-kın ilmi zâtından ayrımıdır? Âlemleri ilmiyle ihâta eden (kaplayan) zâtıyla edemezmi?”.

 

Salınma câh-ı taklide suûd arş-ı tahkîka,

Sana senden sefer eyle seni sen tûy-i tevhîd et.

 

Ey mahcup! (ey gerçekleri görmeyen, gözü perdeli) taklide düşme, tahkika çık, sana senden sefer eyle. Sefer (yolculuk) beştir:

1 --- İlallâh ki, Tevhîdi ef’âl, Tevhîdi sıfât, Tevhîdi zât makamları.

2 --- Billâh ki, cem makâmıdır.

3 --- Fillâh ki Hazret-il cem makâmıdır.

4 --- Lillâh ki, Cem-ül cem makâmıdır.

5 --- Ma-allâh ki, Ahadiyyet makâmıdır.

Bu beş makâmdan üçü tenzilî dahi olur. Bunlardan birincisi tabiattan ilmelyakîne sefer, ikincisi ilmelyakînden aynelyakîne sefer, üçüncüsü de aynelyakînden Hak-kalyakîne seferdir.

Bir defa düşünelim; Beni kim yarattı ? Babam. Babam da benim gibi bir mahluk. Anam, anam da kezâ benim gibi bir mahluk. Şu halde benim bir Hâlikım vardır. İşte bu düşünce ile tabiattan ilmelyakîne sefer edersin.

Sonra benim vücûdumda bir işidiş, bir görüş ve bir irâde, bir kudret var. Bunlar benim Hâlikımda dahi var. Çünkü san’atta olan sâni’de (sanatkârda) olmazmı, elbette olur. Velhâsıl bu mülâhaza ile ilmelyakînden aynelyakîne sefer edersin .

İşte bundan sonra vücûd da anın olduğunu düşününce, bu defa Aynelyakînden Hak-kalyakîne sefer edersin. Hâsılı isti’dadı olan kimsenin hiçbir mürşide ihtiyâcı yoktur. Eğer o kimsenin gecikmesi var ise o zaman bir Mürşidin tâlimine muhtaçtır.

 

İzâfâtı bırak gözden açılsın dîde-i Hak-bîn,

Temâşâ-yı cemâl-i şâhid-i dilcûy-i tevhîd et.

 

Beyitte geçen izâfattan murad suver, yani sûretlerdir. Sûretleri bırakınca Aynel-Hak açılır.

 

Salât-ı ehl-i kurbun kıblesidir “Semm-e vech-ullâh”

Niyâzî durma dâim secde-i ebruy-i tevhîd et.

 

Şeyh Küşteri (K.S.) hazretlerinin namazda iken hatırına Arş, Kürsî vesâire gibi şeyler gelirmiş. Acaba namazım doğru ve makbulmüdür diye düşünmüş. Ona demişlerki, Ummân memleketinde bir zat var, o senin müşkülünü halleder. Oraya gider ve o zata müşkülünü arzeder. O zat: “Kalbin Hak-ka secde ettimi ?” diye sormuş. “Evet etti” deyince olvakit hatıra gelen şeylerin zararı yoktur. O hatıra gelenleri de halkeden Hak-tır, çünkü yüzünü yere koymak ancak yüzün secdesidir, kalbin secdesi değildir.

_____________

Vezin : Müstef’ilün fâilün müstef’ilün fâilün

Can kuşun her zamân ezkârıdır vâridât,

Akl-u hayâlin heman efkârıdır vâridât.

İşidicek adını duydu cânım dadını,

Bildim ki âriflerin esrârıdır vâridât.

Sidk ile gönlüm sever görmeğe cânım iver,

Anın içün kim Hak-kın envârıdır vâridât.

Öl dürr-i yekdânenin kadri bilinmez anın,

Bu dil-i vîrânenin mi’mârıdır vâridât.

 

Yukarıdaki beyitte geçen “dürr-i yekdâne” den murad dürr-i yetimdir (Hazreti Muhammed S.A.V. efendimizdir). Hazreti Peygambere Minede validesi hâmile kaldığı gece Nisan ayının yirminci gecesi idi. Nisan ayının yirminci gecesi yağmur yağarsa, inci çıkan deryâdaki sedefler ağızlarını açarlar. İşte herhangisi ağzını kapayıp da karnına yağmur girerse o yağmur dâneleri donar birer dürr-i yekdâne olan inci meydana gelir.

 

Gerçi kütüp çok yazar ilm-i ledünden haber,

Cümlesi bir bahçedir gülzârıdır vâridât.

Muhyeddin, Bedreddin ettiler ihyâ-yi din,

Deryâ Niyâzî Füsûs enhârıdır vâridât.

____________

Vezin : Mefâîlün mefâîlün feûlün

Serây-i din esâsıdır şerîat

Tarîk-i Hak hedâsıdır şerîat

Budur evvel kapu dergâh-ı Hak-kın

Ki yolun ibtidâsıdır şerîat

Dahi bununla hatm olur bu yollar

Bu râhın intihâsıdır şerîat

Sırat-ı müstakiyme davet eden

Münâdîler nidâsıdır şerîat.

Şeriat enbiyânın sünnetidir,

Kamûnun ihtidâsıdır şerîat.

Hüdâ’nın leyle-i Mi’râc içinde,

Habîbine atâsıdır şerîat.

Yirmiüç yıla dek Cebrâîlin

Ana vahy-i Hüdâ’sıdır şerîat.

Cihanda çoktur envâı ulûmun,

Kamûsunun hümâsıdır şerîat.

 

Şerîat Allahın beyânıdır. Şerîatı Cenâb-ı Hak yirmiüç yılda Cebraîl vasıtasıyla Hazreti Peygamber efendimize (S.A.V.) vahi etti. Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.) altmışüç yaşında âhiret âlemine teşrif buyurdu.

 

Bu nefs-i kâfiri katletmek için

Hak-kın hükm-i kazâsıdır şerîat.

Cihâd-ı ekber eden ehl-i diller,

Kulûbunun safâsıdır şerîat.

Tarîkat kârbânının önünce,

Delil-ü muktedâsıdır şerîat.

Hakîkat gerçi Sultanlıktır ammâ,

Önünde anın livâsıdır şerîat.

Şerîattan velî yâd olmaz asla,

Velînin âşinâsıdır şerîat.

Şerîatle durur arz-u semâvat

Bu bünyânın binâsıdır şerîat.

Ne bilisün şer’i pâki ehl-i ilhad

Ol a’dânın adâsıdır şerîat.

 

Şerîatsız ne tarîkat ne de hakîkat olur. Şerîata muhalif olan (karşıt olan) tarîkat, hakîkata dahi muhaliftir (karşıttır), çünkü şerîat Allahın beyânıdır (bildirisidir). İşte Mısrî efendi şerîatı böyle açık açık bildirmiştir.

 

Hemen anlar da aklınca sanır kim

Nizam için olasıdır şerîat.

Sakın cânâ sakın anlara uyup

Deme sen de nolasıdır şerîat.

Şerîatsız hakîkat oldu ilhad

Hakîkat nûr ziyâsıdır şerîat.

Ziyâ olmaz ise nûru da yok bil

Hakîkatla kıyasıdır şerîat.

Cihâna bir Velî hiç gelmez illâ,

Elinde anın âsâsıdır şerîat.

Dahî başında tâc-u şâl-u kisve

Hem egninde abâsıdır şerîat.

Hakîkat cânıdır ancak Velînin,

Canından mâdasıdır şerîat.

Çıkıcak can beden öldüğü gibi

Çıkıcak sır kalasıdır şerîat.

Karâr etmez beden olmayıcak can

Hakîkatın bekâsıdır şerîat.

Hakîkat dilber-i ra’nâ gibidir

Anın zerrîn libâsıdır şerîat.

Sakın soyma anı nâ mahrem içre

Yüzün suyu hayâsıdır şerîat.

Hakîkat arş-ı âlâdır muhakkak

O Arşın üstüvâsıdır şerîat.

Cem-i Enbiyâ vü Evliyânın

Niyâzî rehnümâsıdır şerîat.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Sırr-ı Hak-kı nicesi fâş eyleyem ben ey sikât,

Kânı ancak remz ile etmiş beyân ehl-i nikât.

 

Ey kendilerine güvenilen Zâhir ulemâsı ! Hak-kın sırrını ben nice izhâr edeyim ki irfân ehli anı remizle yani işaretle beyân etmiştir.

 

Her ne denlü âşikâr etsem hafâsın artturur,

Ol iyân iken anı örter delâil beyyinât.

 

Hakkın sırlarını her ne türlü âşikâr etsem o gizliliğini arttırır. O iyân iken yani apaçık görünmekte iken bu sûretler anı örterler, zirâ Hak-kın zuhûru hicâbtır, örtülüdür. Ehli olmayana Hak-kın sırrını ifşâ etmek pek fenâdır, elinin kesilmesine müstahak olur. Esasen şerîatta hırsızlık yapanın elinin kesilmesi cezâsına çarptırıldığı gibi bu gibilerin de tevhîdden eli kesilir ve tardedilir, yani tevhîdden kovulur.

 

Anı tevhîd eylemez illâ ki şirk ehli eder,

Vahdet-i Hak-kı duyanın dili lâldir aklı mât.

 

“Anı şirk ehli tevhîd eder”, yani gizli şirkte olan kimse Hak-kı tevhîd eder, çünkü tevhîd şirkten (Allâha eş koşmaktan) gelir. Zikir gafletten gelir. Yoksa ârif kimsenin şirki yoktur ki tevhîd etsin, gaflet dahi etmez ki zikretsin. Ârif kimse esasen dâimâ zikirdedir. Bu sebepten anın hiç gafleti yoktur.

 

Her ne kim fevkal-ulâ taht-es-serâda vardurur,

Zât-ı vâhiddir veli göründü nice bin sıfat.

 

Arştan serâya (yeryüzüne) kadar her ne ki var zât-ı vâhiddir. Hazreti Muhammedin (S.A.V.) mi’râcı arşta vakî oldu. Hazreti Yunus (A.S.) ise balık karnında iken taht-ı serâda mi’râc etti. Bu miracların ikisi de birdir, zirâ her yerde olan Zât-ı vâhiddir. Hatta Hazreti Muhammed (S.A.V.): “Benim mi’râcımı Yunus’un mi’râcına tafdil etmeyin, yani üstün tutmayın” buyurdu.

 

Zâtı birdir lîk evsâfına gâyet yokdurur,

Gör bu fânusu ki anın şem’i oldu nûr-i zât.

Zâhir-ü bâtın kamusu bir fenerdir gayri yok,

Şem’i insân oldu fânusu cem-i mümkinât.

Ey Niyâzî Âdem oldu çün cihânın şu’lesi,

Bahş olur Âdem deminden âleme rûh-ul hayât.

 

Beyitte geçen “Evsâfına gâyet yoktur”, yani onun vasıflarına son yoktur. Çünkü bütün âlemlerin mayası “Nûr-i Muhammedî” dir, hepsi Nûr-i Muhammedîden yaradılmıştır. Mü’min ve kafir herkeste Nûr-i Muhammedî mevcuttur, hem de müstekillen mevcûddur. Mü’min olanın âhireti o nûr ile tenevvür eder, yani nurlanır, aydınlanır, kâfirin de dünyası tenevvür eder.

Hazreti Âdem önce bu Nûr-i Muhammedî mazharı oldu, sonra gelen evlâdı da o nûr ile zâhir oldu. Bu sebepten Hazreti Âdem (A.S.) cesetler cihetiyle Hazreti Muhammedin babası velâkin ruhlar cihetiyle de Hazreti Muhammed hazreti Âdemin babasıdır.

Velhâsıl zâhir ve bâtın herşeyin mayası Nûr-i Muhammedîdir. Bu âlem bir fânus olup içindeki mumu yani nûru Nûr-i Muhammedîdir.

_____________

Vezin: Müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Oldum çü mahv-ı mahz-ı zât, buldum vücûdumdan necât,

Ben içmişem âb-ı hayât, irmez bana hergiz memât.

 

Beyitte geçen “Çünkü mahv-ı mahz-ı zât oldum” demek , yani Hakla Hak oldum, vücûdumdan vesâir vücûdlardan kurtuldum demektir. Bu sebepten ben asla ölmem.

 

Ben dost yolunda vârımı terkeyledim önden sona,

Küfr ile îmândan geçüp a’yânda bulmışâm sebât.

 

Ben dost yolunda vârımı terk ettim, küfür ve îmândan geçtim. Ayni Hak-ta sebat buldum. Çünkü küfür ve imânda ikilik vardır. Mü’min, îmân olarak bunların sayılmasıyla isneyniyet, yani ikilik olur.

 

Her kande baksam görünür gözlerime sırr-ı ezel,

Her şey ulaşup Hak-kına çıktı aradan kâinât.

 

Sırr-ı ezelden murâd, yani ezelin sırrından maksad eşyânın hakîkatıdır.

 

Dost ile ben dost olalı zevk ile işret bulalı,

Zayf-i mükerremdir bu can hep yediğim kand-ü nebât.

 

Halvetten ettim rihleti, kesrette buldum vahdeti,

Bâzarda düzdüm halveti rûz-u şebim îyd-ü Berât.

 

İkinci beyitte geçen “Zayf-i mükerrem” demek, yani bu canım Hak-ka misâfirdir. Halvet ise dört duvar arasında edilen halvet değildir. Belki halvet, bu sûretlerden halvet, bu sûretlerden halvet, yani “Fenâfillâh” oldum, ben artık sûret görmem, Hak görürüm. O zaman gündüzüm bayram, gecem de Berat gecesidir. Bu bahrı Mısrî efendinin Hak-la olup, Hak-kın lisânından söylemiş olmasıdır.

 

Gördüm bu âlemler kamû benim vücûdumla dolu,

Bir olmuş uçmağ ve Tamû cümle bana olmuş sıfât.

Her ne yana kim eğilem ol yane her şey eğilür,

Olmuş Niyâzî hep senin sâyelerin sitt-i cihât.

 

Mısri Divan 17

______________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Gir semâ’a zikr ile gel yana yana Hû deyu,

İr safâ-yı aşkı- Hak-ka yana yana Hû deyu.

 

Halka olup zikrederler, devrân ederler, ilahi okurlar, buna semâ tabir olunur. (Sünbülîler ayakta halka olup zikrederlerdi)

Hep erenler Hû ile kaldırırlar can perdesin,

Açtılar gözlerin anda yane yane Hû deyu.

“Hû” Ahadiyyet-ül-ayn’a işârettir. “Allah” Ahadiyyet-ül-kesret’e işârettir. Çünkü Ulûhiyyet mertebesi bütün ilmî ve dış kesretleri şâmil ve müstağrak olan Ulûhiyyet mertebesidir, yani “Allah” ismi ve Ulûhiyyet mertebesi sâhibi, gerek Allahın ilminde olan kesret-i ilmiyyeyi ve gerek hâriçte olan kesretleri, yani bütün mevcûdat ve mahlûhat-ı dünyeviyye ve uhreviyye esmâ ve sıfatları, velhâsıl her ne kesret var ise cümlesini muhît ve müstağraktır.

Hû yani Hüviyyet gayb-ı mutlak zât-ı baht-ı kesretten sarf-ı nazar “Ahadiyyet-il-ayn” makâmıdır, bundan daha yüksek mertebe yoktur. Yani Ulûhiyyet bütün ilahî mertebeleri muhît ve müstağraktır, velâkin Ulûhiyyet mertebesinde Hüviyyet mertebesi altında münderictir. Ulûhiyyet mertebesi sahibi bütün âlemlerde mütesarrıftır, yani âlemlerde tasarruf eden Ulûhiyyet mertebesi sahibidir. Halbuki Hüviyyet mertebesinde tasarruf yoktur, zevk yoktur.

 

Gördüler Hû kaplamış hep Onsekizbin âlemi,

Feyz alırlar cümle Hû’dan yane yane Hû deyu.

 

Anınçün Kâmiller Ahadiyyet-ül ayni telkin etmezler. Telkin ettikleri Ahadiyyet-il-kesrettir, çünkü Ahadiyyet-ül-ayn’da zevk ve şevk yoktur, zevk Ahadiyyet-il-kesrettedir.

 

Zât-ı Hak-kı buldular, buluştular Hû ile,

Dost göründü her taraftan yane yane Hû deyu.

 

Hazreti Resûle sordular: “Yâ Muhammed senin davet ettiğin İlâh nicedir?” O zaman işte İhlâs sûresi nâzil oldu. “Kul hu-vallâh-ü ahad Allâh-üs-samed lem yelid ve lem yûled velem yekün le-hû küfüven ahad” “Yâ Muhammed, de ki : “Allâh bir tektir. Allâh herbir şey kendisinin, her dileğin mercii ve maksûdu olan büyük varlıktır. O Allâh doğurmadı ve doğurulmadı. Ve Ona bir küfüv (eş) olmadı”. Yani, “Yâ Muhammed, sen Hû de”. Hû yani Hüviyyet mertebesi sâhibi Allâh Ulûhiyyet mertebesi ahaddir, yani birdir. Onsekizbin âlemi kaplayan Allâhtır, yani mertebe-i Ulûhiyyettir. Lâkin Ulûhiyyet, Hüviyyette münderiçtir. Her ne kadar iki görülse de gerek Ulûhiyyet mertebesi ve gerek Hüviyyet mertebesi ayrı ayrı zannolunursa da birdir, çünkü Ulûhiyyet Hüviyyette münderiçtir.

Mısrî efendi bu itibarla Onsekizbin âlemi Hüviyyet mertebesi kaplamıştır buyurdu. Bir kimsenin üç kere Hû dese Hû olur dedikleri bunun içindir. O kimse önce bir kere hâriçte olan kesrette, yani dünyâ ve âhiret ne kadar mevcûdat ve mahlûkat ve malûmat ve isimler, sıfatlar var ise makâmdan (yani sahip olduğu makâmdan) Hû der. Sonra bir kere de İlâhî ilimde olan ilmî kesretlere Hû der. En sonunda bir kere de ikisine de Hû der, Hû olur.

 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar,

“Künt-ü kenz” in haznesinden yana yana Hû deyu.

__________

Vezin: Müstef’ilün müsstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün

Bir şehere erişti yolum dört yanı düz meydan kamû

Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.

Bir hoş güzel yapısı var otuziki kapısı var,

Cümle şehirlerden ulu her yanı bağ bostan kamû.

Âb-u havâsı mu’tedil giren çıkamaz ay-ü yıl,

Dağları lâle ak kızıl bağlar gül-i handan kamû.

“Bir şehere erişti yolum dört yanı düz meydan kamû

Ana giren görmez ölüm içer âb-ı hayvan kamû.”

 

Beyitte geçen şehirden murad “Semsem vâdisi” dir.Cenâb-ı Hak Beyti şerîfin toprağından Âdem (A.S.) mın balçığı yapıldığı vakit fazlasını Kürsî cinân (cennetler) çevresine serpti. İşte Semsem vadisi andan yaratıldı, çünkü Semsem Âdemin balçığından arta kalana derler. O şehrin büyüklüğüne nisbetle cennetler bir hardal tanesi kadardır. Cennet ehli zevk ve tenezzühe istek duydukları vakit oraya çıkarlar ve sonra tekrar cennete dönerler. Aynı burada da gezinti için halkın çiftliklere çıktıkları gibi. Lâkin Ârifler dünyâ ve âhirette istedikleri zaman rü’yada veyahut münselih olarak, yani varlıklarından soyunup o şehre giderler, kapısında karşılanırlar, elbiselerini çıkarırlar ve o şehrin kendine has elbisesini giyip içeriye girerler.

O Velî veya Ârif kişi hangi makâmda ise, altından ağaçlar ve üzerindeki altın meyveler, o Ârifin makâmından konuşup tesbih ederler ve herhangi bir ağaca baksa kendi sûretini görür. İşte orada böylece zevklenirler ve nimetlenirler. Çıkarken şehrin kapısında oranın elbisesini bırakır ve yine kendi elbisesini giyer.

Oraya giren kimsenin tevhîddeki makâmı; Cem, Hazret-il Cem, Cem-ül Cem ve Ahadiyyet makâmından aşağı olmamalı. Cem makâmından aşağı olursa o şehre giremez. İşte bu Semsem vâdisine “Hakîkat şehri” denilir, Kürsî üstündedir, yeryüzünde değildir. Yreyüzünde olan “Cennet-il-Velâyet” dir (Velîlik cenneti). Bunu daha önce anlattık.

İşte bu şehre giren bir daha ölmez. “Mutû kabl-e en temutû”, yani “Ölmezden önce -ihtiyarî olarak - ölünüz” hadisi gereğince tabiatiyle bu sırra mazhar olan bir daha ölür mü? Ölmez, o daima uyuklar gibi bir halde bulunur. İşte tevhîd ehlinin ölümü budur. Halbuki o hep diridir, çünkü muvahhid, yani tevhîd ehli ölmez. İhtiyarî ölümle ölen bir kimse bir daha ölür mü, ölmez.

 

“ Bülbülleri nalân eder cân-u dili hayrân eder,

Bahçeleri seyrân eder her köşede hûbân kamû.

Eşçârda sazlar çalınır dallarda meyve salınur,

Sen sunmadan ol bulunur her emrine fermân kamû”

 

“Eşçârda sazlar çalınr” demek, işte anlattık. Ağaçlar oraya giren Ârifin makâmından tehlil-ü tesbih (Kelime-i tevhîd ve ismi- celâl ile zikir) ederler. O ârif kimseye ikramen ağaçların meyveleri kevn, yani kainât büyüklüğündedir.

Arzu ettiğin vakit o meyva sana gelirken ufala ufala ağzına gelir; tam yenilecek kadar küçülür ve kendiliğinden ağzına girer, o meyvaları hiç el ile tutmazsın.

 

Kim Selsebil’den nûş eder rahik anı bihûş eder,

Tesnîm ebed sarhoş eder olur içen mestân kamû.

 

Semsem vâdisinin üç ırmağı vardır: Selsebil, rahik, tesnîm’dir.

 

Bu dediğim Cennet değil anlara ol minnet değil,

Bunun sefâsı zevkine ehl-i cinân hayrân kamû.

Şehr-i hakîkattır adı, Hak sırrını bunda kurdu,

O sırra vâkıf olanı, Hak eyledi mihman kamû.

Olmaz anlarada hiç fesad buğz-u hased kibr-ü inad,

Cümle bilir yok asla yâd birbirine ihvân kamû.

Özleri canlaradan aziz sözleri ballardan leziz,

Yok anda sen, ben, siz ve biz birlik ile yeksân kamû.

Ol şehre Mürsel gelmedi, anları dâvet kılmadı,

Anlar yolu yanılmadı evsafları Kur’ân kamû.”

 

“O şehre Mürsel gelmedi”, yani o hakîkat şehrine Resûl gelmedi zirâ, orası dâr-ı teklif, bir teklif yeri değildir.

 

Hak mezhebi mezheberi, deryâ-yı zât meşrebleri,

Hâsıl kamû matlebleri, kadr içredir her an kamû.

Yoktur onlardan ihtilaf günden iyândır bî hilâf,

Her işleri Hak-ka muzâf ruh eylemiş Yezdân kamû”

 

O hakîkat şehrine girenlerin mezhebi Hak mezhebidir, anlarda anlaşmazlık yoktur. Çünkü hakîkat ehlinde anlaşmazlık olmaz , biri burada, diğeri başka bir yerde olsa, birbirleriyle mülakat ettikleri gibi anlaşırlar, aralarında anlaşmazlık olmaz.

 

Terk eylemişler kâl-u kil lâl olmuş anlara bu dil,

Her halleri Hak-ka delil hep mazhar-ı Rahmân kamû.

 

Fakat amâl mezhebleri arasında anlaşmazlık çoktur. İmâm-ı Azam bir türlü der, İmâm-ı Şafiî başka türlü der, İmâm-ı Malikî de bir başka türlü der. Velhâsıl birbirlerinin aksine belki kırk mezheb, hatta birbirleriyle anlaşamayan daha ziyâde bile mezheb vardır. Halbuki hakîkat ehlinin mezhebi yalnız bir türlüdür, aralarında hiç anlaşmazlık yoktur. Onlar her işlerini Hak-ka tafviz , yani Hak-ka havale etmişlerdir. Ârifin her hareket ve sekenâtı Hak-ka delildir. Zirâ kendileri Rahmânın mazharıdırlar.

 

Gerçi sana bakıp gözü, sohbet eder söyler sözü,

Lâkin Hak-kı bulmuş özü, söyleştiği Furkân kamû.

Dünyâya anlar gelmedi, geldiyse de eğlenmedi,

Şeytân oları görmedi,anda olar pinhân kamû.

 

“Düyaya anlar gelmedi”, evet Ahadiyet-üs-seyr olanlar, yani vahdet zevkiyle Hak-ka ulaşanlar hiç dünyâya gelmedi demektir. Onları dünyâda görürsün velâkin onlar çocukluğundan Hak-ladır. O gibi kimse şimdi dünyâda olur mu? Olmaz, geldi ise de eğlenmedi.

“Şeytan onları görmedi”, yani bir takımı vakıa geldi ve bir takımı fena olan fiillerde bulundu, sonra tevbe etti, tevhîd yoluna girip daimî zikir sahibi oldu.Zirâ dâimi zikir sahibinden şeytân bir mil mesâfeden uzak durur. Bu mesâfe Dörtbin adımdan fazla olup, daha yakından yaklaşamaz. Bir takımı da muvahhid velâkin dâimî zikirde değil kalbi gâfil. İşte o takım kimseye şeytan Cem makâmına kadar musallat olur. O kimse Cem makâmına ayak basınca çekilir.İşte dünyaya gelip de eğlenmeyen ve şeytânın kendilerini görmedikleri kimseler bunlardır.

 

Ana girerse bir kişi gider gönülden teşvişi,

Başına bu devlet kuşu konan olur Sultan kamû.

Hemen ki ol şehre gelür her korkudan azâd olur,

Yollarda billerde kahr div-u peri şeytân kamü.

Dâr-ül emândır ol şehir lâkin girer yüzbinde bir,

Sanma ana dâhil olur hûr-u melek rıdvân kamü.

Kim ki o şehri özledi erenler izin izledi,

Adâb-ı Hak-kı gözledi irşâd eder Pîran kamû.

Ehlini bul ol illerin sarpın geçersin billerin,

Yırtar yalnız gideni kurd-u peleng arslan kamû.

 

Beyitte geçen kurt ve arslandan murad, nefis ve şeytândır.Mürşid-i Kâmili bulmadan o hakikat şehline gidilmez. Öyle kitap okumak ve yalnız sohbet dinlemekle de olmaz, behemahal Kâmile biyat lâzımdır.

 

Ehline anlar bellidür zirâ bilür bir ellidir,

Her birisi ahsen sıfat her müşküle bürhân kamû.

Gir Enbiyânın silkine bin bu vücûdun fülküne,

Kahreyle nefsin askerin gark eylesün tûfan kamû.

Var “Semm-e vech-ullâh” ı bul tâ görüne sana bu yol,

Senden sana eyle sefer kim idesin seyrân kamû.

Candan riyâzat-ı teap çeksin anı edüp taleb,

Olur riyâzat sonu derdlerine dermân kamû.

 

“Candan riyâzat teap” demek (teap: yorgunluk), burada riyâzat akıldır. Akıl üç kısımdır: Akl-ı maâş, Akl-ı maâd, Akl-ı kâmildir.

Akl-ı maâş sâhibi, aklını dünyaya fazlasıyla sarfedendir. Akl-ı maâd sâhibi, aklını âhirete fazlasıyle sarfedendir ve kendisinde âhiret fikri galip olandır. Akl-ı kâmil sâhibi ise kendisinde Hak fikri galip, yani fazla olan ve sarfeden bir kimsedir.

 

Çek sinene dağ üzre dağ şol hasta gönlün ola sağ,

Şâyed ola dağ üstü bâğ yâdlar ola yârân kamû.

Can ilidir vasfettiğim derd ile ta’rif ettiğim,

Bundan inüp döküldüler bu tenlere her cân kamû.

Gel tende koma cânını a’lâya çık bul kânını,

Lâyık mıdır insâna kim yeri ola zındân kamû.

Tut bu Niyâzî’nin sözün bunda aça gör gözün,

Birgün gidersin ansızın görmez seni giryân kamû.

Var ol hakîkat şehrine ir anda Hak-kın sırrına,

Dolsun senin de gönlüne deryâ olup irfân kamû.

__________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Nevbahar erişti bi-dâr olayım şimden gerû,

Andelip-i bağ-ı gülzâr olayım şimden gerû.

“Dünya vü ukba hevâsından geçüp abdâl veş,

Kâşif-i cilbend-i esrâr olayım şimden gerû”.

 

Birinci beyitte geçen bahardan murad edilen ilahi vücûddur. İkinci beyitte geçen “Abdâlveş” şunlara derler: Üçyüzler vardır, herbiri bir Nebi, yani peygamber meşrebindendir. Bunlar Üçyüzonüç ricaldir. Kırklar vardır, yediler vardır. Üçyüzlerin Kırkı Âdem (A.S.) meşrebinde, yani yaradılışındadır.İşte bu kırk kişiye Abdâl tabir olunur. Üçyüzlerin Yetmişi Nuh (A.S.) meşrebindendir,bunlara da Nakibler tabir olunur.Bunlardan yedisi Resûlüllah (S.A.V.) ın meşrebindedir.Bu Yedilerden Dördüne Evtâd, ikisine İmamân ve birine de “Gavs” tabir olunur.

 

Çaluben Mansûr gibi tabl-ı “Enel-Hak” nevbetin,

Gireyim meydâna berdâr olayım şimden gerû.

 

Mısrî hazretlerinin Mansûr gibi “Enel-Hak” diyerek meydana girip berdâr olayım demesi, ihtiyâri ölğmle ölmeğe işarettir. Çünkü Mansûr “Ene =ben” demekle vücûdunda Hak-kı kayıd ettiğinden Kur’ânın âyetleri, onun katline hükmetti, Hak kayıddan münezzehtir.

 

Dügeli dâr-u diyârın raht-u bahtın terk edüp,

İbn-i Edhem gibi deyyâr olayım şimden gerû.

Dolanayım Hızır-veş âlem gözünden bir zamân,

Mutlak olup sırr-ı settâr olayım şimden gerû.

Dolanayım ten zemininde karar edüp kalam,

Çıkayım göklere devvâr olayım şimden gerû.

Bu izâfât-ı kuyûdât illerin edüp harâb,

Lâmekân ilinde seyyâr olayım şimden gerû.

Mürg-i cânıbu kafaesten uçurup şâd edeyim,

Ol adem şehrine tayyâr olayım şimden gerû.

“Bir beden kaldı bana mensûb olan bunda hemân,

Yoğ edüp anı dahî var olayım şimden gerû.

 

“Bunda bana bir beden kaldı, onu da yok edip var olayım” diyor Niyâzî hazretleri, çünkü sâlik efâlini Hak-da fenâ eder, sıfatlarını fenâ eder, zâtını fenâ eder. Sonra Cem makâmında önce Hak-kın zâtını giyer, Hazret-il Cemde Hak-kın sıfatlarını giyer, Cem-ül Cem makâmında Hak-kın ef’âlini giyer, var olur. Zirâ “Vâriyet” Hak-kındır. Hak-kın vâriyeti ile ancak insan var olur, yani vâriyetin Hak-kın olduğuna vâkıf olur demektir. Bu sebepten de Niyâzî: “Kalmasın varlıkta Mısrînin vücûdu zerrece” diyerek şiirine son vermektedir.

Kalmasın varlıkta Mısrî’nin vücûdu zerrece,

Kurtulayım vasl-ı dildâr olayım şimden gerû.

_________

Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlün fâilâtün

Can yine bülbül oldu hâr açılıp gül oldu,

Göz kulak oldu her yer her ne ki vâr ol oldu.

Oynadı çün nâr-ı aşk kaynadı ebhâr-ı aşk,

Her yaneye çağlayup aktı gözüm sel oldu.

Gönül ol bahre daldı dilim tutuldu kaldı,

Girdim anın zikrine azâlarım dil oldu.

Ferhad bugün ben oldum vartlık dağını deldim,

Şirin’ime varmaya her cânibim yol oldu.

Geç ak ile karadan halkı bırak aradan,

Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu.

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).

___________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,

Her kemâl ehli, kapusunda anın ednâ kulu.

Okları kavs-i kazânın kuvvetince yol alur,

Putesine kalb-i Sultandan geçer okun yolu.

Çün mukaddem “Fakr-i fahri” dedi Sultân-ı Rüsûl,

Yâ aceb mi fahr-i zillî diye bu âhir veli.

Karha terha iki deryâ “Mecmail Bahreyn” olan,

Taht-ı ikdâm-ı erâzil Arş-ı Rahmân menzili.

Ârifin bir himmeti var ana Arş olmaz makâm,

Sidre vü Tûbâ gözetmez kâmilin cân-u dili.

Âkilin mizân-ı aklı mâverâsın almadı

Âşıkın âkiller içre adı mülhid ya deli.

Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kaza,

Katre katre kıldı zâtını anın aşk yeli.

“Kıldan ince ve kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,

Her kemâl ehli, kapusunda anın ednâ kulu.”

 

Hazreti Resûlün yolu kıldan ince kılıçtan keskindir. Her kemâl ehli anın kapısında ednâ bir kuldur. Mısır’da Ehlullâhın ileri gelenlerinden İbrahim Hanifî hazretleri vardı. İbni Fârız’dan sonra yaşamıştır. Bu zâta sordular: İbni Fârız sizin zamanınızda yaşasa idi size tâbi olur muydu? Cevâben: “Evet, benim kapımda olurdu”. Bir defâsında Hazreti Resûl, Ömer (R.A.) in ansızın evine girdi, çünkü akrabalığı vardı,olmasa da Hareti Resûl’e perde yoktu, o cümlenin babasıdır. Hazreti ömer’in bir kitap okuduğunu gördü ve Hazreti Ömer okuduğu kitabın Tevrat olduğunu söyledi. O zaman: “Şayet Mûsâ hayatta olsaydı bana tâbî olurdu yâ Ömer” buyurarak Ömer’i, Hazreti Resûl ikaz ettiler. İbrahim Hanifî’nin sözü de bunun gibidir, çünkü o zamanın Ehlullâhı İbrahim Hanifî idi, bütün kibar Velîler ana tâbi idiler, yoksa İbn-i Fârız’ın kemâli andan ziyâde idi.

“Çün mukaddem fakr-i fahri dedi Sultân-ı Rüsûl,”

Hazreti Resûl “Elfakr-ı fahrî” buyurdu, yani “fakirlik benim iftihârımdır” dedi.Ama bu mal fakirliği değilidir, fakr-ı hakîkidir. Fakr-ı sûri değildir, yani vâriyeti yok olan, ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ka verendir. Bunlar esasen Hak-kındır, işte bunların Hak-kın olduğuna vâkıf olan kimseler fakr-ı hakîki sahibidirler.

Karha terha iki deryâ Mecma-il-Bahreyn olan”

Karha kırıntı demektir, sofrada kalan ekmeğin en ufak parçası, terha da bezin en ince parçasıdır. Mecma-il-Bahreyn zâhir olarak Akdenizle Nil nehrinin karıştıkları Reşid İskelesi’dir. Çünkü Mûsâ hazretleri Hızır (A.S.)ile orada buluştular. Birlikte yanlarında bulundurdukları pişmiş balık orada kayboldu. Balığın biri yanı kızarmıştı. Hakîkatta Mecma-il-Bahreyn, Bahr-ı Vücûb ile Bahr-ı İmkân arasında bir berzâhtır. Hatta Mecma-il-Bahreyn’in resmini pergelle çizerler, ortadaki çap çizgisi berzahtır. İki kavis ortasından geçen çap çizgisinin bir yanına “Kavs-i vücûb”, diğer yanına “Kavs-i İmkân” yazarlar. Kavs-i Vücûb “Fâtihâ-i Şerîfe” nin ortasına kadar olan âyetler, diğer yanı da sonuna kadar olan âyetlerdir.

“Âkilin mîzân-ı aklı mâverâsın almadı”

Aklî ilim bilginlerinin akıl mizânı, akıllarının kavrayamadıklarını alamazlar.Bu ilimler meselâ mantık, edebiyât ve bunlara benzer akliyâta dâir ilimler olup, bunlar İlâhî ilimleri öğrenmek için birer âlet, yani onlara âşinâ olmağa birer basamaktır.

Asıl ilim üç kısımdır : Şerîat ilmi, Tarîkat ilmi, Hakîkat ilmidir. Şu halde aklî ilimleri öğrenmek demek, bir nevi acemilikten ustalığa geçmek demektir. İlâhî ilimler aklî ilimler sâhibi âşıklar arasında bulunsalar, âşıkların sözlerini kavrayamadıklarından onlara ya mülhid, yani bozuk veya deli divâne derler.

“Zerre zerre kıldı Mısrî’nin vücûdunu kazâ”

Zerre zerre demek, önce o kimse Hak-ta ef’âlini fenâ eder, sonra sıfatını fenâ eder, en sonunda da zâtını fenâ, yani yok eder demektir.

 

Mısri Divan 18

_____________

Vezin:Mef’ûlü mefâîlün mef’ûlü mefâîlün

Dost illerinden menzili ki âli göründü,

Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü.

Tûtilere sükker bağının zevki erişti,

Bülbüllere cânân gülünün dâli göründü.

Mecnûn gibi sahralara ağlayı gezerken,

Leylâ dağının lâlesinin âli göründü.

Ten Yakûbunun gözleri açılsa aceb mi,

Can Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü.

 

Hazreti Yakûb (A.S.) oğlu Yûsuf için ağlardı. Yollar başında oturup gelen ve gidene “Yûsuf’u gördün mü, Yûsuf’tan haber var mı?” diye sorardı. Sonra diğer evlatları babalarına: “Ey baba, Allâh’a kasem ederiz ki, sen bu halin ile ya ölüp gideceksin, veyahut da sana cismen bir zarar gelecektir." Sonra Hazreti Yakûb âyeti kerimede bildirildiği üzere: “Benim şikayetim Hak-kadır, her ne kadar siz gelip gidenlere şikâyet ederim sanıyorsanız, sizin bilmediğinizi ben bilirim, ben Nebîyim.”

İşte Hazreti Yûsuf’a ağlamaktan Hazreti Yakûb (A.S.) mın gözlerine bir ince perde geldi, velakin yine görürdü. Kör oldu dedkleri yalandır. Çünkü Nebîler dâvete engel olacak ve halkın kendisinden nefret edilecek illet ve hastalıklardan masun ve mahfuzdurlar. Öyle nefret verici, bulaşıcı hastalık ve körlük gibi ârızalar Enbiyâ’da olmaz.

Kâl ehlinin ahvâlini terk eyle Niyâzî,

Şimden gerû hâl ehlinin ahvâli göründü.

Kâl ehli şunlardır: Sözleri âyet veyahut hadise yakın olmayan sözleri söyleyenlerdir. Çünkü âyet ve hadîse yakın olan söz, o sözü söyleyenin değilidir, bu sözler ya Hak-kın veyahut Hazareti Resûlündür. O sözlere imân etmeyen kâfir olur.

Meselâ zâhir ulemâsı âyet ve hadîsle teyid edilmiş bir söz söylerse, o söz zaten onun değildir, âyet ve hadîs şerîfi söylüyor demektir. Şâyet kendi düşüncesinin mahsülü olarak söylediği ise, o söz kabul olmaz. Hatta İmâm-ı Âzam Ebu Hanife buyurmuştur: “Vesayâsındaki bir sözüm ki, yanında âyet ve hadîsle görüle, o benimdir kabul edin. Velâkin âyet ve hadîs yanında olmayarak görülen söz benim değildir, kabul etmeyin.”

İşte kâl ehlinin sözü âyet ve hadisle teyid edilmiş olmalı, kendi istidat ve düşüncesinin mahsulü olmamalıdır. Çünkü kâl ehlinin sözü, hâl ehlinin sözü gibi zevkî değildir, yani manevî bir zevkle söylenmemişti

____________

Vezin: Mef’ûlü mefâilün feûlün

Çün sana gönlüm mübtelâ düştü,

Derd-ü gam bana âşinâ düştü.

Zühd-ü takvâya yâr idim evvel,

Aşkla benden hep cüdâ düştü.

Vâiz eder gel aşkı terk eyle,

Nideyim sabrım bî-vefâ düştü.

Nice terk etsin aşkı şol âşık,

Ana karşu sen meh-likâ düştü.

Vechini görsem dağılır aklım,

Zülfün ona çün muktedâ düştü.

 

“Ol zühd-ü takvâ benimle yâr idi, aşkla bunlar hep uzak oldu.”, öyle ya dâimî zikirde iken , yani Mabûdu ile dâima huzurda iken zühd ve takvâ ne lazım. Zühd ve takvâ mahcup işidir, âvâm halidir. Hak-kı bulan kendi yok olur, çünkü vücûd zaten Hak-kın vücûdudur. İşte insan bu hususa vâkıf olunca Hak-ka vâsıl olur.

 

Kim seni buldu kendi yok oldu,

Vaslına ey dost can bahâ düştü.

Aşka, uşşâkın dâvet etmişsin,

Can kulağına ol sadâ düştü.

 

Cenâb-ı Hak âşıkları “Vemâ halaktel cinn-e vel-ins-e illâ liyâ’budûn”, “Biz cin ve insanları bize ibadet etsinler diye yarattık”, âyeti kerimesiyle aşka dâvet etti. Bu âyeti kerimenin tefsîrinde İbn-i Abbas (R.A.) der ki: “İbâdet nedir yâ Resûlullah” diye sahâbeler sordular. Hazreti Resûl: “Eyyi li-yuvahhidûn-e eyyi liya’rifûnehû” diye tefsîr buyurdular, yani “Ben ins ve cinni ancak beni tevhîd etmek ve beni bilmeleri için yarattım” demek istemişlerdir.

Bu Niyâzî’nin hiç vücûdunda,

Zerre komadı hep bekâ düştü.

 

Mısri Divan 19

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilün

Yâ İlâhî sana senden el’ıyâz,

Sensin âhir cümlemize müsteâz.

Derd senin dermân senindir şüphe yok,

Derdli kullara yine sensin melâz.

Cem-i farkı eylegil meşhûdumuz,

Cem-ul cem inden bize ver iltizâz.

Zevk-i küllî pâdişâhım oldürür,

Bize tevhîdin ola dâim me’âz.

Bu Niyâzî bendeni etme garîb,

Eyle gel tevhîd-i sırfda onu şâz.

 

Zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd Efendi)

_________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün fâilün

Bugün bir meclise vardım oturmuş pend eder vâiz,

Okur açmış kitâbını bu halkı ağladır vâiz.

İki bölmüş cihân halkın birini cennete salmış,

Eliyle kürsüden birin Tamû’ya sarkıdır vâiz.

Çıkar ağzından ateşler yakar şeytân-ı mel’ûnu,

Sanasın yedi Tamûnun azâbı kendidir vâiz.

Tamûya şöyle doldurmuş içinde yok duracak yer,

Ana yerleştirir halkı acep hizmettedir vâiz.

Yaraşur va’z ana hakkâ ki yanar yakılur her dem,

Niyâzî’nin hemen ancak cihanda adıdır vâiz.

 

Zâhir üzre takrir olundu (Hacı Maksûd Efendi)

__________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Sen seni bilmektir ancak Pîr’e ülfetten garaz,

Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfândan garaz.

 

Pîr (Mürşid) den garaz, yani maksat sen seni bilmektir. Çünkü şeytan seni kendi yoluna rağbet göstermeni ister. Anın için Mürşid lâzımdır. Mürşidsiz olmaz.

“Noktayı fehm eylemektir ilm-ü irfândan garaz”

Yukarıdaki ikinci beyitte geçen ilim ve irfandan maksad da noktayı anlamaktır.

Bir keresinde Eshâb-ı Kirâm Hazreti Ali (K.V.) ye sordular:

“Yâ Emiril Mü’minîn, ilim nedir?”. Cevâbında buyurdular: “İlâhî kitaplarda olan Kur’ân’da, Kur’ân’da olan Fâtihâ-i şerîfede, Fâtihâ-i şerîfede olan Besmele’de, Besmele’de olan “ba” da (be harfinde), “ba” da olan altındaki noktada vardır. “Ve ene li-noktatülletî taht-el bâ” yani “Ba’nın altında olan nokta benim.” Ve ilave ettiler “El-ilm-ü noktatün kesrehel câhilün”, yani “İlim bir noktadır, câhiller anı çoğalttı”.

 

Halkı bunca Enbiyâ kim geldi dâvet eyledi,

Vahdedin sırrı bilinmektir o dâvetten garaz.

 

Öyle ya ilim bir noktadır. Bu tafsilât hep o noktayı anlatmak içindir. Bu kadar Peygamber, bu kadar kitap ve bu kadar Verese, yani Hazreti Resûlün vârisleri, hep anı, noktayı bildirmek içindir.

 

Sâni-i gör, günde yüzbin türlü sanat gösterir,

Kendüyü göstermek içündür o san’attan garaz.

 

Ey Tevhîd-i Ef’âl sâliki, Sâni-i gör, yani Hak-kı gör günde yüz bin çeşit sanat gösterir. O sanattan garaz, yani maksad amaç kendisini göstermek ve bildirmek içindir. Hâdis-i şerîfte: “Künt-ü kenzen mahfiyyen feahbebt-ü u’ref-e fe-halakt-ül halk-a li-u’ref”, yani “Görünen sûret ve bilinen şeylerle zâhir idim, diledim ki bilineyim. Bu bilinen şeyleri ve mevcûdatı yarattım.” Buyurulmuştur.

 

Hep celâlin perdesidir küfr-ü isyândan murad,

Bahr-ı vücûdun katresidir fazl-u rahmetten garaz.

Nefsini bilen irermiş bir tükenmez devlete,

“Fakr-ı fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.

“Fakr-ı fahrî” dir Niyâzî bil o devletten garaz.”

 

Hak-kın celâli bâtın, cemâli zâhirdir. Nâs, yani insanlar fakirdir. Çünkü Cenâb-ı Hak: “Yâeyyühennâsü entüm-ül fukarâ-u ilallâh val-lâhü hüv-el ganiy-yül hamîd” yani “Ey insanlar, sizler fakirsiniz, Allâhınız zengindir ve ona hamd ediniz” buyurmuştur. (Fâtır Sûresi, Âyet 15)

Zira fiiller Hak-kın, sıfatlar Hak-kın vücûd Hak-kın olunca, tabii insanlar fakirdir. (Devlet ve zenginlik ancak Hak-kındır). İşte Mısrî efendinin son beyitte “Fakr-ı fahrîdir o devletten garaz” buyurduğu budur.

___________

Vezin: Mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün

Eyâ Deccâl Hak-kın takdîri bil hergiz bozulmaz,

Ezel levhindeki yazı silinmez hem yuyulmaz.

 

“El mukadder lâ yugayyer”, yani “Takdîr bozulmaz”. Takdîr şudur: Her fiilin icâdına taalluk eden, yani her işin meydana getirilip yapılmasına sebep Allâhın kudretidir. İkinci beyitte geçen “Ezel levhi” ise “Kazâ” demektir. Kazâ, allâhın en önce malumatla tecellîsine “Kazâ” denilir. Sonra bu âlemde herkes için kazâda olan fiilerin icâdına sebeb olan Allâhın kudretine “Kader” denilir. İşte bu kazâ ve kader ne bozulur, ne silinir.

 

Ne denlü sâ’y edersen et sonunda hep hebâdır,

Çamurdur havzının içibulandıkça durulmaz.

 

Ne kadar çalışırsan çalış, çalışman boşunadır. Çünkü kazâ ve kader hakkında senin havuzun (içindeki suların) bulanıktır,bu sebepten kazâ ve kaderi bilemezsin. Esasen kimse de bilmez ve bilmeğe çalışanları Cenâb-ı Hak menetmiştir.

 

Gönül durulmadıkça âlem-i gaybin şemûsu,

İçini eylemez aydın karagûsu sürülmez.

 

Şumus demek güneşlerdir ve bundan murad edilen de Allâhın tecellîleridir.

 

Ne denlü gayriyi ağlatsa bir kimse anı da ,

Mukallib ağlatır sonunda aslâ yüzü gülmez.

Durur kendisi yok gibi işin işler hafâda,

Alan veren odur, kendisi mahfîdir görülmez.

 

Hak görülmez, ama baş gözüyle görülmez, yani bâtın gözü kör olan Hak-kı görmez. Ancak Hak zâhirdir, yani görülmektedir. Ruhu saf ve basîret gözü (gönül gözü) açık olan Ârifler Hak-tan başka bir şey görmezler, çünkü vücûd, Hak-kın vücûdu değil midir? Bu makâmda “İbn-i Fâriz” hazretleri Kaside-i Tâiyesinde: “beda bil-ihticâb ve ihtifâ-i bi-mezâhir”, yani “Hicabla zâhir oldu (örtüleriyle göründü), mazharlarla (görünenlerle) gizlendi” buyurmuştur.

 

Neam zâhir dürür gözlülere, âmâya mahfî,

Anı zâhir gören işini bozmağa yorulmaz.

 

Anın için mahcub olan (Tevhîd ehli olmayan) görmez, onu ancak hicâbı (gaflet örtülerini) kaldıran görür. Hak-kı zâhir gören Ârifler, anın işini bozmağa çabalayıp yorulmazlar.

 

“Zarâfetle bu Mısrî’den haber alsam dime hiç,

Hak-kın sırrı emîn olmayana bil kim denilmez.”

 

Zerâfetle, nezâketle sakın Mısrî’den haber alacağını sanma, alınmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’inde: “inna-llâhe ye’mürüküm en tüedd-ül emanât-ı ilâ ehlihâ”, “Allâh sizlere emânetleri ehil olanlara verilmesini emreder” buyurmuştur. Ayrıca Hazreti Resûl Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuştur: “Emaneti ehil olanından başkasına verirsen, emânete zulmetmiş olursun ve ehline vermezsen bu defa da ehline zulmetmiş olursun.” Çünkü emâneti ehli olmayana vermek emânete zulümdür, zirâ o zaman verilen emânetin değeri bilinmez.

Yukarıdaki âyeti gelmesinin sebebi şu idi: Peygamber efendimiz “Beyt-i şerîf” in anahtarlarını (tekrar Kâbenin alınmasından sonra) “İbn-i Şîbe” den alıp “İbn-i Abbâs” a verdi, sonra bu âyet nazil olunca, anahtarları İbn-i Abbâs’tan alıp tekrar İbn-i Şîbe’ye verdi. Görüldüğü üzere âyetin nâzil oluş sebebi özeldir, velâkin anlam yönünden umûmîdir. Emânet yalnız Beyt-i Şerîf’in anahtarları değildir. Diğer emânetler de ne olursa olsun umûmîdir. Bilhassa “Tevhîd” kadar değerli emânet olabilir mi, olamaz. Çünkü Tevhîd,

Hak-kın sırrıdır, emin olmayana (ehil olmayana) söylenmez, bildirilmez.

___________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Tâ ezelden biz bu aşk içinde rüsvâ omuşuz,

İsmimizdir söylenen mâ’nada Ankâ olmuşuz.

 

Tevhîde dair söylediğimiz sözleri mahcuplar anlamadıklarından bize kusur ve isnadlarda bulunarak iftira ve küfür ederler demektir.

İkinci beyitte “İsmimizdir söylenen mânâda Ankâ olmuşuz” da bildirilen isim üç kısımdır: Biri müsemmâya delâlet eden, Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin vesâire gibi isimlerdir. İkincisi de isim ama, müsemmâya delâlet etmez, yani delil olmaz, meselâ Allâh’ın isimleri gibi. Bu isim de ikiye ayrılır: Esmâ-i Hak-kiyye, yani Tanrısal isimler, diğeri de Esmâ-i Halkiyyedir. Bir de isim var söylenir velâkin müsemmâsı, yani hakîkati bilinmez, görülmez ve söylenmez. Meselâ yukarıdaki beyitte geçen “Ankâ” gibi. Bazıları buna “Ankâ-i mağrıb” derler, fakat bunun hakîkati nedir, kimse bilmez. İşte Mısrî efendi “İşte biz Ankâ olmuşuz”, yani gerçi ismimiz var velâkin hakîkatimiz nedir, kimse bunu bilmez diyor.

 

Gerçi sûret âleminde sandılar kesretteyiz,

Kesret içre bilmediler ferd-i tenhâ olmuşuz.

 

Gerek dünya ve gerek âhiret sûret âlemidir. İşte bizi o sûret âlemlerinde kesretteyiz zannettiler, velâkin biz kesret içinde vahdetteyiz.

 

Şol izâfât-u taayyün sofların giysen ne var,

Çünkü andan soyunup ma’nen muarrâ olmuşuz.

 

Beyitte geçen soflardan murad edilen burada sûretlerdir.

 

Mantık-at-tayr’ın lûgâtı muğlakından söyleriz,

Herkes anlamaz bizi, bizler muammâ olmuşuz.

 

“Mantık-at-tayr” adındaki kitap Şeyh “Attâr” ın “Hakâyık”, yani hakîkatler hakkında yazdığı bir kitaptır, bu söz aynı zamanda “Kuş lisânı” demektir. İşte kelâmda cinâs (benzetme) var. Eğer söylenmek istenen Şeyh Atâr’ın kitabı ise, bunu yazan Şeyh Attâr’a sor, yok kuş lisânı ise, sen onu uçan kuşlara sor, onu kuşlardan başkası bilmez demek isteniyor.

Lafz-u sûret cism ile anlamak isterler bizi,

Biz ne elfâzız ne sûret, cümle mâ’nâ olmuşuz.

Çünkü Cenâb-ı Hak lisân olarak konuşmaların lûgat manâlarını üç şeye vermiştir: İnsan, cin ve melekler. Geriye kalanların lisânları yoktur, sadâları vardır. Onlar çıkardıkları sadâlarından (meselâ kuşlar gibi) ilham yoluyla birbirlerinin merâmını anlarlar.

Katreler ırmağa ırmak erdi bahre cem olup,

Karışup birbirine hâlâ o deryâ olmuşuz.

 

Katreler (sûretler) ırmağa, aynı nevilere ve bu neviler bahra ayni cinslere erişip birbirlerine karışarak deryâ oldu ki, bu deryâ “Ahadiyyet deryâsı” olan Allâhın zâtıdır. İşte biz o deryâ olmuşuz.

 

Zerreler şemse, güneş erişti vahdet kânına,

Kalmadı aslâ taaddüd ferd-i yektâ olmuşuz.

 

Niyâzî efendi diyor ki, zerreler güneşe, güneş vahdete erdi, bu temsil olmaz, o “Lâ misâl-e lehû” yani “onun misli yoktur”. Çünkü Hak için temsil olmaz, bu sebepten onun misli yoktur. Güneş başka, zerre başka taaddüd var, yani çoğalma var. İşte taaddüdsüz tek bir ferd olmuşuz.

 

Her kesâfet kim izâfet gösterir âyînede,

Ol kedüret tozunu silüp mücellâ olmuşuz.

 

Yani aynada kir, pas, toz olursa kimseyi gösterir mi, göstermez. Ancak kir, pas olmazsa o mir’âta (aynaya) baktığın gibi içinde sûret görülür. İşte biz öyle bir mücellâ, yani tertemiz parlak bir aynayız.

 

Zâhidin zikrettiği şol harf-i savtın resmidir,

Zâkir-u mezkür zikre biz müsemmâ olmuşuz.

 

Zâhid kimsenin zikrettiği lafzîdir, yani harf ve sûrettir, ama zâkir ve mezkür ve zikre müsemmâ olan biziz.

 

Sofunun şol hûy-u hâyi narâsından almazız,

Vasl-ı deryâyiz biz, ol sesden müberrâ olmuşuz.

 

Bir adam üç kere Hû dese Hû olur. Fakat onun Hû demesi lafzî değildir, çünkü Hû her bir mertebeden, yani Ulûhiyyet mertebesinden de, Ahadiyyet mertebesinden de daha yüksektir, zirâ “Hüviyyet-i Gayb-ı Mutlak” a delâlet eder. İşte bir adam önce bu mahsûsata bir kere Hû der, sonra malûmâta dahi Hû der, daha sonra her ikisine de birden Hû derse, o adam Hû olur. Çünkü mahsûsat ve malûmât (duygular ve bilgiler) yok olunca geriye “Hüviyyet” kalır.

Allâh Kur’ân-ı Hakîm’inde buyuruyor: “Ve iz kâl-e Rabbüke lil-melâiketi innî câil-ün fil-ardı halîfe...”, “Biz Âdemi –Meleklere- yeryüzünde Halîfe kıldık ve melekler dediler yeryüzünde fesat çıkaracak...” Burada âyetin tefsirinde tefsirciler anlaşamamışlardır. Kimi, daha Âdem yaratılmadan yeryüzünde fesat edileceğini melekler neden bildi? Dediler. Kimi de; ateşten yaratılan Canın ilk oğlu İblis kâfir olduğundan anladı –melekler- dediler. Yine bazı tefsirciler de, Hayır Âdem (A.S.)ın kalıbını Cebrâil, İsrâfil, Mikâil; Mekke ile Taif arasında kokmuş çamurdan yaptılar, melekler ise fena kokudan hoşlanmadıklarından Cenâb-ı Hak: “Ben yeryüzünde Âdemi halîfe kılacağım” dediği vakit, Melekler de: “Sen yeryüzünde fesat edecek ve kan dökenleri mi Halîfe kılacaksın. Biz seni takdis ve tesbih ederiz” dediler. Sonra Cenâb-ı Hak onlara: “İsimlerimi söyleyin” dedi, Melâike söyleyemedi. Cenâb-ı Hak Âdem’e: “Ve allem-e Âdem-el-esmâ-e küllehâ sümme aradahüm alel melâike” âyeti kerimesiyle İlâhî isimlerini öğretti, meleklere haber ver dedi. Melekler: “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîymül hakîym”, yani: “Seni tesbih ederiz, ilmimiz yoktur, ancak bize öğrettiklerini biliriz, sen her şeyi hakkıyla bilirsin” dediler. Âdem (A.S.)mın meleklere haber verdiği isimler, bütün isimler değildi, çünkü onlar insandan noksandırlar, bütün isimleri hâmil olamazlar. Yalnız kendilerinin mazhar oldukları Allâhın kuvvet isimlerini anlara haber verdi, çünkü melekler yalnız Allâh’ın kuvvet isimlerinin mazharıdırlar. Arş ve Kürsî yer ve göğü tutan Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil bu dört melektir, kuvvet isimlerinin mazharıdırlar, Âdem (A.S.) ise bütün isimleri kaplamıştır.

 

Allemel esmâya mazhar istersen gel berû,

Âdem’im ve hem ana ta’lim olan esmâ olmuşuz.

 

İlk önce Nûr-i Muhammedî ve Esmâ, Âdem sûretiyle zâhir oldu. Muhammed (S.A.V.) Zâtın mazharıdır. Âdem (A.S.) ise isimlerin mazharıdır ve “Nûr-i Muhammedî” nin bu âleme ilk zuhûru Âdem sûretiyledir.

 

Ten gözüyle Mısrî’yi sûrette görsem deme kim,

Zirâ biz ol Kâf-ı sûret içre Ankâ olmuşuz.

 

Beyitte geçen “Kâf” dan murad edilen sûretlerdir. “Ankâ” dan da murad, bu sûretlerin hakîkati olan “Zât-ı Aliyye”, yani Allâhın zâtıdır.

___________

Vezin: Mef’ûlü mefâîlün feûlün

Bulan özünü, gören yüzünü,

Bir yüzü dahi görmek dilemez.

Vuslatta olan, hayrette kalan,

Aklın diremez, kendin bulamaz.

Her şâm-u seher ödlere yanar,

Hem benzi solar ağlar gülemez.

Âşıl ola gör, sâdık ola gör,

Cehd eylemeyen menzil alamaz.

Meftûn olalı, mecnûn olalı,

Bu Mısrî dahi akla gelemez.

 

Birinci beyitte geçen “Bulan özünü, gören yüzünü” de Hak-kın yüzünü gören başka yüz görmek dilemez. Tabii başka yüz yok ki görmek dilesin.

 

Bu bahrın şerhi bundan ibarettir. (Hacı Maksûd Efendi)

________

Vezin: Mef’ûlü fâilâtün mef’ûlü fâilâtün

Şeriatin sözleri hakîkatsiz bilinmez,

Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz.

Savm-u salâtu zekât, günâh kibrin mahveder,

Darab-ı zikir olmasa gönül pası silinmez.

 

“Şerîatin sözleri hakîkatsiz bilinmez”, bu sebebten Cem makâmı Hazret-il Cem de şerîat makâmıdır. Hazreti Resûl: “Lâ salât-e limen yekre-ü Fâtihâ-til-kitâb”, “Fâtihâ sûresi okunmayınca namâz olmaz” buyurdu, bu hadis doğrudur. Halbuki imamla birlikte namaz kılındığı zaman cemaatin namazının olmaması lâzımgelir. İmâm-ı Âzâm hazretleri hakîkata âşinâ olduğundan: “İmam ve cemaatin vücûdları Cem makâmı üzere tek bir vücûddur” demişlerdir. Evet Hak-kın vücûdundan başka vücûd var mı, yoktur. İşte imamın okuması, cemaatın okumasıdır. Bu sebepten imam okur, cemaat sükût eder. Şimdi İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife bu hakikatı bilmeseydi şerîati anlar mıydı, anlamazdı.

İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı Âzam’ın sözleri doğrudur, velâkin Hazret-il cem makâmı üzere cemaatın dahi okuması lâzım gelir, çünkü bu makâmda Hak bâtın, halk zâhir olduğundan dolayı Şafiî imamları Fâtihâ’yı okuduktan sonra bir süre sükût ederler, bu sırada cemaat da okur, sonra zammı sûre okunur ve rükûa varılır.

“Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bulunmaz”

İlim üç kısımdır: “İlmel-yakîn”, “Aynel-yakîn”, “Hak-kal-yakîn” dir.

“İlmel-yakîn”: Avâmın ve zâhir ehlinin ilmidir. İşte halkın vücûdu Hak-kın vücûduna delildir. Çünkü sâni’ sanatından bilinir. Deve tezeğinden, adam izinden bulunur, yani bir adam izi görürsün, o izden gider, gider, sonunda aradığın adamı bulursun. Halbuki Cenâb-ı Hak gâip değil ki, delil ile bilesin ve bulasın. İşte bu avâma, yani halka göre güzeldir.

“Aynel-yakîn”: Bu halk Hak-kın mazharıdır, müstakil vücûdları yoktur. Bu görüş, söyleyiş Hak-kındır der, veâkin vücûdu bir türlü Hak-ka veremez, vücûdunu kıymetli tutar, bu vücûd Hak-kın sıfatlarına mazhardır der. İşte bu da tarîkat ehlinin ilimidir. Şimdi aynel-yakîne nisbetle ilmel-yakîn güzel mi? Hayır değildir. Gelelim Hak-kal-yakîne:

“Hak-kal-yakîn”: Bu hakîkat ehlinin ilmidir. Vücûd Hak-kın vücûdudur, Hak-kın vücûdundan başka vücûd yoktur. “Lâ mevcûd-e illâ Hû” buna delildir. Şimdi buna nisbetle ilmel-yakîn ve aynel-yakîn güzel mi? Hayır değildir.

Bir sâlik aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varır mı, yani tarîkat ehlinin ilmini görmeden (bilmeden, öğrenmeden, zevk etmeden) Hak ehli ilmini bilir mi, bilmez. İşte bu sûretle “Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bilinmez” dediği Mısrî efendinin Aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varılamaz demektir.

 

Savm-u salâtu zekât, günâh kibrin mahveder,

Darab-ı zikir olmasa gönül pası silinmez.

 

Darab-ı zikir, yani dâimî zikir (Allâhı anma) gönül pasını siler, pâk eder, çünkü sâlik velevki şuhûd ile olmasın, Allâhı anarken her nereye teveccüh ederseve her ne görürse Allâh der, taş görür Allâh der, ağaç görür Allâh der, insan görür Allâh der, hayvan görür Allâh der. Velhâsıl gözü her neye baksa ve kalbine her ne gelirse Allâh der, böylece o kimsenin gönül pası silinir. Bu durumda her ne kadar şuhûd ehli zâkir değilse de. Bak Mevlut sahibi Süleyman Çelebî: “Allâh adıyla olur her iş tamam” diyor.

 

Sil gözünü dön andan bak göresin kendü özün,

Hakîkatin güneşi doğmuşdürür dolanmaz.

 

Evet, Zât-ı Hak doğmuş dolanmaz, velâkin gözünü silmediğin için göremezsin. Bir kere gözünü sil de andan sonra bak, işte o zaman görürsün.

 

“Kavseyn”e erişince varır gelür gemiler,

“Ev-ednâ”nın bahrına hergiz gemi salınmaz.

 

Deryâya dalmağa can terkin urmak gerek,

Cânına kıymayınca o deryâya dalınmaz.

 

Beyitte geçen “Kavseyn” den murad tevhîdde “Cem-ül cem” makâmıdır. Oraya kadar isneyniyet, yani ikilik var. “Ev-ednâ” ise “Ahadiyyet” makâmıdır. Oraya can terkin urmadan ve cana kıymadan oraya gemi salınmaz ve o deryâya (Vahdet deryâsına) dalınmaz.

 

Bu sûretin libâsın vir gayriye Niyâzî,

Ol bahre dalar isen şâyet geru gelinmez.

 

Sen de ey Niyâzî, şâyet o deryâya dalarsan bu sûret libâsını (giysilerini) terk et.

_____________

Vezin: Fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün

Sırf içürdü bize vahdet câmını cânânımız,

Anınçün bir nefes ayrılmadı mestânımız.

Küfr-ü imân gussasından kurtulup Yâr’in bugün,

Şol ruh-u zülfünde bulduk küfr ile imânımız.

 

İşte Mısrî efendi: “Bize sırf vahdet câmını içirdi cânânımız” diyor, yani, “vahdet sırf câmını içtik” demekten murad “Ahadiyyet” makâmıdır. Diğer makâmlar sırf vahdet değildir. Cem makâmında, halk bâtın, hak zâhir olduğundan hem Hak var hem halk var. Hazret-il cem makâmında Hak bâtın, halk zâhir ki, şerîat makâmıdır, burada da hem Hak var hem hallk var. Cem-ül cem makâmı vahdettir, iki kısma bölünür: Biri zâhir, diğeri bâtın. Cenâb-ı Hak Hadid sûresinin 3. Âyetinde: “Hüvel evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel-bâtın”, “Evvel o’dur, âhir O’dur, zâhir O’dur, bâtın O’dur” buyurmuştur, yani zâhir de O’dur, bâtın da O’dur olunca, görüldüğü üzere zâhir, bâtın sözleri vardır. “Ahadiyyet” ise, orada birşey yok, yani vahdet sırf orada var, ikilikten eser yoktur

 

Lutf ile dün gice geldi bize teşrif etti Yâr,

Adın işitirken il oldu şükür mihmânımız.

 

“Dün gece Yâr bize lütfedip teşrif etti” sözleriyle o zaman Mısrî efendiye öyle bir tecellî vakî oldu ki aynı Hazreti Mûsâ (A.S.) ya Tûva vâdisinde Allâh’ın ateş sûretiyle tecellî ettiği gibi, bize de Yâr teşrif etti demek istiyor.

 

Nice geldi cânı teslim eyledik kurbanlığa,

Hamd-ü lillâh kabul oldu bugün kurbânımız.

Halk-ı âlem her dem okur “Küll-ü şey’in halik-ün”,

Kendi okur dâimâ “İllâ vech” e Subhânımız.

 

“Halk-ı âlem her anda okur” yani âlemlerde olan yaratılmış olanlar dâimâ şunu okur: “Her şey helâk olucudur, her şey helâk olucudur”, her an da fânîdir, her bir tecellî de fânîdir (herşey yok olucu, mahvolucudur)

Hak sûbhânehû ve taalâ hazretleri de: “İllâ veche, illâ veche” yani herşey helâk olucudur, illâ veche, “Yalnız Hak bâkîdir” (yalnız Allâh kalıcıdır) buyuruyor.

 

Bir aceb hatlardürür geh yazılur, geh silinur,

Vech-i bâkî levhi üzre dâimâ â’yânımız.

 

Hatlardan murad bu mahlûkattır. Her anda bu mahlûkat vücûda gelir, yok olur, vücûda gelir yok olur, velâkin vech-i bâkîde kalan sûretlerimiz dâimîdir.

 

Aşinâlık arttığınca ey Niyâzî dost ile,

Arttı bezm-i vahdet içre günbegün seyrânımız.

 

“ Kişinin Hak ile ma’rifeti terakkî buldukça “,yani bir kimsenin Allâhı bilme hususundaki bilgileri çoğaldıkça, ona olan âşinâlığı da o nisbette artar. Kezâ onun vahdet bezminde seyrânı terâkkî bulur, yani o kimsenin vahdet alanında ilerleyişi artar ve bu ilerleyiş artık ondan dünyâ ve âhiret kesilmez.

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder