“Sevdâ-yı zülfün kimin
takılsa gerdânına,
Mansûr gibi âkibet
yolunda berdâr olur.”
Berdârın manası
asılarak idâm demektir. Mansûr (K.S.) nin öldürülmesi hakkında doğru olanı onun
kılıçla katledilmiş olmasıdır. Çünkü Mansûr aşkın fazlalığından “Enel-Hak”
dedi. Sonra önce onu hapsettiler ve tevbe etmesini teklif ettiler ve Hazreti
Resûlüllâhın bunu yasak ettiğini kendisine anlattılar, ikna olmadı. Dayısı
“Cüneyd-i Bağdadî” ve Şeyhi “Hazreti Şiblî” şer’an ve hakikaten hatli lâzım
geldiğine fetvâ verdiler. Abbasîler devrinde zamanın Melîkinin emriyle ve
Ebul-Hârisin kılıcıyla katledildi. Çünkü asılmak cezası yol kesicilerin
cezasıdır. Yol kesici insanların parasını da alır eli kesilir, hem de asılır,
yalnız parasını alırsa eli kesilir, asılmaz parasını da almaz, yalnız
korkutursa memleketten dışarı çıkarılır. Hallâc-ı Mansûr ise diliyle yol kesmiş
sayıldı ve bu cezaya müğstehak oldu.
Ben de ârı terkedip
girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına
düştüyse bi-âr olur.
Âr dan murad
kibirlenmedir. Kişi kibri terketmeden derviş olamaz.
Bu yolda cânın veren
cânân alur yerine,
Aşk dükkânında anın
canyile bazâr olur.
Bu yolda can vermek
şöyledir: İnsan önce ef’âlini ifnâ eder, sıfâtını ifnâ eder, vücûdunu ifnâ
eder. İşte canını vermiş olur, çünkü onda bir şey kalmaz. Sonra ef’âline
karşılık İlâhî ef’âl gelir, sıfatlarına karşılık İlâhî sıfât gelir, vücûduna
karşılık İlâhî vücûd gelir demek olur.
Beyitte geçen cânân
ki, yani mahbub ki (sevilen), bundan murad Hak-tır, anı alır.
Ey dilber-i rûhânî al
koma işbu cânı,
Sevdâna düşeliden
dünyâ bana dâr olur.
Terk et Niyâzî seni
bul anda o Sultanı,
Herkim canından geçer
ol vâsıl-ı Yâr olur.
___________
Vezin : Mef’ûlü
mef’âîlü mefâîlü feûlün
Şunlar ki görüp yüzünü
bu dâra gelirler,
Ol ahde vefâ eyleyüp
ikrâra gelirler.
Hazreti “Muhammed
Mustafa” (S.A.V.) min sûret-i nûrâniyesinin (nurlu sûretinin) yüzünü gören
“Elest” bezminin (elest meclisinin) ahdine vefâ ederek ikrâr etti ve her an da
o kimse Allâhın “Elest-ü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim) hitâbını
işitip buna karşılık o “Belî” (evet) der.
Anlar ki ezel gözleri
saçında kaluptur,
Bunda seni hiç
bilmeyüp inkâra gelürler.
Ancak siyah saçlarını
gören kâfirler onu inkâr ettiler.
Çeşmin kadehin nûş
eden Abdâl-ı İlâhî,
Ol aşk ile bu âlemi
devvâre gelirler.
Mübarek gözlerini
gören İlâhî abdallar (âşıklar) ise o aşkla bu âleme geldiler.
Zülfün teline anda
kimin gönlü dolaştı,
Mansûr gibi meydâna
girüp dâra gelirler.
Zülfünün telini gören
Mansûr gibi berdâr olur (yeri dar ağacı). “Ene” (ben) demek şer’an yasaktır.
Mansûr ise “Enel-Hak” (Ben Hakkım) dedi. Gerek şerîat ehli gerek hakîkat
ehlinin, yani Ehlullahın matrûdu oldu, bu yüzden katlonuldu.
Şol dâneleri gör biter
eşçâr olur,
Sırrıyle içinden yine
esmâre gelirler
Her neyi tarlaya
ekersen, meselâ buğdayı ekersen yine buğday verir. Velhasıl herkes bir yol
almış o yol ile gider. Eğer saîd ise saadet yoluyla, şakî ise şekâvet yoluyla
bu âleme gelir. Saîd olan kimse şakîlik, şakî olan kimse de saadet yoluna
gitmez.
“Küll-ü mevlûd-in
yüvellid-ü alel fitret-il İslâmiyye sümme ebahu yehûdâne ve yensarâne”
buyuruldu. “Her doğan çocuk İslâm üzere doğar, onu ailesi Yahûdi veya Hristiyan
yapar. Herbir çocuk daha doğuşunda bir ilmi vardır. Daha doğumundan kısa bir
süre sonra çocuk anasının memesini arar, çünkü Cenâb-ı Hak sağlığını koruması
ve selâmette kalması için ona bunu öğretir, çocuk bu fıtrî ilim ile dünyaya
gelir. Bu ilim onun ana ve babasıyla konuşmaya başlayana kadar alınmaz, sonra
alınır. Çocuğun âilesi Yahûdi ise Yahûdi, Hristiyan ise Hristiyan, İslâm ise
İslâm olur, o yolu tutar.
Her tohumu neden aldın
ise eksen anı bil,
Her cinsi yine bittiği
eşçâre gelirler.
Hiç biri izinden çıkıp
âher yola gitmez,
Her birisi bir yol ile
bazâra giderler.
Cemâl mazharı olan
cemâl yolunu, celâl mazharı olan celâl yolunu tutar. Cemâl ehli cemâl yolunun
ve celâl ehli celâl yolunun dâvetçilerine ve o yolun dâvetine icâbet eder.
Cemâl yolunun dâvetçileri ülemâ ve meşâyih Hazreti Resulullâhın vekilleri,
despot ve papazlar da şeytânın vekilleridir. Çünkü “Hâdî” isminin en başta
gelen mazharı “Resulullâh” (S.A.V) efendimizdir. “Mudil” isminin baş mazharı
ise şeytândır.
Yoları ne var ayrı ise
hep sana âşık,
Cümle seni ister sana
didâre gelirler.
Bunların yolları her
ne kadar eğri ise de cümlesi Hak-ka âşıktır, yani kâfir kendi yolunun hak
olmadığını bilse o yolda durur mu? Tabii durmaz, o bu yolu haktır zanneder de o
yolda bulunur.
Elbette bu bağ içine
kim girse Niyâzî,
Hârın gezüp evvel sonu
gülzâre gelirler.
___________
Vezin: Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Çıkıp hüccâc ile
gitmek ne güzeldir, ne güzeldir,
Yolunda cânı terketmek
ne güzeldir, ne güzeldir.
O yolların mugeylânı
âşıkların gülistânı,
Visâlin haccı lezzâtı
ne güzeldir, ne güzeldir.
O yolların riyâzâtı
eritir hep hatîâtı,
Hicâzın yol kerbânı ne
güzeldir, ne güzeldir.
Bir adam hac yapmak
niyetiyle evinden çıkıp yolda vefât etmiş olsa o kimse kıyâmete kadar bundan
mahrum olarak bekler. Fakat Beyt-i Şerîfin cennete idhal olunacağı hakkında
İlâhî emir bulunduğundan melekler gelip Beyt-i Şerîfe: “ Yürü ey mübarek
cennete” dediklerinde Beyt-i Şerif: “Beni ziyâret etmek üzere benim yolumda
vefât eden ve çevremde gömülü bulunanlar beraber olmadıkça ben cennete girmem”
cevabını verir. Sonra yine İlâhî emir sâdir olur ve beraber cennete dâhil
olsalar gerektir.
Nebilerin nazargâhı,
Velîlerin karargâhı,
Görürsem Kâbetullahı
ne güzeldir, ne güzeldir.
Nebîlerin her biri
Beyt-i Şerîfi ziyâret etmiştir. Velîlerin de bir çoğu orayı ziyâret eder ve
orada bulunur. Hatta “Abdülkadir-i Geylânî” hazretleri Bâb-ız-ziyâde’de bulunan
kırmızı direk dibinde yedi yıl oturmuştur. Velâkin Mısrî efendi hac etmemiştir.
Anın için;
Niyâzî’ye nasib olsa
varup maksûdunu bulsa,
Safâ ve zevk ile dolsa
ne güzeldir, ne güzeldir.
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Ey garib bülbül
diyârın kândedir,
Bir haber ver
gülizârın kândedir,
Sen bu ilde kimseye
yâr olmadın,
Var senin elbette
yârin kândedir.
Arttı günden güne
feryâdın senin,
Âh-u efgân oldu mu’tâdın
senin,
Aşk içinde kimdir
üstâdın senin,
Bu senin sabr-u
karârın kândedir.
Bir enisin yok aceb
hasrettesin,
Rahatı terk eyledin
mihnettesin,
Gice gündüz bilmeyüp
hayrettesin,
Yâ senin leyl-ü
nehârın kândedir.
Ne göründü güle karşı
gözüne,
Ne büründü baktığınca
özüne,
Kimse mahrem plmadı
hiç râzına,
Bilmediler şehsüvârın
kândedir.
Gökte uçarken seni
indirdiler,
Çâr-ı unsur bendlerine
urdular,
Nûr iken adın Niyâzî
verdiler,
Şol ezelki itibârın
kândedir.
Zâhir üzre takrîr
olundu. (Hacı Maksûd efendi)
____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Hak-kı seven âşıkların
eğlencesi tevhîd olur,
Aşk ödüne yanıkların
eğlencesi tevhîd olur.
Durmaz işim sürer dili
sorar müdâm doğru yolu.
Gerçek ere diyen belî
eğlencesi tevhîd olur.
İzinden ayırmaz gözünü
canla tutar sözünü,
Görmeğe eyür yüzünü
eğlencesi tevhîd olur.
Tevhîd: Ef’al (yani
insandan zuhur eden işler) ve sıfât (insandaki niteliklerin tümü) ve zât
(vücûdun) Hak-kın olduğuna vâkıf olmaktır.
Durmaz isim sürer dili
sorar müdâm doğru yolu,
Gerçek ere diyen belî
eğlencesi tevhîd olur.
Beyitte “Durmadan hem
sürer dili” demek zikr-i dâim (devamlı Tanrıyı anma) dir. Çünkü Cenâb-ı Hak
kuluna zikri ihsân ettimi ve perdesini kaldırdımı bir daha geri almaz.
Halkın arasından çıkar
tevhîdi görmeye can atar,
Bülbül gibi daim öter
eğlencesi tevhîd olur.
Halk arasından “Fenâ-i
Ef’âl” (fiillerde yok olma), “Fenâ-i Sıfât” (sıfatlarda yok olma) , “Fenâ-i
Zât” ile (vücûdu ifnâ etmekle, yani Hak-kın olduğunu bilmekle) çıkılır. Bu
“Fenâ-fillâh” tır (Hak-ta fâni olmaktır). Yoksa halktan ayrılıp bir kenara
çekilmek demek değildir.
Mal-ü menâlin terkeder
ehl-ü iyâlin terkeder,
Hâl ile kâlin terkeder
eğlencesi tevhîd olur.
Mal, mülk, âilesini,
hal ve boş sözlerini terk etmekten maksad ise tevhîddir, yani bunların tümünün
kendisinin olmadığını bilmektir.
Son beyitte geçen “Can
kuşu” ndan murad ruhtur.
Dünya ve ukbâ perdesin
ardına atar cümlesin,
Ko mâsivâ eğlencesin,
eğlencesi tevhîd olur.
Mısrî’ye uyan kişinin
gider çürüğü işinin,
İçindeki can kuşunun
eğlencesi tevhîd olur.
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mef’ûlü feûlün
Ey gönül gel ağlama
zâri zâri inleme,
Pîrden aldım haberi ol
bî-nişân sendedir.
Sendedir dostun ili
sende açılır gülü,
Söyler bu can bülbülü
gül-i handân sendedir.
Gezme gel bahr-u berrî
kendinden iste sırrı,
Cism-ü câna hükmeden
gizli sultân sendedir.
Anladınsa sen seni,
bildin ise cân-u teni,
Gayri ne var ey gönül
cân-u canân sendedir.
Ten tahtıdır bu cânın,
can tahtıdır cânânın,
Ey Niyâzî şüphesiz ol
bî-mekân sendedir.
Zâhir üzre takrîr
olundu. (Hacı Maksûd efendi).
____________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mef’ûlü mefâîlü
Ey tarikat erleri ey
hakîkat Pîrleri,
Bir haber verin ol
bî-nişân kandedir.
Kandedir dostun ili
kande açılur gülü,
Dost bahçesi bülbülü
gül-i handân kandedir.
Aradın bahr-u berri
bulmadım ben bu sırrı,
Cism-ü candan içeri
gizli sultân kandedir.
Madem ki can tendedir
ten canla zindedir,
Amma nidem bilmedim
câna cânân kandedir.
Niyâzî’ ye can olan
sırrında sultân olan,
Din-ü hem imân olan ol
bî-mekân kandedir.
Zâhir üzre takrîr
olundu. (Hacı Maksûd efendi)
____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Her neye baksa gözün
bil sırr-ı Sübhân andadır,
Her ne işitse kulağın
mağz-ı Kur’ân andadır.
Her şeye mahluk
gözüyle baksan ol mahluk olur,
Hak gözüyle bak ki
bî-şek nûr-i Yezdân andadır.
Kesret-i emvâca bakma
cümle bir deryâ dürür,
Her ne mevci kim
görürsün bahr-ı ummân andadır.
Vahdeti kesrette
bulmak, kesreti vahdette hem,
Bir ilimdir ol ki
cümle ilm-ü irfân andadır.
İbret ile şeş cihetten
görünen eşyâya bak,
Cümle bir âyînedir kim
vech-i Rahmân andadır.
Söyleyen ol, söylenen
ol, görünen ol, gören ol,
Her ne var âlâ ve
esfel bil ki cânân andadır.
Mazhar-ı tam veli Âdem
yüzüdür şüphesiz,
Künh-ü zâtı hem sıfâtı
cümle yeksân andadır.
Haşr-u neşr ile Sırât-u
Dûzeh-u mâlik azab,
Hem dahi Rıdvân-u
cennet hûr-u gılmân andadır.
Görünen sanma Niyâzî’
nin heman sen mülkünü,
Gönlü bir virânedir
genc-i pinhân andadır.
Zâhir üzre takrîr
olundu (Hacı Maksûd efendi).
___________
Vezin: Mef’ûlü mefâîlü
mefâîlü feûlün
Âriflere esrâr-ı
Hüdâdan haberim var,
Âşıklara dildâr-ı
bekâdan haberim var.
Ey firkât ödüne
yanuben bağrı göyünen,
Gel kim yarana türlü
devâdan haberim var.
Gel ölü isen sözlerime
tut kulağın kim,
Can bahşedici nefh-i
nidâdan haberim var.
Âdem yüzü ol yâre ol
mukâlib dedi Ahmed,
Bu sözde olan remz-u
îmândan haberim var.
Evet “Âdem” mazharı
zattır. Zâhir ve bâtın bütün âlemler Hazreti Muhammedin tafsilâtı değil midir?
Hazreti Muhammed metin gibi olup âlemler anın tafsilâtıdır. Çünkü “Resûlullâh”
Allahın nûrundan yaratıldı. Âlemler de “Muhammed” in nûrundan yaratıldı.
Âdemin ilmi allemel
esmâdır, yani âyrt-i celîlede buyurulduğu gibi: “ve allem-e Âdem –el esmâ-e
küllehâ”, “ ve bütün isimler Âdeme öğretildi” fehvâsınca bu isimler ancak irfân
mektebinde öğrenilir.
Gir mekteb-i irfâna
oku Âdemin ilmin,
Âlemlere bu ilm-i
künnâdan haberim var.
Mektepler (okullar) üç
kısımdır: Biri sibyân mektebi (ilk okul) ki, elifbâdan başlatarak son harfe
kadar tanıtır. Sonra okumaya başlayınca ikinci mektebe (orta, lise ve yüksek
okullara) geçilerek orada daha geniş bilgi öğretilir. Bunları da ikmâl ettikten
sonra “ İrfân mektebi” ne devam edilir ve şimdiy--e kadar okudukların
hakîkatleri öğrenilir. Meselâ, “elif” in hakikâti nedir, “be” nin nedir, “te”
nin nedir? O irfân mektebinde bunları bir “Mürşid-i Kâmil” den okuyup
öğrenilir.
Vechinde yedi Fâtihâ
âyâtı yazılmış,
Âdemdeki âyât-ı
Hüdâ’dan haberim var.
“Fâtihâ-i şerîfe” yedi
âyettir (buna Besmele dahildir ve Fâtihânın birinci âyetidir). Fâtihânın yarısı
Hak lisânından, yarısı kulun lisânındandır. Çünkü; “İyyâk-e na’büd-ü ve iyyâk-e
nestaîn”, “ Yâ Rab, sana ibadet eder ve senden yardım isteriz”. Altıncı âyet:
İhdines-sırâtel müstakîm”, “ Bize tevhîd yoluna hidâyet ver”. Yedinci âyet:
“Sırâttel-lezîyn-e enamt-e aleyhim gayr-il mağdub-i aleyhim veled-dâllîyn”, “
Biz Yahûdiler gibi değiliz, biz dalâlette olan Hristiyanlar gibi dahi değiliz”.
Bunlar Hak-kın sözleridir. Halbuki kul lisânından söylenmiş değil midir? Evet
kulun lisânındandır. Bak Hak-kın lisânından olanlar da şunlardır: “Elhamd-ü
lillah-i Rabb-il âlemîyn” Fâtihânın ikinci âyetinde: “Bütün âlemlerin Rabbi
olan Allaha hamdolsun”. Cenâb-ı Hak bu âyetiyle Ulûhiyyet ile Rubûbiyyetini
beyân eyledi. Üçüncü âyeti: “Er-Rahmân-ir-Rahîm”, “O Rahmân esirgeyici, Rahîm bağışlayıcıdır”.
Allah Rahmâniyyet ile Rahîmiyyetini beyân eyledi. Dördüncü âyetinde: “ Mâlik-i
yevmiddîn”, “ O Din gününün mâlikidir”. Allah bu âyette de Mâlikiyyetini beyân
eyledi.
Şu halde Fâtihâ-i
şerife Hak ile kul arasında müşterektir, yani yarısı “Cemiyyeti İlâhîyye” ile,
yarısı da “Cemiyyeti Muhammediyye” ile söylenmiştir. Çünkü Cemiyyeti
Muhammediyye görünen bu tafsilâttır. İlâhî sıfâtlar Âdemdedir. Bakınız daha ilk
öğrenişimizde bize şunlar öğretilir:
Hak-kın sıfâtı
selbiyyesi altıdır: Vücûd, Kidem, Bekâ, Muhâlifet-il-havâdis, Kıyam-binefsihi,
Vahdâniyyet.
Hak-kın sıfâtı
subûtiyyesi dahi sekizdir: Hayat, İlm, Semi’, Basâr, İrâde, Kudret, Kelâm,
Tekvîn.
Hak-kın sıfâtı
zâtiyyesi: Alîm, Semî’i, Basîr, Mürîd, Kâdir, Hayy, Mütekellim, Mükevvin dir.
İşte ilm-i hal bunlardır.
Lâkin bunları bize
öğreten hocaya Hak-kın sıfatları bizdedir demiş olsan, bu gerçeği bilmeyen
hoca; Hak makuldür, sıfatları da makuldür diye Âdemin vechinde ve bütün
yaratıklarda zâhir olan İlâhî sıfatları bırakıp istidlâl ile, yani dedillerle
Hak-kın sıfatlarını aramaya kalkar. İşte Mısrî efendi İlâhî sıfâtların Âdemde
olduğunu bu beyitlerle açıklamıştır.
Âdemde bulup vasf-ı
İlâhîyi Niyâzî,
Ol mecma-i evsâf-i
amâdan haberim var.
____________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Ey Allâhım seni sevmek
ne güzeldir, ne güzeldir,
Yolunda baş ve cân
vermek ne güzeldir ne güzeldir.
“Baş ve can vermek”
den murad “Fenâ-fillâh” olmaktır.
Şol ism-i zâtını
sürmek visâlin gülün dirmek,
Cemâl-i pâkini görmek
ne güzeldir ne güzeldir.
Hak-kın pâk cemâlini
görmek mümkün değildir. Kul onu göremez. Nakşiyenin Hak-kı gördükleri iddiâsı,
Allâh, Allâh diyerek ziyâdesiyle zikre devam ederler. Sonra zikrin
fazlalığından zâkire mezkür (yani zikredene zikredilen “Allâh”) gâlip olur,
fekat bu hal kabilindendir. Ayni Mecnunun Leylâ benim dediği gibi. Mecnun
Leylâyı ziyâdesiyle tefekkür ettiğinden vücûdunda Leylâ gâlip gelip, Mecnun da
Leylâ benim iddiâsında bulunmuştur. Halbuki o Leylâ mıdır, hayır Mecnûn’dur.
İşte bu misalde görüldüğü gibi bu bir haldir. Makâm ehline bu hal gelmez, çünkü
Hak-kı gören yine Hak-tır. Zirâ bu göz ile Hak-kı görmek mukâbele iktizâ eder,
yani görünen, gözüne pek uzak, pek de yakın olmamalı. Halbuki bunların hepsi
kayıddır. Hiç Hak mukayyed olur mu? Hak mutlaktır, mukayyed olarak görünen
abiddir, yani kuldur. Ancak Hak Rubûbiyyetle Rubûbiyyetini görür. Âhiret
âleminde mahcupların Hak-kı görmeleri yine mezâhir (zuhura gelenler)
yüzündendi.
Sürüp Dergâhına yüzler
döküp yaşı yere gözler,
Bir olsa gice
gündüzler ne güzeldir, ne güzeldir.
Dergâhtan murad Beyt-i
şerif (Kâbe) dir, çünkü mazhar-ı zattır. İster mecâzî âşık olsun, isterse İlâhî
âşık olsun her âşık geceyi sever.
Visâlin derdine düşmek
yanup aşk ödüne pişmek,
Sonunda sana erişmek
ne güzeldir, ne güzeldir.
Bağdatta bir âşık
Mecâzi vardı. Akşam olunca sokağa çıkıp mâşûkunun (Sevgilisinin) evinin önüne
gider, mâşûkası da pencereye gelir.Bunlar birbirleriyle konuşmağa doymazlardı.
Müezzin ezan okumağa başlayınca mâşûkası âşıka derki: “Yatsı ezanı okunuyor,
şimdi babam namaz kılmağa camiye giderken seni burada evin önünde görürse
ikimiz için de fena olur. Halbuki az sonra ortalık ağarmağa başlar ve iki âşık
okunan ezanın sabah ezanı olduğunu anlarlar.
Niyâzî yârini bulmak
yanında eğlenüp kalmak,
Varup bir ile bir
olmak ne güzeldir ne güzeldir.
_____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâîlün
Katre katre dökülenler
dür müdür bârân mıdır,
Zerre zerre görülenler
hatmıdır reyhân mıdır.
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Yukarıdaki beyitte
geçen “zerre zerre görülenler” den murad edilen zerre de zâhir olan . (görünen)
Hak-tır.
(Hacı Maksud efendinin
“Hulûsî” mahlaslı Dîvânında zerre hakında bir şiiri :
“Cevher araz olsun
benden Zâtın münezzeh cümleden
Ettin zuhur her
zerreden Sensin görünen dem-bedem.
Her zereden oldun iyân
Çün zerre zâhirsin nihân,
Bu sırra vâkıf olmayan
Gâfil çeker der-ü elem.
Nakşeyledin nîce suver
Â’lâ-vü ednâ hayr-ü şer
Kıldın temâşa
ser-teser İnsânı tâ buldun etem.
İnsânı mazhar zâtına
Kıldın dahi âyâtına,
Bakdın anın mir’âtına
Düzdün o dem levh-ü kalem.
“İnnî Ena-llâh”
sırırnı Vâkıf olan insân kani,
Her zerre nâtıktır anı
Hem ol dürür sâhib alem.
Hulûsiye kıldın nazar
Tâ gördü hep senden eser,
Yoktur eser hep nûr-i
fer Nûrun dürür her bir ni-am.
Dâne dâne görünen
hal’mi yâ vahdet sırrı mı,
Lâle lâle kızaran
haddin mi yâ mercân mıdır.)
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Tâze tâze açılan gül
mü cemâlin mi senin,
Yan yana inleyen
bülbül mü yâhut can mıdır,
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Halka halka salınan
kâkül mü yâ “Habl-ül metîn”,
Sûre sûre yazılanlar
hat mıdır Kur’ân mıdır,
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Pâre pâre eyleyip
bağrım kızıl kan edeli,
Kana kana içtiğim
sahbâ mıdır yâ kan mıdır,
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Kezâ yukarıdaki
beyitte geçen “dâne dâne hal’mi” den murad edilen hal mahbubun (sevgilinin)
yüzündeki bene derler.
Döne döne yanmadan
dermân umarım derdime,
Gûne gûne mihnetin
derd mi yâ dermân mıdır,
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Ata ata kirpik okun bu
Niyâzî’nin dilin,
Şerha şerha eyleyen
cân mı yâ cânân mıdır,
Karar etmez bu cânım
kalmadı hiç dermânım,
Cemâlini göresim geldi
dîvânında durasım geldi.
Mısri Divan 14
_____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Bu tabiat zulmetinden
bulmak istersen halâs,
Gel riyâzetle arıt bu
cism-u cân çün rasâs
Nice mecruh eylediyse
rûhunu emmâre nefs,
Sen de gürz-ü zikirle
dön başına eyle kısâs.
Tabiat zulmetinden
kurtulmak için yedi makâm vardır. Bunlar :
1) Tabiat
2) Nefs
3) Kalb
5) Sır
6) Hafi
7) İhfâ dır.
Tabiat: Tabiat sâhibi
kimse şerîat bilmez, haram bilmez, helal bilmez, zarar bilmez, fayda nedir
bilmez. İşte tabiat makâmında olanlar bunlardır. Adetâ hayvan gibi, hayvandan
bile aşağıdır. Hayvan yine bir dereceye kadar zarar ve faydayı hisseder. İşte
bir insan, zamanında gelen bir Nebî veyahut bir Resûle tâbi olduğu vakit tabiât
makâmından nefs makâmına terakki eder, yani yükselir.
Nefs de yedidir: 1 --
Nefs-i emmâre, 2 -- Nefs-i levvâme, 3 -- Nefs-i mutmainne, 4 -- Nefs-i mülheme,
5 -- Nefs-i râziyye, 6 -- Nefs-i mardıyye 7 -- Nefs-i sâfiyyedir. Eğer bir
kimse nefsinin emriyle hareket eder ve nefsinin istediğini yaparsa, o kimse
nefs-i emmâre sâhibidir. Şayet nefsin istediğini, yapıp da sonradan pişman
olarak kendini paylarsa, o kimse nefs-i levvâme sâhibidir. Nefs ile ruhun farkı
şudur: Kişi Hak-la olursa rûh, Hak-la olmazsa nefs denilir, fark bu kadardır.
Riyâzat de iki
kısımdır: Biri yemez, içmez, bu şerîatte yoktur. Bu riyâzeti kâfirler de yapar.
Keşişler dağlarda gıdalarını riyâzetle bir hurmaya kadar indirirler. Esasen
riyâzet perhiz yapmak demektir.
Hazreti Resûl: “Lâ
ruhbâniyyet-e fid-dîn”, “Dinde ruhbanlık (keşişlik, papaslık) yoktur”
buyurmuştur. Öyle arpa ekmeğiyle filan şeyle riyâzat olmaz.
Her ne vaktin gâlip
olsa kes gıdâsın zâlimin,
Gice gündüz cünn-ei
tevhîdi kıl sana menâs.
Asıl riyâzat, yani
şerîatteki riyâzat mü’minlerin orucudur. Bu ise bir ay Ramazanda oruç tutmakla
olur.
Uzlet-i halk ihtiyâr
et sen sana gel ey gönül,
Tâ bulasın uzletiyle
Hak katında ihtisâs.
Son beyitte geçen
“Buldular şol zevki kim buldu anı ancak havâs” da geçen havas makâmları beştir
:
Ey Niyâzî bu riyâzât
yoluna kim gittiyse ,
Buldular şol zevki kim
buldu anı ancak havâs.
1-- Havâs ki, Cem
makâmıdır. 2—Havâs-ıl havâs ki Hazret-il cem makâmıdır. 3—Hülâset-i havâsıl
havâs ki, Cem-ül cem makâmıdır. 4—Nihâyet Hülâseti havâssıl-havâs ki, Ahadiyyet
makâmıdır. 5—En sonunda Velâyet makâmı ki, bu aynı zamanda Sıddıkiyyet makâmı
ve Kurbet (yaklaşma) makâmıdır.
__________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Vasl-ı Hak olmağa
eylersen heves,
Aşka ulaş gayriden
gönlünü kes.
Gayri nesne sanma aşkı
zâhidâ,
Kendi cennetten
oluptur muktebes.
Kârıbândır bu halâik
dâimâ,
Ehl-i aşk içinde
olmuşlar ceres.
“Kârıbân” kervân, yani
kâfile demektir. Meselâ hac yolunda veya diğer yola giden kâfilelere kâribân
derler. Bu kâfilelerde develerin boyunlarına çanlar asmalarının sebebi çan
çaldıkça deve neşelenir. Ayrıca her çeşit çalgı çalınmasına müsaade olunmuştur,
haram değildir. İşte deve hem açlık ve susuzluğa dayanıklı, hem de âşık bir
hayvandır. Güzel sesli deveciler şarkı söylemeye başlayınca develer aşka gelip
ağır ağır yollarına devam ederler. İşte mahlukat arasında aşk ehli de çan
gibidir. (diğerlerini coştururlar).
Cism-ü cânın ko yükün
yinilde gör,
Râh-ı aşka gidemez
merkeb feres.
Onsekizbin âlemi tutup
duran,
Kâf-u nûnun terkibiyle
yek nefes.
Tarfet-ül-ayn içre
yakar cümlesin,
Ger dokunsa nâr-ı
aşktan bir kubes.
Bağ-ı cennete olursa
öde yak,
Ey Niyâzî koma dilde
hâr-u hes.
Onsekizbin âlemi tutup
duran,
Kâf ve Nûn-un
terkibiyle yek nefes.
Âlemler yirmisekizdir,
kezâ ilâhî mertebeler de Yirmisekizdir. Bu beyitte Mısrî efendi ne için
Onsekizbin diye söyledi ? Şunun için; Bu mertebelerin en evvel: “Nur-i
Muhammedî” olmak üzere Nefs-i Kül, Tabiat, Heyûlâ, Arş, Kürsîdir. Bu altı
mertebe manevîdir. Yirmisekizden çıkarılırsa Yirmiiki kalır. Bunlardan Arş
bütün âlemleri kaplamış bir kubbedir. Muhaddep; yani yumru olan kısmına arş,
muka’ar, yani çukur olan kısmına Felek-i atlas ve Felek-il burûc denilir. Çukur
olan kısmında hiçbir şey yoktur, sâdedir, düzdür. Bu iki kürsînin dahi
muhaddebi ve maka’arı var. Bunlar ikişerden dört eder, kezâ yirmiikiden
çıkarılınca onsekiz kalır. Anın için Mısrî efendi onsekiz âlem dedi. Kürsînin
çukur kısmına Felek-il menâzil ve Felek-i mükevkep dahi denilir. Felek-il
menâzilde ise kamer (ay) bulunmaktadır. Semâda görülen yıldızların hepsi bu
Felek-i mükevkeptedir. Çeşit cihetiyle onsekiz asıldır. İşte onsekizbin âlemi
ki, bunlar ilâhî mertebelerdir. Bunları tutan nedir, Hak-kın vücûdudur. “Kâf”
ve “Nun” ilmi, yani “Kün” ilemi, evet.
Kur’ânı Kerîmin Yâsin
suresinin son âyetlerinden biri olan: “İnnemâ emruhû izâ erâd-e şey’en en
yekûl-e lehû kün fe-yekûn” yani “O Allâh bir şeyin olmasını irâde ettimi, emri
“ol” demektir, o da hemen olur” buyurulmuştur.
Bu âlemi dört melek
mazharından tutarlar. Bunlar: Cebrâil (A.S.) Mikâil (A.S.) , İsrâfil (A.S.)
Azrâil (A.S.) dır. Çünkü melekler Allâhın kuvvet isminin mazharıdırlar.
Melekler mazharlarıyla bu âlemleri tutarlar ve bunlar âlemlerin rükünleridirler
(destek, mesnetleri). Fekat bu mezâhirden zâhir olan kendisidir, mazharla
olunca demek “kâf” ve “nun” ile, “kün” emriyle olur demektir.
_____________
Vezin : Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Bağrım pür-hûn eder
şol çeşm-i mestâniyle bahs,
Dağıtır aklımı şol
zülf-i periyşâniyle bahs.
Kalp ile göz her zaman
birbirleriyle mübâhasededir, çünkü gözün işi kayid, kalbin işi de itlaktır.
Akıl da makbul olan şeylerle mukayyeddir, yani akla uygun gelen şeylerle
kayıdlanmıştır. Velhâsıl her bir kuvvetimiz böyledir. İşitmemiz işidilmiş
olanlarla, dokunmamız dokunduğumuz şeylerle, koku almamız koku veren şeylerle,
lisân zevk aldıklarıyla, görme gördükleriyle, bunların herbiri birer şeyle
mukayyeddir. Kalb ise mutlaktır. Gözün kaydettiği şeyi kalb itlak eder, yani
kayıddan kurtararak sarfeder. Bundan dolayı birbirleriyle sürekli olarak
mübâhasededir.
Leblerin feyzine
mu’tad eyledin çün ağzımı,
Dilemez kim eyleye şol
âb-ı hayvân ile bahs.
Beyitte geçen lebden
murad edilen İlâhi hayattır.
Dürr-ü yâkut –ı dehânın
seveli dilber senin,
Gelmez oldu dile her
hiz la’l-ü mercân ile bahs.
Vechin üzere yazılan
ma’nâyı Kur’ân gören,
Eylemez evrak içinde
lafz-ı Kur’ân ile bahs.
Vechin üzere yazılan
Kur’ânın manâları ki, bu zâhirde görülen suretler Kur’ânın sûretleridir. Bu
sûretler nelerdir ? Bu suretler : Hak-kın Ef’al, Sıfât, Zâtından ibârettir.
Kur’ânın herbir âyeti ya ef’âli, ya sıfâtlerı, ya da zâtı beyân eder. Meselâ,
Haşir sûresinin 21 âyetinde “Lev enzelnâ hazel Kur’ân-e alâ cebel-in....”, “Biz
bu Kur’ânı bir dağa indirseydik...”
Cümle fitne kaşın ile
kirpiğinden olduğun,
Bilen eder mi cihandan
nefs-ü şeytân ile bahs.
Şol ruhunla hattının
sırrını zâhid anlasa,
Kürsî üzre eylemezdi
küfr-ü îmân ile bahs.
Dağ bildiriyor, dağ
bir sûrettir. Bu sûretlerde her ne varsa Kur’ânda mevcûddur. Bu sûretlerde
Kur’ânı okuyan kimse Kur’ânın lafziyle bahsetmez. Bununla beraber hayrı ve
şerri Allâhtan bilen nefis ve şeytân ile bahsetmez. Çünkü âyeti celîlede: “Kul
küll-ü min indillâh”, “Söyle Yâ Muhammed, her şey Allâhdandır” vârid oldu.
Vakti saadette Mekke
cıvarında bulunan Yahudiler Kureyşin ileri gelenlerine gelip: “Gelin sizinle
birleşelim, Muhammedi mahvedelim” dediler. Bunlar aralarında birleşmeyi
kararlaştırınca şeytân gelip Kureyşin ileri gelenlerine: “Bu Yahûdiler Ehli
kitâptır, Muhammed de Ehli kitâptır, bunların ikisi birleşirlerse, o zaman
sizler yalnız kalırsınız. Lâkin siz önce Yahûdileri dininize koyun” dedi. Bunun
üzerine Ebûcehil Yahûdilerin reislerini çağırdı ve onlara: “Geliniz birleşmeden
önce Beyt-i şerîfteki putlarımıza secde ederseniz , sizinle ondan sonra ittifak
ederiz” dedi. Sonra bu birleşmeden sonuç alınamayınca Yahûdiler buna Muhammed
sebeb oldu dediler. Böylece Yahûdiler bir süre putlara taptılar. Sonra Cebrâil
(A.S.) yukarıdaki âyeti getirdi. Ancak edeb-i şer-î için: “Mâ esâbek-e min
hasenet-in femin-allâh vemâ esâbek-e min seyyiet-in femin nefsik-e” yani Sana
iyilik ve güzel şeylerden isâbet edenler Allâhdan ve sana fena şeylerden isâbet
edenler kendi, nefsinden” âyeti kerimesi mucibince haseneyi, yani güzel şeyleri
Allâha, seyyieyi, yani fena şeyleri de nefsine isnad etmekliğin lâzımdır.
Pertev-i nûr-i cemâlin
aksidir şems-i cihân,
Ne münâsib ide ol nûr
mâh-ı tâbân ile bahs.
Şems ve cihân nûru
cemâlinin aksidir, yani güneş ve cihan cemâli nûrunun yansımasıdır. Çünkü
güneşe nûr ismiyle tecellî olundu. Ancak nûrun keyfiyeti malum değildir.
İstidâre yani münevver (nûrlu olması) ve müşa’şa, olması (parıldaması) güneşin
nitelikleridir. Bu şemse, yani güneş İlâhî nûr ile mukâbil ve mübâhis olabirmi ?
Olamaz.
“Cem-ü tefsilin
rumûzun anladınsa epsem ol,
Etme andan sonra aslâ
kul ve sultân ile bahs.”
Cem makâmında
(tevhîdin) hepsi birdir, çünkü Sultan da kul da Hak-kın mazharlarıdır. Ancak
tafsîlde kul kuldur, Sultan Sultandır, kul sultan olmaz, Sultan da kul olmaz.
Zerre iken sen Niyâzî
Rûh-i âzam nûruna,
Haddini bil kılma ol
şems-i dırahşân ile bahs.
Arafatta Âdem (A.S.)
yaratıldıktan sonra Melekler onu vechine secde ile emrolundular. İblis ve Cinin
kâfirleri secde etmediler. Sonra zürriyeti (nesli gelecek ahfâdı) zahrından
(sırtından) çıkarıldı, dört saf meydana geldi.
Birinci saf Enbiyâ
(Peygamberler), ikinci saf Evliyâ (Veliler, İnsân-ı Kâmiller), üçüncü saf
Mü’minler, dördüncü saf Eşkiyâ (şakîler, kâfirler).
“Elest-ü Bi-Rabbiküm”,
“Rabbınız değilmiyim” diye hitab edildi. Cümlesi “Belî”, “Evet” dedi. Kâfirler
hitâbı işitmedi, ancak mü’minleri taklîden anlar da evet dediler.
İşte ona “Âlem-i
zerre” tâbi olunur, çünkü herkes orada suver-i latîfe (latif suretlerle) ile
idi. Hatta kâfirleri o zerre âlemindeki durdukları arafattaki mahalde bugün
bile hacıları durdurmazlar.
Mısri Divan 15
_____________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâ’lün
Gözet sun’-i kadîmi
kim kimin halkın azîym etmiş,
Tamam halka elin,
fiilin, dilin, gönlün kerîym etmiş.
Ey Tevhîdi ef’âl
sâliki “Gözet sun’i kadîmi” diye Niyâzî hazretleri sesleniyor! Hazreti Resûl
“Evvel-e mâ halak-allâh-i nûrî, evvel-e mâ halak-allâh-i rûhî, evvel-e mâ
halak-allâh-i aklî”, “Allâh önce benim nûrumu , rûhumu, aklımı yarattı”
buyurmuştur. Bu mahlukat ve bu mevcûdat “Nûr-i Muhammedî” nin şerhi ve
tafsîlidir.
Kimin bed nefs-u bed
ef’âl-u bed hûyu zamîr etmiş,
Kahr-ü evsâfına mazhar
kılup anı leîym etmiş.
Kimin ef’âlin ve
gönlün kerîm etmiş, çünkü mazhar-ı cemâl ve mevahhid-ül ef’âl olmuştur. (Allâh
cemâline mazhar ve tevhîd-i ef’âl sâhibi etmiştir). Kiminin nefsini,
fiillerini, huyunu fena etmiş, çünkü mazhar-ı celâl olup muvahhid-ül ef’âl
olmamış, leîym etmiştir (Allâh celâline mazhar ve tevhid-i ef’âl ile müşerref
etmemiş, herkese zarar verici etmiştir).
Ne kim takdir edüptür
Hak olur elbette ol zâhir,
Ne tedbir edevüz ana
ki takdîrin hakîym etmiş.
Hak-kın takdiri ne ise
elbette ol zâhir olur. O tedbir bozulmaz, zirâ anı “Hakîm takdir etmiştir.
Takdir fiilin iycâdına tealluk eden İlâhî kudrettir. “Tedbir et kadere bühtân
etmeyesin” diye söz vardır, câhil sözüdür.
Sultan Abdülmecid Han
hazretleri tahta teşrif ettikleri vakit Dersaâdete gittim. Selânik Müftüsü bir
takım fetvâ kitapları sipariş etmiş idi, aldım getirdim. Aramızda şöyle bir
konuşma oldu:
Müftü ---- Oturun
konuşalım, dedi.
Muhammed Nur ----
Familyamı Koçanadan Üsküb’e nakledeceğim,Acele etmeliyim.
---- Ne için ?
---- Artık Üsküp’te
oturacağım.
---- Peki üsküpte
Medrese buldunuzmu ?
---- Henüz, hayır.
---- Ya nice Koçanada
Medreseni terk edeceksin,şu kadar vakfı var, sonra kadere bühtân
etmeyesiniz.
---- “Ben mü’minim,
kadere bühtân etmem” diye cevap verdim.
Müftü efendi elini
sakalına koydu, düşünmeye başladı, yanımızda Vidinli Hoca da vardı ve
aramızdaki konuşmaları dinliyordu. İkisi de bu sözün (kadere bühtân etmeyesin)
küfür olduğuna vâkıf değilmişler, ol vakıt vûkuf hâsıl ettiler.
Evet hiç takdir,
tedbir ile bozulurmu ? Bozulmaz.
Velî ârif olan lutfe
sevinmez kahre incinmez,
Eyü kim cümleten halka
âtâsın ol amiym etmiş.
Ârif olan kimse lutfe
sevinmez, kahra da incinmez.
“İkisin bir bilüp
doğru hakîkatle görür kim Hak,
Celâlî perdesin çekmiş
cemâline hatîym etmiş”
Hakîkatte lutufla
kahır birdir. Hak cemâlini celâliyle ihâta etmiş, yani kaplamıştır. Celâline
uğramadan cemâlini göremezsin. Bu babta “Kâdıyıl kuzât” bir temsil getirmiştir:
Bir memleketin Sultan veya Pâdişâhı sarayının çevresinde tertibat aldırmış,
herkim saraya gelir ve siz de o kimseyi tanımaz ve yanıma girmek isterse,
içeriye almayın. Hatta karşılık verirse, ona sizler de karşılık verin diye emir
eder. Diğer taraftan da nedimlerine (sevdiklerine) beni tenhada ve kimsenin
bizi görmeyeceği bir zamanda gelip görünüz der. Nedimleri sarayın çevresindeki
nöbetçilerin uykuya varmasını veya bir işle meşgul olmasını bekler ve bir
fırsatını bulup içeri girerek didâr-ı pâdişâh ile müşerref olurlar.
İşte Hak-kın cemâli de
celâliyle çevrilidir. (Celâlinden cemâline ulaşılır.) Âhiret âleminde mahşer
var, sorgu süâl var, sırat var, mizân var; işte bunlar hep celâldir. Mü’min bunlara
uğramadan cennet giremez.
İkisinden de lâzımdır
kemâl-i hüsn zâtına,
Anınçün birini kahhar
edip birini halîym etmiş.
Anın için istidadı
celâl ise kahhâr eder, cemâl ise hâkîm eder.
Ne hâsıl ey Niyâzî
Cennet-i irfâna irmezsen,
Tutalım Hak yerin anda
senin dâr-ün-naîm etmiş.
Ey Niyâzî yerin
dârünnaîym olsun isterse, yine irfân cennetine giremezsin. Dârünnaîym âhiret
âleminde Cennet-ül mücâzâttır. Bugünden daha burada iken irfân cennetine
girmeli, yani zât cennetine girmeli ki işte asıl cennet budur. Tevhîd ehli nice
burada irfân cennetinde ise âhirette dahi öylece irfân cennetinde olacaktır.
Arada hiçbir fark yoktur. Cennet-il mücâzat ise ameller karşılığında verilir.
Ehli yine hicabtan hâli değildir, mahcupturlar.
____________
Vezin: Fâilâtün fâilâtün
fâilün
Her yeri hüsnün
gülistân eylemiş,
Her tarafta bağ-u
bostân eylemiş.
Ziynet etmiş zîr-ü pes
evsâf ile,
Her sıfattan zâtın
ilân eylemiş.
Bunca evsaftan görünen
bir cemâl,
Bir cemâli bunca elvân
eylemiş.
Hak-ın zâtının ziyneti
sıfatlarıdır. Cenâb-ı Hak her sıfattan zâtını ilân eder. Zirâ bu sıfatlardan
görünen bir cemâl, Hak-kın cemâlidir (güzelliğidir.) Bu bir cemâli bunca
renklerde müzeyyen kılarak, yani süsleyerek sûretlerde gösteren O dur. Çünkü
bütün Tanrısal güzellikler mezâhirle görülür.
Hep kitâb-ı Hak-tır
eşyâ sandığın,
Ol okur kim seyr-i
etvân eylemiş.
Bu eşyâ sandığın hep
Hakkın kitâbıdır. Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı azîmde: “Vettûr-i ve kitâb-in mestûr-in
fî rakkın menşûr-in”. “O Tûr hakkı için ve yazılmış kitap hakkı için ki, bu
yazılmış bir varaktadır” buyurmuştur. Tûr cümle dağların yücesidir. “Kitâb-ı
mestûr” dan murad bu görünen sûretler, “Fî rakkin menşûr” ise bütün
mahlukattır. Bu kâinat bütün bir kitaptır. O kitabı ancak tevhîd makâmlarını
seyreden okur, başkası okuyamaz.
Hüsnünü izhâr eder
bunca sıfât,
Zâtına insânı bürhân
eylemiş.
Hak-kı istersen yürü
insâna bak,
Şems-i zât yüzünde
rahşân eylemiş.
Hak-kın zâtına insan
delildir. Hak-kı görmek istersen insana bak. Şems-i zât (zât güneşi) insanın
yüzünde pırıldamaktadır. Melekler ve sâire noksandırlar. Meselâ melekler
Hak-kın yalnız kuvvet ismine mazhardırlar, insan ise bütün isimleri kendisinde
toplamıştır.
Hak yüzü insân
yüzünden görünür,
Zât-ı Rahmân şeklin
insân eylemiş.
Anın için Mısrî efendi
de “Hak yüzü insân yüzünden görünür” demiştir, zirâ insân Rahmânın zâtının
şeklidir.
Bir defasında Hazreti
Resûl sahâbe ile Harem-i şerîfte oturuyorlardı. Meclislerinde Uzifetil Yemânî
de bulunuyordu. Hazreti Resûl: “İnnî li-ecid-e rih-ar-Rahmân min kablel Yemen”,
yani “Rahmânın kokusu Yemen yönünden geliyor.” buyurdu. Sonra Uzifetil Yemânî
tebessüm etti, çünkü Resûlün buyurduğu Rahmândan murad “Gavs-ı Âzâm” dır.
Uzifenin tebessüm etmesinin sebebi o zamanın Gavsı Veysel Karânînin amcası
olup, ismi Ali-ül Karânî idi. Uzife de anın Gavs-iş-şimâli, yani Sâhib-iş-şimâl
olup süflîde (yeryüzünde) mütesarrıfı bulunuyordu. Sâhib-il-yemîn ise ulvîde,
yani gökyüzünde mütesarrıftır. Bak, şimdi Gavs-ı Âzâm sûrette insan şeklinde
ufacık bir adam, velâkin bütün âlemler anın avucu içinde bir hardal danesi
kadar bile olamaz, gerçekte ne kadar büyüktür.
Hazreti Bedreddîn
“Vâridât” adlı eserinde “Er-Rahmân-i alel arş-i is-tiva” âyetinin tefsirinde de
böyle buyurmuştur. Çünkü Rahmân dan murad Gavstır. Arşa müstevi olan “Gavs-ı
Âzâm” dır.
Nice görsün şems-i
vechin çün anın ,
Zâhidi a’mâ ki tuğyân
eylemiş.
“Zâhid nice görsün
şems-i vechi” ni (güneşin nûrunu) ki, tuğyân edip Ehlullaha ta’n-ü teşni eyler.
Şems-i vechi gören yine Âriftir. Yani hep Ehlullahın haklarında ve aleyhlerinde
bulunarak fena sözler sarfettiklerinden nûrun yüzünü tabii göremezler. O nûrun
yüzünü ancak Ârifler görürler. Evet insan nûr olmalıdır ki nûru görebilsin. Son
beyitlerde de Niyâzî Mısrî:
“İçini almış anın
zerk-ü riyâ,
Gönlünü şeytân perişân
eylemiş.
Her nazarda gördüğü
Hak Ârifin,
Her görüşte nice ihsân
eylemiş.
diyerek bu hususu
açıkça belirtmişlerdir.
Kezâ Hak-kı anlamanın
da kolay olmadığını terennüm eden beyitleri:
Hak-kı anlamak değil
âsân ola,
Adetâ Hak böyle erkân
eylemiş.
Sâlik erince kemâle
şöyle bil,
Yüreğin baş bağrını
kan eylemiş.
Anlayınca Zât-ı Hak-kı
zevk ile,
Bu Niyâzî nice seyrân
eylemiş.
___________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Dermân arardım derdime
derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma
aslım bana bürhân imiş.
“Derdine dermân
aramak” bu husus âşıka göredir çünkü âşık olan kimseye sorulsa ki derd nedir,
dermân nedir. Zirâ insan derdli olmayınca âşık olamaz.
Sağ ve solum gözler
idim dost yüzünü görsem deyü,
Ben taşrada arar idim
ol cân içinde cân imiş.
Öyle sanırdım ayriyem
dost gayrıdır ben gayriyem,
Benden görüp işiteni
bildim ki ol cânân imiş.
Savm-u sâlât-u hac ile
sanma biter zâhid işin,
İnsân-ı Kâmil olmaya
lâzım olan irfân imiş.
Oruç, namaz, hac
bunlar Allahın farzlarıdır. Bunlarla işin bitmez. İnsân-ı Kâmil olmak isteyen
insâna irfân lâzımdır.
Kande gelir yolun
senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini
anlamayan hayvân imiş.
Mürşid gerektir
bildire Hak-kı sana Hak-kal-yakîn,
Mürşidi olmayanların
bildikleri gümân imiş.
Bir Mürşid-i Kâmil gerektir
ki sana Hak-kel-yakîni bildirsin. Çünkü ilmel-yakîn şeriat ehlinin ilmidir.
Aynel-yakîn ise tarîkat ehlinin ilmidir. Hak-kal-yakîn ise hakîkat ehlinin
ilmidir. İşte Hak-kı ancakHakkal-yakîn bildiren Hakîkat Mürşididir, Mürşidi-i
Kâmildir. Mürşidi olmayanların kitap mütealasından ve muhabetlerden (devam
ettiği sohbetlerden) anladığı ve bellediği şeyler boş şeylerdir, zirâ tevhîd
sülûksüz anlaşılmaz.
Her mürşidi dil verme
kim yolun sarpa uğratır,
Mürşidi Kâmil olanın
gâyet yolu âsân imiş
Mürşid-i Kâmil neden
anlaşılır? Alâmeti nedir?
Bir Mürşid-i Kâmilin
alâmeti şudur: Şayet kalbinde dünyâ gailesi (sıkıntılı iş, felâket) olduğu
halde yanına gittiği zaman, o gailen eksilir ve yok olup kalkarsa, işte o kimse
Kâmildir. Yok gâilen eksilmeyip daha da çoğalır ve gâilene gâile katılırsa, o
insan Kâmil değidir, bir yalancıdır, andan kaç. Zirâ o kimse senin yolunu daha
sarpa uğratır. Mürşid-i Kâmil olanın yolu âsândır (bu gibi insan ancak rahatlık
ve kolaylık verir).
Anla hemen bir söz
dürür yokuş değildir düz dürür,
Âlem kamû bir yüz
dürür gören anı hayrân imiş.
İşit Niyâzî’nin sözün
bir nesne örtmez Hak yüzün,
Hak-tan iyân bir nesne
yok gözsüzlere pinhân imiş.
Mısri Divan 16
_______________
Vezin. Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Her denînin sözüne aldanıp
etme ihtilât,
Her leîmi sırra mahrem
sanma eyle ihtiyât.
Şol ki söz kadrin
bilür cânın ana eyle nisâr,
Ayağının altına döşe
yüzünü çün bisât.
Arifin kadrin yine ol
ârif olanlar bilür,
Ehl-i ulûvvun
rütbesini bilmez ehl-i inhitât.
Güç getirme kendine
geldikçe a’dâ tâ’nesi,
Sükkeri helvâdır andan
hâsıl olur inbisât.
Ey Niyâzî fâriğ-u
âzâde ol var çekme gam,
Kahr-u lütfu bir
bilürsen gam olur sana neşât.
Zâhir üzre takrir
olundu (Hacı Maksûd efendi).
_____________
Vezin: Müstef’ilün
fâilün müstef’ilün fâilün
Bakup cemâl-i yâre
çağırırm dost dost,
Dil oldu pâre pâre
çağırırım dost dost.
Aşkınla dolmuşam
zühdümü yanılmışam,
Mest-i müdâm olmuşam
çağırırım dost dost.
Mescid-ü meyhânede
hânede virânede,
Kâ’bede puthânede
çağırırım dost dost.
Sular gibi çağ-u çağ
dolaşırım dağ-u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ
çağırırım dost dost.
Geldim cihâna garib
oldum güle andelib,
Her dem ciğerim tâlib
çağırırım dost dost.
Yukarıdaki beyitte
geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allahtır. (Oradan
geldik. Anın için Hazreti Resûl: “Hubb-ül vatan min-el îmân”, “Vatan sevgisi
Allâhtandır” buyurdu) Yani Allaha muhabbet (sevgi) îmândandır demektir.
Dünya gamından geçüp
yokluğa kanat açup,
Aşk ile daim uçup
çağırırım dost dost.
Aradığım candadır
canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir
çağırırım dost dost.
Gâh düşerim mutlaka
gâh asl geh mülhika,
Bakup kamûdan Hak-ka
çağırırım dost dost.
Dolanmaz ol hâl-u hat
minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz asla bu derd
çağırırım dost dost.
Hep görünen dost yüzü
andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü
çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes
pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses
çağırırım dost dost.
Gökler gibi dönerim
gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirim
çağırırım dost dost.
Ne yerdeyim ne gökte
ne mürdeyim ne zerde,
Her yerde her zamanda
çağırırım dost dost.
Geldim o dost ilinden
koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden
çağırırım dost dost.
Bu şiirin diğer
kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksûd efendi).
_____________
Vezin : Müstef’ilün
fâilün müstef’ilün fâilün
Bakup cemâl-i yâre
çağırırım dost dost,
Dil oldu pâre Pâre
çağırırım dost dost.
Aşkınla dolmuşum
zühdümü yanılmışım,
Mest-i mğdâm olmuşam
çağırırırm dost dost.
Mescid-ü meyhânede
hânede virânede,
Kâ’bede puthanade
çağırırım dost dost.
Sular gibi çağ-u çağ dolaşırım
dağ-u dağ,
Hayran bana sayr-u sağ
çağırırım dost dost.
Geldim cihâna garib,
oldum güle andelib,
Her dem ciğerim tâlib
çağırırım dost dost.
Yukadıdaki beyitte
geçen “Geldim cihâna garib” sözlerinde: Çünkü vatanın aslı Allâhtır. (Oradan
geldik. Anın için Hazreti Resul: “Hubb-ül vatan min-el îmân”, “Vatan sevgisi
Allâhtandır” buyurdu: Yani Allâha muhabbet (sevgisi) îmandandır demektir.
Dünya gamından geçüp
yokluğa kanat açup,
Aşk ile dâim uçup
çağırırım dost dost..
Aradığım candadır
canda ve hem tendedir,
Bilür iken bendedir
çağırırım dost dost.
Gâh düşerim mutlaka
gâh asl geh mülhika,
Bakup kamûdan Hak-ka
çağırırım dost dost.
Dolanmaz ol hâl-u hat
minel-ezel tâ ebed,
Onulmaz aslâ bu dert
çağırırım dost dost.
Hep görünen dost yüzü
andan ayırmam gözü,
Gitmez dilimden sözü
çağırırım dost dost.
Deryâ olunca nefes
pârelenince kafes,
Tâ kesilince bu ses
çağırırım dost dost.
Gökler gibi dönerim
gün gibi dolanırım,
Devr ile eğlenirim
çağırırırm dost dost.
Ne yerdeyim, ne gökte,
ne mürdeyim, ne zinde,
Her yerde her zamanda
çağırırım dost dost.
Geldim o dost ilinden
koka koka gülünden,
Niyâzî’nin dilinden
çağırırım dost dost.
Bu şiirin diğer
kısımları zâhir üzre takrir olundu. (Hacı Maksud efendi)
_____________
Vezin : Mefâilün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Yakup aşk ödüne cânı
meşâmın bûy-i tevhîd et,
Kamûya yek nazar birle
şuhûdun rûy-i tevhîd et.
Tevhîdin üç mertebesi
vardır: Tevhîd-i Ef’âl, Tevdîd-i Sıfât, Tevhîd-i Zât. Bunlar urûc, yani
yükselme makâmlarıdır.
Tevhîd-i Ef’âl:
Hareket eden, sâkin olan, alan, veren Hak-tır.
Tevhîd-i Sıfât: Gören,
,işiden, söyleyen, murad eden Hak-tır.
Tevhîd-i Zât : Bu
vücûd bizim değildir. Vücûd, Hak-kın vücûdudur.
Biz onun mazharıyız.
Zâhir olan Hak-kın vücûdudur.
Şu mâhîler gibi
kendini deryâdan cüdâ sanma,
İhâta eylemiş her yana
bak sûy-u tevhîd et.
Şu mâhiler gibi demek,
şu balıklar gibi kendini deryâdan uzak sanma. Çünkü bir defa balıklar toplanıp
aralarında konuşmuşlar ve demişler ki, işidiriz su varmış, bu su nasıl şeydir?
İçlerinde bunu bilen bulunmayınca, demişlerki, bir büyük balık vardır bilse
bilse o bilir, ona gidip soralım. Büyük balığa gidip sordular. O da bunlara
cevap olarak: “Sudan başka bir şeyi bana gösterin de ben de size suyu
göstereyim” der. Bu temsilde olduğu gibi Hak-kın vücûdundan başka bir şey
yoktur ki Hak-kın vücûdu görülsün.
Bizim zamanımızdan
önce Mısır’da Ulemâ arasında bir anlaşmazlık vâki olmuş. Ulemânın bir kısmı Hak
bu âlemleri ilmiyle kaplamıştır, diğerleri, hayır Hak bu âlemleri vücûduyla
kaplamıştır. Sonra Ezher camiinde toplanıp bu meseleyi çözmeğe karar vermişler
ve hangi taraf haklı ise o tarafa uyalım demişler. Bunların camide
toplandıkları sırada zamanın Velîlerinden bir zat oraya gelmiş ve toplanma
sebebini sorup öğrenmek istemiştir. Onlar aralarındaki anlaşmazlığı kendisine açıklayınca,
buyurmuş ki : “Ey şaşkınlar Hak-kın ilmi zâtından ayrımıdır? Âlemleri ilmiyle
ihâta eden (kaplayan) zâtıyla edemezmi?”.
Salınma câh-ı taklide
suûd arş-ı tahkîka,
Sana senden sefer eyle
seni sen tûy-i tevhîd et.
Ey mahcup! (ey
gerçekleri görmeyen, gözü perdeli) taklide düşme, tahkika çık, sana senden
sefer eyle. Sefer (yolculuk) beştir:
1 --- İlallâh ki,
Tevhîdi ef’âl, Tevhîdi sıfât, Tevhîdi zât makamları.
2 --- Billâh ki, cem
makâmıdır.
3 --- Fillâh ki
Hazret-il cem makâmıdır.
4 --- Lillâh ki,
Cem-ül cem makâmıdır.
5 --- Ma-allâh ki,
Ahadiyyet makâmıdır.
Bu beş makâmdan üçü
tenzilî dahi olur. Bunlardan birincisi tabiattan ilmelyakîne sefer, ikincisi
ilmelyakînden aynelyakîne sefer, üçüncüsü de aynelyakînden Hak-kalyakîne
seferdir.
Bir defa düşünelim;
Beni kim yarattı ? Babam. Babam da benim gibi bir mahluk. Anam, anam da kezâ
benim gibi bir mahluk. Şu halde benim bir Hâlikım vardır. İşte bu düşünce ile
tabiattan ilmelyakîne sefer edersin.
Sonra benim vücûdumda
bir işidiş, bir görüş ve bir irâde, bir kudret var. Bunlar benim Hâlikımda dahi
var. Çünkü san’atta olan sâni’de (sanatkârda) olmazmı, elbette olur. Velhâsıl
bu mülâhaza ile ilmelyakînden aynelyakîne sefer edersin .
İşte bundan sonra
vücûd da anın olduğunu düşününce, bu defa Aynelyakînden Hak-kalyakîne sefer
edersin. Hâsılı isti’dadı olan kimsenin hiçbir mürşide ihtiyâcı yoktur. Eğer o
kimsenin gecikmesi var ise o zaman bir Mürşidin tâlimine muhtaçtır.
İzâfâtı bırak gözden
açılsın dîde-i Hak-bîn,
Temâşâ-yı cemâl-i
şâhid-i dilcûy-i tevhîd et.
Beyitte geçen
izâfattan murad suver, yani sûretlerdir. Sûretleri bırakınca Aynel-Hak açılır.
Salât-ı ehl-i kurbun
kıblesidir “Semm-e vech-ullâh”
Niyâzî durma dâim
secde-i ebruy-i tevhîd et.
Şeyh Küşteri (K.S.)
hazretlerinin namazda iken hatırına Arş, Kürsî vesâire gibi şeyler gelirmiş.
Acaba namazım doğru ve makbulmüdür diye düşünmüş. Ona demişlerki, Ummân
memleketinde bir zat var, o senin müşkülünü halleder. Oraya gider ve o zata
müşkülünü arzeder. O zat: “Kalbin Hak-ka secde ettimi ?” diye sormuş. “Evet
etti” deyince olvakit hatıra gelen şeylerin zararı yoktur. O hatıra gelenleri
de halkeden Hak-tır, çünkü yüzünü yere koymak ancak yüzün secdesidir, kalbin
secdesi değildir.
_____________
Vezin : Müstef’ilün
fâilün müstef’ilün fâilün
Can kuşun her zamân
ezkârıdır vâridât,
Akl-u hayâlin heman
efkârıdır vâridât.
İşidicek adını duydu
cânım dadını,
Bildim ki âriflerin
esrârıdır vâridât.
Sidk ile gönlüm sever
görmeğe cânım iver,
Anın içün kim Hak-kın
envârıdır vâridât.
Öl dürr-i yekdânenin
kadri bilinmez anın,
Bu dil-i vîrânenin
mi’mârıdır vâridât.
Yukarıdaki beyitte
geçen “dürr-i yekdâne” den murad dürr-i yetimdir (Hazreti Muhammed S.A.V.
efendimizdir). Hazreti Peygambere Minede validesi hâmile kaldığı gece Nisan
ayının yirminci gecesi idi. Nisan ayının yirminci gecesi yağmur yağarsa, inci
çıkan deryâdaki sedefler ağızlarını açarlar. İşte herhangisi ağzını kapayıp da
karnına yağmur girerse o yağmur dâneleri donar birer dürr-i yekdâne olan inci
meydana gelir.
Gerçi kütüp çok yazar
ilm-i ledünden haber,
Cümlesi bir bahçedir
gülzârıdır vâridât.
Muhyeddin, Bedreddin
ettiler ihyâ-yi din,
Deryâ Niyâzî Füsûs
enhârıdır vâridât.
____________
Vezin : Mefâîlün
mefâîlün feûlün
Serây-i din esâsıdır
şerîat
Tarîk-i Hak hedâsıdır
şerîat
Budur evvel kapu
dergâh-ı Hak-kın
Ki yolun ibtidâsıdır
şerîat
Dahi bununla hatm olur
bu yollar
Bu râhın intihâsıdır
şerîat
Sırat-ı müstakiyme
davet eden
Münâdîler nidâsıdır
şerîat.
Şeriat enbiyânın
sünnetidir,
Kamûnun ihtidâsıdır
şerîat.
Hüdâ’nın leyle-i
Mi’râc içinde,
Habîbine atâsıdır
şerîat.
Yirmiüç yıla dek
Cebrâîlin
Ana vahy-i Hüdâ’sıdır
şerîat.
Cihanda çoktur envâı
ulûmun,
Kamûsunun hümâsıdır
şerîat.
Şerîat Allahın
beyânıdır. Şerîatı Cenâb-ı Hak yirmiüç yılda Cebraîl vasıtasıyla Hazreti
Peygamber efendimize (S.A.V.) vahi etti. Hazreti Muhammed Mustafa (S.A.V.)
altmışüç yaşında âhiret âlemine teşrif buyurdu.
Bu nefs-i kâfiri
katletmek için
Hak-kın hükm-i
kazâsıdır şerîat.
Cihâd-ı ekber eden
ehl-i diller,
Kulûbunun safâsıdır
şerîat.
Tarîkat kârbânının
önünce,
Delil-ü muktedâsıdır
şerîat.
Hakîkat gerçi
Sultanlıktır ammâ,
Önünde anın livâsıdır
şerîat.
Şerîattan velî yâd
olmaz asla,
Velînin âşinâsıdır
şerîat.
Şerîatle durur arz-u
semâvat
Bu bünyânın binâsıdır
şerîat.
Ne bilisün şer’i pâki
ehl-i ilhad
Ol a’dânın adâsıdır
şerîat.
Şerîatsız ne tarîkat
ne de hakîkat olur. Şerîata muhalif olan (karşıt olan) tarîkat, hakîkata dahi
muhaliftir (karşıttır), çünkü şerîat Allahın beyânıdır (bildirisidir). İşte
Mısrî efendi şerîatı böyle açık açık bildirmiştir.
Hemen anlar da aklınca
sanır kim
Nizam için olasıdır
şerîat.
Sakın cânâ sakın
anlara uyup
Deme sen de nolasıdır
şerîat.
Şerîatsız hakîkat oldu
ilhad
Hakîkat nûr ziyâsıdır
şerîat.
Ziyâ olmaz ise nûru da
yok bil
Hakîkatla kıyasıdır
şerîat.
Cihâna bir Velî hiç
gelmez illâ,
Elinde anın âsâsıdır
şerîat.
Dahî başında tâc-u
şâl-u kisve
Hem egninde abâsıdır
şerîat.
Hakîkat cânıdır ancak
Velînin,
Canından mâdasıdır
şerîat.
Çıkıcak can beden
öldüğü gibi
Çıkıcak sır kalasıdır
şerîat.
Karâr etmez beden
olmayıcak can
Hakîkatın bekâsıdır
şerîat.
Hakîkat dilber-i ra’nâ
gibidir
Anın zerrîn libâsıdır
şerîat.
Sakın soyma anı nâ
mahrem içre
Yüzün suyu hayâsıdır
şerîat.
Hakîkat arş-ı âlâdır
muhakkak
O Arşın üstüvâsıdır
şerîat.
Cem-i Enbiyâ vü
Evliyânın
Niyâzî rehnümâsıdır
şerîat.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Sırr-ı Hak-kı nicesi
fâş eyleyem ben ey sikât,
Kânı ancak remz ile
etmiş beyân ehl-i nikât.
Ey kendilerine
güvenilen Zâhir ulemâsı ! Hak-kın sırrını ben nice izhâr edeyim ki irfân ehli
anı remizle yani işaretle beyân etmiştir.
Her ne denlü âşikâr
etsem hafâsın artturur,
Ol iyân iken anı örter
delâil beyyinât.
Hakkın sırlarını her
ne türlü âşikâr etsem o gizliliğini arttırır. O iyân iken yani apaçık
görünmekte iken bu sûretler anı örterler, zirâ Hak-kın zuhûru hicâbtır, örtülüdür.
Ehli olmayana Hak-kın sırrını ifşâ etmek pek fenâdır, elinin kesilmesine
müstahak olur. Esasen şerîatta hırsızlık yapanın elinin kesilmesi cezâsına
çarptırıldığı gibi bu gibilerin de tevhîdden eli kesilir ve tardedilir, yani
tevhîdden kovulur.
Anı tevhîd eylemez
illâ ki şirk ehli eder,
Vahdet-i Hak-kı
duyanın dili lâldir aklı mât.
“Anı şirk ehli tevhîd
eder”, yani gizli şirkte olan kimse Hak-kı tevhîd eder, çünkü tevhîd şirkten
(Allâha eş koşmaktan) gelir. Zikir gafletten gelir. Yoksa ârif kimsenin şirki
yoktur ki tevhîd etsin, gaflet dahi etmez ki zikretsin. Ârif kimse esasen dâimâ
zikirdedir. Bu sebepten anın hiç gafleti yoktur.
Her ne kim fevkal-ulâ
taht-es-serâda vardurur,
Zât-ı vâhiddir veli
göründü nice bin sıfat.
Arştan serâya
(yeryüzüne) kadar her ne ki var zât-ı vâhiddir. Hazreti Muhammedin (S.A.V.)
mi’râcı arşta vakî oldu. Hazreti Yunus (A.S.) ise balık karnında iken taht-ı
serâda mi’râc etti. Bu miracların ikisi de birdir, zirâ her yerde olan Zât-ı
vâhiddir. Hatta Hazreti Muhammed (S.A.V.): “Benim mi’râcımı Yunus’un mi’râcına
tafdil etmeyin, yani üstün tutmayın” buyurdu.
Zâtı birdir lîk
evsâfına gâyet yokdurur,
Gör bu fânusu ki anın
şem’i oldu nûr-i zât.
Zâhir-ü bâtın kamusu
bir fenerdir gayri yok,
Şem’i insân oldu
fânusu cem-i mümkinât.
Ey Niyâzî Âdem oldu
çün cihânın şu’lesi,
Bahş olur Âdem
deminden âleme rûh-ul hayât.
Beyitte geçen
“Evsâfına gâyet yoktur”, yani onun vasıflarına son yoktur. Çünkü bütün
âlemlerin mayası “Nûr-i Muhammedî” dir, hepsi Nûr-i Muhammedîden yaradılmıştır.
Mü’min ve kafir herkeste Nûr-i Muhammedî mevcuttur, hem de müstekillen
mevcûddur. Mü’min olanın âhireti o nûr ile tenevvür eder, yani nurlanır,
aydınlanır, kâfirin de dünyası tenevvür eder.
Hazreti Âdem önce bu
Nûr-i Muhammedî mazharı oldu, sonra gelen evlâdı da o nûr ile zâhir oldu. Bu
sebepten Hazreti Âdem (A.S.) cesetler cihetiyle Hazreti Muhammedin babası
velâkin ruhlar cihetiyle de Hazreti Muhammed hazreti Âdemin babasıdır.
Velhâsıl zâhir ve
bâtın herşeyin mayası Nûr-i Muhammedîdir. Bu âlem bir fânus olup içindeki mumu
yani nûru Nûr-i Muhammedîdir.
_____________
Vezin: Müstef’ilün
müstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Oldum çü mahv-ı mahz-ı
zât, buldum vücûdumdan necât,
Ben içmişem âb-ı
hayât, irmez bana hergiz memât.
Beyitte geçen “Çünkü
mahv-ı mahz-ı zât oldum” demek , yani Hakla Hak oldum, vücûdumdan vesâir
vücûdlardan kurtuldum demektir. Bu sebepten ben asla ölmem.
Ben dost yolunda
vârımı terkeyledim önden sona,
Küfr ile îmândan geçüp
a’yânda bulmışâm sebât.
Ben dost yolunda
vârımı terk ettim, küfür ve îmândan geçtim. Ayni Hak-ta sebat buldum. Çünkü
küfür ve imânda ikilik vardır. Mü’min, îmân olarak bunların sayılmasıyla
isneyniyet, yani ikilik olur.
Her kande baksam
görünür gözlerime sırr-ı ezel,
Her şey ulaşup
Hak-kına çıktı aradan kâinât.
Sırr-ı ezelden murâd,
yani ezelin sırrından maksad eşyânın hakîkatıdır.
Dost ile ben dost
olalı zevk ile işret bulalı,
Zayf-i mükerremdir bu
can hep yediğim kand-ü nebât.
Halvetten ettim
rihleti, kesrette buldum vahdeti,
Bâzarda düzdüm halveti
rûz-u şebim îyd-ü Berât.
İkinci beyitte geçen
“Zayf-i mükerrem” demek, yani bu canım Hak-ka misâfirdir. Halvet ise dört duvar
arasında edilen halvet değildir. Belki halvet, bu sûretlerden halvet, bu
sûretlerden halvet, yani “Fenâfillâh” oldum, ben artık sûret görmem, Hak
görürüm. O zaman gündüzüm bayram, gecem de Berat gecesidir. Bu bahrı Mısrî
efendinin Hak-la olup, Hak-kın lisânından söylemiş olmasıdır.
Gördüm bu âlemler kamû
benim vücûdumla dolu,
Bir olmuş uçmağ ve
Tamû cümle bana olmuş sıfât.
Her ne yana kim eğilem
ol yane her şey eğilür,
Olmuş Niyâzî hep senin
sâyelerin sitt-i cihât.
Mısri Divan 17
______________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Gir semâ’a zikr ile
gel yana yana Hû deyu,
İr safâ-yı aşkı-
Hak-ka yana yana Hû deyu.
Halka olup zikrederler,
devrân ederler, ilahi okurlar, buna semâ tabir olunur. (Sünbülîler ayakta halka
olup zikrederlerdi)
Hep erenler Hû ile
kaldırırlar can perdesin,
Açtılar gözlerin anda
yane yane Hû deyu.
“Hû”
Ahadiyyet-ül-ayn’a işârettir. “Allah” Ahadiyyet-ül-kesret’e işârettir. Çünkü
Ulûhiyyet mertebesi bütün ilmî ve dış kesretleri şâmil ve müstağrak olan
Ulûhiyyet mertebesidir, yani “Allah” ismi ve Ulûhiyyet mertebesi sâhibi, gerek
Allahın ilminde olan kesret-i ilmiyyeyi ve gerek hâriçte olan kesretleri, yani
bütün mevcûdat ve mahlûhat-ı dünyeviyye ve uhreviyye esmâ ve sıfatları,
velhâsıl her ne kesret var ise cümlesini muhît ve müstağraktır.
Hû yani Hüviyyet
gayb-ı mutlak zât-ı baht-ı kesretten sarf-ı nazar “Ahadiyyet-il-ayn” makâmıdır,
bundan daha yüksek mertebe yoktur. Yani Ulûhiyyet bütün ilahî mertebeleri muhît
ve müstağraktır, velâkin Ulûhiyyet mertebesinde Hüviyyet mertebesi altında
münderictir. Ulûhiyyet mertebesi sahibi bütün âlemlerde mütesarrıftır, yani
âlemlerde tasarruf eden Ulûhiyyet mertebesi sahibidir. Halbuki Hüviyyet
mertebesinde tasarruf yoktur, zevk yoktur.
Gördüler Hû kaplamış
hep Onsekizbin âlemi,
Feyz alırlar cümle
Hû’dan yane yane Hû deyu.
Anınçün Kâmiller
Ahadiyyet-ül ayni telkin etmezler. Telkin ettikleri Ahadiyyet-il-kesrettir,
çünkü Ahadiyyet-ül-ayn’da zevk ve şevk yoktur, zevk Ahadiyyet-il-kesrettedir.
Zât-ı Hak-kı buldular,
buluştular Hû ile,
Dost göründü her
taraftan yane yane Hû deyu.
Hazreti Resûle
sordular: “Yâ Muhammed senin davet ettiğin İlâh nicedir?” O zaman işte İhlâs
sûresi nâzil oldu. “Kul hu-vallâh-ü ahad Allâh-üs-samed lem yelid ve lem yûled
velem yekün le-hû küfüven ahad” “Yâ Muhammed, de ki : “Allâh bir tektir. Allâh
herbir şey kendisinin, her dileğin mercii ve maksûdu olan büyük varlıktır. O
Allâh doğurmadı ve doğurulmadı. Ve Ona bir küfüv (eş) olmadı”. Yani, “Yâ
Muhammed, sen Hû de”. Hû yani Hüviyyet mertebesi sâhibi Allâh Ulûhiyyet
mertebesi ahaddir, yani birdir. Onsekizbin âlemi kaplayan Allâhtır, yani
mertebe-i Ulûhiyyettir. Lâkin Ulûhiyyet, Hüviyyette münderiçtir. Her ne kadar
iki görülse de gerek Ulûhiyyet mertebesi ve gerek Hüviyyet mertebesi ayrı ayrı
zannolunursa da birdir, çünkü Ulûhiyyet Hüviyyette münderiçtir.
Mısrî efendi bu
itibarla Onsekizbin âlemi Hüviyyet mertebesi kaplamıştır buyurdu. Bir kimsenin
üç kere Hû dese Hû olur dedikleri bunun içindir. O kimse önce bir kere hâriçte
olan kesrette, yani dünyâ ve âhiret ne kadar mevcûdat ve mahlûkat ve malûmat ve
isimler, sıfatlar var ise makâmdan (yani sahip olduğu makâmdan) Hû der. Sonra
bir kere de İlâhî ilimde olan ilmî kesretlere Hû der. En sonunda bir kere de
ikisine de Hû der, Hû olur.
Ey Niyâzî gönlüne
âşıkların hikmet dolar,
“Künt-ü kenz” in
haznesinden yana yana Hû deyu.
__________
Vezin: Müstef’ilün
müsstef’ilün müstef’ilün müstef’ilün
Bir şehere erişti
yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm
içer âb-ı hayvan kamû.
Bir hoş güzel yapısı
var otuziki kapısı var,
Cümle şehirlerden ulu
her yanı bağ bostan kamû.
Âb-u havâsı mu’tedil
giren çıkamaz ay-ü yıl,
Dağları lâle ak kızıl
bağlar gül-i handan kamû.
“Bir şehere erişti
yolum dört yanı düz meydan kamû
Ana giren görmez ölüm
içer âb-ı hayvan kamû.”
Beyitte geçen şehirden
murad “Semsem vâdisi” dir.Cenâb-ı Hak Beyti şerîfin toprağından Âdem (A.S.) mın
balçığı yapıldığı vakit fazlasını Kürsî cinân (cennetler) çevresine serpti.
İşte Semsem vadisi andan yaratıldı, çünkü Semsem Âdemin balçığından arta kalana
derler. O şehrin büyüklüğüne nisbetle cennetler bir hardal tanesi kadardır.
Cennet ehli zevk ve tenezzühe istek duydukları vakit oraya çıkarlar ve sonra
tekrar cennete dönerler. Aynı burada da gezinti için halkın çiftliklere
çıktıkları gibi. Lâkin Ârifler dünyâ ve âhirette istedikleri zaman rü’yada
veyahut münselih olarak, yani varlıklarından soyunup o şehre giderler,
kapısında karşılanırlar, elbiselerini çıkarırlar ve o şehrin kendine has
elbisesini giyip içeriye girerler.
O Velî veya Ârif kişi
hangi makâmda ise, altından ağaçlar ve üzerindeki altın meyveler, o Ârifin
makâmından konuşup tesbih ederler ve herhangi bir ağaca baksa kendi sûretini görür.
İşte orada böylece zevklenirler ve nimetlenirler. Çıkarken şehrin kapısında
oranın elbisesini bırakır ve yine kendi elbisesini giyer.
Oraya giren kimsenin
tevhîddeki makâmı; Cem, Hazret-il Cem, Cem-ül Cem ve Ahadiyyet makâmından aşağı
olmamalı. Cem makâmından aşağı olursa o şehre giremez. İşte bu Semsem vâdisine
“Hakîkat şehri” denilir, Kürsî üstündedir, yeryüzünde değildir. Yreyüzünde olan
“Cennet-il-Velâyet” dir (Velîlik cenneti). Bunu daha önce anlattık.
İşte bu şehre giren
bir daha ölmez. “Mutû kabl-e en temutû”, yani “Ölmezden önce -ihtiyarî olarak -
ölünüz” hadisi gereğince tabiatiyle bu sırra mazhar olan bir daha ölür mü?
Ölmez, o daima uyuklar gibi bir halde bulunur. İşte tevhîd ehlinin ölümü budur.
Halbuki o hep diridir, çünkü muvahhid, yani tevhîd ehli ölmez. İhtiyarî ölümle
ölen bir kimse bir daha ölür mü, ölmez.
“ Bülbülleri nalân
eder cân-u dili hayrân eder,
Bahçeleri seyrân eder
her köşede hûbân kamû.
Eşçârda sazlar çalınır
dallarda meyve salınur,
Sen sunmadan ol
bulunur her emrine fermân kamû”
“Eşçârda sazlar
çalınr” demek, işte anlattık. Ağaçlar oraya giren Ârifin makâmından tehlil-ü
tesbih (Kelime-i tevhîd ve ismi- celâl ile zikir) ederler. O ârif kimseye
ikramen ağaçların meyveleri kevn, yani kainât büyüklüğündedir.
Arzu ettiğin vakit o
meyva sana gelirken ufala ufala ağzına gelir; tam yenilecek kadar küçülür ve
kendiliğinden ağzına girer, o meyvaları hiç el ile tutmazsın.
Kim Selsebil’den nûş
eder rahik anı bihûş eder,
Tesnîm ebed sarhoş
eder olur içen mestân kamû.
Semsem vâdisinin üç
ırmağı vardır: Selsebil, rahik, tesnîm’dir.
Bu dediğim Cennet
değil anlara ol minnet değil,
Bunun sefâsı zevkine
ehl-i cinân hayrân kamû.
Şehr-i hakîkattır adı,
Hak sırrını bunda kurdu,
O sırra vâkıf olanı,
Hak eyledi mihman kamû.
Olmaz anlarada hiç
fesad buğz-u hased kibr-ü inad,
Cümle bilir yok asla
yâd birbirine ihvân kamû.
Özleri canlaradan aziz
sözleri ballardan leziz,
Yok anda sen, ben, siz
ve biz birlik ile yeksân kamû.
Ol şehre Mürsel
gelmedi, anları dâvet kılmadı,
Anlar yolu yanılmadı
evsafları Kur’ân kamû.”
“O şehre Mürsel
gelmedi”, yani o hakîkat şehrine Resûl gelmedi zirâ, orası dâr-ı teklif, bir
teklif yeri değildir.
Hak mezhebi mezheberi,
deryâ-yı zât meşrebleri,
Hâsıl kamû matlebleri,
kadr içredir her an kamû.
Yoktur onlardan ihtilaf
günden iyândır bî hilâf,
Her işleri Hak-ka
muzâf ruh eylemiş Yezdân kamû”
O hakîkat şehrine
girenlerin mezhebi Hak mezhebidir, anlarda anlaşmazlık yoktur. Çünkü hakîkat
ehlinde anlaşmazlık olmaz , biri burada, diğeri başka bir yerde olsa,
birbirleriyle mülakat ettikleri gibi anlaşırlar, aralarında anlaşmazlık olmaz.
Terk eylemişler kâl-u
kil lâl olmuş anlara bu dil,
Her halleri Hak-ka
delil hep mazhar-ı Rahmân kamû.
Fakat amâl mezhebleri
arasında anlaşmazlık çoktur. İmâm-ı Azam bir türlü der, İmâm-ı Şafiî başka
türlü der, İmâm-ı Malikî de bir başka türlü der. Velhâsıl birbirlerinin aksine
belki kırk mezheb, hatta birbirleriyle anlaşamayan daha ziyâde bile mezheb
vardır. Halbuki hakîkat ehlinin mezhebi yalnız bir türlüdür, aralarında hiç
anlaşmazlık yoktur. Onlar her işlerini Hak-ka tafviz , yani Hak-ka havale
etmişlerdir. Ârifin her hareket ve sekenâtı Hak-ka delildir. Zirâ kendileri
Rahmânın mazharıdırlar.
Gerçi sana bakıp gözü,
sohbet eder söyler sözü,
Lâkin Hak-kı bulmuş
özü, söyleştiği Furkân kamû.
Dünyâya anlar gelmedi,
geldiyse de eğlenmedi,
Şeytân oları
görmedi,anda olar pinhân kamû.
“Düyaya anlar
gelmedi”, evet Ahadiyet-üs-seyr olanlar, yani vahdet zevkiyle Hak-ka ulaşanlar
hiç dünyâya gelmedi demektir. Onları dünyâda görürsün velâkin onlar
çocukluğundan Hak-ladır. O gibi kimse şimdi dünyâda olur mu? Olmaz, geldi ise
de eğlenmedi.
“Şeytan onları
görmedi”, yani bir takımı vakıa geldi ve bir takımı fena olan fiillerde
bulundu, sonra tevbe etti, tevhîd yoluna girip daimî zikir sahibi oldu.Zirâ
dâimi zikir sahibinden şeytân bir mil mesâfeden uzak durur. Bu mesâfe Dörtbin
adımdan fazla olup, daha yakından yaklaşamaz. Bir takımı da muvahhid velâkin
dâimî zikirde değil kalbi gâfil. İşte o takım kimseye şeytan Cem makâmına kadar
musallat olur. O kimse Cem makâmına ayak basınca çekilir.İşte dünyaya gelip de
eğlenmeyen ve şeytânın kendilerini görmedikleri kimseler bunlardır.
Ana girerse bir kişi
gider gönülden teşvişi,
Başına bu devlet kuşu
konan olur Sultan kamû.
Hemen ki ol şehre
gelür her korkudan azâd olur,
Yollarda billerde kahr
div-u peri şeytân kamü.
Dâr-ül emândır ol
şehir lâkin girer yüzbinde bir,
Sanma ana dâhil olur
hûr-u melek rıdvân kamü.
Kim ki o şehri özledi
erenler izin izledi,
Adâb-ı Hak-kı gözledi
irşâd eder Pîran kamû.
Ehlini bul ol illerin
sarpın geçersin billerin,
Yırtar yalnız gideni
kurd-u peleng arslan kamû.
Beyitte geçen kurt ve
arslandan murad, nefis ve şeytândır.Mürşid-i Kâmili bulmadan o hakikat şehline
gidilmez. Öyle kitap okumak ve yalnız sohbet dinlemekle de olmaz, behemahal
Kâmile biyat lâzımdır.
Ehline anlar bellidür
zirâ bilür bir ellidir,
Her birisi ahsen sıfat
her müşküle bürhân kamû.
Gir Enbiyânın silkine
bin bu vücûdun fülküne,
Kahreyle nefsin
askerin gark eylesün tûfan kamû.
Var “Semm-e
vech-ullâh” ı bul tâ görüne sana bu yol,
Senden sana eyle sefer
kim idesin seyrân kamû.
Candan riyâzat-ı teap
çeksin anı edüp taleb,
Olur riyâzat sonu
derdlerine dermân kamû.
“Candan riyâzat teap”
demek (teap: yorgunluk), burada riyâzat akıldır. Akıl üç kısımdır: Akl-ı maâş,
Akl-ı maâd, Akl-ı kâmildir.
Akl-ı maâş sâhibi,
aklını dünyaya fazlasıyla sarfedendir. Akl-ı maâd sâhibi, aklını âhirete
fazlasıyle sarfedendir ve kendisinde âhiret fikri galip olandır. Akl-ı kâmil
sâhibi ise kendisinde Hak fikri galip, yani fazla olan ve sarfeden bir
kimsedir.
Çek sinene dağ üzre
dağ şol hasta gönlün ola sağ,
Şâyed ola dağ üstü bâğ
yâdlar ola yârân kamû.
Can ilidir vasfettiğim
derd ile ta’rif ettiğim,
Bundan inüp döküldüler
bu tenlere her cân kamû.
Gel tende koma cânını
a’lâya çık bul kânını,
Lâyık mıdır insâna kim
yeri ola zındân kamû.
Tut bu Niyâzî’nin
sözün bunda aça gör gözün,
Birgün gidersin
ansızın görmez seni giryân kamû.
Var ol hakîkat şehrine
ir anda Hak-kın sırrına,
Dolsun senin de
gönlüne deryâ olup irfân kamû.
__________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Nevbahar erişti bi-dâr
olayım şimden gerû,
Andelip-i bağ-ı gülzâr
olayım şimden gerû.
“Dünya vü ukba
hevâsından geçüp abdâl veş,
Kâşif-i cilbend-i
esrâr olayım şimden gerû”.
Birinci beyitte geçen
bahardan murad edilen ilahi vücûddur. İkinci beyitte geçen “Abdâlveş” şunlara
derler: Üçyüzler vardır, herbiri bir Nebi, yani peygamber meşrebindendir.
Bunlar Üçyüzonüç ricaldir. Kırklar vardır, yediler vardır. Üçyüzlerin Kırkı
Âdem (A.S.) meşrebinde, yani yaradılışındadır.İşte bu kırk kişiye Abdâl tabir
olunur. Üçyüzlerin Yetmişi Nuh (A.S.) meşrebindendir,bunlara da Nakibler tabir
olunur.Bunlardan yedisi Resûlüllah (S.A.V.) ın meşrebindedir.Bu Yedilerden
Dördüne Evtâd, ikisine İmamân ve birine de “Gavs” tabir olunur.
Çaluben Mansûr gibi
tabl-ı “Enel-Hak” nevbetin,
Gireyim meydâna berdâr
olayım şimden gerû.
Mısrî hazretlerinin
Mansûr gibi “Enel-Hak” diyerek meydana girip berdâr olayım demesi, ihtiyâri
ölğmle ölmeğe işarettir. Çünkü Mansûr “Ene =ben” demekle vücûdunda Hak-kı kayıd
ettiğinden Kur’ânın âyetleri, onun katline hükmetti, Hak kayıddan münezzehtir.
Dügeli dâr-u diyârın
raht-u bahtın terk edüp,
İbn-i Edhem gibi
deyyâr olayım şimden gerû.
Dolanayım Hızır-veş
âlem gözünden bir zamân,
Mutlak olup sırr-ı
settâr olayım şimden gerû.
Dolanayım ten
zemininde karar edüp kalam,
Çıkayım göklere devvâr
olayım şimden gerû.
Bu izâfât-ı kuyûdât
illerin edüp harâb,
Lâmekân ilinde seyyâr
olayım şimden gerû.
Mürg-i cânıbu
kafaesten uçurup şâd edeyim,
Ol adem şehrine tayyâr
olayım şimden gerû.
“Bir beden kaldı bana
mensûb olan bunda hemân,
Yoğ edüp anı dahî var
olayım şimden gerû.
“Bunda bana bir beden
kaldı, onu da yok edip var olayım” diyor Niyâzî hazretleri, çünkü sâlik efâlini
Hak-da fenâ eder, sıfatlarını fenâ eder, zâtını fenâ eder. Sonra Cem makâmında
önce Hak-kın zâtını giyer, Hazret-il Cemde Hak-kın sıfatlarını giyer, Cem-ül
Cem makâmında Hak-kın ef’âlini giyer, var olur. Zirâ “Vâriyet” Hak-kındır.
Hak-kın vâriyeti ile ancak insan var olur, yani vâriyetin Hak-kın olduğuna
vâkıf olur demektir. Bu sebepten de Niyâzî: “Kalmasın varlıkta Mısrînin vücûdu
zerrece” diyerek şiirine son vermektedir.
Kalmasın varlıkta
Mısrî’nin vücûdu zerrece,
Kurtulayım vasl-ı
dildâr olayım şimden gerû.
_________
Vezin: Mef’ûlü
fâilâtün mef’ûlün fâilâtün
Can yine bülbül oldu
hâr açılıp gül oldu,
Göz kulak oldu her yer
her ne ki vâr ol oldu.
Oynadı çün nâr-ı aşk
kaynadı ebhâr-ı aşk,
Her yaneye çağlayup
aktı gözüm sel oldu.
Gönül ol bahre daldı
dilim tutuldu kaldı,
Girdim anın zikrine
azâlarım dil oldu.
Ferhad bugün ben oldum
vartlık dağını deldim,
Şirin’ime varmaya her
cânibim yol oldu.
Geç ak ile karadan
halkı bırak aradan,
Niyâzî dön buradan
durma sana gel oldu.
Zâhir üzre takrir
olundu. (Hacı Maksûd efendi).
___________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Kıldan ince ve
kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,
Her kemâl ehli,
kapusunda anın ednâ kulu.
Okları kavs-i kazânın
kuvvetince yol alur,
Putesine kalb-i
Sultandan geçer okun yolu.
Çün mukaddem “Fakr-i
fahri” dedi Sultân-ı Rüsûl,
Yâ aceb mi fahr-i
zillî diye bu âhir veli.
Karha terha iki deryâ
“Mecmail Bahreyn” olan,
Taht-ı ikdâm-ı erâzil
Arş-ı Rahmân menzili.
Ârifin bir himmeti var
ana Arş olmaz makâm,
Sidre vü Tûbâ gözetmez
kâmilin cân-u dili.
Âkilin mizân-ı aklı
mâverâsın almadı
Âşıkın âkiller içre
adı mülhid ya deli.
Zerre zerre kıldı
Mısrî’nin vücûdunu kaza,
Katre katre kıldı
zâtını anın aşk yeli.
“Kıldan ince ve
kılıçtan keskin ol Şâhın yolu,
Her kemâl ehli,
kapusunda anın ednâ kulu.”
Hazreti Resûlün yolu
kıldan ince kılıçtan keskindir. Her kemâl ehli anın kapısında ednâ bir kuldur.
Mısır’da Ehlullâhın ileri gelenlerinden İbrahim Hanifî hazretleri vardı. İbni
Fârız’dan sonra yaşamıştır. Bu zâta sordular: İbni Fârız sizin zamanınızda
yaşasa idi size tâbi olur muydu? Cevâben: “Evet, benim kapımda olurdu”. Bir
defâsında Hazreti Resûl, Ömer (R.A.) in ansızın evine girdi, çünkü akrabalığı
vardı,olmasa da Hareti Resûl’e perde yoktu, o cümlenin babasıdır. Hazreti
ömer’in bir kitap okuduğunu gördü ve Hazreti Ömer okuduğu kitabın Tevrat
olduğunu söyledi. O zaman: “Şayet Mûsâ hayatta olsaydı bana tâbî olurdu yâ
Ömer” buyurarak Ömer’i, Hazreti Resûl ikaz ettiler. İbrahim Hanifî’nin sözü de
bunun gibidir, çünkü o zamanın Ehlullâhı İbrahim Hanifî idi, bütün kibar
Velîler ana tâbi idiler, yoksa İbn-i Fârız’ın kemâli andan ziyâde idi.
“Çün mukaddem fakr-i
fahri dedi Sultân-ı Rüsûl,”
Hazreti Resûl
“Elfakr-ı fahrî” buyurdu, yani “fakirlik benim iftihârımdır” dedi.Ama bu mal
fakirliği değilidir, fakr-ı hakîkidir. Fakr-ı sûri değildir, yani vâriyeti yok
olan, ef’âlini, sıfâtını, zâtını Hak-ka verendir. Bunlar esasen Hak-kındır,
işte bunların Hak-kın olduğuna vâkıf olan kimseler fakr-ı hakîki sahibidirler.
Karha terha iki deryâ
Mecma-il-Bahreyn olan”
Karha kırıntı
demektir, sofrada kalan ekmeğin en ufak parçası, terha da bezin en ince
parçasıdır. Mecma-il-Bahreyn zâhir olarak Akdenizle Nil nehrinin karıştıkları
Reşid İskelesi’dir. Çünkü Mûsâ hazretleri Hızır (A.S.)ile orada buluştular.
Birlikte yanlarında bulundurdukları pişmiş balık orada kayboldu. Balığın biri
yanı kızarmıştı. Hakîkatta Mecma-il-Bahreyn, Bahr-ı Vücûb ile Bahr-ı İmkân
arasında bir berzâhtır. Hatta Mecma-il-Bahreyn’in resmini pergelle çizerler,
ortadaki çap çizgisi berzahtır. İki kavis ortasından geçen çap çizgisinin bir
yanına “Kavs-i vücûb”, diğer yanına “Kavs-i İmkân” yazarlar. Kavs-i Vücûb
“Fâtihâ-i Şerîfe” nin ortasına kadar olan âyetler, diğer yanı da sonuna kadar
olan âyetlerdir.
“Âkilin mîzân-ı aklı
mâverâsın almadı”
Aklî ilim
bilginlerinin akıl mizânı, akıllarının kavrayamadıklarını alamazlar.Bu ilimler meselâ
mantık, edebiyât ve bunlara benzer akliyâta dâir ilimler olup, bunlar İlâhî
ilimleri öğrenmek için birer âlet, yani onlara âşinâ olmağa birer basamaktır.
Asıl ilim üç kısımdır
: Şerîat ilmi, Tarîkat ilmi, Hakîkat ilmidir. Şu halde aklî ilimleri öğrenmek
demek, bir nevi acemilikten ustalığa geçmek demektir. İlâhî ilimler aklî
ilimler sâhibi âşıklar arasında bulunsalar, âşıkların sözlerini
kavrayamadıklarından onlara ya mülhid, yani bozuk veya deli divâne derler.
“Zerre zerre kıldı
Mısrî’nin vücûdunu kazâ”
Zerre zerre demek,
önce o kimse Hak-ta ef’âlini fenâ eder, sonra sıfatını fenâ eder, en sonunda da
zâtını fenâ, yani yok eder demektir.
Mısri Divan 18
_____________
Vezin:Mef’ûlü mefâîlün
mef’ûlü mefâîlün
Dost illerinden
menzili ki âli göründü,
Derd-i dile dermân
olan Elmalı göründü.
Tûtilere sükker
bağının zevki erişti,
Bülbüllere cânân
gülünün dâli göründü.
Mecnûn gibi sahralara
ağlayı gezerken,
Leylâ dağının
lâlesinin âli göründü.
Ten Yakûbunun gözleri
açılsa aceb mi,
Can Yûsuf’unun gül
yüzünün hâli göründü.
Hazreti Yakûb (A.S.)
oğlu Yûsuf için ağlardı. Yollar başında oturup gelen ve gidene “Yûsuf’u gördün
mü, Yûsuf’tan haber var mı?” diye sorardı. Sonra diğer evlatları babalarına:
“Ey baba, Allâh’a kasem ederiz ki, sen bu halin ile ya ölüp gideceksin, veyahut
da sana cismen bir zarar gelecektir." Sonra Hazreti Yakûb âyeti kerimede
bildirildiği üzere: “Benim şikayetim Hak-kadır, her ne kadar siz gelip
gidenlere şikâyet ederim sanıyorsanız, sizin bilmediğinizi ben bilirim, ben
Nebîyim.”
İşte Hazreti Yûsuf’a
ağlamaktan Hazreti Yakûb (A.S.) mın gözlerine bir ince perde geldi, velakin
yine görürdü. Kör oldu dedkleri yalandır. Çünkü Nebîler dâvete engel olacak ve
halkın kendisinden nefret edilecek illet ve hastalıklardan masun ve
mahfuzdurlar. Öyle nefret verici, bulaşıcı hastalık ve körlük gibi ârızalar
Enbiyâ’da olmaz.
Kâl ehlinin ahvâlini
terk eyle Niyâzî,
Şimden gerû hâl
ehlinin ahvâli göründü.
Kâl ehli şunlardır:
Sözleri âyet veyahut hadise yakın olmayan sözleri söyleyenlerdir. Çünkü âyet ve
hadîse yakın olan söz, o sözü söyleyenin değilidir, bu sözler ya Hak-kın
veyahut Hazareti Resûlündür. O sözlere imân etmeyen kâfir olur.
Meselâ zâhir ulemâsı
âyet ve hadîsle teyid edilmiş bir söz söylerse, o söz zaten onun değildir, âyet
ve hadîs şerîfi söylüyor demektir. Şâyet kendi düşüncesinin mahsülü olarak
söylediği ise, o söz kabul olmaz. Hatta İmâm-ı Âzam Ebu Hanife buyurmuştur:
“Vesayâsındaki bir sözüm ki, yanında âyet ve hadîsle görüle, o benimdir kabul
edin. Velâkin âyet ve hadîs yanında olmayarak görülen söz benim değildir, kabul
etmeyin.”
İşte kâl ehlinin sözü
âyet ve hadisle teyid edilmiş olmalı, kendi istidat ve düşüncesinin mahsulü
olmamalıdır. Çünkü kâl ehlinin sözü, hâl ehlinin sözü gibi zevkî değildir, yani
manevî bir zevkle söylenmemişti
____________
Vezin: Mef’ûlü
mefâilün feûlün
Çün sana gönlüm
mübtelâ düştü,
Derd-ü gam bana âşinâ
düştü.
Zühd-ü takvâya yâr
idim evvel,
Aşkla benden hep cüdâ
düştü.
Vâiz eder gel aşkı
terk eyle,
Nideyim sabrım bî-vefâ
düştü.
Nice terk etsin aşkı
şol âşık,
Ana karşu sen meh-likâ
düştü.
Vechini görsem dağılır
aklım,
Zülfün ona çün muktedâ
düştü.
“Ol zühd-ü takvâ
benimle yâr idi, aşkla bunlar hep uzak oldu.”, öyle ya dâimî zikirde iken ,
yani Mabûdu ile dâima huzurda iken zühd ve takvâ ne lazım. Zühd ve takvâ mahcup
işidir, âvâm halidir. Hak-kı bulan kendi yok olur, çünkü vücûd zaten Hak-kın
vücûdudur. İşte insan bu hususa vâkıf olunca Hak-ka vâsıl olur.
Kim seni buldu kendi
yok oldu,
Vaslına ey dost can
bahâ düştü.
Aşka, uşşâkın dâvet
etmişsin,
Can kulağına ol sadâ
düştü.
Cenâb-ı Hak âşıkları
“Vemâ halaktel cinn-e vel-ins-e illâ liyâ’budûn”, “Biz cin ve insanları bize
ibadet etsinler diye yarattık”, âyeti kerimesiyle aşka dâvet etti. Bu âyeti
kerimenin tefsîrinde İbn-i Abbas (R.A.) der ki: “İbâdet nedir yâ Resûlullah”
diye sahâbeler sordular. Hazreti Resûl: “Eyyi li-yuvahhidûn-e eyyi
liya’rifûnehû” diye tefsîr buyurdular, yani “Ben ins ve cinni ancak beni tevhîd
etmek ve beni bilmeleri için yarattım” demek istemişlerdir.
Bu Niyâzî’nin hiç
vücûdunda,
Zerre komadı hep bekâ
düştü.
Mısri Divan 19
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilün
Yâ İlâhî sana senden
el’ıyâz,
Sensin âhir cümlemize
müsteâz.
Derd senin dermân
senindir şüphe yok,
Derdli kullara yine
sensin melâz.
Cem-i farkı eylegil
meşhûdumuz,
Cem-ul cem inden bize
ver iltizâz.
Zevk-i küllî pâdişâhım
oldürür,
Bize tevhîdin ola dâim
me’âz.
Bu Niyâzî bendeni etme
garîb,
Eyle gel tevhîd-i
sırfda onu şâz.
Zâhir üzre takrir
olundu. (Hacı Maksûd Efendi)
_________
Vezin: Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün fâilün
Bugün bir meclise
vardım oturmuş pend eder vâiz,
Okur açmış kitâbını bu
halkı ağladır vâiz.
İki bölmüş cihân
halkın birini cennete salmış,
Eliyle kürsüden birin
Tamû’ya sarkıdır vâiz.
Çıkar ağzından ateşler
yakar şeytân-ı mel’ûnu,
Sanasın yedi Tamûnun
azâbı kendidir vâiz.
Tamûya şöyle doldurmuş
içinde yok duracak yer,
Ana yerleştirir halkı
acep hizmettedir vâiz.
Yaraşur va’z ana hakkâ
ki yanar yakılur her dem,
Niyâzî’nin hemen ancak
cihanda adıdır vâiz.
Zâhir üzre takrir
olundu (Hacı Maksûd Efendi)
__________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Sen seni bilmektir
ancak Pîr’e ülfetten garaz,
Noktayı fehm
eylemektir ilm-ü irfândan garaz.
Pîr (Mürşid) den
garaz, yani maksat sen seni bilmektir. Çünkü şeytan seni kendi yoluna rağbet
göstermeni ister. Anın için Mürşid lâzımdır. Mürşidsiz olmaz.
“Noktayı fehm
eylemektir ilm-ü irfândan garaz”
Yukarıdaki ikinci
beyitte geçen ilim ve irfandan maksad da noktayı anlamaktır.
Bir keresinde Eshâb-ı
Kirâm Hazreti Ali (K.V.) ye sordular:
“Yâ Emiril Mü’minîn,
ilim nedir?”. Cevâbında buyurdular: “İlâhî kitaplarda olan Kur’ân’da, Kur’ân’da
olan Fâtihâ-i şerîfede, Fâtihâ-i şerîfede olan Besmele’de, Besmele’de olan “ba”
da (be harfinde), “ba” da olan altındaki noktada vardır. “Ve ene
li-noktatülletî taht-el bâ” yani “Ba’nın altında olan nokta benim.” Ve ilave
ettiler “El-ilm-ü noktatün kesrehel câhilün”, yani “İlim bir noktadır, câhiller
anı çoğalttı”.
Halkı bunca Enbiyâ kim
geldi dâvet eyledi,
Vahdedin sırrı
bilinmektir o dâvetten garaz.
Öyle ya ilim bir
noktadır. Bu tafsilât hep o noktayı anlatmak içindir. Bu kadar Peygamber, bu
kadar kitap ve bu kadar Verese, yani Hazreti Resûlün vârisleri, hep anı,
noktayı bildirmek içindir.
Sâni-i gör, günde
yüzbin türlü sanat gösterir,
Kendüyü göstermek
içündür o san’attan garaz.
Ey Tevhîd-i Ef’âl
sâliki, Sâni-i gör, yani Hak-kı gör günde yüz bin çeşit sanat gösterir. O
sanattan garaz, yani maksad amaç kendisini göstermek ve bildirmek içindir.
Hâdis-i şerîfte: “Künt-ü kenzen mahfiyyen feahbebt-ü u’ref-e fe-halakt-ül
halk-a li-u’ref”, yani “Görünen sûret ve bilinen şeylerle zâhir idim, diledim
ki bilineyim. Bu bilinen şeyleri ve mevcûdatı yarattım.” Buyurulmuştur.
Hep celâlin perdesidir
küfr-ü isyândan murad,
Bahr-ı vücûdun
katresidir fazl-u rahmetten garaz.
Nefsini bilen irermiş
bir tükenmez devlete,
“Fakr-ı fahrî” dir
Niyâzî bil o devletten garaz.
“Fakr-ı fahrî” dir
Niyâzî bil o devletten garaz.”
Hak-kın celâli bâtın,
cemâli zâhirdir. Nâs, yani insanlar fakirdir. Çünkü Cenâb-ı Hak: “Yâeyyühennâsü
entüm-ül fukarâ-u ilallâh val-lâhü hüv-el ganiy-yül hamîd” yani “Ey insanlar,
sizler fakirsiniz, Allâhınız zengindir ve ona hamd ediniz” buyurmuştur. (Fâtır
Sûresi, Âyet 15)
Zira fiiller Hak-kın,
sıfatlar Hak-kın vücûd Hak-kın olunca, tabii insanlar fakirdir. (Devlet ve
zenginlik ancak Hak-kındır). İşte Mısrî efendinin son beyitte “Fakr-ı fahrîdir
o devletten garaz” buyurduğu budur.
___________
Vezin: Mefâîlün
mefâîlün mefâîlün mefâîlün
Eyâ Deccâl Hak-kın
takdîri bil hergiz bozulmaz,
Ezel levhindeki yazı
silinmez hem yuyulmaz.
“El mukadder lâ
yugayyer”, yani “Takdîr bozulmaz”. Takdîr şudur: Her fiilin icâdına taalluk
eden, yani her işin meydana getirilip yapılmasına sebep Allâhın kudretidir.
İkinci beyitte geçen “Ezel levhi” ise “Kazâ” demektir. Kazâ, allâhın en önce
malumatla tecellîsine “Kazâ” denilir. Sonra bu âlemde herkes için kazâda olan
fiilerin icâdına sebeb olan Allâhın kudretine “Kader” denilir. İşte bu kazâ ve
kader ne bozulur, ne silinir.
Ne denlü sâ’y edersen
et sonunda hep hebâdır,
Çamurdur havzının
içibulandıkça durulmaz.
Ne kadar çalışırsan
çalış, çalışman boşunadır. Çünkü kazâ ve kader hakkında senin havuzun (içindeki
suların) bulanıktır,bu sebepten kazâ ve kaderi bilemezsin. Esasen kimse de
bilmez ve bilmeğe çalışanları Cenâb-ı Hak menetmiştir.
Gönül durulmadıkça
âlem-i gaybin şemûsu,
İçini eylemez aydın
karagûsu sürülmez.
Şumus demek
güneşlerdir ve bundan murad edilen de Allâhın tecellîleridir.
Ne denlü gayriyi
ağlatsa bir kimse anı da ,
Mukallib ağlatır
sonunda aslâ yüzü gülmez.
Durur kendisi yok gibi
işin işler hafâda,
Alan veren odur,
kendisi mahfîdir görülmez.
Hak görülmez, ama baş
gözüyle görülmez, yani bâtın gözü kör olan Hak-kı görmez. Ancak Hak zâhirdir,
yani görülmektedir. Ruhu saf ve basîret gözü (gönül gözü) açık olan Ârifler
Hak-tan başka bir şey görmezler, çünkü vücûd, Hak-kın vücûdu değil midir? Bu
makâmda “İbn-i Fâriz” hazretleri Kaside-i Tâiyesinde: “beda bil-ihticâb ve
ihtifâ-i bi-mezâhir”, yani “Hicabla zâhir oldu (örtüleriyle göründü),
mazharlarla (görünenlerle) gizlendi” buyurmuştur.
Neam zâhir dürür
gözlülere, âmâya mahfî,
Anı zâhir gören işini
bozmağa yorulmaz.
Anın için mahcub olan
(Tevhîd ehli olmayan) görmez, onu ancak hicâbı (gaflet örtülerini) kaldıran
görür. Hak-kı zâhir gören Ârifler, anın işini bozmağa çabalayıp yorulmazlar.
“Zarâfetle bu
Mısrî’den haber alsam dime hiç,
Hak-kın sırrı emîn
olmayana bil kim denilmez.”
Zerâfetle, nezâketle
sakın Mısrî’den haber alacağını sanma, alınmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı
Kerim’inde: “inna-llâhe ye’mürüküm en tüedd-ül emanât-ı ilâ ehlihâ”, “Allâh
sizlere emânetleri ehil olanlara verilmesini emreder” buyurmuştur. Ayrıca
Hazreti Resûl Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuştur: “Emaneti ehil olanından
başkasına verirsen, emânete zulmetmiş olursun ve ehline vermezsen bu defa da
ehline zulmetmiş olursun.” Çünkü emâneti ehli olmayana vermek emânete zulümdür,
zirâ o zaman verilen emânetin değeri bilinmez.
Yukarıdaki âyeti
gelmesinin sebebi şu idi: Peygamber efendimiz “Beyt-i şerîf” in anahtarlarını
(tekrar Kâbenin alınmasından sonra) “İbn-i Şîbe” den alıp “İbn-i Abbâs” a
verdi, sonra bu âyet nazil olunca, anahtarları İbn-i Abbâs’tan alıp tekrar
İbn-i Şîbe’ye verdi. Görüldüğü üzere âyetin nâzil oluş sebebi özeldir, velâkin
anlam yönünden umûmîdir. Emânet yalnız Beyt-i Şerîf’in anahtarları değildir.
Diğer emânetler de ne olursa olsun umûmîdir. Bilhassa “Tevhîd” kadar değerli
emânet olabilir mi, olamaz. Çünkü Tevhîd,
Hak-kın sırrıdır, emin
olmayana (ehil olmayana) söylenmez, bildirilmez.
___________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Tâ ezelden biz bu aşk
içinde rüsvâ omuşuz,
İsmimizdir söylenen
mâ’nada Ankâ olmuşuz.
Tevhîde dair
söylediğimiz sözleri mahcuplar anlamadıklarından bize kusur ve isnadlarda
bulunarak iftira ve küfür ederler demektir.
İkinci beyitte
“İsmimizdir söylenen mânâda Ankâ olmuşuz” da bildirilen isim üç kısımdır: Biri
müsemmâya delâlet eden, Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin vesâire gibi isimlerdir.
İkincisi de isim ama, müsemmâya delâlet etmez, yani delil olmaz, meselâ
Allâh’ın isimleri gibi. Bu isim de ikiye ayrılır: Esmâ-i Hak-kiyye, yani
Tanrısal isimler, diğeri de Esmâ-i Halkiyyedir. Bir de isim var söylenir
velâkin müsemmâsı, yani hakîkati bilinmez, görülmez ve söylenmez. Meselâ
yukarıdaki beyitte geçen “Ankâ” gibi. Bazıları buna “Ankâ-i mağrıb” derler,
fakat bunun hakîkati nedir, kimse bilmez. İşte Mısrî efendi “İşte biz Ankâ
olmuşuz”, yani gerçi ismimiz var velâkin hakîkatimiz nedir, kimse bunu bilmez
diyor.
Gerçi sûret âleminde
sandılar kesretteyiz,
Kesret içre bilmediler
ferd-i tenhâ olmuşuz.
Gerek dünya ve gerek
âhiret sûret âlemidir. İşte bizi o sûret âlemlerinde kesretteyiz zannettiler,
velâkin biz kesret içinde vahdetteyiz.
Şol izâfât-u taayyün
sofların giysen ne var,
Çünkü andan soyunup
ma’nen muarrâ olmuşuz.
Beyitte geçen
soflardan murad edilen burada sûretlerdir.
Mantık-at-tayr’ın
lûgâtı muğlakından söyleriz,
Herkes anlamaz bizi,
bizler muammâ olmuşuz.
“Mantık-at-tayr”
adındaki kitap Şeyh “Attâr” ın “Hakâyık”, yani hakîkatler hakkında yazdığı bir
kitaptır, bu söz aynı zamanda “Kuş lisânı” demektir. İşte kelâmda cinâs
(benzetme) var. Eğer söylenmek istenen Şeyh Atâr’ın kitabı ise, bunu yazan Şeyh
Attâr’a sor, yok kuş lisânı ise, sen onu uçan kuşlara sor, onu kuşlardan
başkası bilmez demek isteniyor.
Lafz-u sûret cism ile
anlamak isterler bizi,
Biz ne elfâzız ne
sûret, cümle mâ’nâ olmuşuz.
Çünkü Cenâb-ı Hak
lisân olarak konuşmaların lûgat manâlarını üç şeye vermiştir: İnsan, cin ve
melekler. Geriye kalanların lisânları yoktur, sadâları vardır. Onlar
çıkardıkları sadâlarından (meselâ kuşlar gibi) ilham yoluyla birbirlerinin
merâmını anlarlar.
Katreler ırmağa ırmak
erdi bahre cem olup,
Karışup birbirine hâlâ
o deryâ olmuşuz.
Katreler (sûretler)
ırmağa, aynı nevilere ve bu neviler bahra ayni cinslere erişip birbirlerine
karışarak deryâ oldu ki, bu deryâ “Ahadiyyet deryâsı” olan Allâhın zâtıdır.
İşte biz o deryâ olmuşuz.
Zerreler şemse, güneş
erişti vahdet kânına,
Kalmadı aslâ taaddüd
ferd-i yektâ olmuşuz.
Niyâzî efendi diyor
ki, zerreler güneşe, güneş vahdete erdi, bu temsil olmaz, o “Lâ misâl-e lehû”
yani “onun misli yoktur”. Çünkü Hak için temsil olmaz, bu sebepten onun misli
yoktur. Güneş başka, zerre başka taaddüd var, yani çoğalma var. İşte taaddüdsüz
tek bir ferd olmuşuz.
Her kesâfet kim izâfet
gösterir âyînede,
Ol kedüret tozunu
silüp mücellâ olmuşuz.
Yani aynada kir, pas,
toz olursa kimseyi gösterir mi, göstermez. Ancak kir, pas olmazsa o mir’âta
(aynaya) baktığın gibi içinde sûret görülür. İşte biz öyle bir mücellâ, yani
tertemiz parlak bir aynayız.
Zâhidin zikrettiği şol
harf-i savtın resmidir,
Zâkir-u mezkür zikre
biz müsemmâ olmuşuz.
Zâhid kimsenin
zikrettiği lafzîdir, yani harf ve sûrettir, ama zâkir ve mezkür ve zikre
müsemmâ olan biziz.
Sofunun şol hûy-u hâyi
narâsından almazız,
Vasl-ı deryâyiz biz,
ol sesden müberrâ olmuşuz.
Bir adam üç kere Hû dese
Hû olur. Fakat onun Hû demesi lafzî değildir, çünkü Hû her bir mertebeden, yani
Ulûhiyyet mertebesinden de, Ahadiyyet mertebesinden de daha yüksektir, zirâ
“Hüviyyet-i Gayb-ı Mutlak” a delâlet eder. İşte bir adam önce bu mahsûsata bir
kere Hû der, sonra malûmâta dahi Hû der, daha sonra her ikisine de birden Hû
derse, o adam Hû olur. Çünkü mahsûsat ve malûmât (duygular ve bilgiler) yok
olunca geriye “Hüviyyet” kalır.
Allâh Kur’ân-ı
Hakîm’inde buyuruyor: “Ve iz kâl-e Rabbüke lil-melâiketi innî câil-ün fil-ardı
halîfe...”, “Biz Âdemi –Meleklere- yeryüzünde Halîfe kıldık ve melekler dediler
yeryüzünde fesat çıkaracak...” Burada âyetin tefsirinde tefsirciler
anlaşamamışlardır. Kimi, daha Âdem yaratılmadan yeryüzünde fesat edileceğini
melekler neden bildi? Dediler. Kimi de; ateşten yaratılan Canın ilk oğlu İblis
kâfir olduğundan anladı –melekler- dediler. Yine bazı tefsirciler de, Hayır
Âdem (A.S.)ın kalıbını Cebrâil, İsrâfil, Mikâil; Mekke ile Taif arasında kokmuş
çamurdan yaptılar, melekler ise fena kokudan hoşlanmadıklarından Cenâb-ı Hak:
“Ben yeryüzünde Âdemi halîfe kılacağım” dediği vakit, Melekler de: “Sen
yeryüzünde fesat edecek ve kan dökenleri mi Halîfe kılacaksın. Biz seni takdis
ve tesbih ederiz” dediler. Sonra Cenâb-ı Hak onlara: “İsimlerimi söyleyin”
dedi, Melâike söyleyemedi. Cenâb-ı Hak Âdem’e: “Ve allem-e Âdem-el-esmâ-e
küllehâ sümme aradahüm alel melâike” âyeti kerimesiyle İlâhî isimlerini
öğretti, meleklere haber ver dedi. Melekler: “Sübhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ
allemtenâ inneke entel alîymül hakîym”, yani: “Seni tesbih ederiz, ilmimiz
yoktur, ancak bize öğrettiklerini biliriz, sen her şeyi hakkıyla bilirsin”
dediler. Âdem (A.S.)mın meleklere haber verdiği isimler, bütün isimler değildi,
çünkü onlar insandan noksandırlar, bütün isimleri hâmil olamazlar. Yalnız
kendilerinin mazhar oldukları Allâhın kuvvet isimlerini anlara haber verdi,
çünkü melekler yalnız Allâh’ın kuvvet isimlerinin mazharıdırlar. Arş ve Kürsî
yer ve göğü tutan Cebrâil, İsrâfil, Mikâil, Azrâil bu dört melektir, kuvvet
isimlerinin mazharıdırlar, Âdem (A.S.) ise bütün isimleri kaplamıştır.
Allemel esmâya mazhar
istersen gel berû,
Âdem’im ve hem ana
ta’lim olan esmâ olmuşuz.
İlk önce Nûr-i
Muhammedî ve Esmâ, Âdem sûretiyle zâhir oldu. Muhammed (S.A.V.) Zâtın
mazharıdır. Âdem (A.S.) ise isimlerin mazharıdır ve “Nûr-i Muhammedî” nin bu
âleme ilk zuhûru Âdem sûretiyledir.
Ten gözüyle Mısrî’yi
sûrette görsem deme kim,
Zirâ biz ol Kâf-ı
sûret içre Ankâ olmuşuz.
Beyitte geçen “Kâf”
dan murad edilen sûretlerdir. “Ankâ” dan da murad, bu sûretlerin hakîkati olan
“Zât-ı Aliyye”, yani Allâhın zâtıdır.
___________
Vezin: Mef’ûlü
mefâîlün feûlün
Bulan özünü, gören
yüzünü,
Bir yüzü dahi görmek
dilemez.
Vuslatta olan,
hayrette kalan,
Aklın diremez, kendin
bulamaz.
Her şâm-u seher ödlere
yanar,
Hem benzi solar ağlar
gülemez.
Âşıl ola gör, sâdık
ola gör,
Cehd eylemeyen menzil
alamaz.
Meftûn olalı, mecnûn
olalı,
Bu Mısrî dahi akla
gelemez.
Birinci beyitte geçen
“Bulan özünü, gören yüzünü” de Hak-kın yüzünü gören başka yüz görmek dilemez.
Tabii başka yüz yok ki görmek dilesin.
Bu bahrın şerhi bundan
ibarettir. (Hacı Maksûd Efendi)
________
Vezin: Mef’ûlü
fâilâtün mef’ûlü fâilâtün
Şeriatin sözleri
hakîkatsiz bilinmez,
Hakîkatin sözleri
tarîkatsiz bulunmaz.
Savm-u salâtu zekât,
günâh kibrin mahveder,
Darab-ı zikir olmasa
gönül pası silinmez.
“Şerîatin sözleri
hakîkatsiz bilinmez”, bu sebebten Cem makâmı Hazret-il Cem de şerîat makâmıdır.
Hazreti Resûl: “Lâ salât-e limen yekre-ü Fâtihâ-til-kitâb”, “Fâtihâ sûresi
okunmayınca namâz olmaz” buyurdu, bu hadis doğrudur. Halbuki imamla birlikte
namaz kılındığı zaman cemaatin namazının olmaması lâzımgelir. İmâm-ı Âzâm
hazretleri hakîkata âşinâ olduğundan: “İmam ve cemaatin vücûdları Cem makâmı
üzere tek bir vücûddur” demişlerdir. Evet Hak-kın vücûdundan başka vücûd var
mı, yoktur. İşte imamın okuması, cemaatın okumasıdır. Bu sebepten imam okur,
cemaat sükût eder. Şimdi İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife bu hakikatı bilmeseydi şerîati
anlar mıydı, anlamazdı.
İmâm-ı Şafiî, İmâm-ı
Âzam’ın sözleri doğrudur, velâkin Hazret-il cem makâmı üzere cemaatın dahi
okuması lâzım gelir, çünkü bu makâmda Hak bâtın, halk zâhir olduğundan dolayı
Şafiî imamları Fâtihâ’yı okuduktan sonra bir süre sükût ederler, bu sırada
cemaat da okur, sonra zammı sûre okunur ve rükûa varılır.
“Hakîkatin sözleri
tarîkatsiz bulunmaz”
İlim üç kısımdır:
“İlmel-yakîn”, “Aynel-yakîn”, “Hak-kal-yakîn” dir.
“İlmel-yakîn”: Avâmın
ve zâhir ehlinin ilmidir. İşte halkın vücûdu Hak-kın vücûduna delildir. Çünkü
sâni’ sanatından bilinir. Deve tezeğinden, adam izinden bulunur, yani bir adam
izi görürsün, o izden gider, gider, sonunda aradığın adamı bulursun. Halbuki
Cenâb-ı Hak gâip değil ki, delil ile bilesin ve bulasın. İşte bu avâma, yani
halka göre güzeldir.
“Aynel-yakîn”: Bu halk
Hak-kın mazharıdır, müstakil vücûdları yoktur. Bu görüş, söyleyiş Hak-kındır
der, veâkin vücûdu bir türlü Hak-ka veremez, vücûdunu kıymetli tutar, bu vücûd
Hak-kın sıfatlarına mazhardır der. İşte bu da tarîkat ehlinin ilimidir. Şimdi
aynel-yakîne nisbetle ilmel-yakîn güzel mi? Hayır değildir. Gelelim
Hak-kal-yakîne:
“Hak-kal-yakîn”: Bu
hakîkat ehlinin ilmidir. Vücûd Hak-kın vücûdudur, Hak-kın vücûdundan başka
vücûd yoktur. “Lâ mevcûd-e illâ Hû” buna delildir. Şimdi buna nisbetle
ilmel-yakîn ve aynel-yakîn güzel mi? Hayır değildir.
Bir sâlik aynel-yakîne
varmadan Hak-kal-yakîne varır mı, yani tarîkat ehlinin ilmini görmeden
(bilmeden, öğrenmeden, zevk etmeden) Hak ehli ilmini bilir mi, bilmez. İşte bu
sûretle “Hakîkatin sözleri tarîkatsiz bilinmez” dediği Mısrî efendinin
Aynel-yakîne varmadan Hak-kal-yakîne varılamaz demektir.
Savm-u salâtu zekât,
günâh kibrin mahveder,
Darab-ı zikir olmasa
gönül pası silinmez.
Darab-ı zikir, yani
dâimî zikir (Allâhı anma) gönül pasını siler, pâk eder, çünkü sâlik velevki
şuhûd ile olmasın, Allâhı anarken her nereye teveccüh ederseve her ne görürse
Allâh der, taş görür Allâh der, ağaç görür Allâh der, insan görür Allâh der,
hayvan görür Allâh der. Velhâsıl gözü her neye baksa ve kalbine her ne gelirse
Allâh der, böylece o kimsenin gönül pası silinir. Bu durumda her ne kadar şuhûd
ehli zâkir değilse de. Bak Mevlut sahibi Süleyman Çelebî: “Allâh adıyla olur
her iş tamam” diyor.
Sil gözünü dön andan
bak göresin kendü özün,
Hakîkatin güneşi
doğmuşdürür dolanmaz.
Evet, Zât-ı Hak doğmuş
dolanmaz, velâkin gözünü silmediğin için göremezsin. Bir kere gözünü sil de
andan sonra bak, işte o zaman görürsün.
“Kavseyn”e erişince
varır gelür gemiler,
“Ev-ednâ”nın bahrına
hergiz gemi salınmaz.
Deryâya dalmağa can
terkin urmak gerek,
Cânına kıymayınca o
deryâya dalınmaz.
Beyitte geçen
“Kavseyn” den murad tevhîdde “Cem-ül cem” makâmıdır. Oraya kadar isneyniyet,
yani ikilik var. “Ev-ednâ” ise “Ahadiyyet” makâmıdır. Oraya can terkin urmadan
ve cana kıymadan oraya gemi salınmaz ve o deryâya (Vahdet deryâsına) dalınmaz.
Bu sûretin libâsın vir
gayriye Niyâzî,
Ol bahre dalar isen
şâyet geru gelinmez.
Sen de ey Niyâzî,
şâyet o deryâya dalarsan bu sûret libâsını (giysilerini) terk et.
_____________
Vezin: Fâilâtün
fâilâtün fâilâtün fâilün
Sırf içürdü bize
vahdet câmını cânânımız,
Anınçün bir nefes
ayrılmadı mestânımız.
Küfr-ü imân
gussasından kurtulup Yâr’in bugün,
Şol ruh-u zülfünde
bulduk küfr ile imânımız.
İşte Mısrî efendi:
“Bize sırf vahdet câmını içirdi cânânımız” diyor, yani, “vahdet sırf câmını
içtik” demekten murad “Ahadiyyet” makâmıdır. Diğer makâmlar sırf vahdet
değildir. Cem makâmında, halk bâtın, hak zâhir olduğundan hem Hak var hem halk
var. Hazret-il cem makâmında Hak bâtın, halk zâhir ki, şerîat makâmıdır, burada
da hem Hak var hem hallk var. Cem-ül cem makâmı vahdettir, iki kısma bölünür:
Biri zâhir, diğeri bâtın. Cenâb-ı Hak Hadid sûresinin 3. Âyetinde: “Hüvel
evvel-ü vel âhir-ü vez-zâhir-ü vel-bâtın”, “Evvel o’dur, âhir O’dur, zâhir
O’dur, bâtın O’dur” buyurmuştur, yani zâhir de O’dur, bâtın da O’dur olunca,
görüldüğü üzere zâhir, bâtın sözleri vardır. “Ahadiyyet” ise, orada birşey yok,
yani vahdet sırf orada var, ikilikten eser yoktur
Lutf ile dün gice
geldi bize teşrif etti Yâr,
Adın işitirken il oldu
şükür mihmânımız.
“Dün gece Yâr bize
lütfedip teşrif etti” sözleriyle o zaman Mısrî efendiye öyle bir tecellî vakî
oldu ki aynı Hazreti Mûsâ (A.S.) ya Tûva vâdisinde Allâh’ın ateş sûretiyle
tecellî ettiği gibi, bize de Yâr teşrif etti demek istiyor.
Nice geldi cânı teslim
eyledik kurbanlığa,
Hamd-ü lillâh kabul
oldu bugün kurbânımız.
Halk-ı âlem her dem
okur “Küll-ü şey’in halik-ün”,
Kendi okur dâimâ “İllâ
vech” e Subhânımız.
“Halk-ı âlem her anda
okur” yani âlemlerde olan yaratılmış olanlar dâimâ şunu okur: “Her şey helâk
olucudur, her şey helâk olucudur”, her an da fânîdir, her bir tecellî de
fânîdir (herşey yok olucu, mahvolucudur)
Hak sûbhânehû ve taalâ
hazretleri de: “İllâ veche, illâ veche” yani herşey helâk olucudur, illâ veche,
“Yalnız Hak bâkîdir” (yalnız Allâh kalıcıdır) buyuruyor.
Bir aceb hatlardürür
geh yazılur, geh silinur,
Vech-i bâkî levhi üzre
dâimâ â’yânımız.
Hatlardan murad bu
mahlûkattır. Her anda bu mahlûkat vücûda gelir, yok olur, vücûda gelir yok
olur, velâkin vech-i bâkîde kalan sûretlerimiz dâimîdir.
Aşinâlık arttığınca ey
Niyâzî dost ile,
Arttı bezm-i vahdet
içre günbegün seyrânımız.
“ Kişinin Hak ile
ma’rifeti terakkî buldukça “,yani bir kimsenin Allâhı bilme hususundaki
bilgileri çoğaldıkça, ona olan âşinâlığı da o nisbette artar. Kezâ onun vahdet
bezminde seyrânı terâkkî bulur, yani o kimsenin vahdet alanında ilerleyişi
artar ve bu ilerleyiş artık ondan dünyâ ve âhiret kesilmez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder