14 Haziran 2012 Perşembe

EDİLLE-İ ŞER’IYYE---الاد لة الشرعية


EDİLLE-İ ŞER’IYYE

 
  B- Mühtelefü’n-fîh
  A-  Müttefeku’n-‘aleyh

1-  İstihsân:إستحسان


1- Kitâb, (Kur’ân-ı Kerîm) كتاب

2-  İstislâh (mesâlihu’l-mürsele):مصالح المرسلة


2- Sünnet, سنة

3-  İstishâb:إستسحاب


3- İcmâ-ı Ümmet, إجماع الامة

4-  Örfü’l-belde (örf ve âdet):عرف البلدة


4- Kıyâs-ı Fukâha. قياس الفقهاء

5-  Kavlü’s-sahâbî


(sahâbî sözü):قول الصحابى




6-  Şer’u min kablinâ (geçmiş şerîatler):


(İSLÂM ÖNCESİ ŞERİATLAR ) شرع من قبلنا



7-  Sedd-i zerâi’:سدالزراعى[1]



Duâdan unutmayın!


GEREKLİ BÂZI TERİMLERİN NE ANLAMA GELDİKLERİNİN BEYÂNIDIR

EDİLLE-İ ŞER’IYYE: Şer’î delîller, şer’î hükümleri çıkarma yolları. Edille,[2]  delîl kelimesinin çoğuludur. Delîl de, kendisiyle, arzulanan bir amaca ulaşılan rehber, kaynak, dayanak demektir. Usûl-i Erbaa, Edille-i Erbaa da denir.

Delîl lügatte; -maddî olsun mânevî olsun, hayır veyâ şer olsun- herhangi bir şeye doğru irşâd eden, yol gösteren demektir.

Usûlcülerin ıstılâhında ise: Üzerinde doğru bir mantıkla düşünüldüğünde kendisiyle matlûb bir habere ula­şılması mümkün olan şeydir.

Edille-i Şer’iyye yâhut şer’î delîller, en genel anlamda İslâm hukûkunun kaynaklarını teşkîl eder. Diğer bir ifâdeyle, edille-i şer’iyye, hüküm çıkarmada başvurulan esâslar olarak ifâde edilebilir. Kavramın ortaya çıkışı Etbâu’t-Tâbiîn devrinden sonradır. Üzerinde düşünülmesi veyâ kavranılmasıyla, istenilen hükme ve sonuca ulaştıran şeydir.[3] Kesin veyâ zannî olarak genel hüküm ifâde eder.

Genel bir sınıflama ile şer’î delîller,

A-     SEM’Î (=ASLÎ) DELİLLER;

B-     AKLÎ (=FER’Î) DELİLLER; dir.

Bunların sıralaması hakkında farklı görüşler vardır.

Edille-i Şer’iyye’nin dört ile sınırlandırılmasının gerekçeleri için şunlar söylenir: Delîl, menşe itibâriyle ya vahiy kaynaklıdır ya da değildir. Eğer vahiy kaynaklı ise, bu vahiy ya ‘metlüvv’ ki bu Kur’ân-ı Kerîm’dir veyâ ‘gâyr-i metlüvv’ olur ki bu da Sünnet’tir.

Delîlin vahiy kaynaklı olmaması durumunda ise şu iki ihtimal söz konusudur: Bu delîl, bir asırdaki bütün müctehîdlerin ortak görüşü ise ‘icmâ’, her müctehîdin ferdî görüşü ise ‘kıyâs’ adını alır.[4]

Aslında, Kur’ân ve sünneti aslî ve sâbit kaynaklar olarak; bu ikisi dışında kalan diğer bütün delîlleri ise Kur’ân ve sünneti yorumlama ve uygulama metodu ve vâsıtası olarak değerlendirmek mümkündür. Kitâb, sünnet, icma, kıyâs ‘aslî delîller’, istihsân, istislâh, istishâb, örf, sahâbî sözü, geçmiş şerîatler, sedd-i zerâi’, ‘fer’î’delîllerdir.[5]

Aslî ve fer’î delîllerden her biri diğerine muhtâcdır. Meselâ naklî delîle dayanmayan ictihâd muteber değil­dir. Çünkü sâdece aklın hüküm koymada yetkisi yoktur, naklî delîlleri kullanmak için ise düşünme ve tefekküre ihtiyâc duyulur.[6]

Meselâ;

·       Bu âlemin değişme, intikâl ve fânî olma­sı gibi hallerini düşünerek sonradan var olduğunu bulmak,

·       وَأَق۪يمُوا الصَّلاٰةَ ...﴿٤٣﴾  “Namazı dosdoğru kılın…”[7] Âyet-i Kerîme’si gibi şer’î nâslar üzerinde düşünerek namazın farz olduğu hükmüne varmak gibi.

Zîrâ bir emir olarak bunun çeşitli durumları üzerinde düşünüldüğünde matlûb bir habere ulaşmak mümkün olmaktadır ki o da bu emrin vücûb ifâde ettiğini tasdîk etmektedir. Çünkü bu, namazın kılın­masına dâir bir emirdir. Onun kılınmasını emretmek vâcib (farz) olduğunu ifâde eder. İşte ‘âlem’ ve ‘namazı dosdoğru kılın’dan her biri âlimlere göre birer delîldir.[8]

İslâm hukûkunda şer’î hükümler kesin delillere yâni açık âyet ve hadîslere veyâ icma’a dayanıyorsa ictihâda gerek kalmaz.

v Mecelle’de bu husûs şöyle açıklanır.
"مورود نصده اجتهاده مساغ يوقدر."
“Mevrûd-i nâss’da ictihâda mesağ yoktur.”[9]

Bu îtibarla, nâss ile veyâ icmâ’ yolu ile sâbit olan islâmî hükümler hakkında ictihâdda bulunmak, kesinlikle câiz değildir.

Ancâk nâss’ların sübûtu veyâ delâleti zannî olup, kesinlik ifâde etmez veyâ âyet ve hadîslerde çözümü bulunmayan meselelerle karşılaşılırsa, reyle (ictihâd) hareket edilir.

Arabca’yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle berâberlik sâyesinde Allâh ve Rasûlü’nün maksadını çok iyi anladıkları için sahâbe neslinden müctehîdlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetvâ nakledilen sahâbe müctehîdi yüz otuz kadardır. Bunlardan yedi tânesi fetvâları birer kitab olacak kadar çoktur.[10]

Fukâhâ-ı Seb’a denilen bu sahâbîler şunlardır;

1-  Hz. Ömer (r.a.),

2-  Hz. Ali (r.a.),

3-  Hz. Aişe (r.anhümâ.),

4-  Hz. Zeyd b. Sâbit (r.a.),

5-  Hz. Abdullah b. Mes’ud (r.a.),

6-  Hz. Abdullah b. Abbas (r.a.),

7-  Hz. Abdullah b. Ömer (r.a.).

Hz. Ömer (r.a.), Ebû Musa el-Eşârî (r.a.)’ye gönderdiği mektupta onu kıyâs ve ictihâda teşvîk etmiş yine aynı konuda Kâdî Şurayh’a (ö. 78/697) şöyle demiştir: “Kitâptan açıkça anlayabildiğinle hükmet. Eğer kitâbın tamâmını bilemezsen Rasulullah’ın hükmettiği ile hükmet. Bunun hepsini bilmezsen, doğru yolda olan âlimlerin kazâlarıyla hükmet. Bunların da hepsini bilemezsen, re’yinle ictihâd et, âlim ve sâlih kişilerle de istişâre et”[11]

Şer’î delîl ise: İster kat’î (yakınî) ister zannî (yâni zann-ı gâlib) bir yolla olsun kendisinden şer’î amelî bir hüküm istinbât edilen her şey şer’î delîldir.

Bunun için delîl,

a-  Delâleti kat’î olan,

b- Delâleti zannî olan,

Delîller iki kısımdır:

A-         ÂLİMLERİN CUMHÛRU TARAFIN-DAN KABÛL EDİLEN MÜTTEFE-KU’N- ALEYH (ÜZERİNDE İTTİFÂK EDİLEN) DELÎLLERDİR.

Bunlar;

1-  KİTÂB,

2-  SÜNNET,

3-  İCMÂ-I ÜMMET,

4-  KIYÂS-I FUKAHÂ’DIR.

B-     MUHTELEFÜ’N-FÎH (ÜZERİNDE İHTİLÂF EDİLEN) DELÎLLERDİR.

     Bunların da en meşhûrları;

1-  İSTİHSÂN,

2-  MESÂLİH-İ MÜRSELE VEYÂ İSTİSLÂH,

3-  İSTİSHÂB,

4-  ÖRF,

5-  SAHÂBE SÖZLERİ (Kavlü’s-Sahâbî),

6-  ÖNCEKİ ŞERÎATLER,

7-  SEDDİ ZERÂÎ’,

             Olmak üzere yedi tânedir.

Müttefekun aleyh (üzerinde ittifâk edilen) delîller uyulması farz olan delîllerdir. Ancak bunlarla istidlâl yapılırken şu tertîbe riâyet edilir: Önce kitâb, sonra sünnet, sonra icmâ, sonra kıyâs.

Bu delîllere uyulmasının vâcib olduğuna dâir delîl şu âyeti kerîmedir:

يَآ اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوٓا اَط۪يعُوا اللّٰهَ وَاَط۪يعُوا الرَّسُولَ وَاُو۬لِى الْاَمْرِ مِنْكُمْۚ فَاِنْ تَنَازَعْتُمْ ف۪ى شَىْءٍ فَرُدُّوهُ اِلَى اللّٰهِ وَالرَّسُولِ اِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ ذٰلِكَ خَيْرٌ وَاَحْسَنُ تَاْو۪يلًاۚ ﴿٥٩﴾

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idârecilere) de. Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde, Allâh’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allâh ve Resûlüne arz edin.[12] Bu, daha iyidir, sonuç bakımından da daha güzeldir.”[13]

Allâh’a ve Rasûle itâati emretmek Kur’ân ve Sünnet’e itâati emretmektir. İlim ve din alanında söz sâhibi müslümanlara uymayı emretmek müctehîdlerin ittifâk (icmâ) ittiği hükümlere uymayı emretmek demektir. Munâzaalı olayları Allâh’a ve Rasûl’e havâle etmeyi emretmek, hakkında nâss ve icmâ’ olmadığı takdirde onu kıyâsa havâle etmeyi emretmek demektir.

Bunlarla istidlâl ederken aralarında tertîb olduğuna dâir delîl Bağavî, İbn-ü Abdi’l-Ber ve daha başkalarının Muâz b. Cebel (r.a.)’den rivâyet ettikleri şu Hadîs-i Şerîftir:

عن الحارث بن عمرو بن أخي المغيرة بن شعبة يرفعه الى معاذ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْه: لَمَا بعثهُ رَسُولُ اللّٰهِ ٦   الى اليمن قال له:

كَيْفَ تَقْضٰى إِذَا عَرَضَ لَكَ قَضَآءٌ؟ قَالَ: أَقْض۪ي بِكِتابِ اللّٰهِ. قَالَ: فَإِنْ لَمْ تَجِدْ؟ قَالَ: أَقْضٰي بِسُنَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ ٦   قَالَ: فَإِنْ لَمْ تَجِدْ ف۪ي سُنّةِ رَسُولِ اللّٰهِ ٦    وَلاَ ف۪ي كِتَابِ اللّٰهِ؟ قَالَ: قُلْتُ أَجْتَهِدُ بِرَأْي۪ى وَلاَ آلُو. قَالَ: فَضَرَبَ رَسُولُ اللّٰهِ ٦  صَدْر۪ي، وَقَالَ: الْحَمْدُ للّٰهِ الَّذ۪ي وَفَّقَ رَسُولَ اللّٰهِ ٦   لِمَا يُرْضٰي رَسُولَ اللّٰهِ٦   “آلُو” أى  أقصر.

Hâris İbn-u Amr İbn-i Ahi’l-Muğîre İbn-i Şu’be, Muâz (r.a.)’dan naklen anlatıyor: “Resulullah (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) Muâz (r.a.)’ı  Yemen’e gönderdiği zaman kendisine sorar:

--- “Sana bir dâvâ geldiği vakit nasıl hükmedeceksin?”

--- “Allah’ın kitâbıyla hükmedeceğim” der.

--- “(Meseleyi Kitabullâh’ta) bulamazsan?”

--- “Resulullâh’ın sünnetiyle hükmedeceğim!”

--- “Ne Kitabullâh’ta ve ne de Resulullâh’ın sünnetinde bulamazsan?”

--- “Kendi re’yimle ictihâd edeceğim, (hüküm vermekten) geri durmayacağım.”

Hz. Muâz (r.a.) der ki: “Bu cevâbım üzerine Resulullah (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm) (memnûn kaldı), göğsüme eliyle vurup:

--- “Allâh’ın elçisinin elçisini, Allah’ın elçisini memnûn edecek usulde muvaffak kılan Allâh’a hamdolsun!” buyurdular.[14]

Yine Bağavî’nin Meymûn bin Mehrân’dan rivâyet ettiği haberde şöyle deniliyordu: Ebûbekir, kendisine dâvâcılar geldiği zamân cevâbı Allâh’ın kitâbında arar, orada bulabilirse ona göre hükmünü verirdi. Kitab’da bulamaz­sa, Rasûlullah’dan bu husûsta bir sünnet biliyorsa ona göre hükmünü verirdi. Sünnette de bulması mümkün olmazsa insanların ileri gelenlerini ve seçkinlerini toplar istişâre eder, görüşleri bir noktada birleşirse onunla hükmederdi. Hz. Ömer de aynı şekilde yapardı. Diğer sahâbîler de onların bu hareketini tasvîb ederlerdi. O halde bu tertîb icmâ’ olmuştur.[15]

Tâli derecede birtakım delîller daha varsa da bunlardan;

·       Bizden öncekilerin şerîatı ile amel, kitâb’a,

·       Ashâbın sözleri sünnet’e,

·       Halkın teâmülleri icmâ’a,

·       Teharrî ve istishâb kıyâs’a tabîdirler.

İki cihândan murad: Dünyâ ve âhirettir. Fıkıh okuyan bir kimse dünyâda kendini cehâlet çukurundan kurtararak ilmin zirvesine çıkardığı gibi âhirette de görülmedik nî’metlere nâil olur.[16]

I-                  EDİLLE-İ ŞER’IYYE


الاد لة الشرعية

A-    MÜTTEFEKU’N-ALEYH

     (SEM’Î =ASLÎ DELİLLER)


B-     MUHTELEFÜ’N-FÎH

         (AKLÎ =FER’Î DELİLLER)

A-   MÜTTEFEKU’N-ALEYH  متفق عليه


           (=SEM’Î =ASLÎ DELİLLER)

1- Kitâb:كتاب


Kitâb-ı Mübîn: Kur’ân-ı Kerîm kastedilir. Her şeyi açıklayan, kendisi de açık olan kitâb demektir.

Kitâb, yâni Kur’ân Hz. Peygamber (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’in sünnetiyle birlikte İslâm dîninin ve onun dinî-hukûkî (şer’î) hükümlerinin aslî kaynağını teşkîl eder. Fıkıh usu­lünde de İslâm hukûkunun aslî ve tâli kaynakları incelenirken aslî delîller­den ilk sırada kitâb yer alır.

2-Sünnet: سنة


Sünnet: Rasûlüllâh (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’tan bize intikâl eden her şey. Söz, fiil, takrir, şemâli’i ahvâl vs.



Sünnet fıkıh usulünde, Hz. Peygamberin söz, fiil ve onaylarını (takrir) demek olup İslâm dîninin Kur’ân-ı Kerîm’den sonraki ikinci ana kaynağını teşkîl eder.

Hz. Muhammed’in peygamber sıfatıyla söylediği sözler ve yaptığı işler ile devlet başkanı, ordu kumandanı, üst yargı mercii veyâ toplumun bir ferdi olarak söyledikleri ve yaptıkları arasında da belirli bir ayırımın yapılması gerektiği açıktır.

İslâm âlimleri, Hz. Peygamberin hangi tasarrufunu hangi sıfatının gereği olarak yaptığı konusunda farklı nitelendirme ve değerlendir­melere sâhib iseler de böyle bir ayırımı İslâm dîninin ikinci aslî kaynağı olan sünnetin, dolayısıyla İslâm’ın anlaşılmasında elzem bir usul olarak görürler.[17]

3-İcmâ’ı ümmet:إجماع الامة


İcmâ’ (etmek) : Bir araya gelmek. Dinî bir meselede bütün âlimlerin aynı görüşü ortaya koymaları demektir. Fikir birliği. Bir mes’eleden âlimlerin ittihad etmesi.

Fıkıhda;Sahâbe-i Güzîn Hazerâtının (r.anhüm ecmeıyn) ittifâkları üzere akâid hükmüne geçmiş umûr-u dîniyye’nin tamâmı.

Fıkıh usulü terimi olarak icmâ’ Muhammed (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’ın ümmetinden olan müctehîdlerin Hz. Peygamber’in vefatından sonraki herhangi bir devirde şer’î bir meselenin hükmü üzerinde fikir birliği etmeleridir. şeklinde tanımla­nır. Bu anlamıyla icmâ, fıkhın kaynakları arasında üçüncü sırayı tutar.

İcmâ’:

a-    Sarih icmâ;

Müctehîdlerin, şer’î bir meselenin hükmüne dâir görüşlerini aynı yönde olmak üzere tek tek açıklamaları yoluyla meydâna gelir. İslâm bilginlerinin büyük çoğunluğuna göre, sarîh icmâ, kesin ve bağlayıcı bir kaynaktır.

b-    Sükûtî icmâ;

Şer’î bir mesele hakkında bir veyâ birkaç müctehîd görüş belirt­tikten sonra, bu görüşten haberdar olan o devirdeki diğer müctehîdlerin açıkça aynı yönde kanaat belirtmemekle birlikte îtiraz beyânında da bulunmayıp sükût etmeleri suretiyle oluşur. Sükûtî icmâ’nın bağlayıcı delîl olup olmayacağı ise fakîhler arasında tartışmalıdır.[18]

Bu durumda icmâ’nın amacını iki ana noktada özetlemek uygun olur

a-    İslâm dînini simgeleyici özellikteki temel hükümlerin korunması.

b-    İçtihâdî meselelerde olabildiğince uygu­lama birliğinin sağlanması.[19]

4-Kıyâs-ı fukahâ: قياس الفقهاء


Fıkıhda; İki belli şeyden birinin mahsûs olan hükmünü, yâni, bu hükmün mislini, aralarındaki müttehid[20] illetten dolayı, diğerinde de ictihâd ile izhâr etmektir.

Kıyâs: Kur’ân, sünnet veyâ icmâ’da sarîh olarak görülemeyen bir meselenin Kur’ân ve sünnetten hükmünün çıkarılması yoludur. Bu sebeple kitâb ilmi olarak, Kur’ân’ın nâsihini, mensûhunu, mücmel ve müfesserini, hâs ve âmm olanını, muhkem ve müteşâbihini, kerâhet ve tahrîmini, sîyak-sîbak’ını,[21] mübâh ve mendûb’unu bilmek gerekir.

Sünnet ilmi olarak da bu sayılanların bilinmesi gerekir. İlâveten sünnetin sahîhini, zayıfını, müsned ve mürselini, sünnetin Kur’ân’a karşı, Kur’ân’ın sünnete karşı durumu nedir bilmek gerekir. Sözgelimi zâhiri Kur’ân’a muvâfık düşmeyen bir hadîsle karşılaşınca ne yapacaktır? Çünkü temel prensip şudur: Sünnet, Kur’ân’ı beyân eder, ona muhâlefet etmez. Müctehîdin, sünnette vârid olan şer’î ahkâmı, kısâs, ahbâr ve mevâizden ayrı olarak bilmesi gerekir.[22]

Fıkıh usûlü terimi olarak kıyâs,Nâsslarda (=Kitâb ve Sünnette) hükmü bu­lunmayan fıkhî meseleye, aralarındaki illet (gerekçe) birliği sebebiyle, nâsslarda düzenlenmiş meselenin hükmünü vermek şeklinde tanımlanır.

Kıyâs işlemini meydâna getiren unsurlara Erkânü’l-Kıyâs (=kıyâsın rükünleri) denilir.

ERKÂNÜ’L-KIYÂS
(Kıyâs rü­künleri şunlardır)

a-  Asıl, Hükmü nâss tarafından belirlenmiş fıkhî olay.

 b- Fer’, Hükmü nâss tarafından belirlenmemiş fıkhî olay.

 c-   Aslın hükmü, Asıl hakkın­da sâbit olan ve kıyâs yoluyla fer’e de uygulanmak istenen hüküm.

 d- İllet, Asla âit hükmün konmasına esâs teşkîl eden özellik.

Kıyâs yoluyla fer’ için belirlenen hüküm ise kıyâsın rüknü değil, kıyâs işleminin sonucu ve semeresidir.

 Meselâ,

·        Mûrisi öldüren vârisin mîrâstan mahrum olacağı hükmü nâss ile belirlenmiştir.[23]

·        Mûsîyi (=vasiyet edeni) öldüren mûsâ-lehin (=vasiyet alacaklısının) vasiyetten mahrum olup ol­mayacağı ise nâss ile belirlenmiş değildir.

Birinci olaydaki mahrumiyet hükmü­nün illeti, kişinin suç işleyerek (murisin canına kastederek) bir hukûkî sonucu zamânından önce meydâna getirmeye yönelmesidir.

İkinci olayda da aynı illet mevcuttur. Şu halde aralarında illet birliği bulunan bu iki benzer olaydan nâss tarafından düzenlenmiş olanın hükmünü nâsslarda düzenlenmemiş olana da vermek gerekir. Böylece, nâsslarda mûsîsiyi öldüren mûsâ-leh hakkında özel bir hüküm bulunmadığı halde, kıyâs yoluyla böyle bir kimsenin vasiyetten mahrum olacağına hükmedilmiş olur.[24]

Fıkhın, en önemli kaynaklarından biri de kıyâstır. Kıyâs, bir konuda verilen bir hükmü, aralarındaki benzerliğe dayanarak başka bir konuda da vermek olarak tanımlanabilir.

Meselâ,

وَقَضٰى رَبُّكَ اَلَّا تَعْبُدُوۤآ اِلَّۤا اِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ اِحْسَانًاۜ اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَآ اَوْ كِلَاهُمَآ فَلَا تَقُلْ لَهُمَآ اُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَر۪يمًا
Rabbin, kendisinden başkasına aslâ ibâdet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranma-nızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara öf! Bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.[25]

Kur’ân-ı Kerîm’de anne ve babaya ‘öf’ bile demek yasaklanmaktadır.

Buradan hareketle onlara hakâret etmenin ve onları dövmenin de harâm olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü birinci hükmün nedeni olan onları incitme burada da fazlasıyla bulunmaktadır.
  

B-      MUHTELEFÜ’N-FÎH مختلف فيه


(=AKLÎ =FER’Î DELİLLER)

1-  İstihsân:إستحسان


Lügat olarak güzel bulma, beğenme demektir.

Ayrıca istihsân kavramının ‘hakkâniyet’, ‘hüsn-ü niyet’, ‘hakkın kötüye kullanılmaması’, ‘kolaylık’ gibi hukûk ilke ve kavramlarının yoğun biçimde uygulanmasına imkân veren zengin bir içeriğe sâhib olduğu da söylenebilir.

İstihsân, müctehîdin bir meselede, özel bir delîl sebebiyle, o meselenin benzerlerinde verdiği hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi, ya da iki farklı kıyâs imkânı bulunduğunda, ilk bakışta dikkat çekmeyen kıyâsı (kapalı kıyâsı) gerekçe birliği açısından daha güçlü bulduğu için açık kıyâsa tercîh etmesidir.

Buna göre, istihsân çeşitlerim iki gruba ayırmak mümkündür

a-    Genel hükümden istisnâ yoluyla yapılan istihsân.

Nâssın genelinden çıkan anlamın veyâ fıkıhta yahut bir mezhepte benimsenmiş yerleşik kuralın bâzı durumlarda katı biçimde uygulan­ması, fikhî hükümlerin genel amaçları ve ilkeleri ile bağdaşmaz. İşte bu du­rumda, fakîhin benzeri durumlara uyguladığı hükümden vazgeçip başka bir çözümü benimsemesi özellikle Hanefî ve Mâlikî mezheblerinde özel bir me­tot olarak ele alınmış ve istihsân adı ile anılmıştır.

Meselâ, Hanefî fıkhında benimsendiği şekliyle,

“Hz. Peygamber şartlı alışverişi yasakladı.”

Hadîs-i Şerîf’inin genelinden çıkan anlama ve (esâsen bu ve benzen hadîslerden çıkarılmış bulu­nan) sözleşmelerde ileri sürülen şartların geçersiz sayılacağı yönündeki ku­rala sıkı biçimde uyulması hâlinde, akid hukûkunda taraflara kolaylık ve yarar sağlayan bâzı çözümlere imkân tanınmamış ve bu konudaki nâssların asıl amacı gerçekleştirilememiş olacaktır.

İşte Hanefî fakîhler bu nâsslardaki yasağın asıl gerekçesinin taraflar arasında çekişmeye yol açma ihtimali ol­duğunu dikkate alarak akid esnâsında ileri sürülen şartın örf ve âdet hâline gelmiş olması hâlinde, (nizâ İhtimâli ve dolayısıyla yasağın gerekçesi ortadan kalkmış olacağından) istihsânen bu tür şartları câiz saymışlardır.

b-    Kapalı kıyâs istihsânı.

Kapalı kıyâs istihsânı ise bir meseleye çözüm aranırken, birbiriyle çatışan ve biri açık diğeri kapalı iki kıyâs imkânı bulunan durumlarda gerçekle­şir.

Genel hükümden istisna yoluyla yapılan istihsân, müctehîdi benzeri meselelerdeki hükümden vazgeçip başka bir hüküm vermeye yönelten gerekçe açısından bâzı ayırım ve adlandırmalara tâbî tutulur.

İstihsân, kuralların katılığı ve genelliği ile olayların değişkenliği ve çeşitliliği arasında dengeyi kuran bir hakkâniyet hukûku görünümündedir. Özellikle Hanefî fakîhleri istihsân metoduna sıklıkla başvurmuşlardır.[26]

Meselâ,

Kasıtlı olarak yemek ve içmek orucu bozar.

Buna kıyâsen unutarak yemek ve içmek de orucu bozar denilebilirdi. Ancak bu konudaki bir hadîs bunun orucu bozmayacağını bildirmektedir. Dolayısıyla yemek ve içmek orucu bozar genel hükmünden unutarak yemek içmek orucu bozmaz özel hükmünü istisna etmemiz gerekir.

2-  İstislâh (mesâlihu’l-mürsele):مصالح المرسلة


İslâm hukûkunda maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem ‘yarar sağlama’yı hem ‘zarârı savma’yı ifâde eder.

Maslahanın bu iki yönü ayrı ayrı anlatılmak istendiğinde;

a-     Birincisi için CELBÜ’L-MENFAA (=CELBÜ’L-MASLAHA),

b-     İkincisi için DER’Ü’L-MEFSEDE (=DEF’Ü’L-MEFSEDE)

Tâbirleri kullanılır.

İslâm âlimleri İslâm dînindeki hükümlerin, kulların dünyevî ve uhrevî menfaatlerini sağlama ve onları dünyevî ve uhrevî zararlardan koruma amacını hedeflediği, yine şâriin emrettiklerinin kulların yararına, yasakladıklarının da kulların zararına olduğu noktasında fikir birliği içindedirler.

Ancak nâsslarda tüm olayların hükmü özel olarak belirlenmiş olmadığı için, karşılaşılan yeni olayların imkân varsa kıyâs yoluyla, kıyâsın mümkün olmadığı durumlarda nâsslardan çıkan genel ilkelere göre hükme bağlanmasına ihtiyaç vardır.

İşte, -yorum yoluyla da olsa- nâssların kapsamına girmeyen ya da ‘illet’ bağı kurularak (kıyâs yoluyla) nâssda düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhı bir meselenin hükmünü İslâm fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemine ‘istislâh’, bu metodu uygulayarak hükme ula­şırken esâs alınan maslahatlara da ‘mesâlih-i mürsele’ denir.[27]

Maslahat-ı Mürsele, dinle çelişmeyen ve kendisiyle hüküm verilince bir zarârı önlemek veyâ bir faydaya erişmek mümkün olan maslahattır.

Meselâ,

Kur’ân’ın Mushâf hâline getirilmesi maslahat düşüncesine dayanan bir uygulamadır. Bu uygulama Kur’ân’ın bâzı parçalarının kaybolmasının önüne geçebilmek için yapılmıştır.

3-  İstishâb:إستسحاب


Fıkıh usulü terimi olarak istishâb, daha önce varlığı bilinen bir duru­mun -aksine delîl bulunmadıkça- varlığını koruduğuna hükmetme yöntemi­dir.

İstishâb metodunun temelini, İslâm hukûkunun en kapsamlı beş genel kuralından biri olan;

اليقين لا يزول بالشك

el-yakînü lâ yezûlü bi’ş-şek’ “Şek ile yakîn zâil olmaz.”[28] kâidesi oluşturur.

Buna göre, kesin ola­rak varlığı (ya da var olmadığı) bilinen bir durumun değiştiğine dâir delîl bulunmadıkça o duruma göre hükmedilmesi asıldır;

Meselâ,

Ayıptan sâlim olduğu şartı ile bir mal satın alındığında, alıcı ayıp bulunduğu iddiası ile malı iâde etmek isterse ve satış sırasında ayıbın bulunup bulun­madığı husûsunda ihtilâf çıkarsa, bunu isbat külfeti alıcıya âiddir. Çünkü asıl olan malın ayıptan sâlim olmasıdır.

İstishâb, önceden varlığı bilinen hüküm îtibâriyle üç nev’îdir

a-     İBÂHA-İ ASLİYYE İSTİSHÂBI

Buna göre bir şeyden yararlanma veyâ bir davranışta bulunma hakkında nâsslarda özel bir hüküm yoksa veyâ kıyâs yahut istislâh yoluyla nâsslardan bu husûsta özel bir sonuç çıkmıyorsa, Eş­yada aslolan mübâhlıktır prensibine göre o şeyden yararlanmanın veyâ o işi yapmanın mübâh olduğu sonucuna ulaşılır. Bu tarz hüküm vermeye ‘istishâb’ denilir.

b-    BERÂET-İ ZİMME İSTİSHÂBI

Bir kimsenin borçlu veyâ suçlu olduğuna dâir delîl bulunmadıkça borçsuz ve suçsuz kabûl edilmesi esâsdır. Buna göre, alacaklı olduğunu iddiâ eden kimse bunu isbât edemediği takdirde davalının borçlu olmadığına; yine, suç işlediği iddiâ edilen kişinin bu fiili isbât edilme­dikçe aynı prensibe göre suçlu olmadığına hükmedilir.

c-     VASIF İSTİSHÂBI

Şer’an varlığı kabûl edilen bir hükmün, sebebinin ortadan kalktığı isbât edilmediği sürece sâbit sayılması esâstır.

Meselâ,

Satım ve mîrâsçılık gibi bir mülkiyet sebebine binâen sâbit olan mülkiyetin, geçerli bir nikâh akdinden sonra kurulan evlilik bağının, aradan ne kadar zamân geçerse geçsin, ortadan kalktığını gösteren bir delîl olmadığı sürece devâm ettiğine hükmedilir.[29]

4-  Örfü’l-belde (örf ve âdet):عرف البلدة

                

Örflerin hukûk kurallarına benzeyen ve hukûk kurallarından farklılıklar gösteren yönleri vardır. Bu benzerlik ve farklılıklar bir yana, örfün sosyal bir norm olduğu, hukûkun da sosyal hayâtın bir formu olduğu dikkate alınırsa, örf ile hukûk arasında derin bir ilişkinin bulunduğu görülür. Nitekim bir sosyal norm niteliği taşıması îtibâriyle örflerden teâmül hukûku meydâna gelebilmektedir. İşte, yetkili bir makâmın yazılı olarak açıklanmış irâdesi değil mâşerî vicdânın kanaati olarak ortaya çıkan ve yazılı hukûk kuralla­rından ayrı olarak hukûk normu görevi üstlenen örf ve âdet kurallarının tümü örf ve âdet hukûkunu meydâna getirmektedir.

Hz. Peygamber’in bu konudaki tavrı ve uygulamaları ışığında fakîhler de, ictihâdlarında ve kazâî kararlarında örf ve âdeti olabildiğince dikkate alarak hüküm verme usulünü benimsemişlerdir. Bununla birlikte fıkıh usulü eserlerinde özellikle örf ve âdete yer verilmemiştir.

Bir başka anlatımla, İslâm hukûkunun ‘doğrudan’ kaynakları arasında yer alamayan örf ve âdet, hüküm çıkarmada üstlendiği rolü daha çok istihsân ve istislâh gibi metotlar aracılığıyla yerine getirmiştir.

Fakîhlere göre bir toplumdaki örf ve âdetin geçerliliği için onun yaygın ve sürekli olması, nâssların lafzına ve rûhu­na yâni İslâm hukûkunun temel ilkelerine aykırı düşmemesi gerekir.

Bu şart­lan taşıyan örfe,

a-    SAHÎH ÖRF,

Bu şart­lan taşımayan örfe,

b-    FÂSİD ÖRF adı verilir.[30]

Dinle çelişmeyen örflere itibar edilir ve hüküm koyarken bunlar delîl olarak alınabilir. Önemli olan dediğimiz gibi örfün dinle çelişmemesidir. Ayrıca örfe göre hareket edilmeyeceği noktasında bir anlaşmanın da yapılmamış olması şarttır. Örfün değişmesiyle o örfe göre verilen hüküm de değişir.

Meselâ,

Ticârî işlemlerde örf hâline gelmiş olan durumların sözleşme esnâsında özel olarak dile getirilmesi gerekmez.

Örfe değer verilmesi, kıyâs gibi fıkhın dinamik bir yapıya bürünmesinde önemli bir rol oynamaktadır.

5-  Kavlü’s-sahâbî (sahâbî sözü):قول الصحابى


Fıkıh usulü Âlimleri’ne göre, Hz. Peygamber (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’e yetişip ona îmân etmiş ve örfen arkadaş denebilecek ölçüde uzun süre onunla birlikte bulunmuş kim­seye sahâbî denilir.

Sahâbeden intikâl eden fetvâların ve onların fıkhı gö­rüşlerinin şer’î bir delîl sayılıp sayılmayacağı fakîhler arasında ayrı bir tar­tışma konusu olmuştur. Rey ve ictihâd ile bilinemeyecek konularda Sahâbe sözünün sünnet kapsamında değerlendirilmesi, rey ve ictihâd ile bilinebile­cek konularda ise sahâbî sözünün bağlayıcı sayılmaması görüşü hâkimdir. Bununla birlikte daha sonraki dönem müctehîdleri, hüküm verirken sahâbe­den nakledilen fetvâlara ayrı bir değer atfetmişler özellikle tüm sahâbî gö­rüşlerinin dışına çıkmamaya özen göstermişlerdir. Dört halîfenin görüş ve uygulamaları da amelî değeri ve daha sonraki dönemlere uzanan kalıcı te­sirleri sebebiyle fıkıh usûlünde ayrı bir önemi hâiz olmuştur.[31]

6-  Şer’u min kablinâ (geçmiş şerîatler):


(İSLÂM ÖNCESİ ŞERİATLAR )     شرع من قبلنا

Hz. Muhammed (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’den önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden Kur’ân-ı Kerîm’de veyâ Hz. Peygamber (Aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm)’in sünnetinde yer alma­yanların müslümanlar için bağlayıcı olmadığında âlimler fikir birliği içinde­dir.

Önceki ilâhî dinlerin hükümlerinden olduğu Kur’ân’da veyâ Sünnet’te belirtilmiş olan hükümlere gelince, bunlardan nesh edildiğine dâir delîl bulu­nan hükümler müslümanlar hakkında geçerli olmaz.

Meselâ;

قُلْ لَۤا اَجِدُ ف۪ى مَآ اُو۫حِىَ اِلَىَّ مُحَرَّمًا عَلٰى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُۤ اِلَّۤا اَنْ يَكُونَ مَيْتَةً اَوْ دَمًا مَسْفُوحًا اَوْ لَحْمَ خِنْز۪يرٍ فَاِنَّهُ رِجْسٌ اَوْ فِسْقًا اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ بِه۪ۚ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَاِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَح۪يمٌ ﴿١٤٥﴾ وَعَلَى الَّذ۪ينَ هَادُوا حَرَّمْنَا كُلَّ ذ۪ى ظُفُرٍۚ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَآ اِلَّا مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَآ اَوِ الْحَوَايَآ اَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍۜ ذٰلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِبَغْيِهِمْ ۘ وَاِنَّا لَصَادِقُونَ﴿١٤٦﴾

De ki: Bana vahyolunan Kur’ân’da bir kimsenin yiyecekleri arasında leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki o şüphesiz necistir- ya da Allâh’tan başkası adına kesilmiş bir (murdar) hayvandan başka, harâm kılınmış bir şey bulamıyorum. Fakat istismâr etmeksizin ve zarûret ölçüsünü aşmaksızın kim bunlardan yeme zorunda kalırsa yiyebilir. Şüphesiz Rabbin çok bağışlayandır, çok merhametlidir.[32] (145) Yahûdîlere tırnaklı hayvanların hepsini harâm kıldık. Sığır ve koyunların ise, sırtlarında veyâ bağırsaklarında bulunanlar, ya da kemiklerine karışanlar dışındaki içyağlarını (yine) onlara harâm kıldık. İşte böyle, azgınlıkları sebebiyle onları cezâlandırdık.[33] Biz elbette doğru söyleyenleriz.(146)[34]

Yahûdîlere harâm kılındığı bildirilen yiyeceklere ilişkin hükmün, 145 inci Âyet-i Kerîme’nin delâletiyle müslümanlar hakkında geçerli olmadığı anlaşılmakta­dır. Bunlardan müslümanlar hakkında da geçerli olduğuna dâir delîl bulunan hükümlerin durumu da açıktır.

Önceki dinlerin hükümleri hakkında Kur’ân ve Sünnet’te red veyâ onay yönünde bir açıklama mevcûd değilse, Hanefîler dâhil bir grup İslâm âlimi bu tür hükümlerin de müslümanlar hakkında da bağlayıcı delîl olacağı görüşündedir.[35]

Meselâ,

Kur’ân’da Tevrat’tan naklen bildirilen cana can hükmü bizim Şerîatımızda de geçerlidir.

7-  Sedd-i zerâi’:سدالزراعى


Harâma, kötü ve zararlı bir sonuca vâsıta olan davranışların yasaklan­ması, kötülüğe giden yolların kapatılması demek olan sedd-i zerâi’, bütün İslâm âlimlerince benimsenen bir ilke olmakla birlikte daha çok Mâlikî ve Hanbelî mezheplerinde telaffuz edilen ve sıklıkla işletilen bir metot olmuştur.

Bunun karşılığında yer alan ve iyiliğe götüren yolların açılması anlamına gelen feth-i zerâi’ de yine İslâm hukûkunda hâkim ilkelerden biridir.

İslâm hukûkçuları kötülüğe, harâm ve zararlı olan şeye götürüp götürmeme­si açısından fiilleri üç kısma ayırırlar

a-     Aslen câiz olmakla birlikte kötülüğe götürmesi çok şüpheli veyâ nâdir olan davranışlar aslî hükmü üzere bırakılmıştır.

Meselâ;

Pazarda satılan üzümün şarap imalâtında, silâhın suç işlenmesinde kul­lanılması muhtemel olsa bile satıcıya bu kötü sonuçtan emîn olmadığı sürece bir sorumluluk terettüp etmez,

b-    Kötülüğe ve harâma yol açması kesin olan davra­nışlar,

Meselâ;

Şarap imalâtçısına üzüm satmak, kumarhane işletmecisine iş yeri kirâlamak böyledir. Bu kâbil işler sedd-i zerâi’ prensibi gereği genelde yasak sayılmıştır,

c-      Kötülük ve harâma yol açması kesin veyâ nâdir olmayan fakat muhtemel olan davranışlara gelince,

Hanefî ve Şâfiîler hukûkî ilişkilerde istikrârı ve güven ortamını koruyabilmek için objektif delîlleri ve şeklî şartları esâs al­mışlar ve kesin veyâ çok kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi olmadığı sürece yasaklama yâni sedd-i zerâi’ ilkesini işletme cihetine gitmemişlerdir.[36]

Fakîhler arasındaki görüş ayrılıkları, sedd-i zerâi’ ilkesini kabûlden ziyâde bu ilkenin yorum ve uy­gulamasında yoğunlaşmaktadır.[37]

Sedd-i zerâi, harâma götüren şeyleri yasaklamak ve harâmın önüne sed çekmektir. Aslında bu da bir çeşit maslahattır. Çünkü kendisiyle bâzı zararların önlenmesi ve bâzı faydaların sağlanması hedeflenmektedir.

Meselâ,

İçki imalatçısına üzüm satmak harâmdır.

Normalde üzüm satmak helâl olduğu halde, bu satış harâm işlenmesine vesile olacağı için yasaklanmıştır.

NOT: SILA-I RAHM (Akrabâ ziyâreti):

v Ömrü uzatır,

v Fakirliği giderir.



[1] Osman Keskioğlu, İslâm Hukûku, sh:26-30 , Bâzı kaynaklarda bu tasnîf vardır.
[2] Edille: Kanıtlar, deliller.
[3] Hayreddin Karaman, Fıkıh Usûlü, 42
[4] Büyük Haydar Efendi, Usûl-i Fıkıh Dersleri, 20
[5] Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyesi, 11, 47-51
[6] Prof.Dr. Vehbe Zuhaylî Fıkıh Usûlü
[7] Bakara Sûresi, 2/43’den
[8] Prof.Dr. Vehbe Zuhaylî Fıkıh Usûlü
[9] Mecelle Madde, 14. (Dürerü’l-Hukkâm Şerh-ü Mecelleti’l-Ahkâm, S:65, Âsir (=Eseri yazan) Havâce Emir Efendi Zâde Ali HAYDAR) İstanbul, H. 1330
[10] İbnü’l-Kayyim, İ’lâmü’l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyi’d-Dîn Abdulhamîd, Mısır 1955, I, 14
[11] Şîrâzî, Tabakât, S: 7; İbnü’l-Kayyim, İ’lâmü’l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyi’d-Dîn Abdulhamîd, Mısır 1955, I,S: 204. İbn-i âbidîn hâşiyesinin Kitâbü’l-Kadâ’da ‘İctihâd Ve Şartları’ bahsi, ‘Muhtasâr-ü Şerhü’s-Sünne’ adlı eserden ‘Bulûğul-Merâm Şerh-i Fethu’l-Allâm’ Müctehîd konusu.
[12] Allah ve Resûlüne arz etmekten maksat, meselelerin Kur’ân ve Sünnete göre çözüme kavuşturulmasıdır.
[13] Nisâ Sûresi, 4/59
[14] Kütüb-i Sitte,  14/97  (Ebu Davud, Akdiye 11, Tirmizî, Ahkâm, 3, Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafiî, el-Ümm, VII, 273.)
[15] Prof.Dr. Vehbe Zuhaylî Fıkıh Usûlü
[16] İbn-i Âbidîn 1/36
[17] T.D.V. İlmihâl I S: 146
[18] İmam Şafiî; teorik olarak icmâ kavramını her devir için geçerli saymakla birlikte pratikte kesin icmâ iddiasının ancak nasslarda açıkça düzenlenmiş ve İslâm dînin temel hükümle­rinden olan (öğle namazının dört rek’at oluşu, şarabın haram oluşu gibi) husus­larla sınırlı olduğunu belirtmektedir.
[19] T.D.V. İlmihâl I S: 147,148
[20] Müttehid: Beraberce, birlikte, birleşmiş.
[21] Sîyak: Söz gelişi, ifade tarzı, üslub, tarz, yol. Sîbak:Birşeyin öncelik hâli. Birisinden ileri geçmektir. Bir şeyin geçmişidir.
[22] Kütüb-i Sitte 14/83
[23] Ebû Dâvûd, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41
[24] T.D.V. İlmihâl I S: 148,149
[25] İsrâ Sûresi 17/23
[26] T.D.V. İlmihâl I S: 150, İstihsânın genellikle Hanefî ve Mâlikî mezheblerine özgü bir delil olduğu fikri yaygın olmakla birlikte, furû-i fıkıh eserlerini inceleyenler, birçok yö­nüyle bu metodun -isim belirtilmeksizin- diğer mezheblerce de benimsenmiş olduğunu görürler.
[27] T.D.V. İlmihâl I S:  150,151
[28] Mecelle madde 4
[29] T.D.V. İlmihâl I S: 152
[30] T.D.V. İlmihâl I S: 151,152
[31] T.D.V. İlmihâl I S: 152
[32]  Darda kalan kimsenin, haram kılınan yiyeceklerden yiyebileceği ile ilgili olarak ayrıca, bu sûrenin 119. ve Bakara sûresi, 173. âyetlerine bakınız.
[33]  Konu ile ilgili olarak bakınız: Nisâ sûresi, âyet,160. Aslında bunlar haram şeyler değildi. Yahudiler bir zamanlar bıldırcın eti ve kudret helvasıyla beslenmişlerdi. Sonra saldırganlık, zulüm, hakka karşı başkaldırma, peygamberleri öldürme, faiz alma, insanları öldürmeyi helâl sayma gibi ölçüsüz davranışları sebebiyle birçok temiz rızıklardan mahrum edilmişlerdi. Sığır ve koyun gibi bâzı hayvanların yalnızca iç yağlarının kendilerine haram kılındığı ve bu hayvanların onlara haram kılınan tırnaklı hayvanlar kapsamına girmediği âyetin metninden anlaşılmaktadır.
[34] el-En’âm Sûresi 6/145,146
[35] T.D.V. İlmihâl I S: 154
[36] Mâlikî ve Hanbelîler ise aksi görüştedir. Meselâ Mâlikî hukukçular bâzı vâdeli satışları, fâize yol açacağı endişesiyle yasaklamışlardır. Hanbelîler de borçlunun alacaklı­sına mûtat ölçü ve âdetin dışında hediye vermesini, bir tür fâiz hükmünde olaca­ğı veya buna yol açabileceği endişesiyle câiz görmezler.
[37] T.D.V. İlmihâl I S:156,157

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder